+ All Categories
Home > Documents > Genç Barış Dergisi 2.Sayı

Genç Barış Dergisi 2.Sayı

Date post: 17-Mar-2016
Category:
Upload: genc-baris-inisiyatifi-dernegi
View: 300 times
Download: 10 times
Share this document with a friend
Description:
Genç Barış - Gençlik,Fikir ve Araştırma Dergisi
Popular Tags:
43
YIL:1 - SAYI:2 İLKBAHAR 2013 "Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi"
Transcript
Page 1: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

"”The Youth Magazine of Ideas and Research"

YIL:1 - SAYI:2İLKBAHAR 2013

"Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi"

Page 2: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

EconomicDialogue_EN_(20,8x27,3)_H.pdf 1 15.01.2013 18:03

Page 3: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

1www.iletisim.com.tr [email protected] twitt er.com/iletisimyayinfacebook.com/iletisimbirikimvimeo.com/iletisim

Türkçe Edebiyat, 308 sayfa

Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaff ak olan yalanın, utanmazlığın, lincin, kıstırılmışlığın ro manı... Yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder olmuş bir ömrün romanı... Sadık okurları için yeni keşifl er sunacak, yeni tanışanları sadık okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali Toptaş romanı...

heba.iletisim.com.trheba.iletisim.com.tr

TÜMKİTAPÇILARDA

Yalnızlık, pişmanlık, askerlik, heder olmuş bir ömür...

Page 4: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

2

iÇiNDEKiLER0410141822

28323539

40

-----

----

-

Adanın Kuzeyinden Kıbrıs SorunuAvrupa’nın Dünü, Bugünü ve YarınıPerspektif: SuriyeHukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru”Orhan Gencebay: Bana “Orhan” diyorlar; asıl adım “insan”dır.İspanya Barış Süreci ve ETAKamerun’un Enerji Sektörü ve GelişimiMartin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!”Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle “Bir Dersim Hikâyesi”Başkalarının Hayatları

Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına İmtiyaz Sahibi

Emre Akkaş

Genel Yayın YönetmeniFatih Kafadar

Yazı İşleri MüdürüOnur Reha Yıldırım

Yayın KuruluAhmet Keskin

Merve AksuNilüfer Yavuz

Reyyan Doğan

Tüzel Kişilik SorumlusuHamza Memişoğlu

Grafik TasarımGökhan Kul

[email protected]

Reklam SorumlusuMuzaffer Büyükşekerci

[email protected]

Yönetim Adresi:Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak

21-23 Daire:4Beşiktaş / İstanbul

[email protected]

Tel: (0212) 227 67 95Fax: (0212) 227 67 95

www.gbi.org.trfacebook/gbiorgtrtwitter/gbiorgtr

youtube/gbiorgtr

Yayının Türü: Üç Ay Süreli YayınDili: Türkçe/İngilizce

Dergide yer alan değerlendirmeler, GBİ’nin kurum-sal görüşünü yansıtmamaktadır. Yazı ve fotoğrafların her hakkı Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni ol-madan ve kaynak gösterilmeden kısmen veya tamamı alınamaz.

Genç Barış İnisiyatifi olarak, hem çözüm sürecine ilişkin görüşlerini almak hem de Türkiye gündemin-de büyük yere sahip ve kamuoyu tarafından yakından takip edilen âkil insanlar heyetinin süreç içinde-ki konumlarını ortaya koymak için Karadeniz Bölgesi heyetinden sağ-lık problemleri nedeniyle Marmara Bölgesi heyetine geçen Orhan Gen-cebay ile mülakat gerçekleştirdik.

22

28

İllüs

trasy

on: G

ökha

n K

ul

Basımcı: Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş.Barbaros Bulvarı, Cam Han, No: 153, Beşiktaş-İstanbul

Basıldığı Yer: Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4 Sancaktepe - İstanbulTel: (0216) 585 90 00

Page 5: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

3

4

1035

32

39

Düzenlediğimiz araştırma gezisi sırasında mümkün oldu-ğu kadar fazla yeri ziyaret etmeye, adanın her bölgesinde çalışmalar düzenlemeye çalıştık. Tüm görülebilecek yer-lerini görmeye ve mümkün olabildiğince herkes ile ko-nuşmaya çalıştık.

Gönülde kalan yara izleri sonsuza dek sürer. Ne ölüm ne de başka bir şey o yaraya merhem olur.Eğer sizin de herkes gibi bir Dersim hikayeniz varsa bu seçki kütüphaneniz için nadide bir eser.

R E P U B L I Q U E D U C A M E RO U NR E P U B L I C O F C A M E R O O N

Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle

Bir Dersim Hikâyesi

18‘Hak olmadan

haksızlık olmaz; haksızlık olmadan

da hukuk doğmaz.’

Page 6: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

4

AdanınKuzeyindenKıbrısSorunu*

KKTC’ye Genel Bir BakışÇok öncesine gitmeden; Osmanlı-

Rus İmparatorluğu arasında gerçekleşen 93 Harbi sonucunda, İngiltere desteğini sağlamak ve olası bir Rus tehlikesi-nin önüne geçmek için, ada; 500 bin Amerikan Doları karşılığında İngiltere’ye kiralanmıştır. Kıbrıs Sorunu olarak liter-atüre giren durum, aslında İngiltere hâ-kimiyetinden sonra 1960 yılında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantörlüğünde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla başlamıştır. Devlet yönetiminde Rum ve Türk yöneticilerin bulunduğu ve iki toplu-mun eşit bir şekilde temsil edildiği Kıbrıs Cumhuriyeti, mevcut yapıyı 1963 yılına kadar korumayı başarmış; fakat Türk Başkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’e ver-ilen veto hakkının kaldırılmasından sonra iki toplum arasında gerilim artmıştır. Rum Lider Makarios’un çözüme ulaşmadaki isteksizliği ve ABD Başkanı John F. Kennedy’nin, Türk tarafıyla uzlaşılması yönündeki önerilerini de göz ardı etmesi, iki halk arasındaki sorunların artarak de-vam edeceğinin göstergesi olmuştur.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan önce, halk birçok sıkıntıyla karşılaşmıştır. 1976’da Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulmasının ardından 1983 yılında adanın kuzeyindeki Türkler, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurarak bağımsızlığını ilan etti. KKTC, bağımsızlığını ilan

ettiği tarihten itibaren ada nüfusunun yaklaşık %30’unu Lefkoşa, Gazimağusa, Girne, Güzelyurt ve Lefke şehirlerinde barındırmaktadır. Adanın siyasi statüsüne bakıldığında, Bileşmiş Milletler ve Avru-pa Birliği tarafından KKTC hukuken tanınmamakla beraber “de facto devlet” olarak tanımlanmakta ve uluslararası oto-ritelerce adanın tamamının 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti toprakları içerisinde olduğu kabul edilmektedir.

GBİ Kuzey Kıbrıs’taKıbrıs Rum kesimiyle yıllardır yaşadığı

sorunlarla Türkiye gündeminden düşme-yen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ulusal ve uluslararası problemlerini masa-ya yatırmak ve adada yaşayan Rum - Türk asıllı vatandaşlar ile geçmişten günümüze kadar yaşadıkları sorunlar üzerine görüş-meler yapmak ve KKTC siyasetçileriyle resmi temaslarda bulunmak üzere heyet olarak adaya ziyarette bulunduk. Yaptı-ğımız saha çalışması ve resmi temaslar sonucunda hem siyasi grupların hem de vatandaşların Kıbrıs Sorunu’na ilişkin gö-rüşlerini dinleme fırsatı yakalarken adanın farklı yönlerini keşfetme imkânımız oldu. Yaptığımız ziyaret sırasında dar sokakları, sıcakkanlı halkıyla KKTC bizlere farklı olduğunu hissettirdi. Ülkenin sokakları ve trafiği hakkında bilgi vermek gerekirse, KKTC’de trafik sol yönden akmakta ve bu

Onur Reha YILDIRIM

Onur Reha YILDIRIM

Yerindeinceleme fırsatı bulmadanönce bu sorunun,tek devlet çerçevesindeçözüleceğini düşünürkenartık bu durumun tekdevlet çatısı altındaçözüm bulacağını düşünmüyorum.En azından bu durum,iki ayrı devlet ve üstyapıda eşit temsil edilenbir çatı devlet olaraktabir edebileceğimiz biryönetim sisteminin oluşturulması durumundasorunun kısmen de olsa çözülebileceği kanaatindeyim.

Page 7: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

5

Türkiye’den gelenlere gerçekten garip hisler yaşatmaktadır. İlk etapta ‘acaba İngiltere’ye mi geldim?’ diye düşünebilirsiniz. Etrafta trafik polisi görmeniz pek mümkün ol-mazken, şehir merkezlerinde çoğunlukla kadınlardan oluşan Zabıta - Trafik görev-lilerine rastlamanız mümkündür; ancak sakın onlara adres sormayın çünkü tarif edemiyorlar.

Tarihi açıdan bakarsak, KKTC’nin yıllar boyunca üzerinde kurulan değişik uygarlıkların bıraktığı zengin bir tarihe sahip olduğunu görüyoruz. Batıda Soli ve Vuni’den Lefkoşa’daki Arap Ahmet Camisi’ne, Doğu’daki Apostolos Andreas Manastırı’na kadar 9000 yıllık uygarlığın izlerine her yerde rastlamak mümkündür. Lefkoşa’daki Büyük Han, Mevlevi Tekke Müzesi, Arasta Sokak, Gazimağusa’da Na-mık Kemal Zindanı ve Müzesi, Salamis Harabeleri görülmesi gereken yer olarak önerilebilir. Ek olarak, Şeftali Kebabı adada unutmamanız gereken şeylerden biridir.

Gezilerden Kesitler ve Kıbrıs Saha Çalışması

Türk-Rum Birlikteliğinin Sembolü: “Dipkarpaz”

Düzenlediğimiz araştırma gezisi sı-rasında mümkün olduğu kadar fazla yeri ziyaret etmeye, adanın her bölgesinde ça-lışmalar düzenlemeye çalıştık. Tüm görü-lebilecek yerlerini görmeye ve mümkün olabildiğince herkes ile konuşmaya çalıştık.

Gittiğimiz yerlerden sadece bir tanesi olan Dipkarpaz Köyü, yaşayan halkı, coğrafi ko-numu ve tanık olunan tarihi bakımından özel bir yere sahip. Dipkarpaz Köyü, Türk-lerle Rumların bir arada yaşadığı huzurlu, sakin, yeşillikler içinde yer alan küçük bir köy.

Akşam vakti bir kahveye çat kapı git-tiğimizde, kahvenin Türklere ait olduğunu ve çevrede Rumlara ait kahvenin ise akşam saatlerine rastladığı için kapalı olduğunu fark ediyoruz. Köylülerden edindiğimiz bil-giye göre Rum esnaf, öğleden sonra saat üç civarında iş yerlerini kapatıyor ve geri kalan zamanlarını evlerinde geçiriyor. Türklere ait olan kahvede ise, 1974 yılında Barış Harekâtı’na katılmış ve daha sonra Kıbrıs’a

yerleşmiş Diyarbakırlı Mehmet Amca ile başlıyoruz önce sohbetimize. Dipkarpaz köyü, 1976 yılında kurulmuş. İlk zaman-larda 10.000 Rum nüfusu olan bölgede, şu an Rum nüfusu oldukça az. Mehmet Amca Rumlarla sorun yaşamadıklarını ve barış içinde yaşadıklarını dile getirirken, “Biz hiçbir Rum’u zorla göndermedik, onlar diğer tarafa istedikleri için geçtiler. Kahvelerimiz komşu, camimiz ve kilisemiz yan yana, onları kimse rahatsız edemez, ettirmeyiz!” diyor. Bu aslında halklar ara-sında temelde bir problemin olmadığının göstergesi olarak görülebilir. Adada yer alan hastanenin uzak mesafede bulunma-sından dolayı şikâyetlerini dile getirerek, Rumlarla sorunları olmadığını, Rumlar ile

Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu

Page 8: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

6

barış içerisinde yaşadıklarının tekrar tekrar dile getiriyorlar ve bu konuyu bizim de dile getirmemizi istiyorlar. Ancak, tabi ki tüm Kıbrıslılar Dipkarpaz Köylüleri gibi düşün-müyor. Rumlar ile hiç barışmayacaklarını düşünen veya onlarla birlikte yaşayabilecek-lerine inanmayan azımsanmayacak kadar bir kesim de var. Bu kesmin gerekçesi olarak şu durum gösterilebilir: Kıbrıslılar bir gecede birbirlerini öldürecek düzeye gelmişler. Yani bir gün önce kardeşi olarak gördüğü bir Rum’u ertesi gün düşmanı addetmek duru-munda kalan Türkler, belki de haklı olarak artık birlikte yaşayamayacaklarını düşünü-yorlar. Doğal olarak, Kıbrıslı Türkler’e özel-likle 1963 ve 1974 zaman aralığını yaşamış olanlara fikirlerini sorduğumuzda,’Rumlarla beraber yaşamamız imkânsız, bu şekilde (iki ayrı devlet) daha mutluyuz!’ diyebiliyorlar.

Yeşil Hat ve Ayşe TeyzeLefkoşa’da özellikle şehrin “dikenli tel-

lerle” ikiye ayrılmış olması çok garip bir görüntü ortaya çıkarmakta. 1964 yılında çi-zilen ve “Yeşil Hat” olarak adlandırılan böl-genin hikâyesi ise oldukça ilginç. BM Barış

Gücü Komutanı General Peter Young’un, yeşil bir kalemle bu hattı çizmesinden do-layı bu bölgenin ismi “Yeşil Hat” olarak adlandırmış ve yıllardır bu isimle anılmak-ta. Bu bölge, içine girilmesine izin verilme-yen, etrafı tel örgüler ve duvarlarla çevrili, iki bölge halkı arasında teması engelleyen yapısıyla şeklinde hafızamıza kazınıyor. Yeşil Hat bölgesi bize, yıllar önce Doğu ve Batı Almanya’yı birbirinden ayıran Berlin Duvarı’nı andırıyor. Lefkoşa’daki ünlü Saray Otel’in terasından hem Türk hem de Rum tarafını aynı anda görme fırsatı yakalıyo-ruz. İngiliz Konsolosluğu’nun olduğu böl-geye gittiğimizde ise “Yeşil Hat” içerisinde küçùk, şirin bir ev gözümüze çarpmakta. Bu evin sahibi ise; Ayşe Özseyhan adlı bir kadın. Ayşe Teyze, 87 yaşında, dolayısıyla Kıbrıs tarihine bilfiil tanıklık etmiş biri-si. Doktor şu anki evinden çıkıp daha iyi bir eve geçmesini tavsiye etmesine rağmen evden kesinlikle çıkmayacağını söylüyor. Sürekli “Benim askerim var! Onlar beni korur.” diyor, askerleri çok seviyor ve tabii ki askerler de onu çok seviyor. Askerler, her gün sabah-akşam deyim yerindeyse “hayatta

olup olmadığını” bilmek ve komutanlarına rapor etmek üzere kontrole geliyorlarmış Ayşe Teyze’yi. 1963 olaylarını anlatması için kendisine soru sorduğumuzda, uzaklara da-lıp “Size ne anlatıyım evlat?” demesi aslın-da çok şey anlatıyor bize. Sağlığı nedeniyle, eskiyi anlattırıp kendisini fazla hüzünlendir-mek istemiyoruz. Ayşe Teyze’nin yanından ayrılıp KKTC Cumhurbaşkanlığı’na doğru yol alıyoruz.Cumhurbaşkanlığı’nda Resmi Görüşmeler

KKTC’de ilk resmi görüşmemizi (Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile olan görüşmemizin İİT (İslam İşbirliği Teşkila-tı) toplantısından ötürü iptal edilmesinden dolayı) Cumhurbaşkanı temsilcisi Gül-fem Sevgili ile gerçekleştiriyoruz. Kendisi 1990-2010 yılları arasında KKTC Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış; 2010 yılından itibaren ise KKTC Cumhurbaşkanlığında çalışmaya başlamış. Kendisi Rum tarafıyla yapılan müzakerelerde sürekli olarak görev almakta. Sevgili’ye göre, özellikle 1970’li yıl-larda Rum tarafıyla ilişkiler iyice gerilmiş. O zaman Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı

Onur Reha YILDIRIM

Page 9: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

7

Makarios çok zeki bir insan olduğundan Kıbrıslı Türkleri adadan yavaş yavaş toprak-larını birkaç misli karşılığında satın alarak temizlemek istemiş. Ancak Yunanistan’ın aceleci davranıp bir anda tüm Türkle-ri adadan silme yönündeki müdahaleleri, Türkiye’yi adaya müdahale etme yolunda harekete geçirmiş ve neticede 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirmiş. Harekâttan sonra ada kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrılmış ve kuzeyde yaşayan Rumların bir kısmı kendi istekleriyle güneye; güneyde yaşayan Türklerin bir kısmı ise yine kendi istekleriyle kuzeye göç etmişler(mübadele). 2004 yılında ise, adanın iki halk tarafından paylaşılmasını öngören ve zamanın BM Ge-nel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazır-landığı için literatüre “Annan Planı” olarak geçen plan gündeme gelmiş. Kuzey Kıbrıs’ta bu plana referandumda ‘evet’ çıkarken Gü-ney Kıbrıs’ta plan halkoyuyla reddedilmiş. Bu durum, başta planın sahibi Annan ol-mak üzere dünya kamuoyunun Rumları ilk kez sert bir şekilde eleştirmesine yol açmış.

Gülfem Sevgili “Biz atamayacağımı-zı düşündüğümüz adımlar attık; iyi niyetli olmaya çalıştık. Bizden adım atmamızı is-tediler, attık ama hemen arkasından başka talepler geldi. Kıbrıslı Türkleri ekonomik, psikolojik olarak bıkkın duruma getirmek istiyorlar. En zayıf anımızda Rumlar bir şeyler talep etmek istiyor.” diyor. Ayrıca bir anekdot daha veriyor Sevgili “Rum bir Papaz, KKTC sınırları dahilinde olup da harekattan önce Rumlara ait olan ve savaş sırasında hasar gören binalar için ‘Türkler yapacaksa hiç yapılmasın, yıkılsın’ diyor.” Bu zihniyetle çözüm ne yazık ki zor görün-mekle beraber çok acı bir durum olarak ye-rinde saymaya devam ediyor. Aslında, şu an KKTC’de belki de daha önce hiç olmadığı kadar bir barış havası hâkim; ama iki taraf arasında büyük bir güven sorunu hala mev-cut. Cumhurbaşkanı Temsilcisi Sevgili bu durumu şöyle ifade ediyor: “Rum tarafında Kıbrıs Türkleri’nde olduğu kadar demokra-tik ortam yok. Her şeyi konuşmazlar. Biz-de herkes fikirlerini söyler, tartışır. Bizim tarafımızda herkes Annan planını konuştu, tartıştı. Rumlarda bu olmadı. Rum tarafın-da bu tartışılmadı. İki taraf arasında güven problemi çözülmediği sürece hiçbir şey çö-züme ulaşmaz.” Bu sözlerden de Kıbrıs’ta çözüm için öncelikle tarafların birbirine gü-ven duyması yönünde adımlar atılmasının gerekli olduğu açıkça anlaşılıyor.

Siyasi Partilere ZiyaretGülfem Sevgili’nin ardından Ana Mu-

halefet Partisi Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP-BG) Genel Başkanı Özkan Yorgan-cıoğlu ile görüşmek üzere CTP-BG Ge-

nel Merkezi’ne gidiyoruz. Tabi ki trafikte kayboluyoruz. Kıbrıs o kadar güzel ve tatlı sokakları barındırıyor ki içerisinde kaybol-dukça kaybolasınız geliyor. Sonunda CTP Genel Merkezine ulaşıyoruz.

Özkan Yorgancıoğlu bizi makamın-da çok samimi bir şekilde karşıladı. Ge-nel olarak konuşmasında hep yapıcıydı. Yorgancıoğlu’na göre, 1963 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Lideri Makari-os, anayasada 3 maddelik değişiklik yapmak istedi; bununla beraber Türkiye – Yunanistan arasında büyük sıkıntılar baş gösterdi. 1974 yılına gelindiğinde Türkiye, harekâtı iki ta-raf arasında bir uzlaşmaya varılsın diye yaptı ama bunun çok uzun yıllar sürecek bir soru-na gebe olacağı hiçbir zaman öngörülemedi. Yorgancıoğlu’na göre; Kıbrıs’taki derin devlet yeni bir ortaklık kurulması konusunda istek-li davranmadı. Tabi ki Kıbrıs Sorunu çözüm

sürecinde en ciddi görüşmeler Kıbrıs’ın AB üyeliği sürecinde ortaya çıktı. 2000’den son-ra bu süreç çok hızlandı. AKP, iktidar ola-na kadar; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Rauf Denktaş’ı destekledi. Ama daha sonra Türkiye çözümden yana tavır alıp Denktaş’ı desteklemekten vazgeçti. Buradaki muhale-fet Kıbrıs sorununun çözülmesi gerektiğini savundu; uluslararası hukukun içine dâhil olmak istedi. Ana muhalefet lideri sözlerine şöyle devam ediyor: “Ama burada da acıdır ki; Türkiye KKTC’yi tanıdığını söylemesi-ne rağmen tam olarak tanımıyor. Şöyle ki; KKTC Cumhurbaşkanı veya Başbakan’ı Türkiye’ye gittiğinde Azerbaycan Devlet Başkanı gibi karşılanmıyor. Dünya’da ise zaten Rum tarafı ile Türk tarafı arasında eşitlik gözetilmiyor. Ama en azından Türki-ye temsili olarak buna özen gösteriyor mu ki; Türkiye, KKTC konusunda bunu diğer

Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu

Page 10: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

8

devletlerden beklesin? KKTC’ye doğrudan sadece Türkiye’den uçak olduğu için her alanda Türkiye’ye bağlı yaşamak zorunda kalıyor. Bu bağlamda turizmde ekonomik sıkıntılar yaşanıyor. Avrupa’dan gelecek olan turistler açısından sıkıntılı bir aktar-ma süreci yaşanıyor.Türkiye burada et-kin olmak isterse yardımcı olmak, sorunu çözmekle yükümlüdür. Türkiye, ne yazık ki Kıbrıs sorunuyla ilgili gel-gitler yaşıyor. Fenerbahçe burada maç dahi yapamıyor. Çünkü yapması halinde Türkiye’ye ulus-lararası müsabakalardan men cezası alma riskiyle karşı karşıya kalıyor.”

Gelelim Rum kesimine… Rumlar ulus-lararası camiada tanındıkları için ekonomi-leri doğal olarak gelişmiş durumda ama son bir buçuk yıldır Yunanistan’daki krizden Rum kesiminin de etkilendiğini görüyoruz. Uzun görüşmelerin ardından AB ve IMF ile anlaşmaya varan Rum Kesimi Lideri Nikos Anastasiadis, kurtarma planı için “acı verici, fakat ekonominin çökmesinin önüne geçmek için gerekli” olduğunu söyledi. Öte yandan Güney Kıbrıs bankalarının mevduat ödeme-sinde yaşadığı büyük sıkıntılar basına yansı-dı. Bütün bunlardan Güney Kıbrıs Rum Yö-netimi, ekonomik açıdan en yakın komşusu KKTC’ye biraz daha fazla ihtiyaç duyacağı

yönünde bir yorum yapılabilir. Zaten çözü-mün ekonomik sıkıntıların sonucunda gele-ceğini düşünmek yanlış olmaz. KKTC’deki fazla para Türkiye’de, GKRY’deki fazla para Yunanistan’da değerlendiriliyor; böylece her iki yönetimin de farklı bir devlete bağımlı olduğu açıkça görülüyor. Güney Kıbrıs’ta en önemli sıkıntıların başında kilisenin etkin olarak siyasete karışması olarak görünüyor. İki kesim arasında barış olmasına geçmişten günümüze kadar karşı çıkan kilise, doğal-gazın en akıllı yolunun Türkiye üzerinden gitmesi gerektiği açıklamasını yapıyor. Ki-lisenin bu açıklaması, Güney Kıbrıs’ın eko-nomisi bozuldukça KKTC ve Türkiye’ye olan bağımlılığı artacağını gösteriyor. Ancak bu noktada, Türkiye’ye büyük iş düştüğü Kıbrıslı siyasiler tarafından özellikle vurgu-lanıyor. Geçen yıl, KKTC’den Türkiye’ye ihraç edilen portakallar, Türkiye’nin Güm-rük Birliği Anlaşması’nın tarafı olduğu ge-rekçe gösterilerek Mersin Limanı’ndan geri gönderilmiş. Türkiye, KKTC’ye piyasalarını açmazsa, ithalat yapmazsa KKTC ekonomi-sinin kötüye gideceği ve Güney Kıbrıs ile arasındaki sorunların çözümünün zorlaşaca-ğı öngörülebilir.

Kıbrıs’taki temaslardan edindiğimiz izlenime göre halkın hemen hemen hepsi Rumlarla eşit bir şekilde ama ayrı devlet-lerde yaşamak istiyor. Türkiye’ye bağlan-ma gibi bir istekleri genel olarak yok. Tüm dünya tarafından tanınan bir Kıbrıs Türk Devleti’nde yaşamak, Kuzey Kıbrıs halkının en büyük hayali olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, son zamanlarda Kıbrıs’ın Türkiye’nin gündeminden düşmesi ada halkı tarafından üzüntüyle karşılanıyor. Ama gerek siyasiler gerekse halk Türkiye’nin “çözüm süreci” gibi kendi önceliklerinin olduğunu da kabul ediyorlar.

KKTC’nin güvenlik güçleri hakkında Özkan Yorgancıoğlu’nun yorumları kayda değer: “Burada, askerlerin başındaki komu-tan Türkiye’den atanır. Asker ve polis teşki-latlarının atamalarını bu komutan yapar. Komutanın Türkiyeli bir komutan olma zo-runluluğu var; zira eğer Kuzey Kıbrıslı bir komutan olursa askerin başında, geçmişte-ki acılardan dolayı Rum kesimine karşı bir savaş tehlikesi oluşturabilir. Bütün bunlar aksayan yanlardır ve bizi dünyada komik duruma düşürür. Sivilleşmenin, demokra-tikleşmenin olması gerekmektedir. Kıbrıs Türkiye’den biraz daha fazla para almak

Onur Reha YILDIRIM

Page 11: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

9

için Türkiye’nin her dediğini yaparsa orda sakatlık olur.” Son olarak Ana Muhalefet Lideri’nden Kıbrıs Sorunu’nın çözümüne ilişkin görüşlerini alıyoruz. Yorgancıoğlu bu konuda, Kıbrıslı Türklerin de temsil edildi-ği polis, mahkeme, eğitim ve sağlık konu-larında ayrı olan federal bir sistemin tesisi, Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesinde büyük rol oynayacağını söylüyor.

Özkan Yorgancıoğlu ile yaptığımız görüşmenin ardından, merhum Rauf Denktaş’ın oğlu ve Demokrat Parti Genel Başkanı Serdar Denktaş ile görüşmek üzere DP Genel Merkezine gidiyoruz. Kendisiy-le çok samimi bir havada yaklaşık 3 saatlik uzun bir görüşme yapıyoruz. Denktaş, Kıb-rıs sorununu anlatmaya, 1955’te Kıbrıslı Rumların kurduğu silahlı örgüt EOKA ve 1958’de Kıbrıslı Türklerin kurduğu silahlı örgüt TMT(Türk Mukavemet Teşkilatı)’den bahsederek başlıyor. O dönemde birçok yer altı örgüt ile Kıbrıslı Türkler kendilerini sa-vunmaya çalışmışlar. Adnan Menderes dö-neminde “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak” sloganı, devlet politikası haline gelmeye başlamış ve Kıbrıslı Türklerin Rumlardan ayrılması olarak adlandırılan “taksim”i gerçekleştirmek için çalışmalar yapılmış. Dr. Fazıl Küçük ve sonra Rauf Denktaş: “Türkiye’nin milli çıkarları, Kıbrıs’ın milli çıkarlarıdır, bu bağ kopmamalı” şeklinde ağız birliği etmişler. “Taksim” fikri aslında temelde buradan çıkmış. Serdar Denktaş’a göre, ilk zamanlarda Dr. Küçük’ün ve babası Rauf Denktaş’ın hedefi, bağımsız bir devlet kurmak değildi. Aksine Kıbrıs’ı Türkiye’ye bağlanmaktı. Daha sonra “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak!” düşüncesinin ortaya çıkma-sı ve bunun devlet politikası haline gelme-siyle “Taksim” fikri yerleşmeye başladı. Tak-sim konusunda, İngilizler EOKA ve TMT ile uğraşmaktansa geri çekilmeyi seçtiler ve EOKA ile İngiltere arasında sıkıntılar büyü-dükçe, İngiltere geri adım atma kararı aldı ve zorlama ile de olsa “Kıbrıs Cumhuriyeti” kuruldu. Aslında ne Kıbrıslı Türklerin, ne Rumların böyle bir isteği vardı. Zaten Kıb-rıs Cumhuriyeti’nin yalnızca 3 yıl sürmesi aslında bu cumhuriyetin tarafların isteği dı-şında bir zorunluluktan ötürü kurulduğunu gösterdi.

1970’li yıllarda Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında enteresan olaylar gerçek-leşiyor. Türkiye’nin birkaç kez adaya çıkar-ma yapma girişiminde bulunup daha sonra vazgeçmesi üzerine Rumlar, Türkçe olarak “Bekledim de gelmedin!” şarkısını Türklerin duyabileceği şekilde Türk kesimlerine doğru yüksek sesle çalıyorlar. Tükler de tabi ki bu psikolojik harp karşısında boş durmuyor. “Bir gece ansızın gelebilirim!” şarkısını çalı-yor Rum bölgelerine doğru. Sonunda Türk-

lerin beklediği tarih geliyor, yani 20 Tem-muz 1974. Ama yine garip ve bir o kadar gülünç bir durum yaşanıyor. O yıllarda Kıb-rıs ile Türkiye arasında saat farkı var. Kıbrıs saati Türkiye’den 1 saat ileri. Rauf Denktaş, Türkiye’nin adaya çıkarma yapacağı gün Türkçe ve Rumca olarak sabah saat 05.00’da çıkarmanın o an yapıldığını ilan ediyor. Bu ilanı duyan ve adeta şok olan Rumlar sokak-lara çıkıyorlar ama ne gelen var ne giden… Rumlar doğal olarak sevinç naraları atıyor, Kıbrıslı Türklerde büyük bir moral bozuk-luğu ve tabi ki yine “bekledim de gelmedin” şarkısı her yanda çalınmaya başlıyor. Ama her şey Kıbrıslı Türkler için 1 saat sonra de-ğişiyor. Yani 1 saatlik fark, yine enteresan bir durum yaşanmasına sebep oluyor. Bu anek-dotun ardından soruna ilişkin son olarak şu tespiti yapıyor Denktaş, “Kıbrıs sorununun çözümü siyasi değil, ekonomiktir.”

Ertesi gün öğle saatlerinde KKTC 2.Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile görüşmemizi gerçekleştirmek üzere tekrar Girne’deki otelimizden Lefkoşa’ya doğru yol alıyoruz. Talat’ın Lefkoşa’da bulunan çalışma ofisine gidiyoruz. Mehmet Ali Talat bilindiği gibi 2005-2010 tarihleri arasında KKTC’de cumhurbaşkanlığı yaptı. Geçmiş dönemlerde Başbakanlık gibi devletin bir-çok kademesinde bulundu. Sözlerine Kıb-rıs Barış Harekatı ile başlıyor, “Eğer darbe olmasaydı, bu müdahale olmazdı. Türkler ve Rumlar bunu birlikte yapabilir miydi? Eğer bir arada yaşamayı benimseyen li-derler olsaydı, Türkler ile Rumlar beraber yaşayabilirdi. Böyle bir anlayış liderlerde yoktu. 1974 Harekâtı’ndan kaçınılabilir miydi? Belki evet, ama 1974 Harekâtı Kıb-rıslı Türkleri eriyip yok olmaktan kurtaran bir olaydır. Ama ondan sonrası çok doğru yönetilememiştir.” Talat’a göre, bundan sonrası Türk dış politikasının dar görüşü

yüzünden biraz sıkıntılı oldu. Oyalanarak, yavaş yavaş giderek mevcut durum yasal hale getirilmeye çalışıldı. KKTC’nin siyasal statüsünün “De facto devletten”, “De jure devlet”e dönüştürmek yani fiili devleti hu-kuken de meşru hale getirmek için zaman geçmesinin gerektiğine inanıldı ama yanlış adımlar atıldı. Tanınmak isteyen devletler uzlaşmacı politika izledi. Ama Türkiye ve KKTC durumu bu şekilde algılayamadı. Uluslararası arenada, uzlaşmacı ve yumuşak bir söylem kullanılmadı. Başka devletler ta-rafından tanınmak için gereken uzlaşmacı tutum, yapıcı söylemler geliştirilmedi. Dola-yısıyla KKTC Türkiye dışında hiçbir devlet tarafından tanınmadı.

Mehmet Ali Talat, Kıbrıs sorununun çözümü için iki tarafın liderlerine büyük iş düştüğünü ve müzakerelerden asla vazgeçil-memesi gerektiğini ifade ediyor. Müzakere-lerde de gerek Türk tarafının gerekse Rum tarafının bazı noktalarda tavizler vererek bir orta yolun tesis edilmesinin önemi üzerinde duruyor. Bir devletin kendi çıkarlarından taviz vermemesinin çok normal bir devlet politikası olduğunu da tamamen kabul et-tiğini vurguluyor, ancak mevcut durumun ne adanın kuzeyine ne de güneyine bir yarar getirdiğini de belirtmek istediğini söylüyor. Talat son olarak federatif bir yapının soru-nun çözümünün tek yolu olduğunu ifade ediyor.

Kıbrıs sorununun çözümü, Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki ilerlemesini durdur-mak için bahane olarak kullananların elinde-ki en büyük kozun bitmesine yol açacaktır. Yerinde inceleme fırsatı bulmadan önce bu sorunun artık tek devlet içerisinde çözülece-ğini düşünürken artık bu durumun tek dev-let çatısı altında olacağını düşünmüyorum. En azından tamamen iki ayrı devlet ve üst yapıda eşit temsil edilen bir çatı devlet ola-rak tabir edebileceğimiz bir sistemin gelmesi halinde sorunun çözülebileceğine inandım. Adada yaşayan tüm halkın yaşam standart-larından memnun olduğunu görmek biraz garip geldi; çünkü adada bir çözümsüzlük durumu hakim. Güney, AB üyesi olmasına rağmen yine de krizlerle boğuşurken kuzey uluslararası otoritelerce devlet olarak bile gö-rülmediğinden dolayı tüm dünyadan adeta izole olmuş durumda. Temennim bu karma-şanın en kısa sürede bitirilmesi yönündedir. [email protected]

*Bu yazı, Genç Barış İnisiyatifi olarak düzenlediğimiz “Kıbrıs Sorunu Saha Çalışması”na katılan GBİ Barış Aktivistlerinin, çalışmalar esnasında aldığı notlar ve ses kayıtlarından derlenmiştir.

Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu

Page 12: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

10

Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve YarınıAvrupa Birliğine giden süreç olarak Avrupalılaşma

Avrupa devletleri arasında çıkan savaşları önleme fikri, reformasyon hareketlerinin hız-lanmasıyla gelişen sekülerleşme kavramının, Avrupa’nın merkezinde dengeyi sağlayan din olgusunu zayıflatarak, Hristiyanlığın önemi-ni arka plana atmasıyla başlamıştır. Çapan ve Beşgül’ün ifadeleriyle “Hıristiyanlıktan kesin bir kopuş olmasa da, “Avrupa” farklı kavramları da çağrıştırmaya başlamış ve bu değişikliğin kökeninde, kavramın sekülerleş-mesi yatmıştır.”(Çapan ve Beşgül, 2009:23) Aydınlanma dönemiyle birlikle önem kaza-nan bilim ve rasyonalizmin temelinde yer alan akılcılık teorileri, kilisenin merkezi oto-ritesini zayıflatarak, devletlerin kendi çıkar-ları doğrultusunda siyasi birliklerini muha-faza etmeleri için alternatif çözüm önerileri geliştirmelerinde itici bir güç olmuştur. Za-manla gelişen milliyetçilik akımları ve sekü-lerizm kavramının giderek önem kazanması, Fransız Devrimi’nin yarattığı kanlı ortamda filizlenirken, Avrupa devletleri hem kendi sınırları içinde hem de sınırları ötesinde it-tifak arayışlarına girmiş; eski düzeni sağlayan Hristiyanlık fikrinin yerine Avrupalılaşma kavramını benimsemişlerdir.

Milliyetçilik akımlarının güçlen-mesiyle tetiklenen ve “Avrupa’nın İç Savaşı”(Çapan&Beşgül 24)olarak tanımla-nan Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı eko-nomik ve siyasi krizler, yeni Avrupa projele-rinin geliştirilmesinde etkili olmuş; devletler kendi çıkarlarını korumak ve bozulan yapıyı

yeniden inşa etmek için yeni güç dengeleri aramaya başlamışlardır. Bu projelerin te-melinde yer alan görüş başlangıçta, Avrupa devletleri arasında dayanışma fikrine dayan-dığından coğrafi sınırlamalara maruz kal-mış (Çapan ve Beşgül, 2009:24) ve savaşın getirdiği ekonomik yıkımlara çözüm önerisi getirmekten ileriye gidememiş; fakat bir “Av-rupalı olma” bilincinin uyanmasında etkili olmuştur.

İki savaş arası dönemde uluslararası barış pratikleri 1920 yılında kurulan Milletler Ce-miyeti ile birlikte denenirken, Birinci Dünya Savaşı’nın etkileri Avrupa devletleri arasında, coğrafi bir bütünleşmenin yanısıra siyasi ve ekonomik bir entegrasyona da ihtiyaç du-yulduğu endişesi yaratmıştır. Bu çabaların işlevsizliği, 1939 yılında hem Birinci Dünya Savaşı sonucunda yapılan anlaşmaların barış ve adalet kriterlerini sağlama bakımından ye-tersiz olması hem de Çapan ve Beşgül’ün be-lirttiği gibi, Almanya’nın ideolojik kutuplaş-maya dayanarak komünizmi tehlike olarak görmesi(2009:26) sonucunda Sovyetlere sa-vaş açmasıyla doğrulanmıştır. Dünyanın ta-nık olduğu bu iki savaş, devletleri ekonomik, siyasi, kültürel ve etnik kökenli bir çatışmaya sürüklediği için barış ortamını yaratacak ve sürekliliğini sağlamlaştıracak çeşitli kurumlar görünür hale gelmiştir.

Avrupa Konseyi Barış Perspektifiİkinci Dünya Savaşı sonrasında önem

kazanan demokrasi ve insan hakları kav-ramları ile Avrupa Konseyi, etkisini geniş bir

coğrafi bölgeye yayarak Avrupa Devletleri arasında bütünleştirici bir yapı olarak karşı-mıza çıkmaktadır. 1949 yılında kurulan Av-rupa Konseyi; çoğulcu demokrasi anlayışını benimseyerek, insan hakları ve hukukun üs-tünlüğü prensiplerini geliştirmek, Avrupa’nın kültürel çeşitliği ve kimliğini destekleyerek, azınlıklara karşı yöneltilen ayrımcılık, ya-bancı düşmanlığı, hoşgörüsüzlük, terörizm, insan kaçakçılığı, organize suç gibi ulusal ve ulus-üstü barış bariyerlerine neden olacak sorunlara çözüm üretmek amaçlı varlığını anayasal reformlara dayandıran bir kurum-dur (Akyüz, 2009:57-58).

Evrensel insan haklarının önemini, amaçları arasında belirten Konsey, vatandaş-ların iç hukuk yollarının tümünü tükettikten sonra başvuru yapabildikleri ulus-üstü bir kurum statüsüne sahip olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni de bünyesinde barın-dırmaktadır. Bu bakımdan Avrupa devletle-rine karşı bağlayıcı yetkiye sahip bir kurum olan Konsey, ulus-devletlerin kendi rızasıyla otoritelerini ve egemenlik alanlarının bir kıs-mından feragat ederek, Avrupa devletleri ta-rafından tanınan egemen bir güçtür. Konsey bu bakımdan barış tanımını genelden özele taşımış, uluslararası alandan ulusal alana hat-ta vatandaşlara kadar indirgeyerek kişilere insan hakları çerçevesinde güven ve garanti vermeye çalışmıştır.

Ulusların, uluslararası hukukun üstün-lüğünü tanımasına somut bir örnek teşkil eden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Konseyi’nin varlığı, insan hakları

“Avrupa Birliği, Avrupa Birleşik Devletleri’ni oluşturma projesidir.”

(Koç, 2001:4)

Merve AKSU

Merve AKSU

Page 13: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

11

ve barış değerlerinin pekişmesi bakımından gerekli bir örgüt yapısı olarak kabul edilebi-lir. Ancak bu kurumlar, ulus-devletlerin iç işlerine karışabilme yetkisine sahip olmaları dolayısıyla ulus-devletler tarafından varlıkla-rına tehdit oluşturdukları düşüncesiyle eleş-tirilmiştir. Fakat bu noktada belirtilmelidir ki demokrasi, insan hakları ve barış teorile-rinin sürekliliğini muhafaza etmek açısından ulus-üstü kurumlara ihtiyaç vardır. Jean-Jacques Rousseau’nun ortaya attığı toplum sözleşmesi, nasıl ki vatandaşların toplumun ortak çıkarları doğrultusunda devlet otorite-sine karşı bir takım özgürlüklerinden ödün vermelerini gerektiriyorsa, uluslar da ulusla-rarası barışın ve genel iyinin sağlanması adı-na ulus-üstü kurumların varlığını tanıyarak bir anlaşmaya varma sorumluluğu taşıdıkları düşünülebilir.

Rousseau’ya göre, toplum üzerindeki otoritenin kaynağı ne genellikle söylendiği gibi “en güçlünün haklılığıdır” ne de aynı ölçüde itici olan “fetih hakkı”dır. “Özgür ve eşit insanlar için toplum halinde yaşamaya başlamanın bir tek yolu vardır: kendi arala-rında bir “toplum sözleşmesi” yapmak,yani serbestçe razı olunan bir birliktelik kurmak.” (Soysal, 2003:72)Bu bakımdan, ulus üstü or-ganların, devletler tarafından meşruluğunun benimsenmesi, birlik adına devletlerarası hu-kukun daha etkin bir şekilde yürümesini sağ-layarak, millet statüsündeki toplulukların bir arada karşılıklı menfaatleri doğrultusunda işbirliği ile hareket etmelerini sağlayacaktır.

Konuyu başka bir perspektiften ele alacak olursak, ulusların, kendi iradeleri dı-şında ortak faydaya ulaşma adına ulus-üstü kurumlara verdikleri otorite kurma yetkisi, bazen ulusların karar alma mekanizmaların-da yer alırken çoğunlukçu yapıyı andırmaları dolayısıyla her ne kadar demokrasinin ol-mazsa olmazı çoğulculuk prensibinden sap-ma olarak değerlendirilmeye açık olsa bile, Avrupa kimliğinin oluşması ve birlik içinde-ki düzenin korunması adına faydacı bir yak-laşımdır. Ancak diğer taraftan, Avrupa kim-liğinin oluşması adına sonraki yıllarda tesis edilen bir kurum olan Avrupa Birliği’ne üye devletler, bu birliğin kendi varlıklarına bir tehdit oluşturduğunu düşünüp çeşitli karar alma mekanizmalarında Avrupalılaşma ve Avrupa bilinci yaratma çabalarına olumsuz bir duruş sergilemiştir. Birliğe üye devletlerin zaman içinde kendi varlıklarının tehdit al-tında olma endişesi taşıyarak örgütün aldığı kararlara karşı tutum sergilemelerine örnek olarak, İngiltere’nin birliğe üyelik başvurusu-na vetoyla karşılık veren Fransa’yı gösterile-bilir. Bununla birlikte, 1994 yılında Avrupa Birliği’ne katılımın halkoylamasına sunul-ması sonucunda olumsuz yanıt alan Norveç (Yiğit, İnanç ve Güner, 2007:84), birliğin

varlığının vatandaşlar tarafından içselleşti-rilemediğinin kanıtı olarak ifade edilebilir. Yakın dönemde gündeme gelen İngiltere’nin Avrupa Birliği üyeliğinin gelecek yıllarda re-feranduma sunulması ve bazı üye devletlerin kabul edilen ortak para birimi yerine kendi ulusal para birimlerini kullanması gibi ör-nekler de birliğin mevcut yapısının, birlik ve bütünlüğünün tehlikede olduğunun sinyal-lerini vermektedir.

Ulus-üstü kurumların uluslar üzerinde uyandırdığı müdahaleci yapıları, Birliğin or-tak para birimini kabul ederek ulus-devlerin varlığı konusundaki belirsizlik ve Birliğe üye olan ülkelerin bölgesel kalkınma düzeylerin-deki farklılıkların yarattığı bölgeler arası eşit-sizlik, Birliğin varlık amacının işlevselliğini düşündürmenin yanında, Birliğe üye olma konusunda hevesleri kırmıştır.

Birlik üye ülkeler arasında entegrasyonu sağlayabilme ve sıcak ilişkiler kurmalarını sağlayarak uluslararası barışa katkı sağlaya-bilmesi için; ulusların varlıklarının tehdit altında olmadığını gösterecek ve bu fikrin doğruluğunu onlara kanıtlayacak inandırı-cı müzakere teknikleri bulmaları gereklidir. Aynı zamanda Birliğin genişleme sürecinde izlediği politikalarda coğrafi bakımdan kıta aşımı alanlara yönelmesi dikkat çekmekte-dir. Bu hem çok farklı kültürlere sahip olan insanların bir araya getirilmesi olarak değer-lendirilebileceğinden ;“Avrupa Projesi” ola-rak başlatılan akımda rota değişikliği olarak değerlendirmeye açık olabilirken, hem de tartışmaya çok açık olan ve vatandaşlar tara-fından sorgulanan din olgusunun Avrupa’da baskın olan Hıristiyanlık dininden farklı ol-masıdır.

Bu gerçekleştiğinde, şu an ütopik olarak görünen fakat ileriye yönelik yeşil ışık ya-kan dünya vatandaşlığı fikrine yakınlaşılmış olacaktır. Bunun için ise, ülkeler arası “far-kındalık rekabeti” çalışmalarının başlatılıp, vatandaşlara uluslararası birlik ve beraberlik şuurunun aşılanması gereklidir. Bu şekilde farklı millete, etnik kökene sahip olan, farklı dili konuşan, farklı inanca mensup ve farklı kültürlere ait olan bireylerin barış ortamın-da yaşayabilmelerine imkân tanınacaktır. Bu görüş, farklı etnik kökene mensup kişilerin ayrımcılığını hedefleyen ve farklı kültürle-rin ortak bir potada erimesini (melting pot) destekleyen bir öneri değildir. Bu düşünce, insan zihinlerine sonradan yerleştirilen ve dünya haritası üzerinde soyut çizgilerle sınır-lar yaratan savaşların, bunun sonucunda olu-şan gruplaşmanın ve kökten milliyetçiliğin aşılması gerektiğinin dünya barışına ulaşmak adına bir kıstas olduğu inancıdır.

Avrupa Birliği Sürecinde Atılan Adımlar

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, orta-ya çıkabilecek herhangi bir savaş tehdidinin önünü kesmek ve milletler arası kalıcı barış ortamı yaratmak için ortaya atılan barış teo-rileri ilk olarak ülkeler arası ekonomi temelli yapılan anlaşmalara dayanmaktaydı. Bu gi-rişimin başlıca sebebi, ekonomik istikrarın, güvenlik önlemlerini güçlendirerek, ülkeler arası işbirliğini arttıracağı ve çatışma ortamı-nı engelleyeceği yönündeydi. Ülkeler arası ekonomik entegrasyonun olması gerektiğini savunan ve bunun Avrupa arasında dayanış-ma ve işbirliğine gidecek olan sürecin baş-langıcı olarak gören Jean Monnet, Avrupa Birliği kültürünün öncülerinden kabul edi-lebilirken, atılan adımların sadece ekonomi temelli olması kültürler arası çatışmanın önüne geçmede yetersiz kalmıştır.

Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını

Avrupa Birliği’nin başlarda geliştirdiği “Avrupa” projesi kapsamında coğrafi sınırlamalar, genişleme süreci kapsamında yerini başka unsurlara bırakmıştır. Ekonomik bir birlik olarak hayata geçen topluluk, varlığını muhafaza edebilmek ve sürdürülebilir bir kimliğe bürünmek adına siyasi yapılanmaya gitmiş; ulus-üstü bir organ olma vasfıyla, aday ülkelerin hareket etme alanlarını, ülkeler arası koordinasyonu ortak çıkarlar etrafında şekillendirmek için kısıtlamıştır. Bu bakımdan çeşitli ülkeler tarafından kendi ulus-devlet kimliklerine tehdit bir yapı olarak görülmüş ve egemenlik alanlarını daralttığı için eleştirilmiştir.

Page 14: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

12

Bu görüşlere paralel olarak, dönemin önemli kaynakları arasında yer alan kömür ve çeliğin karşılıklı transferini sağlayacak olan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu, Mon-net tarafından hazırlanan (ABGS, 2011:1), Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman tarafından 1950 yılında deklare edilen Schu-man Planı’na dayandırılıyordu(Çapan ve Beşgül, 2009:28). Monnet’in ortaya attığı, Schuman’ın pratiğe döktüğü ülkelerarası ekonomik işbirliğine dayanan ve Avrupa Kömür Çelik Topluluğu olarak şekillenen süreç, öncelikle Fransa-Almanya arasındaki ilişkilerin yumuşamasına ortam hazırlayarak diğer Avrupa ülkelerinin de topluluğun içine girmesine fırsat veriyordu. Fakat zamanla bu işbirliğinin sadece kömür ve çelik ile sınırlı kalmasının ilişkilerin istenilen boyuta gel-mesinde yeterli olmadığının düşünülmesi, Benelüks (Belçika, Holanda, Lüksemburg) ülkelerinin topluluğa katılması geniş çapta bir ekonomi işbirliğinin öncülüğünü yapan Avrupa Ekonomi Topluluğu’nun oluşumuna zemin hazırladı.(Marangöz, Sarıca ve Uymaz, 2005:1) 1957 tarihli Roma Anlaşması’na da-yanan topluluk, sermaye, mal ve insanların Avrupa sınırlarında bariyerlere uğramadan serbestçe dolaşımını sağlarken, topluluğun kurulma amaçları arasında vatandaşlara yük-sek yaşam standartları sunarak, ekonominin canlandırılması yer alıyordu.

Ekonomi Topluluğundan Siyasi Topluluğa Geçiş Denemeleri

Avrupa Birliği’nin doğum belgesi ni-teliğinde görülen ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu, Avrupa Topluluğu şeklinde değişime uğratan Maastricht Anlaşması, 1 Aralık 1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir.(Eliçin, 2011:45) Topluluğun yeniden yapı-lanma süreçlerini hızlandırmasındaki temel nedenlerinden biri, Birliğin içinde yer alan halkların kurumun işlevselliğine olan inan-

cındaki azalmayla, desteklerini geri çekmeleri ve Topluluğun ekonomik birlik dışında siyasi entegrasyonun “Avrupalılaşma ve Avrupa’ya ait olma” bilincinin yayılacağı öngörüsüdür. Ekonomik entegrasyon, serbest ticareti ko-laylaştırarak, ülkelerarası piyasa koşullarını canlandırmış, fakat kurumların halka inmeyi başaramaması, topluluğun meşrulaştırılma-sında ve benimsetilmesinde etkin rol oyna-yamamasına neden olmuştur. Arsava’nın belirttiği gibi, “Avrupa’ya aidiyet, onun kül-türel kimliğini paylaşmakla olur.”(Arsava, 2001:35)

Topluluğu güçlendirmek adına yapılan siyasi entegrasyona geçiş çabalarında; bele-diye ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde seçme-seçilme hakkı, yurttaşların Birlik ile çıkabilecek olan herhangi bir anlaşmazlıkta arabulucuya (ombudsman) başvurma hakkı, Avrupa Parlementosu’na dilekçe hakkı gibi olanaklar, Avrupa yurttaşlığı kapsamında birliğin Avrupa Topluluğu’na geçişi sırasın-da tanınmıştır.(Eliçin, 2011:45) Bu şekil-de vatandaşlar karar alma mekanizmalarına daha etkin bir şekilde dahil olabileceğinden ve Birlikle kurdukları sıcak temaslar dola-yısıyla, Birliğe olan aidiyet hissinin artacağı düşünülmüştür.

Bütün bu atılan adımlar, verilen haklar, siyasallaşma sürecinin hızlanması; Birliğin sü-rekli artan nüfusu ve Birliğe yeni katılımların olmasından dolayı, Maastricht Anlaşması is-tediği yankıyı uyandıramamıştır. Genişleme sürecinin neden olduğu meşruiyet krizleri, şimdiki üye sayısı 27 olan Birliğin içinde çat-laklar oluşmasına ve Avrupa Birliği varlığının tartışılmasına yol açmıştır. İlk genişleme de-nemeleri dünyayı da önemli ölçüde etkileyen petrol krizinin olduğu yıllarla aynı dönemde olan; İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın yer aldığı 1973 denemesidir.

Petrol krizinin neden olduğu ekonomik bunalımdan, Avrupa’nın çeşitli bölgeleri fark-lı şekillerde etkilenmiş; bölgeler arası sınıflan-dırma statüsüne konu olan az gelişmiş- geliş-miş bölgelerde oluşan ekonomik farklılıkların giderilmesi için çözüm olarak, Birliğin böl-gesel kalkınma politikası olması gerektiği yö-nünde bir eğilim ortaya çıkmıştır(Marangöz, Sarıca ve Uymaz, 2005:2). Özellikle Birliğin genişleme sürecinde karşılaşacağı, ekonomik yönden olumsuz sonuçlar doğurabilecek gi-rişimlerin önüne geçebilmek ve üye ülkelerin ve vatandaşların hayat standartlarında pozitif etki sağlayarak sempatisini kazanabilecek bir kurum olma çabası için Bölgesel Kalkınma Politikası kayda değer yeniden yapılandırma modeli olarak gösterilebilir.

Birliğin Genişleme Süreci ve Gündem 2000

Derinleşme sürecinin ilk ayağı olarak İngiltere, İrlanda ve Danimarka üye olmak adına 1961 yılında Birliğe başvurmuş olma-sına rağmen, İngiltere’nin bu talebi, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün orta-

ya attığı; ülkenin Kıta Avrupa’sından farklı oluşu, ekonomik yönden yeterli güce sahip olmaması ve ülkenin askeri ve diplomatik bakımdan Amerika Birleşik Devletleri’ne ba-ğımlı olmasından dolayı, Birliğin gelişimini engelleyicini öne sürmesi ve veto etmesi sonu-cunda, İngiltere’nin başvurusu De Gaule’ün cumhurbaşkanlığından istifa ettiği döneme kadar kabul edilmemiştir (AB’ye Genel Ba-kış n.d. s.25). Birlik ilk genişleme denemesini İngiltere, İrlanda ve Danimarka’yı kapsayacak şekilde 1973 yılında yaptıktan sonra; ikinci genişleme sürecine Yunanistan, İspanya ve Portekiz’i dahil etmiştir. Genişleme ile birlik-te, aday ülkelere uygulanması gereken bir ta-kım kriterlerin kaçınılmaz olduğu konusun-da karar alan Birlik, 1993 yılında düzenlenen Kopenhag Zirvesi’nde bir yandan üye olmak isteyen ülkelere, yerine getirmeleri gereken şartları belirterek kontrolü bünyesinde top-larken, diğer yandan da bu kriterler aracılığıy-la kendi kimliğini tanımlamış olmuştur.(Öz-türk ve Akgöz, 2012:445) Ekonomik yönden pek parlak olmayan doğu ve orta Avrupa ülkelerinin üçüncü genişleme kapsamında, Birliğe üye olma yönündeki taleplerinin ya-ratabileceği sorunlar dahilinde “(...)24-25 Mart 1999’da Berlin’de toplanan AB Konseyi 2000-2006 dönemindeki politikaların teme-lini çizen ve Gündem 2000 olarak bilinen belgeyi kabul etmiştir.”(Marangöz, Sarıca ve Uymaz, 2005:3) Gündem 2000, 1997 sene-sinde gerçekleştirilen Lüksemburg Zirvesi’ne kadar uzanırken; gündemde yer alan konular arasında, bölgeler arası eşitsizliklerin azaltıl-ması, ekonomik yönden dezavantajlı olan bölgelere yönelik mali yardım ve bölgesel otoritelerle kurulacak olan işbirliğinin artma-sı gibi maddeler yer almaktadır.

Avrupa Birliği’nin, Kopenhag Kriterleri ile başlattığı ve aday ülkelerden üye olmaları için yerine getirmelerini istedikleri alanla-ra baktığımızda, bu kapsamlar sosyal, siyasi ve ekonomik bir çerçevede geniş bir şekilde oluşturulurken; demokrasinin gelişmesi, hu-kuk üstünlüğünün korunması ve ekonomik refahın sağlanması gibi alt başlıklarla Birliğin “sürdürülebilirliliği” hedeflenmiştir.

Avrupa Birliği ve YönetişimAvrupa Birliği, kendi meşruiyetini üye

devlet halkları nezdinde yeniden kazanmak, vatandaşlar ile birlik arasında oluşan ilişkiyi güçlendirmek, birliğin genişlemesinin ne-den olduğu krizlerin önüne geçmek için bir takım yeniden yapılandırma faaliyetlerine başvurmuştur. “Avrupa yönetişimi, hem ka-rar mekanizmalarının daha demokratik bir yapıya büründürecek, hem de 27 üyeye ula-şan Birliğin etkinliğini ve rekabet gücünü art-tıracak bir araç olarak sunulmuştur.”(Eliçin, 2011:45)

Merve AKSU

Page 15: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

13

Yönetişim kavramı, halkın karar me-kanizmasına dahil olarak kendini yönetim katında siyasallaştırması, daha fazla sorumlu-luklara sahip olan siyasi bir aktör haline gel-mesi bunun sonucunda devletin sahiplendiği yönetim sorumluluğunu devlet ile birlikte paylaşması anlamına gelmektedir. Yöneti-şim kavramı, Birlik içinde gerçekleştiğinde ise üye ülke vatandaşlarının, Birlik içinde siyasi, ekonomik ve sosyal alanda daha aktif bir rol alarak kendilerini Birliğe daha yakın hissetmelerini hissettirerek, Birliğin yeniden yapılandırma sürecinde demokratikleşme unsurunun gelişmesinde etkili olmuştur.

İngiltere’nin Avrupa Birliği’ne Bakışı

Mevcut duruma baktığımızda, Birlik içinde gruplaşmanın oluştuğunu, üye ülke-lerin Avrupa Birliğinin sunduğu kıstasları sonuna kadar kabullenmeyerek, Birliğe üye olmanın gerektirdiği kuralları, kendi ulusal menfaatleri çerçevesinde süzgeçten geçirip bazılarını kabul ederken bazı kuralları göz ardı ettikleri görülmektedir. Bunun en çar-pıcı örneği ise, bazı ülkelerin ortak para biri-mini kullanmasına rağmen, bazı ülkelerin bu uygulamadan kaçınıp kendi ulusal paralarını kullanmaya devam etmesidir. Ekonomik, si-yasi, sosyal küreselleşme her ne kadar önüne geçilmesi imkansız bir süreç olarak ilerlese de, ulusların küreselleşmenin önemli ayağı olan Avrupa Birliği’ne olan çekimser bakış-ları, ulus-devlet yapısını muhafaza etmek is-teyen unsurları görünür kılmaktadır. Bunun yanında, Birliğin Avrupa devletleri arasında meşruiyetini sağlama çabaları ve genişleme sürecinde attığı adımlar, tartışma konuların-da güncelliğini korumaya devam etmektedir. Konuyla ilgili son durum incelendiğinde ise, İngiltere Başbakanı David Cameron’un 2015 yılında gerçekleşecek olan seçimlerde tekrar başa geçmesi koşuluyla ortaya attığı Avrupa Birliği üyelik sürecinde referanduma gidil-mesi söyleminin yer aldığı bilinmektedir.

Üyelik sürecinde başlangıçta Fransa müdahalesiyle saf dışı bırakılan İngiltere, De Gaulle dönemimin bitmesiyle Birliğe katılmasına rağmen, Birliğe tam olarak en-tegrasyon sağlama konusunda “istekli” bir şekilde başarılı olamamıştır. Demir Leydi olarak tanınan zamanın başbakanı Margaret Thatcher’ın Avrupa ile olan ilişkilerin daha fazla ilerlemesi yönündeki eleştirel yaklaşım-ları, Cameron tarafından, gelecek seçimlerde muhafazakar partinin önünü kesmek için seçim propagandası olarak kullanılmakta-dır. Birliğe üyelik sürecinde referanduma gidilmesi, hem halkın nabzını ölçmek hem de Avrupa Birliği’ne, onlarsız da yola devam edilebileceği mesajını vererek Birliği bir öl-çüde uyarma niteliği taşımaktadır. Bunun

temel nedeni, Londra’nın, AB yönergesinde belirlediği haftalık çalışma saatlerini, tatil sürelerini, güvenlik ve ceza hukukuyla ilgili Birliğin aldığı önlemleri gibi bazı konular-da ipleri tekrar kendi eline alarak, kontrolü Brüksel’den çekmesi yer almaktadır.(Kınacı-oğlu, 2013)

Bu talepler doğrultusunda İngiltere’nin Avrupa Birliği ile yapacağı pazarlık önem arz ederken, vatandaşların katılacağı düşünülen referandumda, çoğunluğun reddetmesini ve bunun sonucunda İngiltere’nin adaylık statüsünden çıkması göz önünde bulundu-rulduğunda; İngiltere ve AB arasında eko-nomik bağların korunduğu “dostane bir boşanma”nın(Kınacıoğlu, 2013) vuku bu-lacağı yönünde tahmin yürütülebilir. Sıcak temastan ziyade reel politik çerçevesinde, çıkarları maksimize edebilecek finansal po-litikaların yürütülmesinde iş birliğine gidile-bilirken, ulusal çıkarlar göz önüne alınarak devlet politikalarının müdahaleden uzak tutulacağı öngörülebilir. İngiltere bu konuda düğmeye bastığında, diğer adayları peşinden sürükleyebilmesi ve Birlik içi bölünmelerin şiddetlenerek, içerdeki kopuşların hızlanması mümkündür. Pastadan daha fazla pay alabil-mek için başlatılan bu pazarlığın, domino et-kisi yaratarak diğer üye devletlere sıçramasını önlemek adına çeşitli yaptırım mekanizma-ları uygulanması gerekmektedir. Aksi takdir-de, Birliğin mevcut yapısında telafi edileme-yecek zedelenmelerin olması kaçınılmazdır. Bu nedenle Kopenhag Kriterleri’nde zorlaş-tırılan ve kapsamı genişleyen aday olma sta-tüsüne ilişkin şartlar, başlangıçta istenildiği gibi, üyelikten çıkma sırasında da gündeme gelmelidir.Sonuç

Avrupa Birliği, uluslararası barışın te-min edilmesi, ülkeler arası dayanışmanın art-ması ve çok kültürlülüğün gerektirdiği sıcak teması, insan, mal ve para akışıyla sağlarken karşımıza küreselleşmenin önemli bir orga-nı olarak çıkmaktadır. Avrupa Birliği’nin başlarda geliştirdiği “Avrupa” projesi kapsa-mında coğrafi sınırlamalar, genişleme süreci kapsamında yerini başka unsurlara bırakmış-tır. Ekonomik bir birlik olarak hayata geçen topluluk, varlığını muhafaza edebilmek ve sürdürülebilir bir kimliğe bürünmek adı-na siyasi yapılanmaya gitmiş; ulus-üstü bir organ olma vasfıyla, aday ülkelerin hareket etme alanlarını, ülkeler arası koordinasyo-nu ortak çıkarlar etrafında şekillendirmek için kısıtlamıştır. Bu bakımdan çeşitli ülke-ler tarafından kendi ulus-devlet kimliklerine tehdit bir yapı olarak görülmüş ve egemenlik alanlarını daralttığı için eleştirilmiştir. Bu-nun somut örnekleri, ortak para dilimini kullanmayan devletlerin varlığı, Norveç va-tandaşlarının Birliği girmeyi reddetmesi ve

İngiltere’de adaylık statüsünün referanduma sunulacağı yönündeki pazarlık arayışları ola-rak gösterilebilir.

Birlik, üye devlet vatandaşlarının sem-patisini kazanmak, ekonomik krizin önüne geçmek ve kendi iç yapısını işlevsel hale ge-tirmek için çeşitli yeniden yapılandırma poli-tikalarına gitmiştir. Bunlar arasında bölgesel kalkınma politikaları ile bölgeler arasındaki eşitsizlik giderilerek denge kurulmaya çalışı-lırken yönetişim kavramıyla vatandaşların si-yasi aktör olarak karar alma mekanizmasının içine dahil edilmesi denenmiştir. Avrupa Bir-liği, ülkeler arası barışı, uzlaştırıcı ve arabulu-cu kimliğiyle sağlaması bakımından işlevsel-dir. Ülkeler arası ortak çıkarları gözeterek her ülke için maksimum faydaya ulaşması, ku-rulma amacını gerçekleştirme bakımından önem taşır. Buna paralel olarak, devletlere karşı ikna edici bir söylemle hareket edip, ulus-devletleri kendi ulusal birlik ve bütün-lüklerine tehdit bir unsur olarak var olma-dığına, Avrupa Birliği vatandaşlık şuurunun oluşturulmasının kişilerin menfaati yönünde olacağı devletlere ve vatandaşlara inandırma-lıdır. Bu şekilde Birliğin bütünlüğünde bo-zulmaların ve kopmaların önüne geçilerek, mevcut yapı sağlam temellere dayandırılabilir. [email protected]

1- Akyüz, A.(2009) STK’LAR İçin Avrupa Kurumları ve AB Yapıları. AB, Bütünleşme Ve STK’LAR,(derl.) Akyüz Alper, (ss.57-74) İstanbul: İstanbul Bilgi üniversitesi yayınları

2- Avrupa Birliği Genel Sekreterliği (2011), Jean Monnet Burs Programı 20. Yılını Kutluyor Erişim: 10 Nisan 2013, http://www.abgs.gov.tr/files/pub/jean_monnet_20_yil_album.pdf

3- Arsava, F.(2001). Hangi Avrupa İçin Ne Kadar Esneklik. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi,Cilt:1 Sayı:1 ,33-44

4- Çapan, Z. G. ve Özge Onursal Beşgül.(2009) Avrupa’yı Bul-mak. AB, Bütünleşme ve STK’LAR, der. Alper Akyüz, (ss.21-34) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

5- Eliçin, Y.(2011) Avrupa Birliğinde Yönetişim. Ekonomik Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:10 Sayı:38, 44-60

6- Kınacıoğlu, S. (2013, 23 Ocak) İngiltere AB’den neden ayrılmak istiyor? Erişim:17 Mart 2013, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/01/130123_eu_uk_analysis.shtml

7- Koç, Y. ( 2001) Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri. Ankara:Türk-İş Eğitim yayınları, http://yildirimkoc.com.tr/usrfile/1322171681b.pdf

8- Marangöz, S. , Şermin Sarıca ve Feride Berna Uymaz.(2005) Yerelleşme Örneği Olarak Avrupa Birliği Bölgesel Politikası. İstanbul Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi,1-22

9- Öztürk, Y. K. ve Selami Sedat Akgöz (2012) Avrupa Birliği’nin Genişleme ve Küreselleşme Stratejileri: Polonya Üzerinde Bir İnceleme.Avrasya Ekonomileri Üzerine Uluslararası Konferans Erişim: 20 Mart 2013,http://www.eecon.info/papers/503.pdf (445-451)

10- Soysal, M.(2003) Değişen Egemenlik Ve Meşruluk. Erişim:28 Nisan 2013, http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/anyarg20/msoysal.pdf Cilt No:20,171-181

11- T.C. Avrupa Birliği Bakanlığı “AB’ye Genel Bakış” Erişim:5 Nisan 2013 http://www.abgs.gov.tr/files/rehber/02_rehber.pdf

12- Yiğit M., Hüsamettin İnanç ve Ümit Güner.(2007). Genişleme, Mali Yardım ve Ekonomik Büyüme Perspektiflerinden AB’nin İlk Dört Genişlemesinin Analiz, C.Ü. İktisadi Ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt:8, Sayı:2, ss: 81-96

Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını

Page 16: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

PERSP

EKTİF

Fotoğraflar: Onur Reha YILDIRIM

14

Medeniyetlerin beşiği olmuş bir coğrafyanın nadide eserlerinin bulunduğu ve bir çok önemli tarihi olaya şahitlik etmiş, sessiz ülke Suriye'ye GBİ Medya Direktörü Onur Reha YILDIRIM'ın savaştan önce yapmış olduğu araştırma gezisinden, belki de şuan hazin bir şekilde iç savaşın neden olduğu yıkım sonucunda yok olmuş karaler aktarmak istedik. Bir çok şaire ilham kaynağı olmuş Şam'a, Halep'e, Hama'ya, Humus'a kısaca tüm Suriye'ye en yakın zamanda barışın hakim olması ümidiyle...

Esad’ın baskıcı rejiminin izleri - Humus

Hamidiye Çarşısı - Şam

Page 17: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

15

Suriye’de bir cuma namazı vakti - Şam

Benim adım dertli dolap - Yunus Emre / Hama - Su Dolapları

Page 18: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

16

Hz. Zeynep Türbesi - Şam

Roma Kalıntıları - Busra

Page 19: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

17

Emevi Camisi - Şam

Hicaz Demiryolu İstasyonu Caddesi - Şam

Page 20: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

18

‘İnsan denen meçhul’ü anlama ve kavrama çabası, tarihin her devrinde kay-da değer çalışmalara kaynaklık etmiştir. Her dönem, insanı kendi pratikleriyle kavramaya gayret etmiş ve bu neticede ‘insan hakları’ kavramının da anlam ve değeri çağdan çağa farklılık göstermiştir. Hemen her toplumda, ‘insan hakları’nın gerekliliği dillendirilmiş ve bu haklar ‘vaz-geçilemez, devredilemez’ olarak nitelendi-rilmiştir. Bu nedenle insan hakları, huku-ki bir şemsiye altında muhafaza edilmeye çalışılmış ve hukuki şemada yer alan bildi-ri ve sözleşmelere dâhil edilmiştir. Lakin bu bildiri ve sözleşmelere rağmen, pratik yaşamda insan hakları ihlalleri söz konusu olagelmektedir. Burada dikkatleri çekmesi gereken husus, insan haklarının hukuk ile başlayıp hukuk ile bittiği görüşünün ger-çeği yansıtmadığıdır. Hukuk, insan hakla-

rının muhafaza ve meşruiyetini sağlayacak yegâne mekanizma değildir. İnsan hakları hukuk ile meşruiyet kazanmaz, hukuk in-san hakları ile meşruiyet kazanmaktadır. Bu noktadan olarak insan hakları, insanın yalnızca insan olmasından kaynaklanan haklardır ve meşruiyetini ‘insanın özünde-ki onur’dan alır. İnsan onuru, kısaca insanı insan yapan ve onu diğer canlılardan ayı-ran bir öz değerdir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de belirtildiği gibi tüm insanlar bu hususta eşittir. Uluslararası bir bildiride ‘insan onuru’ kavramının yer al-ması, insan haklarının korunmasına yöne-lik bir adımı ifade etmektedir. Zira insan haklarının bireylere tevdi edilmesi tarihte olduğu gibi günümüzde de devletlerin ga-rantisi ile mümkün olabilmektedir. Dev-let denilen metafizik olgunun ana nedeni insanların güvence gereksinimi ve insan

haklarının korunmasıdır. Bir toplumda devlet, insan haklarını güvence altına al-makla yükümlüdür. Aksi takdirde devlet denen olgu gereksiz bir yapıdan ibaret ka-lır. Devletin insan haklarını güvence altına alan bir konumda tutulmasını sağlamak da ancak hukuk ve demokrasi ile müm-kündür. Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti gibi ilkeler hayata geçirilemedikçe insan hakları her zaman için ezilebilir bir konumda olacaktır. Dolayısıyla devletin varlığının yanı sıra ciddi bir hukuk düzeni de insan haklarının varlığı için zorunlu bir ögedir. İnsan hakları bakımından önemli bir yere sahip olan devlet, ancak demok-ratik bir ‘sivil toplum’ eliyle hukuk devleti kapsamına dâhil edilecek ve insan böyle bir devlette ‘onurlu’ yaşayabilecektir.

Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi:“İnsan Onuru”*

Fatih KAFADAR

Fatih KAFADAR

Page 21: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

19

İnsan haklarının temeli: İnsan Onuru

İnsan onuru kavramı sözlüklerde, iz-zetinefis, şeref, haysiyet, özsaygı, saygınlık gibi manaları karşılar. Kişinin kendisine saygı duyması ve başkalarını kendisine saygılı kılmasını ifade eden insan onu-runu İ.Kuçuradi, “İnsanın değeri derken bundan insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini anlıyorum. İnsana bu özel yeri sağlayan, onun özelliklerinin bütünüdür, onu diğer canlılardan ayıran olanaklarıdır. Bu olanaklar, insana özgü etkinlikler ve ürünler olarak görünür. Bu özellikler ise, insanın diğer canlılarla ortaklaşa taşıdığı özelliklere ek özelliklerdir. İşte bu özel-likler ya da olanaklar “insanın değerini” ya da “onurunu” oluşturur.” (Kuçuradi, 1982:49). Şeklinde açıklayarak insan onuru ile insanın değerini eş anlamlı ola-rak kullanmıştır.

İnsan onuru veya insanın değeri, in-sanın yalnızca insan olmasından kaynak-lanan ve tüm insanlarda eşit olarak bulu-nan insani özü ifade eder. Eşitlik olgusu, temelde işte bu insani özden kaynaklanır. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Beyanna-mesi şöyle başlar : “All human beings are born free and equal in dignity and rights.” Yani ‘bütün insanlar hür; haysiyet ve hak-lar bakımından eşit doğarlar.’ Burada tüm insanların eşit olduğundan bahsedilmekte ve bu eşitliğin temel taşının da ‘insan hak ve onuru’ olduğu deklare edilmektedir.

İnsan kişisinin özündeki onurdan kaynaklanan ‘insan hakları’ kavramının anlaşılabilmesi için evvela ‘hak’ kavramına açıklık getirilmesi gerekir. Hak kelimesi ahlaki anlamda ‘doğruluğu’, siyasi anlam-da ise ‘yetki’yi ifade etmektedir. Ahlaki anlamda bir şeyin haklılığından bahset-mek, onun doğruluğundan bahsetmektir. İkinci anlamda, yani siyasi anlamda hak-tan bahsetmek ise, bir kimsenin bir hakka sahip olduğundan, hakkın konusuna yet-kili olduğundan bahsetmektir (Donnelly, 1995:19). Demek ki bir şeyin hak oldu-ğunun iddia edilmesi, o şey hakkında hak sahibinin yetkisinin tartışılmaz olduğu-nun, dolayısıyla bu hakkın herkese karşı talep edilebileceğinin ve yine herkesin bu hakka saygı göstermesi gerektiğinin kesin bir şekilde beyan edilmesi demektir. Bura-dan insan hakları kavramına geçiş yapıla-cak olursa, bütün insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin, yalnızca insan olmaları nedeniyle, insan onurunun gereği ola-rak sahip oldukları haklar ‘insan hakları’ olarak nitelendirilir (Kalabalık, 2004:1). Bu nitelemeden çıkacak en temel sonuç, insan haklarına sahip olmak için yalnızca insan olmak yeterlidir ve hiçbir ayrıma

tabi tutulmadan tüm insanlar, bu haklara sahip olma konusunda eşittir.

İnsan hakları, bahsi geçtiği üzere, kay-nağını ‘insan kişisinin özündeki onur’dan almaktadır ve insan doğasının ihtiyaçla-rına cevap vermektedir. Buradaki ihtiyaç kavramı, her zaman fiziki bir ihtiyacı ifa-de etmez. İnsan doğasının fiziksel yönü olduğu gibi ahlaki (metafizik) boyutu da mevcuttur ve mezkur ihtiyaç daha çok fizik ötesi bir ihtiyacı betimler. Nitekim J.Donnelly’e göre de insan haklarının kay-nağı insanın ahlaki doğasıdır. Bu anlamda insanın ahlaki doğasının insan ihtiyaçları-na dayanan ve bilimsel olarak araştırılan insanın doğası ile ilişkisi vardır, fakat çok zayıftır. İnsan haklarına sadece yaşamak için değil, ‘insanın onurlu yaşamı’ için ih-tiyaç duyulur(Donnelly, 1995:28).

İnsan doğasının en önemli ögeleri olarak akıl ve vicdanın sayılması ve bu ev-rensel özellikler nedeniyle insanın saygın ve onurlu bir yere sahip olması, söz konu-su özelliğin nasıl korunacağını düşündür-mektedir. İnsan haklarının karşısındaki en büyük tehdit, ‘antidemokratik’ devlet olagelmiştir. Thomas Hobbes’un tabiriyle bir Leviathan (canavar) olarak teşekkül eden devlet ile bireyler arasında adeta bir fil-karınca ilişkisi mevcut olmuştur. Fil hareket ederken karıncaları ezmesini önle-yecek, devleti bunu yapmaktan alıkoyacak bir araç gereklidir.(Uygun, 2011:69) İşte tam da bu noktada, hak ve özgürlükleri güvence altına alan yazılı metinler ‘hak bildirgeleri’ ve ‘anayasalar’ formunda or-taya çıkmıştır. Kökeninde belirli bir ırkın (beyazların), belirli bir sınıfın (burjuva) ve belirli bir cinsin (erkeklerin) talepleri ola-

rak ortaya çıksa da, zamanla söz konusu talepler evrensel bir formülasyona kavuş-muş, insan hakları olarak kabul görmüş-tür. Devletler tarafından kabul gören bu talepler, uluslararası belgeler ve bildiriler ile koruma altına alınmıştır. Hukuk, in-san onurunu korumada ve insan haklarını güvence altına almada ‘garantör’ sıfatı ile işbaşına geçmiştir. Lakin ulusal üstü olan bu bildiri ve belgelere tüm devletlerin ta-raf olmayacağı olası bir durumdur ve öyle de olmuştur. İnsan haklarının korunma-sına ilişkin bildiri ve sözleşmelere taraf olmayan devletler mevcut olagelmiştir. Bununla beraber taraf devletlerin de insan hakları ihlalleri yaptıkları vakidir. İhlal so-rununun temel çıkış noktası olarak, ulusal üstü metinlerin bağlayıcılığının yeterli ve gerekli düzeyde olmaması gösterilebilir. Antlaşmaya taraf olan bir devlet, antlaş-mayı ihlal ettiğinde çoğu zaman kınama dışında herhangi bir yaptırım ile karşı-laşmamaktadır. Hukuk, her ne kadar hak kelimesinden türese de, hukukun ibresi her zaman haklıdan yana dönmemektedir. Bildirilerde geçen normlar, çoğu zaman sadece bir ‘norm’ olarak kâğıtları doldur-manın ötesine geçememektedir.

Yurttaşların devlete karşı talep ettik-leri ve dolayısıyla devletin yurttaşlarına karşı ödevlerinin ifadesi olan evrensel in-san hakları, her ne kadar hukuk şemsiye-si altına alınmaya çalışılsa da devletlerin tek tek bireylerden üstün nitelikte olması hasebiyle yeterince güvence altına alına-mamıştır. Devleti vatandaşlarına karşı sınırlayan hukuk, ancak gerçek demokra-silerde mümkün olabilmiştir. Demokrasi-lerin öngördüğü toplum merkezli yöne-tim, devletin karşısına devletten bağımsız bir yurttaşlar toplumu olan ‘sivil toplum’ kavramının çıkmasıyla asıl hüviyetine ka-vuşmuştur. Demokrasi ve sivil toplumun birlikteliği, insan onurunun korunması ve insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesi açısından büyük önem arz etmektedir.

Sivil Toplum ve Demokrasi Bağlamında İnsan Onuru

Sivil toplum kavramı en basit şekliy-le “devletin doğrudan müdahale etmediği alanlar ve durumlarda, yurttaşların işlerini kendi aralarındaki ilişkilerle yürüttükleri bir toplumsal alan” olarak tanımlanabilir. Farklı alternatif görüşler göz önünde bu-lundurulursa; “Diamond, sivil toplumdan “gönüllü, kendi kendini yaratan, (büyük ölçüde) kendi ayakları üzerinde duran, devletten özerk örgütlü toplumsal yaşam alanı” olarak söz eder. Taylor, sivil toplu-mun “minimal anlamda” “devletin vesa-yeti altında olmayan, özgür birlikler”in

Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru”

‘Hak olmadan haksızlık olmaz; haksızlık olmadan da hukuk doğmaz.’ Hak ve özgürlükler de bireylerin kendilerini gerçekleştirebildikleri ortamlarda gerçek hüviyetine bürünür. İnsan, insan onuru ve insan hakları kavramlarının sözlük anlamı, gerçek demokrasilerde yer alır.

Page 22: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

20

bulunduğu yerde, “güçlü anlamda ise” sadece bir bütün olarak toplumun, “dev-let vesayetinde olmayan bu tür birliklerle kendisini yapılandırabildiği ve eylemlerini koordine edebildiği yerde” var olduğunu ileri sürer” (Beckman, 1999: 5- 6). Sivil toplum kavramı açıklanırken dikkat edi-lirse ‘devlet’ olgusu, çalışmaların merke-zini teşkil etmektedir. On yedinci yüzyı-lın sonlarında, ‘devlet eksenli’ ve ‘birey eksenli’ olmak üzere iki farklı düşünce akımı zuhur etmiş ve sivil toplum da bir bakıma bu düşünceler etrafında şekillen-miştir. Bir tarafta ‘transandantal’ devlet geleneğinde bulunan (Machiavelli, Bodin, Hobbes, Rousseau, Hegel); diğer tarafta ‘instrumental’ devlet geleneğinde yer alan (Locke, Montesquieu, Hayek) düşünürler bulunmaktadır.

İlk olarak devleti transandantal bir boyuta çıkaranlar ele alınırsa, bu düşü-nürler sivil toplumu, metafiziksel, soyut ve kuşatıcı bir devlete taşıyıcı bir meka-nizma olarak formüle etmişlerdir(Abay, 2004:274). İnsanüstü bu devlet anlayışı sınırlanamaz, kimseye hesap vermez, kim-senin etkisinde kalmaz, her tür yanlıştan masum, evrensel, rasyonel ilkelere göre işleyen ve yalnızca Tanrısal buyruklara hesap verebilecek bir anlayışa dayanmak-tadır. Bu açıdan sivil toplum, devletin kendini gerçekleştirebilmesi için bir araç

olarak algılanmıştır (Çaha, 1997:31). İnstrumental çerçevede devlete yaklaşan geleneğin ise çeşitlilik ve pluralizme daha çok vurgu yaptıkları görülmektedir. Bek-lentiler, arzular, tercihler bir farklılığa yol açacaktır ve birey bu çeşitlilik içerisinde kendini gerçekleştirecektir. Böylelikle en iyi düzenin sağlanacağı görüşünde olan liberal gelenek, sivil topluma geniş bir zemin tesis etmiştir. Devlet alanını sınır-lı tutmayı amaçlayan sivil toplum, gerçek hüviyetine liberal gelenekte kavuşmuş-tur. Transandantal gelenekte sivil toplum ‘kuşatıcı devlet’ amacına ulaştıran bir ara

format olarak ele alınmışken instrumental gelenek devleti anayasalar, bireyin önceli-ği ve insan hakları ile sınırlı tutarak sivil toplumu asıl aktör, devleti ise hakların koruyucusu ve gözeticisi olarak açıklamış-tır. İnsan onurunu koruma noktasında günümüz anlayışıyla bağdaşan instrumen-tal gelenek, Hayek’in ‘kendiliğinden dü-zen’ anlayışı etrafında şekillenen çeşitlili-ğin devlet karşısında örgütlü bir toplum oluşturacağını ve böylelikle devleti ‘insan onuru’nu tehdit değil tesis eden bir ko-numa geleceğini öngörmüştür. Hegel’in farklılıkların ve çeşitliliğin başıboşluk ya-rattığı şeklindeki düşüncesi ile Hobbes’un ve Rousseau’nun sivil toplumu ‘örgütlen-memiş politik alan’ olarak nitelemesi doğ-rultusunda sivil toplumu geçici bir aşama olarak gören transandantal gelenek, devleti ‘insan’ üzerinde tek söz sahibi olarak ifade etmiştir. Ancak bu noktada transandantal geleneğin aksine devletin sınırlanması ve sivil toplumun ön plana çıkması gerektiği görüşü bireyi merkezine alan liberal gele-neğin bir yansıması olmuştur.

Sivil toplum olgusunun layıkıyla an-laşılabilmesi için demokrasi ile olan ilgi-sinin ortaya konulması gerekmektedir. Abraham Lincoln’ün tabiri ile “halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” olan demokrasi, kökeni Antik Yunan’a dayan-dırılsa da esas itibariyle insanlığın günde-mini on yedinci yüzyıldan sonra daha çok meşgul etmeye başlamıştır. Bu bağlamda demokrasi perspektifinden sivil topluma bakılacak olursa, “on yedinci yüzyıldan itibaren batı toplumlarındaki değişmeler devlet-sivil toplum ayrımında sivil toplum lehine olmuş ve devletlerin sözleşme ve mülkiyet kavramı etrafında cereyan eden temel haklar çerçevesinde anayasa ile sı-nırlandırılmasına neden olmuştur. Halk-tan gelen bu istekler çerçevesinde devlet yapılanmalarında değişmeler olmuş ve “Daha çok toplum daha az devlet” cümle-si sloganlaşmıştır” (Abay, 2004: 275). Bu-rada şunun da vurgulanması gerekir: Sivil toplum unsurları, demokrasilerde çoğun-luğun tahakkümünün önündeki yegâne engeldir. Klasik ifadesi ile demokrasi hal-kın kendi kendini yönetmesidir, ancak asla lütuf şeklinde verilen bir yönetim biçimi değildir. Aksine siyasi bir çaba sonucunda alınan bir yönetim biçimi olduğunu düşü-nüldüğünde sivil toplum unsurlarının de-mokratik hakları elde etme konusunda ne kadar gerekli olduğu da anlaşılır. Bilindiği gibi demokratik toplumlarda rızaya daya-lı bir hukuk sistemi esastır. Anayasal veya hukuksal devlet bu bakımdan demokratik toplumun temel şartıdır. Hukuk sistemi de iktidarın bahşettiği bir lütuf değildir,

Fatih KAFADAR

Page 23: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

21

bilakis bir haktır. Devlet hukukun belir-leyicisi değildir; devlet hukuk ile sınırlan-mıştır; yani demokrasilerde hukuk, birey ile devlet arasındaki sözleşmeyi sağlayan temel araçtır. Demokratik toplumlarda her türlü farklı unsur kendisini siyasi arenada bir örgütlenmeye rahatlıkla dönüştürebilir. Zaten demokrasinin asıl itici gücü farklı-lıkların iktidar için yarışmasına dayanır. Bu bağlamda demokratik yönetimler ile sivil toplum beklentileri ve hedefleri arasında paralellik vardır (Çaha, 1997: 31).

Demokrasi sadece halkın kendi yöne-ticilerini seçmek için sandıklara gitmesi ve bu seçim sonuçlarını saygıyla karşılama-sını ifade etmemektedir. Demokrasi kav-ramı, aynı zamanda, hak ve özgürlüklerin korunmasını, serbest tartışma hakkının garanti altına alınmasını ve neticede insa-nın onurlu bir yaşam süreceği bir toplumu karşılamaktadır. Sivil toplum ve demokra-si, hakların devletten talep edilmesi konu-sunda büyük önem teşkil etmektedir. Sivil toplumun demokratik örgütlenmeler eliy-le devlet ile birey arasındaki aracılık rolü sayesinde, haklar, devletin arzı olmaktan çıkıp bireylerin talepleri doğrultusunda şekillenmeye başlamıştır. Bu sayede dev-let, üreten, yapan ve yönlendiren olmak-tan çok, işbirliği yapan bir üst kimlik kisvesine bürünmüş ve icraatlarında sivil toplumun onayını sağlayarak demokratik meşruluğa gereksinim duyan bir kurum konumuna gelmiştir. (Tosun, 2001:229) Demokratik meşruiyetin sağlanması dev-letin, halkının nazarında ‘makbul’ bir yere sahip olmasını ifade ettiğinden, insanın saygın konumunu ifade eden ‘insan onu-ru’ işte bu demokratik düzlemde sözlükte-ki manasına kavuşmuş olacaktır.

SonuçAkıl ve vicdan sahibi olmasından do-

layı canlılar arasında müstesna bir konuma sahip bulunan insan, bu özel statüsünden dolayı çeşitli haklara sahiptir. İnsan hakla-rı olarak nitelendirilen bu haklar, kayna-ğını insanın ahlaki doğasından alır. İnsan haklarına hayat için değil fakat onurlu bir hayat için ihtiyaç duyulur. Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmeleri’nde belirtildiği gibi insan hakları, ‘insan kişisinin özün-deki onur’dan kaynaklanır. İnsan hakları öğretileri, insan haklarına sahip olmakla insan olmayı eşit tutarlar. Kişi bu hakları kaybettiği zaman bir insan gibi yaşaya-maz. Bu nedenle insan hakları ihlalleri bir kimsenin insanlığının inkârı ile eş anlam-lıdır. İnsan için son derece önemli olan bu hakların korunması sorunu hep var ola-gelmiştir. Devletin bireyler karşısında dev

bir güç olarak yükselmesi, insan hakları-nın korunmasında hukukun rolünü belir-gin hale getirmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası metinlere konu olan insan hakları, devletleri bağla-yıcı emredici hukuk normları ile koruma altına alınmıştır. Ancak gerek yaptırımla-rın işlevsiz olması gerekse de uluslararası bildirilere tüm devletlerin taraf olmama-sı, insan haklarına getirilen bu korumayı sadece retorikten ibaret kılmıştır. Devlet olgusu, hakların halka devşirilmesindeki temel aktörken, devletten bağımsız örgüt-lü toplumsal yaşam alanı olarak tanım-lanan sivil toplum faktörünün etkisiyle insan hakları yeni bir boyut kazanmıştır. Demokrasinin öngördüğü ‘kendiliğinden düzen’ anlayışı çerçevesinde şekillenen si-vil toplum, insan hakları konusunda, dev-let ile bireyler arasında bir köprü konumu-na gelmiştir. Böylelikle haklar ve özellikle ‘insan hakları’, devletlerin arzı olmaktan çıkıp örgütlü toplum fertlerinin talepleri doğrultusunda elde edilmeye başlanmıştır. [email protected]

*Bu makale, Umut Vakfı Araştırma Merkezi’nin organi-ze ettiği III. Hukukun Gençleri Sempozyumu’nda tebliğ edilmiştir.

1- ABAY, A.R. (2001). Sivil Toplum Ve Demokrasi Bağlamında Sivil Dayanışma Ve Sivil Toplum Örgütleri, 3.Ulusal Bilgi, Ekonomi ve Yönetim Kongresi, 24-26 Kasım 2004, Eskişehir.

2- BECKMAN, B. (1999). Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası. İçinde: E. Özdalga&S. Perrson (Ed.), Demokratikleşmeyi Açıklamak: Sivil Toplum Kavramı Üzerine Notlar. İstanbul:Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

3- ÇAHA, Ö. (1997). 1980 Sonrası Türkiye’de Sivil toplum Arayışları. Yeni Türkiye Dergisi. Sivil Toplum Özel Sayısı.18.

4- ÇEÇEN, A. (1989). Devlet ve İnsan Hakları. Türkiye Barolar Birliği Dergisi. 6.

5- DOĞAN, İ.(1997).Sivil Toplum:Ondan Bizde De Var.İlim ve Sanat Dergisi.46-47.

6- DONNELLY, J. (1995). Teoride ve Uygulamada İnsan Hakları. Çev.: Mustafa Erdoğan, Levent Korkut. Ankara:Yetkin Yayınları

7- EL-FARABİ, E. (1980). Es-Siyaset ul Medeniyye veya Mebadi’ ul-Mevcudat. Çev.: M.Aydın, A.Şener, M.R. Ayas. İstanbul:Kültür Bakanlığı Yayınları.

8- KABASAKAL, M. (2008). Sivil Toplum ve Demokrasi. Denetçi Yeterlilik Tezi, İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı, Ankara.

9- KALABALIK, H. (2004). İnsan Hakları Hukuku. İstanbul:Değişim Yayınları.

10- KUÇURADI, I. (1982). İnsan Haklarının Felsefi Temelleri. Ankara:Türkiye Felsefe Kurumu Yayını.

11- ONBAŞI, F. (2005). Sivil Toplum. İstanbul: L&M Yayınları.

12- TOSUN, G. (2001). Türkiye’de Devlet-Sivil Toplum İlişkisi Bağlamında Demokrasinin Pekişmesinin Önündeki Engellere İlişkin Kuramsal ve Pratik Bir Yaklaşım. Ege Akademik Bakış.1.

13- UYGUN, O. (2011). Hukuk Felsefesini Yeniden Düşünmek: Hukuk Teorileri, İnsan Hakları ve Anayasalar. İçinde: İoanna Kuçuradi (Yay. Haz.), Çağımızın İnsan Onuruna Yönelttiği Tehditler Karşısında İnsan Haklarının Önemi. İstanbul: Maltepe Üniversitesi Yayınları.43.

Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru”

Page 24: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

22

ASIL ADIM iNSANDIR.

BANA ORHAN DİYORLAR;

Yarım asırdır şarkılarıyla ve barışçıl kişiliğiyle Türkiye halkının gönlünde taht kurmuş, bu toprak-larda yaşayan genç-yaşlı yüz binlerce insanın beğenisini toplamış ve bu ülke insanının “Orhan Baba”sı olmuş bir sanatçı olan Orhan Gencebay, yıllardır verdiği barış, sevgi ve kardeşlik mesajlarından dolayı “çözüm süreci”nde en çok konuşulan isimlerden birisi.

Genç Barış İnisiyatifi olarak, hem çözüm sürecine ilişkin görüşlerini almak hem de Türkiye gündeminde büyük yere sahip ve kamuoyu tarafından yakından takip edilen âkil insanlar heyetinin süreç içindeki konumlarını ortaya koymak için Karadeniz Bölgesi heyetinden sağlık problemleri nedeniyle Marmara Bölgesi heyetine geçen Orhan Gencebay ile mülakat gerçekleştirdik.

Orhan Gencebay: Akillerin siyasetçi oldu-ğu ile ilgili yorumlar yapıyorlar. Bir sanatçı olarak bu oluşumun içinde bulunuyorum. Kendi adıma bu görev için anlatacağım bir şey varsa tabi ki mutlu olurum. Çünkü bize bu durum söylenirken şöyle dendi. “Ülkemiz için bir şeyler yapabilirseniz mutlu oluruz.” Biz de “Pek tabi, ülkemiz için yapacağımız ne varsa yapmaya hazırız!” dedik. Buna so-kaktan kimi çevirseniz “evet” der. Bu duy-guyla “evet” dedik; başka ne gibi bir amacı-mız olabilir ki?Ben sanatçıyım, siyasetle de ilgilenmiyo-rum. İlgilenmek de istemiyorum. Onların işi zor, ancak siyaseti iyi yapana da teşekkür ediyorum. Siyasetin amacı da “Yaradanın yarattığı tüm güzelliklere, insana hizmettir.” Eğer bunu iyi yapabiliyorlarsa, onlara teşek-kür edebilirim. Siyasetçi adaletli, hakkani-yetli olmalı. Bir bestemde dediğim gibi:

“Madem yaşamaya geldik bu dünyaya, Benim de her şeyde bir hakkım vardır. Sevmiyorsan hor görme bari, Benim de senin gibi Allahım vardır.”

İster inançlı ister inançsız olsun, herkes be-nim için Yaradanın yarattığı bir varlıktır. İs-ter ateist, ister teist olsun; ister dini bütün olsun, ister gnostik, ister agnostik olsun; yeter ki insan olsun. İnsan değerini bilsin;

başkasına ve kendine zararı olmasın, saygılı olsun. Empati yapabilsin. İnsanlık tek-tip değil! Biz aynı tornadan çıkmadık. İnsanla-rın bu çeşitliliği, hem gönlün hem de aklın istekleri bizi çeşitliliğe sevk ediyor. Yeter ki başkasına zarar vermesin. Önce insanlık… Din konusu çok ayrı, değerli bir konu tabi ki ama öncelikle insanlık… Zaten tüm din-ler de temelde mensuplarının iyi bir insan olmasına yönelik değerler içerir.

Genç Barış: Efendim, mesele barış, çok gelen var tabi size bu konuda. Gerçekten de çok teşekkür ediyoruz bizi ağırladığınız için. Öncelikle şöyle başlayalım, sizin kişisel barış algınız algınız nedir? Barış deyince aklınıza ne geliyor?

Orhan Gencebay: Barış deyince, var olanlar ve paylaşılar... Mademki var olanlar varlar, mademki var olanlar varlıklarını sür-dürmek için bazı değerleri paylaşacaklar; işte bu paylaşımların adaletli olması gereklidir. Ve tabi ki sonunda mutluluk söz konusudur. Mutluluğa ulaşmanın pek çok yol vardır el-bette; ancak benim için mutluluk, birbirini anlamak, kabul etmek, değerleri gereği gibi paylaşmaktır. İmtiyazlı olmamaktır. Bu dün-ya bir tane; her birimiz de birer tane, ken-

Emre Akkaş - Fatih Kafadar - Merve Aksu

Foto

ğrafl

ar: O

nur R

eha

Yıld

ırım

Emre Akkaş - Fatih Kafadar - Merve Aksu

Page 25: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

23

di hayatımızın başrolündeyiz; ancak, bu bizim ayrıcalıklı olduğumuzu göstermez. Herkes kendini haklı görebilir. Benim “Sen de haklısın!” diye bir bestem vardı. Orada da şöyle diyorum:

“Haklısın haklı!Bence sen de haklısın!Hak aranır eğer varsa,Aranıp da bulunursa.Kimin hakkı kimde kalır?Eğer razı olunursa.Haklısın haklı!Bence sen de haklısın!Herkes “ben haklıyım” diyor.Haksız olan kimdir?Herkes “en çok bana” diyor.Razı olan kimdir?Bu nasıl hak aranışı?Bu nasıl hak dağılışı?Herkes farklı farklı ister,Bu nasıl fark yanılışı?”Haklıyız haklı!

Şimdi mesela bir ülke kızdığı ülkenin or-manlarını yakıyor, karşılıklı olarak o da onunkini yakıyor. Kim haklı burada? İkisi de haksız! Yaktıkları kendi ormanları mı? Hayır! Ne kadar zarar verdiğinin ötesinde asıl zararı dünya gördü. Bir tane dünya var, buna sahip çıkmalıyız. Asıl dünya anavatan bana göre. Yaradan “doğ” diyor doğuyo-ruz; gözümüzü bu dünyaya açıyoruz. Sonra doğduğumuz toprakları “bizim vatanımız” diye tanımlıyoruz. Önce bu dünyaya geli-yoruz. Demek ki önce bu dünyanın iyi ol-ması gerek. Bunun da en azından bulundu-ğumuz toprakları, çevreyi temiz tutarsak, sahip çıkarsak, daha doğrusu çok sevdiğim söz olan “Yurtta barışı cihanda barış” ile sağlayabiliriz. Ben böyle bakıyorum. Sem-pati, empati, hoşgörüyle, sevgiyle, saygıyla, paylaşmakla, adaletle, tüm bu güzellikleri, estetikle-ki bu çok önemli- bu dünyayı hep beraber paylaşmalıyız.Ama barış da kolay değildir, sırat köprüsü gibidir. Çok iyi korunmayı, sahip çıkılmayı gerektirir. Çünkü farklı farklı düşüncelere sahibiz. Öncelikle bencilliklerimizi yenme-miz gerekir, ki bunu yenememek de söz ko-nusu olabilir. Veya kontrol altına almamız gerekir. Adaletin sabitliği gereklidir. Barışı korumak kolay değildir. Barışın bir tarafı uçurumdur bir tarafı yaşamdır. Kıl payı bir yerdedir. Çok nazik bir çizgidedir. Hepi-miz ona sahip çıkmalıyız. Adeta el bebek gül bebek gibi korumalı, büyütmeli; ilgiyle, sevgiyle, saygıyla beslemeliyiz. Barış benim için böyle bir yerde.

Genç Barış: Barış dedik, birbirimizi an-lamanın barışı getireceğinden bahsettik, Anadolu toprakları asırlarca birden çok etnik köken, dil, dine ev sahipliği yaptı as-

lında. Ne oldu da birbirini bu kadar kar-deşçe seven insanlar, birbirine potansiyel tehlike olarak görünmeye başladı? Bu nok-tada, özellikle Türk ve Kürtlerin birbirine böyle gösterilmesinin sebebini neye bağlı-yorsunuz? Sizin veciz ifadenizle “sevenler kavuşunca yaşamak ne güzel!” diyebilecek miyiz sizce önümüzdeki dönemde?

Orhan Gencebay: Şüphesiz sevenlerin kavuşması bir vuslattır. İdealdir, isteklerin bir odağıdır. Bana göre ülkemizde Kürt sorunu yoktur “terör sorunu” vardır. So-run yaratılmak istenmiştir. Yalnız Kürt vatandaşlarımız değil, ülkemizde her kim ihmal edilmişse, her kimin hakları gere-ği gibi kullanılamamışsa, o kişinin sesini çıkartması normaldir. Zamanında böyle hatalar yapılmış. Cumhuriyetimiz kurul-duğu zaman atalarımızın koymuş olduğu ilkeler doğrultusunda- “Din, dil, cins, ırk ayrımı yoktur!” ifadesi uyarınca- herkes devlete eşit mesafededir. Vatandaşlık kav-ramı, herkesi aynı hizada bütünleştirir ve beraberliğe sevk eder. Bunun temel başlığı da Türk Milleti’dir. Bu kültürel bir başlık-tır. Hamasetle, ırkla bağdaştırılmamalıdır. Nitekim devletimizin içindeki bütün un-surlar, ayrımlar olmaksızın tüm haklarını ve öz değerlerini yaşamalıdırlar. Atalarımız bu kuralları böyle koymuş ama bunların ne kadarı uygulanmış, bunlar hep soru işare-ti. Baktığımızda bu sorunların yaşanması, bu kuralların uygulanmamasından, ihmal edilmişliklerden ileri geliyor zaten. Pek tabi iyi olmamızı istemeyenler de bunun içinde mevcut. Onların da buna çomak sokma-sından ötürü gelişen şeyler de var. Bizim Kürt kardeşlerimizle ne tür bir sorunumuz olabilir ki? Ben bir siyasetçi olmadığım için bütün bunların cevabını siyaseten ve-

remem, ama bir insan olarak, çocukluğu-muzdan beri böyle gördük. Bütün unsurlar vardır ailemizin içinde. Benim ailemde de Kürt var Gürcü var Çerkez var Abaza var Türk var. Biz hiçbir zaman “vay efendim şu şudur, bu budur!” diye bir şey söylemedik. Birbirlerini sevdiler mi, evlendirdik; onlar-dan doğan çocuklar da bizim evlatlarımız oldu.

Genç Barış: Efendim, bu süreç bir barış derneği olarak bizi çok heyecanlandırıyor tabi ki, fakat şunu size sormak istiyoruz: Ne değişti de çözüm sürecine şu an baş-landı, neden 3 sene önce ya da sonra de-ğil de şimdi? Şartların olgunlaşmasından bahsediliyor. Gelişmeler halk ve medyanın sürece olan desteğinin giderek arttığını gösteriyor. İnsanlarımızın sosyolojik olarak hazır olmasını bir sanatçı olarak nasıl de-ğerlendiriyorsunuz?

Orhan Gencebay: Aslında en büyük çö-züm süreci, başlangıçta İstiklal Savaşı’nda hep beraber yeni bir yapı oluşturmak üze-re yaşanmış. En büyük yürek konulmuş ortaya. Bestemde de, “mutluluk hedeftir; ancak onu yakalamak yürek ister; cesaret ister, cesaretini mutluluk için göster!” de-rim ben. Önce kendini yen, bencilliğini yen, o zaman daha mutlu olacaksın. “Kır gönlünün zincirini” demiştim seneler önce, “sar mutluluk senin olsun.” Her şey insanın içindedir aslında, bunu ben şuna benzeti-rim: Mesela bir sazın akordu bozuk olsun, o enstrümanı virtüöze ver, çıkan sesler yine bozuktur; çünkü akort bozuktur. Bu akort bozukluğunu insan ahlakıyla bütünleştiri-yorum ben. Bir insan kendini yenememişse veya ahlak eksikliği varsa çıkan sesler hep bozuk çıkacaktır. Bir sanatçı olarak iyi ah-

Page 26: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

24

lakla iyi akordu birbirine benzetirim. Önce insanlarımızın daha iyi olması lazım, geliş-meleri lazım. Hak-hukuka daha çok dikkat eden, sevgi saygıda kusur etmeyen, yaşa-nılmışlıkları anlayabilen ve onlardan kâm alabilen insanlarımızın çoğalması lazım. Binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşa-yan Anadolu insanı muhteşemdir; çünkü kültürü, muazzam kültürlerin kaynaşma-sıyla oluştu. Şu anda burada var olanlar da binlerce yıl evvel yaşayanların torunlarıdır. Büyük çoğunluğu böyledir. Bu torunlar, dedelerinden çok şey öğrendiler; sağduyu-yu öğrendiler. Burada büyük kültürler iz bıraktı. Yüzlerce insan cinsi yaşamış olabi-lir tarih boyu; yönetimler değişmiş olabilir; ancak önemli olan buradaki insanlardır, insanlar aynı insanlardır. Sağduyuya sahip-tir. Her şeyin üstesinden gelir. Bütün yöne-timlerin insanlarımızla daha yakın bir ilişki kurarak anlatması lazım. Belki de bundan evvel uzun zamandan beri anlatılmamıştı, Kurtuluş Savaşı’nı hep beraber yaptık, ora-da bir yürek olmayı denedik ve başardık. Şimdi yine bunu pekiştirmek için, arada

bir ayar tutturmak için öyle bir zaman gel-di diye düşünüyorum. Yanlışlarımız belli ölçülerde olabilir tabi ama bunları aşarız biz Evelallah. Daha önce de aşıldığı gibi bunları da aşarız.

Genç Barış: Efendim dünyanın değişik yerlerinde daha önce “akil insanlar” me-todu denendi, “wise men” olarak ifade edildi. Türkiye’de de sizin de içinde bulun-duğunuz bir heyet var ve bu heyeti destek-leyenler olduğu gibi karşı çıkıp eleştirenler de var. Siz bu heyette yer alan isimleri nasıl buluyorsunuz? Ayrıca çok sevilen bir in-sansınız, “Orhan Baba” olarak görülüyor-sunuz. Akil insan olarak seçildikten sonra hayranlarınızın size bakışı ve tepkisi nasıl oldu? Son olarak da akil insanların farklı kesimlerden seçildiğini biliyoruz. Bu seçi-mi ve metodu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Orhan Gencebay: Ben bu listedeki isim-lerin büyük çoğunluğunu tanımıyorum. Ama şunu biliyorum bu projeyi oluştu-ran kişiler mutlaka bunu barış için, ülke-

mizin daha iyi olması için, insanlık adına ve düşünerek yaptılar. Ona inanıyorum. Bu projenin içinde yer alan akil veya her ne varsa hepsi bir denge unsurudur; hepsi bir dengenin temsilcidir. Ben nasıl sanatla ilgili duygularla ilgili bir şeyler anlatacak-sam; akademisyen vardır, tarihçi vardır, hu-kukçu vardır, sosyolog vardır. Hepsi kendi doğrultularında barışla ilgili söylemlerini geliştirirler; bir de tabi ki asıl halkımızın ne düşündüğünü not alırlar. Yani akil he-yetinin yapacağı bu. Bunun haricinde akil heyetinin zaten bir yaptırım gücü yok, al-dıkları kararlar resmi bir karar olacak diye bir şey yok, sadece sohbet... Karşılıklı soh-betler olacak, fikirler konuşacak ve alışveriş olacak. Mesele budur. Akil heyetinin bu ya-pacağı işi birçok insanımız farklı algılayabi-liyor, ben ona üzülüyorum işte. Gerçeğini anlasalar onlar da belki teşekkür edecekler, bu hepimiz için iyi bir projedir diye. Tabi işin siyasi diğer bir yönü varsa, onları ben bilemediğim için fikir yürütemem. Önemli olan benim için bu barış sürecinin pekiş-tirilmesi, daha iyi olmak adına. Siyasi bir yönü varsa, onu siyasiler ve hükümetimiz daha iyi bilir. Biz de vatandaşlarımız gibi televizyondan, haberlerden bilgileniyoruz. Bu çerçevede biz görevimizi yapıyoruz. Ama bu arada benim özel bir durumum var şu; ben tanınan birisiyim. 63 tane aki-limizin kaç tanesi toplumumuz tarafından tanınabiliyor? Bazı arkadaşlar var; onlar-la beraber biz en tanınan sivri kişilerden biri olmuş oluyoruz yani. Sivri derken “tanınan” anlamında söyledim. Dolayı-sıyla tanımadığı herhangi birine bir şey söylemiyor belki o akillerden veya ona üç defa söylüyorsa bize milyon defa söylüyor. Bu da insanı üzüyor, yani internette şurada burada çıkan yazılar, orda ben diyorum ki “benim gönül dostlarım beni nasıl tanımaz bilmezler.” Ben bu kadar yıldan beri, elli yıla yakın zamandır ne söyledim ki? Sevgi-den, saygıdan, hoşgörüden, bilgiden, ada-letten bahsettim. Beni nasıl başka bir yere koyabilirler. İşte bu beni üzüyor. Onların bu tarzına üzülüyorum. Gönlümü kırıyor-lar. O gün bazı söylemlerden sonra doktora gittim, hastaneye gittim. 24-25’e çıktı tan-siyonum, kalp ritmim iyice bozuldu. İnsan etkileniyor, üzülüyor. Üzüntümden dolayı, yoksa Yaradan’ın verdiği bir can var, onu da her zaman teslim etmeye hazırız, Evelallah bütün inancımızla. Ben Yaradan’a teslim olan biriyim, öyle de bir yapım var. Dolayı-sıyla O’na olan inancım beni teselli ediyor. Hoşgörüm oradan kaynaklanıyor. Ve bu gönül dostlarıma da sitem ediyorum, bana nasıl başka şeyleri yakıştırdılar diye.

Page 27: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

25

Genç Barış: Efendim sizin de ifade ettiği-niz gibi bu sürecin siyasi boyutları var ve siz de halkın kitlesel anlamda takip ettiği biri-si olduğunuz için siz daha farklı bir görev yüklenmiş oluyorsunuz akil insan heyetin-de. Fakat dışarıdan bakınca siyasi anlamda da bir sorun var gibi gözüküyor, keşke tüm partiler birlikte bu sürece girebilseydi...

Orhan Gencebay: O çağrıyı da geçen televizyondan yaptık. “Beraber olun, halkımızın iradesi orda, bütün güzellikleri pekiştirecek olan meclistir, akillere ne gerek var ki?” dedim. “Sizler bu görevinizi lütfen yapın canlarımız” dedim, çağrıda bulun-dum.

Genç Barış: Mecliste bulunan partilerin de belli kitleleri var tabi. Yani bu çözüm sürecine karşı olan insanlar acaba sadece süreci AKP başlattığı için mi sürece karşı? Bir de, Güney Afrika’yı biraz inceledik, ilk röportajımızı Güney Afrika Büyükelçisi’yle yapmıştık. Orda zencilerle beyazlar ara-sında bir affolma süreci oluyor. Beyazlar zencilere elli yıl civarı zulmetmiş. Haki-katen tam manasıyla bir zulüm var, oto-büslere binemiyorlar. Bizim ülkemizde de o kadar yaşanmasa da belli şeyler yaşandı. Güneydoğu’da geçmişteki JİTEM uygu-lamaları son dönemde ortaya çıktı. Sizin de bir sözünüz var: “Gönlümüzün zincirl-erini kırmak.”Aslında kesinlikle affetmek meselesi karşılıklı olarak biraz buradan geçiyor gibi. Gönüllerimizin kilitlenip, “ben Türküm herkes Türk’tür!” veya “ben Kürt’üm ayrılmamız lazım!” gibi, insanla-rın o gönüllerindeki birbirlerine koydukları çizgileri kırıp bir birliktelik mi oluşturması gerekiyor, bu durum sizin dilinizden çok daha güzel ifade edilebilir efendim, duy-mak istiyoruz mümkünse.

Orhan Gencebay: Ben en büyük yürek-liliğin Kurtuluş Savaşı’nda gösterildiğini ve bir çatı altında toplandığımızı söyledim. İşte biz ordayız aslında. Orada ilkeler koy-muş dedelerimiz atalarımız. Demişler “dil, din, cins, ırk ayrımı yok. Bu vatan hepimizin burada herkes aynı şartlarda yaşayacak, imtiyaz yok!” demiş. Bütün mesele burada yatıyor; eğer ki o alınan kararlar gereği gibi uygulansaydı biz şuan bunları konuşmu-yor olacaktık. Uygulanmadığı için bunları konuşuyoruz. Ben yine ordayım, en büyük yüreklilik orada; biz yine o yürekliliğin he-defini, odağını taşımalıyız. Böyle düşünme-liyiz. Çünkü birbirimize hiçbirimiz zarar vermek istemeyiz. Bir bütünün parçaları-yız, kesinlikle orada olmalıyız, diye düşü-nüyoruz. Ama bazı gizli eller bizi başka yere götürmek istiyorsa da onlara kanmayalım,

bunlara teslim olmayalım demek istiyo-rum. Birbirimizin canını acıtmayalım di-yorum. Bu arada benim söyleyemeyeceğim kişiler varsa o da şehit analarıdır. Ben onla-ra hiçbir şey diyemem. Ben onlarla oturur ağlarım ancak, onların acılarını paylaşmaya çalışırım ancak. Ama ben onlara “şunu yap bunu yap” diyemem. Bunu diyemem ama ben şuna da inanıyorum ki pozitif baka-rak da o anne o baba yüreği yanık, yüreği parça parça yaşamayı artık önemsemeyen yüreklerin şunu düşüneceğine inanıyo-rum “başka canlar ölmesin başka kanlar dökülmesin.” Bunu söyleyeceklerine inanı-yorum büyük ölçüde. Yani ben o kişilere “şunu yap bunu yap” diye katiyyen ağzımı açamam. Korkunç bir şey yani, Allah sa-bır versin. Onların gönüllerine, akıllarına bırakıyorum, karar onlarındır. Onlar ne derse o olur, ama dediğim gibi bizim in-sanımız neler yaşamış tarih boyu sonunda doğruyu bulmaya çalışmış. Benim dedem 14,5 yıl savaşmış dedelerimizden biriydi, bütün dedeler gibi. Osmanlı’nın askeri, cumhuriyetin askeri yani, Kurtuluş Savaşı, Çanakkale her tarafta savaşmış gazilerden biriydi. O ağacın kabuğunu kemirdiğini çok söyledi Kırkpınar’da bana; ama “biz barış için savaştık oğlum!” dedi. Ben o zaman 14-15 yaşlarındaydım. Onlar da barışı istiyorlardı. Çünkü o biz yürekliliği İstiklal Savaşı’nda gösterirken Türkiye’nin Osmanlı’nın nüfusu 1913’te 23 milyondu cumhuriyette 13 milyona inmişti. 10 mil-yon kayıp vermiştik. Ne büyük ne muaz-zam acı, ne büyük ne muazzam kayıp… O zaman da bunu kaybettik ama sonucunda barışa gitti. Kürdü, Lazı, Çerkezi. Çeçe-ni hep beraber yaptık bunu. Şimdi böyle bir ortamda değiliz ama yine de canımız yanıyor tabi. O şehit anasına hiçbir şey di-yemem ben, onun ben biliyorum ki, asil duyguları karar verecektir, o bilir.

Genç Barış: Orhan Bey, yıllardır toplu-mumuzda büyük ölçüde medyanın neden olduğu ve şiddet kültürüne yol açan bir şiddet söylemi var. Bu çözüm sürecine ka-dar medya, kullandığı haber başlıklarıyla, ötekileştirdiği ve toplumda ayrımcılığa neden olan ve bunu popülerize eden di-liyle sorumluluklarını tarafsız bir şekilde yerine getirmeyi başaramadı. Süreç içinde değişen devlet politikaları dahilinde, med-yanın efektif bir şekilde sorumluluklarını yerine getirebileceğini düşünüyor musu-nuz? Acaba medya daha objektif olmayı başarabilecek mi?

Orhan Gencebay: Hepimiz acı, tatlı olaylardan acımızı hissimizi kaparız, alı-rız, almamız lazım. Medyamızın içerisin-de son derece iyi yazan kalemler var; ama karışıklığı, belli ölçüde yine medyada kul-lananlar da olabilir. Kullananlar da ülke-mize zarar vermek amacıyla kullanmamış olsalar dahi -ki öyledir- yöntemi farklıdır. Bu neye benzer? Kötü haber tez yayılır ve etkilidir. Mesela manşet atarken iyi bir ha-ber atmazlar belki etkisi fazla olmaz diye, kötü bir haberle aynı konuyu manşet ola-rak yazdığınızda daha farklı bir etki uyan-dırabilir. Bu da bir yöntemdir ve bunu kullanan arkadaşlarımız da var. Ama ben medyamızın hiçbir insanının ülkemizin kötü olması için çaba göstereceğine inan-mıyorum; yalnız yöntem farklıdır. O, “dil yarası”nı gerektiriyor işte, “dil yarası”nın önemini gerektiriyor. “Dil yarası en acı yara imiş; dudaktan kalbe bir yol var ki saygı ve sevgidenmiş.” dedik. Dilin etkin-liğini biliyoruz. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” demiş atalarımız. Güzel sözün etkisi ile kötü sözün etkisi arasında mu-azzam bir fark var. Onun için “kötü söz sahibinindir” demişler. Ben de diyorum ki, “ben o kötü sözü taşıyacak kadar güçlü değilim.” Yani ben öyle bakıyorum mese-leye; ama bunu kullanan arkadaşlarımız var etkili olmak için, varlığını sürdürebil-mek için. Olabilir; fakat altyapısında yine de ülkemize, ülkemizin insanına hepsinin yarar sağlama isteğinin olduğunu biliyo-rum. Lakin, bu kötü yöntemleri kullan-masalar, ne kadar güzel olacak…

Genç Barış: Efendim, bahsi geçen med-ya kültürümüzde köklü bir değişim olur-sa sadece Türk-Kürt probleminin değil, Türkiye’de hâlihazırda mevcut olan diğer problemlerin de çözülebileceğini düşünü-yor musunuz?

Orhan Gencebay: Güzellikler sirayet eder. Güzellikler, güzel olan değerlere sahip çıkmak, o güzelliğin ortaya dökülmesi, her-

Page 28: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

26

kes tarafından olumlu karşılanması o güzel-liğin başka konulara da sirayet etmesine se-bep olur. Ben etkileneceği kanaatindeyim. Hep beraber bir güzelliğin içinde topluca ve zengin bir şekilde olma isteğimiz güçlenir o istek güçlendiği zaman zaten daha güzel olur her şey. O istek dürtüsünü ortaya koy-mak için işte, yürek lazım. Şimdi o yürek ortaya konuluyor. İnşallah bunun sonunda daha iyi, daha güzel, daha adil, daha sev-gi dolu bir dünya için, barış için, insanlık için, vatan için güzel neticeler alınır.

Genç Barış: Kral TV Türkiye Müzik Ödülleri gecesinde yaptığınız konuşma gerçekten muhteşemdi. Çok etki bıraktı bizde ve tabii ki toplumumuzda. O gecede sizinle beraber orada bulunan ya da bu-lunmayan sanat camiasının, gözlemledi-ğiniz kadarıyla, akil insanlara ve çözüm sürecine ilişkin tepkileri ne yönde, yani ne düşünüyor sanat camiası efendim?

Orhan Gencebay: Şimdi birçok duy-gular, düşünceler değişiktir. Bazı siyasi görüşler de bazı yerleri şiddetle etkileye-bilir. Şimdi, mesela Devlet Bey bazı söy-lemlerde bulundu. Ama ben şuna inanı-yorum: Devlet Bey, belki gönül kırıcı çok söylemlerde bulundu, ama inancım şudur ki, Devlet Bey bu ülkeyi çok seviyor, çok iyi bir vatansever. Hepimiz öyleyiz, Tayyip Bey de öyle Kemal Bey de öyle. Yine Kürt milletvekillerimiz de aynı şekilde. Hepi-miz bu ülkenin iyi olmasını istiyoruz, ama yöntemler farklı. Bu yöntemler işte, dille ifade edildiği için orada gönül kırmamaya özen göstermek lazım, bir sanatçı olarak bunu söylemek istiyorum. Yoksa hangi-mizin vatanseverliği ve insancıl duyguları birbirinden üstündür diye baktığımızda, bunu ölçmemiz mümkün değil; herkeste bu değerler şiddetlidir, en üst düzeydedir, buna inanıyorum ben. Ama özetle, yön-temler dil ile ifade edildiğinden, dikkat etmek ve gönül kırmamak lazım.Benim de söylediğim gibi tarihte bizim Pirlerimizden Dadaloğlu da söylemiş: “Deveyi tuz öldürür, sürmeyi göz öldürür, Yiğidi kılıç kesmez, bir kötü söz öldürür.”Ne güzel söylemiş… İşte bu da dil yara-sıdır.

Genç Barış: Sağlığınız el verdiği öl-çüde -inşallah çok daha güzel günler görürsünüz-bu süreçte “âkil” bir insan olarak size çizilen herhangi bir yol harita-sı var mı? Neler yapmayı planlıyorsunuz? Sanatçı kimliğinizden yola çıkarak, bu noktada herhangi bir single, albüm ya da konser gibi bir düşünceniz var mı?

Orhan Gencebay: Şu anda sahne ile il-gili herhangi bir düşüncemiz yok da ama söylemlerimle işte gazetede, dergilerde, televizyonlarda duygularımı ifade etme-ye çalışıyorum. Zaten birçoğuna denk gelmişsinizdir. Bu süreçte bize, en başta söylediğim gibi kesinlikle siyasilerimiz-den yahut da bize bu teklifi yapanlardan “şöyle yapacaksınız, böyle yapacaksınız” diye bir talimat gelmemiştir, böyle bir şey yok. Olmazdı da, mademki âkil insanız, o zaman biz ne yapacağımızı biliyoruz de-mektir.Şimdi demin söylediğimiz çerçevede, herkes kendi konusundaki güzellikleri ifade edecek, yakalamaya çalışacak. Ben de sanat alanında, duygu alanında bir şeyler anlatmaya çalışacağım. Bizim bil-gilerimize, duygularımıza ters gelecek bir şeyi kimse bir şey söylemez zaten, biz de onları yapmayız zaten. Ama öyle bir şey yok ki ortada. Bakın siyasiler başta başba-kan olmak üzere diğer bakanlar ve kişiler ne güzel şeyler söylüyorlar, televizyonlar-dan ben de bir vatandaş olarak izliyorum. Kötü şeyler söylemiyorlar. Ama bu arada ne senaryolar yazılıyor! Neler varmış ne-ler! Bilmiyoruz, öyle şeylerin olduğuna da inanmıyoruz! Böyle bir şey de ortada yok, her kafadan bir ses çıkıyor. Bekleye-lim bakalım nedir ne değildir hep beraber görelim. Olumsuzluk olmaması için dua ediyoruz, istemiyoruz. Genç Barış: Sosyal medyada son zaman-larda “Türklük” temelli tartışmalar, pro-pagandalar, protestolar vs. oluyor. Kişiler belki de sürece ilişkin tepkilerini bu şe-kilde dile getiriyorlar. Bu tepkilerde genel olarak, farklı olana tahammül edememe durumu söz konusu. Bu sorunun nasıl üs-tesinden gelinebilir size göre? Öte yandan, “oluşturulmak istenen” olarak tabir ettiği-niz Kürt Sorunu’nu çözelim derken ortaya bir Türk Sorunu çıkar mı?

Orhan Gencebay: Ne yani, bir de ikinci bir sorun mu çıkaracağız? Allah korusun. Ne Türk Sorunu ne de Kürt Sorunu böyle bir şey olmaz; ben bunlara bizim sağdu-yumuzun müsaade etmeyeceği ümidini taşıyorum. Israrla bunun üstüne gidenler var sanki ama muvaffak olamazlar, kesin-likle olamazlar diyorum. Bu yorumları na-sıl yapıyorlar? İşte art niyet diyorum ben bunlara, art niyetlerin etkinliği diyorum.

Genç Barış: Sizin veciz ifadenizle “hatasız kul olmaz”. Hepimiz hata yapıyoruz bazen, herkes hata yapıyor. “Beşerdir, şaşar.” De-miş atalarımız. Bu ülkede de geçmişte çok hata yapıldı ve belki de hala yapılmaya de-

vam ediliyor. Gerek insan olarak gerekse toplum olarak birbirimize “hatamla sev beni” diyebilecek miyiz; birbirimizi hatala-rımızla sevmeyi öğrenebilecek miyiz?

Orhan Gencebay: Niye sevmeyelim as-lında, neden sevmeyelim ki? Ve mecburuz da birbirimizi anlamaya mecburuz, aynı çatı altındayız. Aynı çatı alında yaşayan kişiler birbirini anlamazsa yaşayamazlar ki. Yoksa herkesin kendi gönlüne göre bir dünya kurması kendi gönlünde olabilir. Tabi ki herkesin dünyası kendine hastır, kendi dünyasıdır ama “gönül”de. İşte o gönüller bilmeli ki, ancak başka gönül-lerle beraber yaşayabilecektir. Onun için herkese öyle fiziki dünya verilmesi gibi bir durum olmayacağına göre birlikte yaşa-mak durumundayız. Mecburiyetten değil bunu otomatik hale getirmek lazım. Yani mecburi, silah zoruyla olması gibi bir şey düşünülemez. İşte biz ne zaman olgunlaşı-rız? Bunu anladığımız zaman. Sevgi, saygı, hoşgörü, paylaşmak ve adaleti anladığımız zaman olgunlaşırız. Adalet olmadı mı hiçbir şey olmaz. Demin söylediğim gibi “Sen de haklısın” adlı bestemde onu ifade etmeye çalışmıştım. Sonra bir bestemde de şöyle demiştim:

“Sevmek mi daha güzelsevilmek mi gülüm,Senin niyetin beni öldürmek mi gülüm?Bu dünyanın kanunu al gülümle ver gülüm,Aşk paylaşmak içindir,paylaşalım be gülüm. Aşkın hesabı olmazaşktır gözü doymaz, Her şeyi satın alır,satın alınmaz.”

Pirimiz Mevlana der ki, “iki gönül buluştukları yerde, birbirlerine bir şey ver-mediyse ayrılığın başlangıcıdır.” Seven sevdiğinden ne ister? Onu görmek ister, onun mutluluğunu ister, ama ona dokun-mak ister, ona sarılmak ister, bağrına bas-mak ister. Bu elde olmayan bir durumdur, bir güdüdür bu adeta. Ama işte sevgili onu esirgiyorsa ayrılığın başlangıcıdır. Seven cömerttir çünkü. Hesap varsa aşk yoktur. Bestemde dediğim gibi “Aşkın hesabı ol-maz. Aşktır bu gözü doymaz. Her şeyi satın alır, satın alınmaz.”

Genç Barış: Asırlardır bu topraklarda Türkler, Kürtler ve diğer unsurlarımızla kardeşçe yaşıyoruz.

Orhan Gencebay: Amatör bir tarih-çi olarak şunu söyleyebilirim, Kürtlerin büyük bir kısmının köken olarak Türk-

Page 29: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

27

men olma ihtimali çok yüksektir. Mesela İdris-i Bitlisi vardır 1500’lü yılların yazar-larındandır. Onun yazdığı bir kitap vardır, Şerefnâme. Bu eser, Kürt destanını anlatır. Hikayenin başlangıcında bir vatan vardır. O anlattığı vatanda onlar sıkışmış bir yer-dedirler. Orada asırlarca yaşarlar, sonra ora-ya artık sığmamaya başlayınca çıkmak için yol ararlar. Demirci Kava der ki, “şu dağı eritirsek oradan aşağı ineriz.” Bu hika-ye, tam anlamıyla Ergenekon Destanı’dır. Bu kadar benzer! Bu bir Kürt efsanesidir. Ergenekon’dan ne farkı var? Bir ‘kurt’ far-kı var, ‘asena’ yok burada. Niye bu kadar benzerlik var? Bir de şuradan ele alalım: K-ü-r-t, T-ü-r-k. Aynı harfler yer değiştir-miş. Bunun bir anlamı var mı acaba? İşte insan soruyor. Ziya Gökalp Diyarbakırlı Zaza’dır. “Bir Türk ne kadar Kürtse, bir Kürt de o kadar Türk’tür.”der. Tabii bunu yalnız Kürtler ve Türkler için söylememe-liyiz. Hep Kürt vatandaşlarımızı konu edi-niyoruz. Aslında Çerkezi, Çeçeni, Abazası, Gürcüsü onlarla da yine farklı unsurlar gibi görünse de tarih boyu binlerce yıldan beri birlikte yaşamışız, hatta çoğunun kökeni aynı yani birbirimizle bu denli iç içe gir-mişiz. Biz şimdi neyi ayırmaya çalışıyoruz? İşte o son derece zor.

Genç Barış: Siz efendim kendi ailenizde ya da kendi kişisel hayatınızda herhangi bir etnik meseleyle hiç karşılaştınız mı?

Orhan Gencebay: Hayır hiçbir zaman! Dediğim gibi, ailemizin içinde herkes var, Kürt de var, Çerkez de var, Çeçen de var, Gürcü de var. Karadeniz zaten böyle bir harman, bir sentez vardır. Türkiye’nin her tarafında var bu. Şimdi ben daha evvele gitmiyorum, tarihe müracaat etmiyorum. Frigya, Hititler, Hattiler, İskitler, Mese-getler, Göktürkler, Hunlar yani o kadar

çok sayabiliriz ki, bunların hepsi Türk kavimleridir. Ama bakın Türk demedim dikkat ederseniz. Hun diyorum, Meseget diyorum, Saka diyorum vesaire. Hazarlar, Selçuklar, Osmanlılar, bakın hala Türk de-medim. Fakat köken olarak öyle tanımla-nıyor. Türk kültürü diye bir şey var tarihte, o kültür devam ediyor. “Tanrı misafiri” kavramıyla devam ediyor, “aman dileyene kılıç kalkmaz” kavramıyla devam ediyor, “hacca komşun açken gidemezsin” demek-le devam ediyor. Bunlar harika şeyler! İşte bu bir kültür ve bizim tarihimizde var. Bu kültürün sahibine köken itibariyle büyük ölçüde Türk diyorlar vs. Ancak aslında bize Türk tanımını koyanlar yabancılardı, özel-likle İtalyanlardı. Niye? Roma İtalyanların demekti Roma İmparatorluğu. Romalılar, İtalyanlar ve sonra Batılı bize “alla turca” diyordu. Alaturka- alafranga diye ikiye ayır-mak için bizi böyle tanımlıyorlardı. Müslü-man Türk’e Alaturka diyorlardı. Müzikte de yemekte de bu tanım kullanılıyor. Ama bu ismi koyan batılıdır bize. Sonra Atatürk ve arkadaşları Türk ismini koymuşlar. Tür-kiyeli değil Türk ismini koymuşlar. Bir ara Memlükler de Türkiye koymuşlar. Memluk Devleti’ni kuran Baybars, Kıpçak Türk’ü. Onların çoğu Arap- Türk sentezleriyle dev-letler kurmuşlar. Aileler birbirine karışmış tarihte. Türkler de var, Kürtler de var, Çer-kezler de, Kıpçaklar da var. Böyle kurmuş-lar bu devleti.

Genç Barış: Efendim çok teşekkür ediyo-ruz kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için. Son olarak, hakikaten örnek alınan saygıyla ve ilgiyle takip edilen ‘güngörmüş’ bir bü-yüğümüz olarak biz gençlere neler tavsiye edersiniz barış ile alakalı, hayat ile alakalı? Gençlere ve tabii genç kalanlara ne söyle-mek istersiniz, “Orhan Baba”mız olarak?

Orhan Gencebay: Öncelikle mutluluğu yakalamak için yürekli olun, bilgilenin. Mutluluğu yakalamak için önce kendimizi yenme yürekliğini, kendimizle barışık olma yürekliliğini göstermeliyiz. Çünkü kendiyle barışık olmayanın başkasıyla barışık olması mümkün değil. Önce gönül ile akıl birbiri-ne ters düşmeyecek. Ters düşmediği zaman barış vardır. Ama gönül ile akıl ters düşerse onu durumu yenmeden hiçbir şey olmaz, kişi bunalımdadır, sorunludur. Akordu bo-zulabilir. Yaşama yürekli bakın, ama saygıyla bakın, paylaşma duygusu ile bakın, çekinmeyin. Çekinmemek demek saygısızlık anlamına katiyyen gelmesin. Hırsla azmi karıştırma-yın aynı zamanda. Azmetmek ayrı, ihtiras bunun daha ötesidir, hırsın ötesidir. Bunu terk edin. Gurur ile inadı da karıştırmayın. Gurur başka bir şeydir, inat başka bir şey-dir. Kötü söz sahibindir bunu yüklenme-yin, üstünüze hiç almayın. Özetle bir gün bu dünyadan göçeceğiz, “ömür dediğin bir süreç, ha bir gün erken ha bir gün geç…” önemli olan bu mesafede mutlu olmak. Sonra benim o sözümü de kendimi daha iyi tanıtmak için söylemek istiyorum. Yani ben ne düşünüyorum, özde şunu düşünü-yorum ve kendimi böyle kabul ediyorum:

“Bu yaşamın çatısı yaşam kadar kutsaldır, Yaradan’ım yaratmış dünya anavatandır. Dil, din, cins, ırk ayırmam şu dünya gurbetinde,Bana Orhan diyorlar asıl adım insandır.”

Benim felsefem budur. Berhudar olun [email protected]

Page 30: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

28

İspanya Barış Süreci Ve ETAFarklı etnik unsurların bir arada ya-

şadığı bir bölge olan İber yarımadası, te-melleri çok eskilere dayanan ancak etki-lerini geçtiğimiz yüzyılda hissettiğimiz, pek çok yaşamın yitirildiği bir çatışmaya ev sahipliği yapmıştır. Terörizmin tanı-mının “önceden belirlenmiş amaçları-na ulaşmak için, sistematik olarak şid-dete başvuran bir örgütlenmiş grup ya da partinin kullandığı yöntem” olarak belirtildiği günümüzde, terör örgütü kapsamında değerlendirilen ETA’nın amacı İspanya içindeki Bask Bölgesinin bağımsız olması idi. Bu amaç doğrultu-sunda bölge güvenliğini tehdit edici pek çok faaliyette bulunan ETA’nın, 2011 yılındaki silah bırakma kararı, İspanya hükümetinin süreci idaresi, incelenme-ye değerdir. Bu makalede amaçlanan, İspanya’da vuku bulan ETA terör örgü-tünün ortaya çıkışı, yaşanan gelişmeler ve problemin çözümünde izlenen adım-ların açıklığa kavuşmasıdır.

Bask MilliyetçiliğiYaptığı eylemler doğrultusunda

bir terör örgütü olarak kabul görmüş ETA’nın ortaya çıkışında pek çok siyasi, tarihi etkenin olduğu savunulmaktadır. 1469 yılında yarımadanın büyük güçle-rinden Aragon kralı Ferdinand ve Kas-tilya kraliçesi İsabel’in evliliği, bugünkü İspanya’nın oluşumunda önemli rol oynamıştır. İki farklı yönetim biçimine sahip bu bölgelerin birleşmesi, ortak bir şekilde idare edilmeleri sonucunu do-ğurmuştur. Aragon, Kral Ferdinand’ın yerel yönetimlere tanımış olduğu hak-lar ve sorumluluklarla donatılmışken, Kastilya’da çok daha merkeziyetçi bir ya-pılanma olması, bu iki bölgenin yönetim biçimleri hususunda birbirlerine entegre olmalarını güçleştirmiştir. Etnik farklılı-ğın yanında siyasal ve sosyal olarak bü-tünleşemeyiş, İspanya’da bir birlik olma bilincinin oluşmamasıyla sonuçlanmış-tır. 17.yy sonrasında devletleşme çaba-larının varlığı, Katalonya ve Bask ülkesi

gibi yüzyıllardır özerkliğe sahip birlikler için son derece zor bir süreçtir. Sahip ol-dukları imtiyazları kaybeden Baskların, merkeziyetçi devlet yapılanmasına karşı duydukları nefretin temeli, ellerinden alınmış haklardır. Ayrılıkçı Bask milli-yetçiliğinin ortaya çıkışı, tüm bu tarihsel sürecin ardından 1880 sonrası kendini göstermeye başladı. Bask Milliyetçi Par-tisi (PNV)’nin kurucusu Sabino Arana tarafından ortaya konan Bask milliyet-çiliği düşüncesinin temelinde Bask ırkı-nın korunması yatıyordu. Kendilerini İspanyollardan korumak ve onlardan soyutlamak temel amaç olarak benim-senmişti ki, bu koruma ve soyutlamanın asıl sebebi kendilerini İspanyol ırkından üstün görmeleriydi. Basklar, Katalan-ların kültürel milliyetçiliğinin aksine dillerini, kültürden çok daha öte, onları bir arada tutan yegane varlık olarak gör-mektedirler. Victor Hugo’nun 1843’te “Bask dili toprağın kendisidir, neredeyse bir dindir” şeklindeki ifadesi de bu dilin

Nilüfer YAVUZ

Nilüfer YAVUZ

Page 31: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

29

İspanya Barış Süreci ve ETA

korunmasının bir sembol olmaktan öte, Bask milliyetçiliğinin gelişiminde esaslı bir yer tutmakta olduğunu göstermektedir. Bask milliyetçiliğinin Bask burjuvazisi ve zengin kesimi tarafından destek görmemesi ise temelde tamamen ekonomik sebeple-re dayanıyordu. Zengin kesimin İspanyol devleti ile kurduğu sıkı mali ilişkiler, Bask milliyetçiliğinin gerektirdiği katı kurallarla uyuşmuyordu.1850’lerde Bask Bölgesi’nde kömür yataklarının bulunması, o dönemde bölgeye büyük bir işçi göçü olmasına sebep olmuştur. Bu göçlerin sonucunda işçi sınıfı-nın oluşması, beraberinde kendilerini siyasi arenada ifade etme ihtiyacını doğurmuş-tur. 1878 yılında Sosyalist İşçi Partisi’nin kurulması bu ihtiyacın bir sonucu olarak okunabilir. Bask Bölgesi’ndeki endüstri-leşme, İspanyol devletine olan ekonomik bağımlılığı artırırken aynı zamanda böl-gede saf Bask ırkı oluşturma hayaline ket vurmuştur. 1895 yılında ise Milliyetçi Bask Partisi kurulmuştur. Siyasi arenada kendini göstermeye başlayan tüm bu akımların var-lığı, dönemin İspanyasında muazzam fikri tartışmaların olduğunun bir aynasıdır.

Franco DevriI.Dünya Savaşına katılmayan

İspanya’nın savaş sonrası geçirdiği oto-riter rejim dönemi, 1931 yılında, İkinci İspanya Cumhuriyeti’nin kurulması ile son bulmuştur. Bu dönem, Bask ve Kata-lanların büyük ölçüde özerkliğe kavuştu-ğu bir dönem olarak bilinmektedir. Sahip olunan haklardaki artışa rağmen Milli-yetçi Bask Partisi cephesinin, sol odaklı partilere yanaşmamasındaki asıl sebep ırk ve din temelli görüş farklılıklarıdır. Halk cephesi denilen, sol partilerin oluşturduğu bir partiler koalisyonunun başa geçtiği bu süreç, 1936 İspanya İç Savaşı’nın varlığı sebebiyle pek uzun ömürlü olmamıştı. İç savaş, sağcılarla(milliyetçi, dindar ve anti-komünist) solcuların (cumhuriyet yanlısı, laik) sahne aldıkları kardeş kavgalarının sonucunda 1939’da Francisco Franco’nun başa gelmesiyle sona erdi. Böylece İspanya’da uzun bir müddet devam edecek olan dikta-törlük dönemi başlamış oldu. Sosyalistlerin ve yerel otoriteyi savunanların tasfiyesinin büyük oranda sağlanması öncelikli amaçtı. İç savaş sonrasında hem Katalan hem de ilk aşamada Bask ülkesinin tüm milliyet-çileri Fransa’ya kaçmışlardı. Tarihi sürecin Basklarda oluşturmuş olduğu fikri temelin üzerine 1939 sonrası General Franco’nun baskıcı politikalarının eklenmesi, var olan fikriyata çok daha fazla sarılan bir kitle oluşmasıyla sonuçlandı. Franco’nun iktidar olduğu çeyrek asırı aşkın dönemde Bask kimliği inkâr edildi, Bask dili yasaklandı.

Uygulamaya konan bu yaptırımlar, sürekli ilan edilen olağanüstü haller büyük tepki-lere yol açtı. Bask Bölgesi’ndeki (Euskadi) köylerde ve okullarda yasaklanan Bask di-linin (Euskera) kaybolmaya yüz tutması ihtimali, bölgedeki pek çok örgütü dili kurtarma amacıyla yapılabilecek kültürel etkinlik ve eğitimlerle yöneltti. Bu kültü-rel etkinlikler yerini ne yazık ki zamanla silahlı faaliyetlere bırakacaktı. İktidarı tek elde toplayan Franco Rejimi komünizm, bölgeselci-özerk yapılanmaya ve demok-rasiye karşı olan bir dikta rejimiydi. Siyasi partilerin varlığının yasak olduğu bu anti-demokratik ortamda iktidarı tekeline almış olan Franco, basına uygulanan sıkı dene-

tim sayesinde de kendisine karşı oluşabi-lecek muhalif sesleri baskı altına aldı. Uy-gulanan sansürler ve gösterilmesi zorunlu, rejimi öven yayınlar, düşünmenin ve dü-şünceyi yaymanın zorluğunu gözler önüne seriyordu. Belirli bir anayasanın olmayışı, hakların nereye dayandırılacağı konusun-da soru işaretleri yaratırken, toplumsal düzenin sağlanmasında her fırsatta silahlı kuvvetlerin kullanılmasına ortam hazır-lıyordu. Rejimden kaçıp gelen PNV’liler ise, Avrupa kamuoyunda, İspanya’daki bu antidemokratik yapılanmanın mağdurla-rı olarak görülüyordu. Başlangıçta Franco rejimine karşı olan Avrupa’nın nezdinde Bask milliyetçileri prestijli konumdalardı. Ancak soğuk savaş döneminde baş göste-ren komünizmin etkisiyle, Avrupa Basklara olan tutumunu değiştirmiş ve Franco reji-mine yakınlaşmıştır. Dönemin şartları böy-leyken varlıkları, dilleri yok sayılmış olan Basklar, baskılar karşısında hareketlenmeye başladılar.

ETA’nın Doğuşu1960’lara doğru iyiden iyiye etkisini

yitiren PNV’nin liderliğinden hoşnut ol-mayan bir grup gencin olaylar karşısında kayıtsız kalmama amacıyla çıkardıkları EGİN adlı dergi etrafında toplanan olu-şum (1952), 1958’de ETA (Euzkadi Ta Az-katasuna- Bask Ülkesi ve Özgürlük) adını aldı. Bu yapının başlardaki amacı şiddet içermeyen eylemlerle var olan sorunlar adına farkındalık oluşturmaktı. Bu amaçla 1959 yılından 1968 yılına kadar genelde Fransa’daki Bask bölgelerinde her yıl çeşitli kongreler gerçekleştirilmiştir. Fransa’nın, gerek coğrafi yakınlığı, gerekse siyasi olarak İspanya’dan kaçan Basklara müsamaha gös-terilmesi nedeniyle sorun üzerinde etkili

Kendilerini İspanyol ırkından ayrı tutan, dil ve kültürlerine özel önem veren Basklar; İspanya İç Savaşı sonrası Franco devrinde Bask kimliğini yok etmeye yönelik yaptırımlarla karşı karşıya kaldılar. Haksız uygulamalar ve bir dönem yürütülen devlet destekli kontrgerilla hareketleri ortama büyük zarar verdi.

Page 32: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

30

aktörlerden biri olduğunu da unutmamak gerekir. Şiddet içermeyen bu ilk dönem-lerde Bask tarihi ve dilinin öğrenimine önem verilmiş, duvarlara politik sloganlar yazılmış, Bask milli bayrağı dağlara asıl-mıştır. Amaç, dikta rejimi altında da olsa Bask kimliklerini korumaktı. Başlangıçta olayların teorik kısmıyla ilgilenen grupta, zamanla gençlerin daha etkin olmaya baş-laması, örgütün içinde yaşanan kopmaların varlığı, farklı fikri temellere sahip olunması ve zamanla şiddet eğilimli olanların örgü-te hakim olmasıyla uygulamalarda esaslı gidilmesine yol açmıştır. 1960’lı yıllarda örgüt içinde 3 temel ideolojik eğilim söz konusuydu. 1)İşçi odaklı, Marksist örgüt yapılanmasını arzulayan eğilim 2) Ulusal-gerilla hareketini savunan eğilim 3) Şiddet içermeyen etnik temelli Bask kültürünü ön plana çıkartan eğilim. Dönemin şartları da göz önüne alınarak halkın kurtuluşunun sınıf mücadelesinden geçtiğini savunan bir kısım, bölgedeki işçilerin de desteğini sağla-mış konumdaydı. Kapitalist bir güç olarak görülen İspanya’nın bölgeyi sömürdüğü ve bundan kurtulmak gerekliliği düşüncesine sahip bu kesim ve düşünce tarzı, ırk bağ-lamında Bask milliyetçiliğinin öngördüğü homojen bir yapılanmanın gereklerini ye-rine getirememekteydi. Öte yandan Bask ırkının yüceliğini her daim savunan aşırı milliyetçi kanat da bu gidişattan rahatsızdı. Bu rahatsızlıkların ilerleyen zamanda örgüt içi çatlaklar oluşturmasıyla 1974 yılında ETA’nın ETA p-m (sosyalistler) ve ETA-m (aşırı milliyetçi ve şiddet yanlısı) şeklinde ikiye ayrılmasına neden oldu. Kültürel hakların savunuculuğu düzleminden, si-lahlı eylem biçimine yönelme, bu aşamada örgütün uygulamalarındaki farklılaşmanın en bariz göstergesidir. Franco’nun aşırı bas-kısı ve askeri güç kullanımı, gözaltına alın-maların kanunsuzca yapılması, gözaltına alınanların da avukat ve yakınlarıyla görüş-türülmemesi gibi uygulamalar da ETA’nın halkın desteğini kazanmasını sağlamıştır. ETA’nın, yaptığı eylemler sonucunda gü-venlik güçlerinin gittikçe artan tepkileriyle karşılaşması, örgütün yeni eleman topla-ması ve hayatiyetini devam ettirmesi hu-susunda ihtiyaç duyduğu şiddet sarmalına ulaşmasına olanak sağlamıştır.

ETA ve Eylemleri1961 yılı ETA’nın eylemlere kesin ola-

rak başladığı tarih olarak kabul edilebilir. İç savaş galibiyetini kutlama töreni için kalkan Franco sempatizanlarıyla dolu trenin engel-lenmesi amacıyla yapılan ama başarısızlıkla sonuçlanan saldırı ETA’nın kitleler nezdin-de bilinirliğini arttırmıştır. ETA’nın yüksek rütbeli polis ve önemli kişileri hedef alan,

hükümeti provoke eden eylemleri karşı-sında, ayrım yapmadan tüm Basklara karşı uygulanan baskıcı mekanizma ise, şiddet eylemlerini onaylamayan Baskların dahi ETA’ya sempatiyle bakmasıyla sonuçlan-mıştır. 1968 yılında yüksek rütbeli bir po-lise düzenlenen suikast, ilk kanlı eylemleri olarak tarihe geçmiştir. Bu eylem, ETA’nın terörist faaliyetlerinin miladı olarak kabul edilebilir. Ancak terör örgütüne dönüşmesi ise 1973’te Franco’nun ikinci adamı amiral Carrero Blanco’nun öldürülmesiyle olmuş-tur. 50’den fazla militanın görev aldığı bu suikastte daha önceden Madrid’in altında tüneller kazılmış ve bombanın patlama saati ise, 10 tutuklu komünist liderin yargılan-masına 15 dakika kala olarak belirlenmiş-tir. Yaşanan bu olay, İspanya’da hâkim olan diktatörler ve baskılarına karşı büyük ses getirmiştir. Tüm bu eylemler incelendiğin-de görülecektir ki ETA’nın asıl amacı, Bask Bölgesi’ni yalnızca Franco diktatörlüğünden kurtarmak değil, aynı zamanda İspanya’dan ayrılarak özerk bir Bask Yönetimi oluştur-maktır. ETA’nın genel politikasının sivillere zarar vermeme üzerine kurulduğunu söy-lemek, büyük oranda gerçeklik payı içerir. Bu amacın güdülmesindeki esas, halkın desteğini kaybetmemek ya da takdirini ka-zanmaktır. 1980 ise ETA’nın en kanlı yılı olarak tarihe geçmiştir. 92 kişinin hayatını kaybettiği bu saldırı ile birlikte çatışmalarda ölenlerin sayısındaki büyük artış, İspanya’da ETA’ya ve militanlarına karşı GAL (Grupos Antiterroristas de Liberación) adı verilen gayri resmi anti-terörist özgürlük grupla-

rı olarak da ifade edilen saldırı timlerinin kurulması tepkisini doğurdu. İspanya’nın Fransa’yı, Bask militanlarının teslimi üze-rine gerekli düzenlemeleri yapması konu-sunda yeterli görmemesi, bizlere, bu şekilde alternatif yolları zorlayarak terörü bitirmeyi umduğunu gösterir. Göz yumulan bu dev-let destekli kontrgerilla hareketi sağlanmak istenen barış ortamının oluşmasına büyük zarar vermiştir. 1983-1987 yılları arasında aktif olan GAL, sonrasında dönemin İç İş-leri Bakanı dâhil pek çok üst düzey yönetici-nin yargılanarak hapse girmesiyle, yaptıkları sorgulanan bir örgütlenme olarak tarihteki yerini almıştır.1987 yılında Barcelona’da bir süpermarkette sivillere, Madrid’de güvenlik görevlilerine yönelik saldırılar gerçekleşmiş-tir. 2000’li yıllara kadar devam eden onlarca örgüt eyleminde 800’ü aşkın insan hayatını kaybetmiştir.

Barış SüreciFrancisco Franco dönemi ve uygula-

maları İspanya içinde ayrımcılığa uğramış odaklarca son derece zor bir süreçtir. 1975’te ölen Franco, 1972 yılında çıkarttığı bir ya-sayla İspanya’nın başına bugünkü Kral Juan Carlos’un geçmesini sağlamıştır. Franco’nun böyle bir hamle yapmasındaki temel neden, milli Katolikliğin en önemli unsurunun monarşi olduğu kanısıdır. Juan Carlos’un ülkenin yönetimini devralmasıyla birlikte ülkede yeni bir dönemin başladığı söyle-nebilir. Bekir Berat Özipek’in deyimiyle İspanya’yı yeniden inşa eden bütün bir de-mokratikleşme süreci kraliyetin manevi ve siyasi rehberliği altında gerçekleşmiştir. Öz-gürlükçü ve demokratik bir tavır ortaya ko-yan Carlos’un başbakan olarak atadığı Adolf Suarez’in açıklamaları, toplumun her ke-siminin katılımıyla çoğulcu ve demokratik bir anayasa yapılacağı yönündeydi. Bunun yanında, genel bir af ilan edilmesiyle devam eden süreç, sorunun çözümüne yönelik atı-lan adımlardaki samimiyeti ortaya koyar ni-telikteydi. 1978 yılında yapımı tamamlanan anayasanın hazırlanması 500 gün sürdü. Bu zaman diliminde yaşananlar ise gerek sos-yolojik gerekse siyasi açıdan incelenmeye değerdir. 7/24 süren tartışmalar sonucunda her kesimin görüşünün alındığı bu anayasa-da ortaya çıkan metin, baskı ve ideolojilerin hegemonyası altında kalmamış; “benim”, ”onun” değil “bizim” anayasamız olmuş-tur. İçeriğine baktığımızda var olan sorunun çözümü adına “bölgelerin ve milliyetlerin özerklik haklarını tanımak”, düzenlenmiş en önemli haklardandır. Anayasada çerçeve olarak belirtilmiş olan bu düzenleme, son-rasında çıkarılan bir yasayla netliğe kavuş-muştur. 17 ayrı otonom bölgenin ortaya çıkışı, özerklik statüsünün oluştuğunun en

Nilüfer YAVUZ

Franco diktatörlüğünün sona ermesiyle kral olan Juan Carlos özgürlükçü ve demokrat bir tavırla değişimin ilk işaretlerini vermiştir. 1978’de halkın büyük çoğunluğunun desteğiyle yapımı tamamlanan anayasanın, “farklı dillerden oluşan kültürel zenginliğe saygı gösterileceği” ifadesi de sorunların aşılmasında büyük yol kat edildiğini göstermektedir.

Page 33: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

31

canlı kanıtıdır. Tüm İspanyolları ve İspanya halklarını, bunların kültür ve geleneklerini, insan haklarını, dillerini ve kurumları koru-mak” amacında olduğu belirtilen anayasada, “Herkesin hak ettiği kaliteli bir yaşamı sağ-lamak için kültürel ve ekonomik gelişmeyi teşvik etmek”, “Demokratik ve ileri bir top-lum oluşturmak” gibi pek çok yükümlülük üstlenilmiştir. “İspanya’nın farklı dillerden oluşan zenginliği özel saygı ve koruma gös-terilmesi gereken bir kültürel miras” olarak değerlendirilmesi ise İspanya’nın farklılıkla-rı yok etmektense onları koruma politikası gütmeye başladığını göstermektedir. Başta Basklar olmak üzere diğer etnik grupların da yararlanabileceği bu yeni sistemde kendi kaderini tayin ilkesinin (self determinasyon) bulunmaması Bask halkının büyük çoğun-luğunun anayasa referandumunu boykot etmesiyle sonuçlanmıştır. Kabul edilen anayasa ve haklar, Baskların bağımsızlık planlarını destekleyici değil, onlara özerklik verme yönünde olmuştur. Franco’nun ölü-mü sonrası bağımsızlık elde etme fırsatını bulduğunu düşünen ETA’nın 1975-1988 yılları arasındaki ölümle sonuçlanan eylem-lerine baktığımızda Franco döneminden 10 kat daha fazla olduğunu görmekteyiz. 1978 yılında ETA’nın politik kanadı olan Herri Batasuna adlı siyasi partinin kurulmasının yanı sıra, bölgenin kendi parlamentosu-nu ve polis teşkilatını oluşturmasına izin verilmiştir. HB, bölgede oyların ortalama %15’ini alırken ETA’nın şiddet eylemlerini kınamaktan kaçınmış, hatta örgüt mensup-ları için “Bask ülkesinin askerleri” niteleme-sinde dahi bulunmuştur. Silahlı faaliyetleri desteklediğini sürekli beyan eden HB’nın siyasi faaliyetleri, “örgütün parçası olma ve örgüte ekonomik destek temin etmek” su-çundan 2003’te yasaklanmıştır. HB, bunun üzerine AİHM’e gitmiş; ancak mahkeme, partinin kapatılmasına onay vermiştir. Parti artık İspanya’nın girişimiyle AB’nin terörist örgütleri arasında yer almaktadır. İspanya, ETA ve bağlantılarını yalnızlaştırırken, Bask halkını temsil eden diğer partilerle ilişkileri-ni ilerletmiştir. Bask bölgesinde halkın de-mokratik ve sosyal açıdan gerekli olan tüm ihtiyaçlarının karşılanmasıyla eş zamanlı olarak ETA’ya karşı sürdürülen silahlı mü-cadeleden vazgeçilmemiştir.

FaaliyetlerKabul edilen anayasa sonrasında, özerk

bölgelerin kendi kanunlarını oluşturabil-me hakkı doğmuş oldu. Bask Bölgesi’nde 1979’da kabul edilen “Guernica Yasası” ile özerk bir parlamento kurulacak ve bölge eğitim, idari ve mali konularda kendini yönetecekti. Bölgede ulusal polisin varlığı-nın yanında Bask polisi de görev yapacaktı.

“İki dillilik yasası” ise Basklar tarafından en olumlu gelişme olmuştur. Yıllarca uğruna savaştıkları dilleri, bu sayede İspanyolca ile birlikte resmi dil olacak ve Euskera-ca (Bask Dili) yayın yapan bir televizyon kanalı kurulacaktı. Kaybolmakta olan bu dilin tekrar kazanılması uğruna pek çok faaliyette bulunuldu. Kasaba isimlerinin Bask dilinde (Euskera) yazılmasının bunda önemli etkisi olmuştur; ancak okullarda benimsenen yeni eğitim modellerinin etki-si çok daha büyüktür. 3 farklı modelin iş-lediği Bask Bölgesi’nde, A modelinde tüm eğitim İspanyolcaydı. B ise eğitimin % 50 olarak İspanyolca ve Bask diline paylaştırıl-dığı bir sistemdi. Son olarak, D modelinde ise sadece İspanyolca öğretiliyordu. Barışın yalnızca eğitim dili ile gerçekleştiğini söyle-mek ise gerçek dışı olur. Barış eğitiminde, bir arada yaşama ve çatışma çözümüne iliş-kin olarak, gelecek nesillere olaylarla ilgili hassas olunmasının öğretilmesinin gerekli-liği tartışılmazdır. Etnik çeşitliliğin varlığı içinde, ayrımcılıkla bozulabilecek hassas bir dengeyi korumak elbette ki zordur an-cak ötekileştirmektense, eğitimcilerin aşı-laması gereken “BİZ” tanımı ile bu sorun aşılmaya çalışılmıştır. Bask toplumunun içinden gelen bir ses olarak, ETA’nın şid-det eylemlerine karşı çıkan bir grubun 90lı yıllar boyunca döneme damgasını vurma-sıyla, anlaşmazlıkların karşılıklı rahatsızlık yarattığı daha da gün yüzüne çıktı. Önceki kuşak ETA aktivistlerinin de yer aldığı “Ar-tık Yeter” (¡Basta Ya!) hareketleri, İspanya kamuoyunu büyük ölçüde etkilemiştir. 2004 Parlamento seçimlerini kazanan Za-patero liderliğindeki PSOE(Partido Socia-lista Obrero Español-İspanya Sosyalist İşçi Partisi)’nin dönemi ise barış adına ümitleri çok daha fazla yeşertti. ETA ile görüşmeleri şiddeti bırakır bırakmaz başlatacağının sin-yallerini veren Zapatero, 2003 sonrası kim-seyi öldürmemiş olan örgüte güvendikleri yolundaki açıklamalarıyla bir barış ortamı yakalama çabasındaydı. Yakın dönemlerde Katalanlara verilen geniş özerklik ve ETA’da yaşanan güç kaybının da etkisiyle, öncelikle ilan edilen ateşkeslerin zamanla süresiz ola-rak uzatılması çözüme yaklaşıldığını göste-rir nitelikteydi. Kökleri 15. Yüzyıla kadar dayanan bu sorun, 2011 yılında ETA’nın silahlı mücadeleyi sona erdirdiklerine dair yaptıkları açıklama ile nihayet son buldu.

Tüm bu gelişmelerle beraber 2011’den bu yana eylem yapmayan ETA, 27 Mart 2013 tarihinde zihinleri bulandıran bir açıklama yaptı. Norveç’te yapılması plan-lanan diyalog görüşmelerinde İspanyol Hükümeti’nin masaya oturmaması üzeri-ne tepki gösteren ETA, silah bırakmanın gündemlerinde olmadığını belirtti. Büyük

tepki toplayan ETA’nın bu beyanına karşı Bask Özerk Yönetimi de “Barışın perçin-lenmesini geciktiren tek neden ETA’nın kendisidir.” açıklamasında bulundu. Bu son gelişmelerin ışığında, kalıcı barışın sağlan-masının, lafta kalan silah bırakma sözleriy-le değil, sürekliliği olan sosyal politikalarla desteklenerek gerçekleşeceğini söylemek yanlış olmaz. Günümüzde İspanya’da barış ortamının hâkim olduğu aşikâr olmakla birlikte, bunun devamlılığının sağlanması, halkın ve tarafların özverili tutumuyla ger-çekleşecektir. Kimi zaman yapılan yanlış hamlelerin, barış süreçlerini kesintiye uğ-rattığının bilincinde olmanın gerekliliğini de gösteren bu süreç, terör odaklı sorunları haiz ülkelere büyük bir örnek teşkil etmek-tedir. Otoriter bir rejim olan Franco rejimi ile Bask Milliyetçiliği’nin yapısına ve da-yandıkları fikri yapıya baktığımızda ikisin-de de öze dönüşçü milliyetçilik akımının etkisini sezinlemek mümkündür. Ancak yaşanan tüm tecrübelerle sabittir ki, bir diğer milliyeti yok sayarak ortaya çıkmış tüm hareketler ve sonucunda oluşan çatış-maların çözümü, yine diyaloğa ve karşılıklı anlayışa dayanmaktadı[email protected]

1- 1978 İspanya Anayasası

2- BİLGESAM(2012).Rapor 45:Çatışma Çözümü ve Türkiye’de Kürt Meselesi

3- COVERDALE, J. F.(1979). The Political Transformation of Spain After Franco, New York: Praeger Special Studies.

4- ÇÖKMEZ, F.(2008). “Bask Bölgesi: Etnik Milliyetçiliğin Tarih-sel Gelişimi ve İspanya’daki Devlet Politikaları’na Etkisi”, Ege Akademik Bakış 8 (1),sf: 355-371

5- ETA: “Silah bırakmak gündemimizde değil”.(2013, Mart 27).CNNTURK. http://www.cnnturk.com/2013/dunya/03/27/eta.silah.birakmak.gundemimizde.degil/701777.0/

6- ETA ve eylemleri. (2006, Haziran 29). NTV MSNBC ARŞİV, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/261109.asp?cp1=1

7- HAMSİCİ M.(11 Ocak 2013) Bask modeli: Müzakare ol-madan gelen özerklik. BBC Türkçe, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/01/130111_peace_process_5_basque.shtmlÖZÇER, A. (2010). Kimlik Çatışmaları & İspanya Deneyimi. Ekopolitik Panel,14 Ekim 2010

8- ÖZİPEK, B. (2007). Yeni Anayasa Paneli, Akademik Dayanışma Araştırma ve Geliştirme Vakfı,22 Ekim 2007,Ankara.

9- ÖZİPEK, B.(25.11.2007).İspanya Şiddetin Üstesinden Demokrasi ile Geldi. http://www.hurfikirler.com/hurfikir.php?name=kose_yazilari&op=viewarticle&artid=186

10- POLLACK, Penny &HUNTER, Graham, “Dictatorship, De-mocracy and Terrorism in Spain”, içinde, The Threat of Terrorism, Lodge, Juliet, Sussex, Wheatsheaf Boks, 1988, s.125

11- Tarih Vakfı.(2010), Toplumsal ve Siyasal Çatışmaların Yaşandığı Toplumlarda Uzlaşma Aracı Olarak Eğitimin Rolü Projesi, Alfredo López Serrano, İspanya’da Toplumsal Barışa Yöne-lik Eğitim Mevzuatı ve Uygulamaları, çev. Pınar Şenoğuz

12- “Terrorism”(1934), International Encyclopedia of the Social Sciences, New York, c.14, s.76

13- Timeline: ETA campaign. (2011, October 20). BBC News Europe, http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-11181982

14- UTSAM (2010). Rapor 15: İspanya’nın Terörle Mücadelesi

İspanya Barış Süreci ve ETA

Page 34: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

32

Kamerun, Enerji Sektörü ve GelişimiSanayi Devrimi ile birlikte buhar ma-

kineleri önem kazanmış, insan ve hayvan gücü kullanımını gerektiren alanlar ikinci planda kalmış ve yeni enerji kaynak ara-yışları başlamıştır. Günümüzde de devam eden teknolojik inovasyonlar kömür, petrol ve doğalgaz gibi birincil enerji kaynakları-nın* ve elektrik gibi ikincil enerji kaynak-larının** kullanım alanlarını genişletmiş ve onları hayatımızın vazgeçilmezleri haline getirmiştir. Mevcut olan teknolojik geliş-meleri de göz önüne alırsak enerjiye olan ihtiyacımız ve bağımlılığımız gün geçtikçe artacaktır. Tüm bunlar dikkate alındığında günümüz dünyası için enerjinin artık ne kadar hayati bir öneme sahip olduğu anla-şılmaktadır. Ayrıca enerji arzı, güvenliği ve verimliliği gibi hususlar ülkeler tarafından

son derece dikkatli ve titiz bir şekilde ele alınmaktadır. Günümüzde pek çok böl-gede petrol, doğalgaz gibi fosil kaynaklar çıkarılmaktadır. Ancak dünya politikaları-nın ve ülkeler arası dengelerin sabit olma-masından dolayı ve çatışma ortamlarının enerji arz güvenliğini tehdit etmesi nede-niyle özellikle Afrika’daki ülkeler dünya piyasalarına yeterli miktarda petrol ve do-ğalgaz arzı sağlayamamaktadır. Bu durum gelişmekte olan Afrika ülkelerine bir darbe daha vurmaktadır. Son zamanlarda yapılan yatırımlarla Afrika ülkelerine örnek oluş-turabilecek, çatışma ortamından uzak ve enerji arz güvenliği konusundan problem-lerin çıkmasını engelleyebilecek bir ülke olan Kamerun; bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır.

Kamerun, Orta Afrika’nın batısında yer almaktadır.Kamerun’un doğusunda Orta Afrika Cumhuriyeti, güneybatısında ve güneyinde Kongo, Gabon ve Ekvator Ginesi, kuzeybatı ve batısında Nijerya, ku-zeydoğusunda Çad ve batısında Atlas Ok-yanusu vardır. Kamerun’un nüfusu 2012 verilerine göre 20,5 Milyondur. Ülkenin kuzey kesimlerinin yarısı çöllerden oluş-maktadır. Orta kısımlara doğru platoların ve çayırların kapladığı alanlar gözle görü-lür şekilde artmaktadır. Ülkenin büyük bir kısmını kaplayan güney kesimleri orman-lıktır ve su kaynakları boldur. Kamerun’un GSYİH’sı yaklaşık 23 Milyar dolardır; ayrıca satın alma gücüne göre kişi başı ge-liri yaklaşık 2200 dolardır. Kakao, kahve, pamuk, muz ve kauçuk tarım sektöründeki en önemli ihracat kalemleridir. En önem-li endüstriyel üretimini kamu-özel sektör ortaklığıyla yönetilen Alucam’ın sağladığı alüminyum oluşturmaktadır. Ayrıca Alu-cam tek başına ülke elektriğinin yarısına yakınını tüketmektedir.

On beşinci yüzyılda Portekizli deniz-cilerin keşfetmesinden sonra Avrupa ülke-lerinden Kamerun’a göç 17. yüzyılda baş-lamıştır. 1884-1916 yılları arasında Alman kolonisi olan Kamerun, I. Dünya Savaşı sonunda İngilizler ve Fransızlar tarafından Alman kolonilerini ele geçirme yarışı sıra-sında bu iki ülke tarafından paylaşılmıştır. Bu paylaşım sonucunda ülkenin büyük kıs-mı Fransız, geri kalan kısmı İngiliz hakimi-yetine girmiştir. 1959 yılında iç yönetimde bağımsızlığını sağlayan Kamerun, 1960 yılında yapılan referandum ile tam bağım-sızlığını kazanmıştır. İngilizlerin hakimi-yetinde olan Kamerun’unun kuzey parçası Nijerya’ya bağlanırken, güney parçası ise

Tolga TOSUN

Tolga TOSUN

Şekil1: Kamerun’un Coğrafi Konumu

Page 35: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

33

Kamerun Cumhuriyeti’ne 1961 yılında katılmıştır. Daha sonra ülke Kamerun Fe-deral Cumhuriyeti adı altında federal bir yapıya dönüşmüştür. 1972 yılında ise ülke tek bir merkeze bağlanarak üniter yapılı Kamerun Birleşik Cumhuriyeti adını al-mıştır. Kamerun başkanlık sistemi ile idare edilmektedir. 2008 yılında yapılan değişik-likle en fazla 2 dönem üst üste seçilebilme koşulu kaldırılmıştır. Çok partili sisteme 1992 yılında geçen Kamerun’da 180 üyeli meclis 5 yılda bir seçilmektedir. Çok parti-li sisteme karşın, tek partinin etkili olduğu bir yapı boy göstermektedir. Devlet başka-nı 1982 yılından beri Paul Biya’dır.

Kamerun’un petrol üretim ve bağlan-tılı olarak ekonomik tarihi dörde ayrıla-bilir. Bunlar 1963-1977 petrol öncesi dö-nem, 1977-1986 petrol patlaması dönemi, 1986-1994 duraklama dönemi ve 1994’ten günümüzde de devam etmekte olan post-devalüasyon dönemidir.Kamerun’daki enerji faaliyetleri Kamerun’un bağımsız-lığını kazanmadan önceki yıllarda başla-mıştır. Sismik araştırmalar en başta Douala Havzası’nda 1951 yılında başlamış olup ilk petrol keşfi 1954 yılında, doğalgazın çı-karılması da 1955 yılında gerçekleşmiştir. Kamerun’un 1960 yılında bağımsızlığını kazanmasından sonra gelir kaynaklarını arttırmak için yaptığı çalışmalar arasında petrol ve doğal gaz kaynaklarının araştı-rılması ve bu kaynakların üretime geçi-rilmesi de vardı. 1964 ve 1969 yıllarında yeraltı kaynaklarıyla ilgili yapılan hukuki düzenlemeler petrol ve doğalgaz üretimi-nin önünü açtı. Ancak 1965 yılına kadar Elf Aquitaine üretim hakkına sahip tek fir-ma olarak faaliyet göstermiştir. Bu durum petrol gelirlerinin artmasını bekleyen Ka-merun hükümetinin beklentilerini boşa çı-karmıştır. Daha sonra Mobil, Royal Dutch Shell ve Total keşif çalışmalarına başlamış-tır. 1960’ın sonralarına doğru Nijerya’nın Nijer Deltası’ndaki keşiflerinden sonra Kamerun’daki petrol ve doğalgaz araştırma-ları Douala Havzasından Rio del Rey Hav-zasına kaymıştır. Rio del Rey Havzası’nın bir numaralı keşif bölgesi olmasından sonra petrol üretimi günlük 158.000 varili bulmuştur. Daha sonra bu bölgedeki pet-rol üretiminin düşmesiyle birlikte arama çalışmaları 1980’lerde tekrardan Doula Havzası’na kaymıştır.

Özellikle 1977 yılı Kamerun’da petrol üretiminin patladığı yıl olması bakımından çok önemlidir. Çünkü 1970’lerde Arap ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu dolayısıyla dünyada petrol krizi baş gös-termiştir. Bu durum özellikle büyük petrol şirketlerinin ilgisini Arap ülkeleri dışındaki potansiyel petrol üretim merkezi sayılabi-

lecek ülkelere yöneltmiştir. Özellikle Sahra altı ülkeler olarak adlandırılan Çad, Nijer-ya, Kamerun gibi ülkelere yapılan yatırım-lar hızlı bir biçimde artmıştır. 1977-1978 yıllarında çıkarılan mali yasalarla birlikte Kamerun yatırımcılar için daha cazip bir hale gelmiştir. Kamerun’da 1977 yılında gerçekleşen petrol üretimi sadece 100ktoe civarında iken 1984 yılında bu miktar 9000ktoe’a kadar çıkmıştır. Ancak Arap ül-kelerinin tekrar üretime geçmeleri ve dünya üzerinde farklı ülkelerdeki petrol kaynakla-rının kullanılmaya başlanması zaten Kame-run ekonomisinin ayakları üzerinde dur-masını sağlayan yegane kaynaklardan olan petrol üretiminin yavaşlamasına sebebiyet vermiştir. Özellikle 1987’den sonra petrol gelirlerinin azalması sebebiyle Kamerun ekonomisi derin bir darboğaza girmiştir. Bu ekonomik darboğazdan kurtulabilmek

için 1989 yıllarında Dünya Bankası ve IMF programlarına katılmıştır. Bu programlara katılmasının ardından yapılacak yatırımlar için 1989-2004 yılları arasında toplam-da 480 Milyon Dolar kredi almıştır.1990 yılında yeni bulunan petrol bölgeleri bek-lenen etkiyi yapmamış ve 1986 yılında 173.000 varil olan günlük petrol üretimi 1996 yılında %40’a varan bir azalma ile günlük 90.000 varile kadar düşmüştür. Bu düşüşü engellemek için yapılan çalışmalar 90’lı yıllarda da devam etmiştir. 90’ların or-tasında Kribi-Campo bölgesi, 1996 yılında da Ebome bölgesi kullanıma açılmış; ancak petrol üretiminde belli bir artış olsa da bek-lenen artış gerçekleşmemiştir.

Kamerun konumu sebebiyle Orta Afrika’da doğal bir transit enerji bölgesi-dir. Bu özelliği 90’lı yılların sonunda Orta Afrika’da Çad gibi petrol üreticisi ülkelerin ortaya çıkmasının ardından daha da iyi an-laşılmıştır. Bunun en güzel ispatı ise Çad’da üretilen petrolün Kamerun üzerinden dünya piyasasına kazandırılması için 2000 yılında tamamlanan petrol boru hattıdır. Bu hattan günlük ortalama 200.000 varil petrol geçmektedir. Varil başına geçiş üc-reti alan Kamerun yıllık ortalama 40.000$ gibi bir gelir sağlamaktadır. Ayrıca proje-nin değerinin farkında olan büyük petrol şirketleri (Exxon/Mobil 40%, PetronasMa-laysia 35% ve Chevron 25%) büyük ilgi göstermiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde Kamerun’un petrol üretimi günlük 65.000 varil ile 95.000 arasında seyretmiştir. Halen aynı miktardaki ihracatı devam etmektedir. Ülkenin tek rafinerisi olan SONARA, li-man şehri olan Limbe’de bulunmaktadır. Ayrıca Kamerun’un günlük tüketim mikta-rı 30.000 varil civarında seyretmektedir.

Kamerun özellikle de çevresindeki ülkelere kıyasla hidroelektrik üretebilme

Kamerun’un Enerji Sektörü ve Gelişimi

R E P U B L I Q U E D U C A M E RO U NR E P U B L I C O F C A M E R O O N

Son zamanlarda yapılan yatırımlarla Afrika ülkelerine örnek oluşturabilecek, çatışma ortamından uzak ve enerji arz güvenliği konusundan problemlerin çıkmasını engelleyebilecek bir ülke olan Kamerun; bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Kamerun’un doğusundaki ülkelerin siyasi yönden istikrasız olmaları ve ülke içindeki çatışmaların devam etmesi, Kamerun’u, özellikle enerji arz güvenliği konusunda çok daha ön plana çıkarmaktadır. Bu bölgelerdeki petrolün ve doğalgazın dünya piyasalarına ulaştırılması konusunda Orta Afrika ülkelerinin doğal limanı olan Kamerun birinci adaydır.

Page 36: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

34

kapasitesi bakımından çok büyük bir po-tansiyele sahiptir. Bu özelliği zaten elektrik üretim kaynaklarının oranlarına da yansı-maktadır. Kamerun’un toplam hidroelektrik potansiyeli 500,000 MW’a tekabül etmek-tedir. Bu da Kamerun’u geleceğin elektrik ihracatçısı olarak göstermektedir. Kamerun Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk günden iti-baren bölgeye olan yatırımlar sürekli olarak devam etmiştir. 2003 yılına gelindiğinde Kamerun’un kurulu gücü 850 MW’a çık-mıştır. Bu kurulu kapasitenin %90’ı hidroe-lektrik üretiminden sağlanmaktadır. En bü-yük hidroelektrik santralleri Sanaga Nehri üzerindeki 267 MW’lık Nachtigal ile Ntem Nehri üzerindeki 202 MW’lık Memve’Ele hidroelektrik santralleridir. 2020 yılına ka-dar kurulu gücünü 3GW’ya kadar çıkarmak isteyen Kamerun 450 MW’lık yeni Kpep Hidroelektrik Projesi’ni geliştirmektedir. Diğer projeleri Nachtigal Hidroelektrik Santrali (300 MW), Song Mbengue Hidro-elektrik Santrali’nin (930 MW) de temelleri atılmıştır. Tüm bu girişimleri tehdit eden en önemli faktör ise kuraklık durumudur. Geç-mişte bu durumun acı tecrübeleri olmuştur. Yaşanan kuraklıklar Kamerun ekonomisine büyük zarar vermiştir. Özellikle de en bü-yük zararı Kamerun elektriğinin %60’ına kadarını tek başına tüketen Alumcam Alü-minyum Fabrikası görmüştür.Tüm bu geliş-meler, Kamerun hükümetini, ülkenin enerji üretim kaynaklarını çeşitlendirmeye itmiştir. 2004 yılına kadar doğalgaz kaynaklarına do-kunmayan Kamerun, 2005 yılında başlayan girişimlerle doğalgaz üretimine başlamış-tır. Ancak çıkarılan doğalgazın miktarı çok düşük rakamlarda kalmıştır. 2012 yılında temelleri atılan 216 MW’lık Kribi Doğalgaz Çevrim Santrali Kamerun’un 1037 MW

olan kurulu gücünü 2013’ün ilk yarısın-da 1253 MW’a çıkarması beklenmektedir. Özellikle bu santralin doğalgaz ihtiyaçları-nın karşılanması için doğalgaz üretim alt-yapısı Kamerun’da son hızla devam etmek-tedir. Ayrıca 86 MW’lık Yassa Ağır Yakıt Santrali projesi de Kamerun hükümetinin enerji çeşitliliğini oluşturma çabalarının bir sonucudur.

Kamerun’un enerji sektörünün gelişimi-ni incelediğimiz zaman enerji sektöründeki değişikliklerin siyasi ve ekonomik olaylarla doğrudan bağlantılı olduğu açık bir şekilde görülebilir. Kamerun’un Arap petrol krizi ile artış gösteren ve 1986 yılında en üst düzeye ulaşan petrol üretimi ve gelirleri daha sonra petrol fiyatlarındaki düşüş ile 90’lı yıllarda hükümetin beklediği rakamların çok altında seyretmiştir. Ayrıca 90’lı yıllara kadar yapı-lan elektrik alt yapısını ve kurulu elektrik gücünü arttırma çalışmaları, Nijerya ile pat-lak veren çatışmaların Kamerun’un bu pro-jelere kaynak aktarımını kesmesi sebebiyle yarıda kalmıştır. Petrol sektörünü incelediği-miz zaman da 90’lı yılların ortalarında mey-dana gelen Nijerya savaşının etkileri açıkça görülmektedir. Savaş sonrası devletin yaptığı yatırımlar sektörün istenilen düzeyde geliş-mesini sağlayamamıştır. “Enerji sektörünün özelleştirilmesi, Kamerun’a neler katabilir ve Kamerun’dan neler götürebilir?” sorusunun cevabı aranmaktadır.

Kamerun’un doğusundaki ülkelerin si-yasi yönden istikrasız olmaları ve ülke için-deki çatışmaların devam etmesi, Kamerun’u, özellikle enerji arz güvenliği konusunda çok daha ön plana çıkarmaktadır. Bu bölgelerde-ki petrolün ve doğalgazın dünya piyasalarına ulaştırılması konusunda Orta Afrika ülkele-rinin doğal limanı olan Kamerun birinci

adaydır. Halihazırda işlemekte olan Çad-Kamerun Petrol Boru Hattı buna çok güzel bir örnektir. Kamerun’un petrol ve doğalgaz taşımacılığında etkili olması, hem dünya petrol piyasasında çeşitliliğe hem de Orta Afrika ülkelerinin petrol gelirlerinin artma-sı ile büyüme hızlarını katlamalarına sebep olacaktır. Gelecekte Orta Afrika ülkelerinin siyasi istikrarsızlıklarının sonlanacağını ya da azalacağını buna paralel olarak petrol ve doğalgaz üretimlerinin artacağını öngörerek Kamerun’un öneminin çok daha artacağını söyleyebiliriz. Yukarıda da bahsedildiği gibi doğalgaz kaynaklarının kullanımını arttır-mayı hedefleyen ve bu konuda çalışmalarını hızla artıran Kamerun’un elektrik üretimi için kullandığı kaynakları çeşitlendirme ko-nusunda ciddi çalışmalar yaptığı görülmek-tedir. Buna ek olarak, Kamerun’un hidroe-lektrik konusunda ciddi bir potansiyelinin olduğu aşikardır. Ancak kaynakları kısıtlı olan Kamerun hükümeti enerji projelerine kaynak ayırabildiği takdirde bölgenin hid-roelektrik, doğalgaz ve petrol üssü olması ihtimali yü[email protected]

*Birincil enerji kaynakları, hiçbir işleme uğramadan doğada kendiliğinden var olan fosil yakıtlar, güneş, rüzgar gibi enerji kaynaklarıdır. **İkincil enerji kaynakları, birincil enerji kaynaklarının belli işlemlerden sonra dönüştüğü elektrik gibi formdur.

1.CIA The World Factbook , “Cameroon”, (8 Nisan 2013), 14 Nisan 2013, <https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/cm.html>

2.Grimes K., “Environmental Justice Case Study: The Chad/Cam-eroon Oil and Pipeline Project” (2009) 18 Mart 2013 <http://www.umich.edu/~snre492/Jones/pipe.htm >

3.International Energy Agency. “Energy Production Cameroon” (2011) 6 Mart 2013 <http://www.iea.org/stats/pdf_graphs/CM-PROD.pdf>

4.Martin, P. J., Dr., “Chad Cameroon Oil Pipeline Project”, 22 Mart 2013 <http://www.columbia.edu/itc/sipa/martin/chad-cam/overview.html>

5.Pineau, P.O., “Transparency in the Dark – An Assessment of the Cameroonian Electricity Sector Reform”, (12 Ağustos 2004), 25 Mart 2013 <http://www.internationalrivers.org/files/attached-files/transparencyinthedark.pdf >

6. The World Bank, “Cameroon Kribi Gas Power Project”, (2013), 14 Mart 2013 <http://www.worldbank.org/projects/P110177/camer-oon-partial-risk-guarantees-kribi-gas-power-project?lang=en >

7.Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. “Kamerun” (2012) 2 Mart 2013 <http://www.mfa.gov.tr/sub.tr.mfa?28259b04-3a25-4611-b82b-008accb36cd5>8. Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı İhracat Bilgi Platformu. “Kamerun” (19 Nisan 2013) 20 Nisan 2013 <http://www.ibp.gov.tr/pg/section-pg-ulke.cfm?id=Kamerun>

Şekil1. Kamerun’un Coğrafi Konumu , <http://networkgloballogis-tics.com/icerik/kamerun-haritasi.html>

Şekil2. 1971-2005 yılları arasında Kamerun’un enerji üretimi, (International Energy Agency),(2011), 12 Nisan 2013, <http://www.iea.org/stats/pdf_graphs/CMPROD.pdf

Tolga TOSUN

Şekil-2: 1971-2009 yılları arasında Kamerun’un enerji üretimi

Page 37: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

35

İkinci Dünya Savaşı’nın galibi ABD, 1950’li yıllarda dünya ekonomisinin ve siyase-tinin de lideri konumundaydı. Aynı dönem-de SSCB’nin nüfuzunu dengelemeye çalışan kapitalist devletler, kendi sınırları içindeki muhaliflerin, özellikle de işçi sınıfının sos-yal haklarını büyük ölçüde genişletmişlerdi. Avrupa’daki bu ideolojik değişimin Amerika’da yayılmasını önlemek için “McCarthycilik”* ya da Amerikalılar’ın deyimiyle “Red Scare(Kızıl Panik)” adıyla gündeme gelen bir politikayla açıkça bir komünist avına çıkılmıştı. Soğuk Savaş döneminde, ülkedeki sol ideolojiye büyük bir darbe vurmak için bir “Amerikan rüyası” imajı oluşturularak Amerikan halkı, dünya politikasından soyutlanmaya çalışıldı. Fakat netice olarak ABD, siyaseten durulmuş

Martin Luther King, Jr.“Bir Hayalim Var!”

Yasemin YAVUZ

Bir hayalim var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepeler-inde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir hayalim var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin ren-gine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar... Ülkenin en küçük köyünden en büyük kentine kadar her tarafından özgürlük şarkıları duyulunca, ancak o zaman, Tanrı’nın bütün evlatlarının; siyah olsun, beyaz olsun, Katolik olsun, Protestan olsun, Musevi olsun, Tanrı’nın bütün evlatlarının el ele verip şu eski zenci şarkısını söyleyecekleri günün yaklaştığını anlayacağız; “Özgürüz artık! Özgür, özgür! Şükürler olsun sana yüce Tanrım, özgürüz artık!”

Martin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!” Yasemin YAVUZ

Page 38: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

36

sayılmazdı. Baskı ve ödüllerle sindirilen beyaz muhalefet devlet politikasının savu-nucusu haline gelirken; sistemden dışlanan siyahlar, muhalif bir kimlik kazanarak ör-gütlenmeye çalışıyordu. Bu muhalefetin odağında Medeni Haklar Hareketi ve kısa sürede bu hareketin önderi olacak olan Martin Luther King vardı.

15 Ocak 1929’da doğan Martin Luther King, eğitimli ve ortalamanın üzerinde geli-re sahip bir aileye sahipti. Lise eğitimini ta-mamladıktan sonra Atlanta’nın Marchouse Koleji’ndeki Sale Kilisesi’ne ”toplumbilim öğrencisi” olarak kayıt oldu. Bu dönemde, ırkçılığa karşı olan siyah örgütlerin gençlik kollarında çalışmaya başladı. 1948 yılında kazandığı burs sayesinde Pennsylvania’daki Crozer Din Bilim Okulu’na kayıt oldu. Sosyal ve dini duyarlılığı bir bütün olarak görüp “sivil itaatsizlik”* anlayışını benim-semeye başladığı dönemde, Gandhi’nin Hindistan’da gerçekleştirdiği mücadelenin şekli ve başarısı, şiddetsiz ve doğrudan ey-lem kavramına olan inancını güçlendirdi.

Mezuniyetinden sonra 1951 yılında yine burslu olarak Boston Üniversitesi’nde doktoraya başladı. Aynı yıl tanıştığı Coret-ta ile 1953 Haziranı’nda evlendi. Okulu bitirip doktor unvanını aldıktan sonra, Alabama’nın Montgomery şehrindeki Baptist Kilisesi’nde rahip olarak göreve başladı. O dönemde eyalet yasalarının ırk-çı anlayışa göre düzenlenip uygulandığı Montgomery’de siyahların oy kullanması engelleniyor; okullardaki etnik ayrımcılık, eğitim haklarını kısıtlıyordu. Bardağı taşı-ran olay kabul edilen, bir dönem NAACP (National Association for Advancement of Colored People) yerel biriminde sekreter olarak çalışmış olan Rosa Parks’ın, 1 Aralık 1955 günü otobüste beyazlara yer verme-diği gerekçesiyle tutuklanması da ABD’de siyah-beyaz ayrımcılığının doruk noktaya ulaştığını göstermiş ve King’in “sivil itaat-sizlik” hareketinin örgütlenmesi için uygun bir zemin oluşturmuştu.

Montgomery Otobüs EylemiNAACP yerel birim başkanı E.D. Ni-

xon, Rahip Abernathy ve King ile beraber üçlü bir komisyon oluşturmaya karar verdi. Aynı gece King’in kilisesinde düzenlenen toplantıda, farklı meslek gruplarından mü-teşekkil 40 kadar siyahtan, 5 Aralık Pazar-tesi günü otobüsleri boykot etmesi istendi. El ilanlarıyla boykotun halka duyurulması ve eylemden bir gün önceki Pazar ayininde rahiplerin cemaatlerini boykota çağırması yönünde kararlar alındı. Eylemci siyahların işlerine gidip gelmeleri problemi de, top-lantıya katılan siyah taksi işletmecilerinin yardımları ve sonrasında oluşturulan bir

gönüllülük ağı organizasyonuyla çözüle-cekti.

Boykotun ilk gününün sonundaki toplantıda, işlerin örgütlü yürütülmesi amacıyla MIA (Montgomery Geliştirme Derneği) kuruldu ve başkanlığına Dr. Mar-tin Luther King seçildi. Otobüs işletmeleri ve belediyeye verilmek üzere eylemcilerin onayına sunulmak üzere bir bildirge hazır-landı. Bu bildirgede, otobüs şoförleri siyah-lara nazik davranacaklarına söz vermedik-çe; oturulacak yerler beyazlar ön, siyahlar arka kapıdan binmek koşuluyla, ilk otura-nın yerinden kaldırılmaması ilkesine göre düzenlenmedikçe ve genellikle siyahların bindiği otobüslerde siyah şoförler çalıştırıl-madıkça hiçbir siyahın otobüslere binme-yecekleri yazılıydı. Tüm siyahların bildir-geyi kabul etmesiyle, Amerikan tarihinin en uzun süreli eylemlerinden biri başlamış oldu. King’in tahmin ettiği ve amaçladığı gibi ırkçı olmayan beyazlarla, bazı beyaz örgütleri de eyleme destek verdiler. Sendi-kaların da desteğiyle Montgomery Otobüs Eylemi, ırkçılık karşıtı bir eylem olmaktan çıkıp Amerika’daki tüm muhaliflerin çığlığı haline gelerek 1950’lerin apolitik ortamın-da, siyah hareketini toplumsal muhalefetin odağına oturtmuştu. Fakat ırkçı provo-kasyonlar sonucunda King’in evi bombalı saldırıya uğradı. Bir toplantıda olan King, evinin önünde toplanan kalabalığı; boy-kotun meşruluğunu kaybetmesi için uğra-şan ırkçıların provokasyonları konusunda uyararak, öfkeli siyahları sakinleştirmeyi başardı.

Yaklaşık bir yıl sonra, 13 Kasım 1956 günü Yüce Mahkeme(Supreme Court), boykotçuların kazandığını ilan ettiğinde, ABD tarihinin en kapsamlı ırkçılık eylemi başarıya ulaşmış oldu.Boykotun başarısı ve dünyada uyandırdığı yankı sonucunda 28 yaşındaki King, ırklar arası ilişkilere katkıda bulunan kişilere verilen “Spingarn Madalyası”na layık görüldü. Sonrasında, siyahların insanca yaşama haklarını aramak amacıyla “SCLC” (Southern Christian Le-adership Conference) adlı örgüt kuruldu ve King başkan olarak seçildi. SCLC, Medeni Haklar Hareketi’ni tekrar ülke gündemine taşımak amacıyla, “Dua Haccı” ve devamı olarak “Vatandaşlık Seferberliği” ilan etti. Burada amaç, Güney’deki 5 milyondan faz-la siyah seçmenin kaydını yaptırmaktı. An-cak hükümetten olumlu bir adım gelme-yince, Güney’de oy sandıkları başında sessiz bekleyiş eylemleri gündeme geldi. Tam da bu dönemde ırkçılar, King’in aleyhine baş-lattıkları kampanyada, ABD’de yaygın olan komünist düşmanlığından yararlanmak istiyordu. King’in komünist olduğu ve ki-liseyi zaafa uğratmaya çalıştığı yönündeki

propagandaların bir sonucu olarak King, 1958 Eylül’ünde “Özgürlüğe İlk Adım” adlı ilk kitabının imza gününde siyah bir kadının saldırısı dolayısıyla ağır yaralandı ve ancak 1959 başlarında taburcu olabildi. Süreci takiben saldırılar iyice arttı, özellik-le Güney’de bombalamalar ve faili meçhul cinayetler sıradan olaylar haline gelir oldu. Bu gelişmeler siyahlardaki şiddet eğilimini de artırmakla beraber aralarında birtakım bölünmelere zemin hazırladı. Başlangıç-ta bu ayrımın temelinde “din” kavramı vardı. Nitekim, siyah Müslüman hareke-tinin lideri Elijah Muhammed, King’in şiddetsiz eylem anlayışını eleştiriyordu. Beyaz ırkçı hareketin etkinliğini arttırması ile Malcolm X de dahil olmak üzere pek çok eylemci ”şiddete dayalı devrim” fikri etrafında toplanıyordu. Yapılan eylemleri sadece siyahların hakları ile sınırlı görme-yen King’e göre ise, asıl mesele “zengin ve yoksul Amerika” arasındaydı. Bu nedenle King, Elijah Muhammed ve taraftarlarının aksine daha çok beyaz gönüllüyü eylem-lere katmayı hedefliyordu. Bu eylemlerin başında 1960’larda hızla taraftar bulan ve King’in de aktif olarak katıldığı “oturma eylemleri” vardı. Bu süreçte birçok bölge, özellikle de Montgomery, otobüs boykotu yenilgisinin intikamını alma amaçlı olarak saldırılarını yoğunlaştırmıştı. King’in Bap-tist Kilisesi’ndeki toplantılarından birinde, bin kadar siyah içerdeyken kiliseyi kuşatan ırkçılar büyük bir çatışma çıkardı. Olaylar ancak valinin sıkıyönetim ilan etmesiyle bastırılabildi. King ve kilisedeki siyahlar asker korumasında evlerine dönebildi. Bu olayın akabinde, bir yıl boyunca Albany’de yaşayan King, siyahlarla pasif direniş ey-lemleri örgütlemeye çalıştı. Yürüyüşler, protesto oturuşları, dua törenleri gibi ey-lemler sonucu King ve eylemciler tutuk-lanmalara maruz kaldı. Hapisteki King, Albany’de siyahlar eşit haklara sahip olana dek kefalet kabul etmeyeceğini ilan etti. Bunun üzerine boykotlar nedeniyle zara-ra uğrayan işadamları ve yerel yönetimler, King hapisten çıkıp eylemlere son verirse isteklerini kabul edeceklerini bildirdiler. Ancak sonrasında sembolik adımlar dahi atılmadığından King ağır eleştiri aldı ve yöntemlerini sorgulamak zorunda kaldı.

Birmingham DirenişiYasadışı ırkçı grupların son derece

etkili olduğu, sayısız bombalama olayına gönderme yapılarak “Bombingham” diye anılan Birmingham’da belediye başkanı seçimleri yaklaşmaktaydı. Irkçı olmayan bir beyazın başkan seçilebilme ihtimali, SCLC’nin Birmingham’ı sonraki süreç için üs olarak seçmesine neden oldu ve King şeh-

Yasemin YAVUZ

Page 39: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

37

Martin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!”

re davet edildi. Fakat kentin “kamu güven-liği” sorumlusu Eugene Connor, siyahların her hak girişimini bastırmayı başarıyordu. King ve SCLC ile beraber hareket etme kararı alan Rahip Fred Shuttlesworth’un, “C Planı” adını verdikleri eylem planı da-hilinde yaptıkları 6 Nisan tarihli yürüyüş tutuklamalarla sonuçlandığında boykotlar hız kazandı.

Seçmen olmak isteyen siyahların yap-tıkları protestolar, Connor’ın açtığı dava sonucu yasadışı ilan edildi. Bu noktada, o güne dek ırkçılığı yasaklayan kararla-ra dayanarak eylem yapan SCLC çık-maza girmişti. Yalnızca yasal mücadeleyi ilke edinmiş olan King, “Medeni Haklar Hareketi”nin istikbalini düşünerek ilk kez bir mahkeme kararına karşı gelinerek eylem yapılacağını açıkladı. Kırk kadar eylemci başlarında Abernathy ve King’le, sonunda tutuklanacaklarını bildikleri bir yürüyüş düzenlediler. Yürüyüş başladı-ğında yol kenarında toplanan bini aşkın siyah “Özgürlük Birmingham’a Geldi” şarkısını söylerken; bazıları diz çökmüş, eylemin başarısı için dua ediyordu. Sekiz blok sonra Connor’ın emriyle tutuklanıp cezaevine gönderildiklerinde King tecride alındı. Bu dönemde Birminghamlı ırkçı rahipler, özellikle dindar siyahlara King’i kanun tanımaz ve şiddet yanlısı biri gibi göstermeye çalışıyorlardı. Siyahlara, eylem yapmayıp sabırla bekleyerek haklarını elde edebileceklerini salık veren rahiplere, King “Birmingham Hapishanesi’nden Mektup” isimli kitapçıkla yanıt verdi.

Sekiz gün sonra kefaletle serbest kalan King, tekrar harekete geçerek, silahsız ve şiddetten uzak bir direniş hakkında bil-gi verici toplantılar düzenlemeye başladı. Toplantıdan sonra gençler gruplar halinde “ordu” ya alınıyordu. King bu oluşumu; “içtenlikten başka erzakı, azminden başka üniforması, inancından başka cephanesi, vicdanından başka parası olmayan; şarkı söyleyecek ama öldürmeyecek bir ordu” olarak tanımlıyordu. Buradaki eğitimlerde, şiddetsiz direniş felsefesi öğretiliyor; polis ve ırkçıların kışkırtmalarına kızgınlığa ka-pılmadan direnme, dayak karşısında bile şiddete başvurmama gibi eğitimler temsili provalarla test ediliyordu. Sonrasında da her gönüllü, on maddelik taahhütnameyi imzalayarak sivil direniş kurallarına uyaca-ğına söz veriyordu.

2 Mayıs’ta özgürlük sloganlarıyla yola çıktıkları yürüyüşte, Connor’ın eylem-cilere tazyikli su ve eğitilmiş köpeklerle saldırması sonucu pek çok siyah yaralan-dığında, kullanılan şiddetten tüm dünya kamuoyu haberdar oldu ve Birminghamlı ırkçılar protesto edilmeye başlandı. Boy-

kot sonucu, Kennedy’nin de uzlaşı isteği doğrultusunda, Birminghamlı işadamları ve eylemciler arasında King’in taleplerini kabul eden bir antlaşma imzalandı. Ancak ırkçı beyaz örgütler bu antlaşmayı tanıma-dıklarını açıkladılar ve aşırı sağcı Ku Klux Klan, King’in önce kardeşinin evini, sonra da karargah olarak kullandığı otel odasını bombaladığında; ırkçılar amacına ulaşmış, siyahlar kışkırtılmıştı. King ve kardeşi tesa-düfen kurtulduysalar da öfkeli binlerce si-yah, beyazlara ait birçok ev ve iş yerini ateşe verdi. Olaylar Kennedy’nin Birmingham’a yolladığı askeri güç ile durdurulabildi.

Irkçı Connor’ın 1965’e kadar Birmingham‘ın yönetiminin kendine ve-rilmesi isteğini reddeden Yüce Mahkeme kararı siyahlara cesaret verdi. SCLC ve King’in planladığı ilk miting Chicago’da on bin kişinin katılımıyla gerçekleşti. Ar-dından Detroit’te düzenlenen “Özgürlük Yürüyüşü”nde özgürlük isteyen 115 bin siyahın sesi tüm ülkede yankılanıyordu. Tüm bu gelişmelerin kaçınılmaz bir sonu-cu olarak Kennedy, 11 Haziran 1963’te o güne kadarki en geniş kapsamlı “Medeni Haklar Tasarısı” teklifinde bulundu.

İş ve Özgürlük İçin Yürüyüş28 Ağustos 1963 günü, Washington

Anıtı’ndan başlayıp Beyaz Saray’da sonla-nacak yürüyüş, şiddete karşı olan ve tüm ezilenlerin bir araya gelmesi ve örgütlerin de desteğiyle yaklaşık 300 bin katılımcı-ya ulaşmıştı. Amerika’daki en büyük işçi sendikası AFL-CIO ve siyah hareketin birlikte düzenlediği yürüyüşe Joan Baez, Marlon Brando, Bob Dylan gibi pek çok ünlü ismin bulunduğu sayısız sanatçı da katılmıştı. Lincoln Anıtı önünde toplanan kalabalık, siyah önderlerin Başkan’la gö-rüşmesi sona erdiğinde, insanlık tarihinin en anlamlı konuşmalarından birine şahit olacaktı:

“Bir hayalim var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahipleri-nin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir hayalim var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar... Ülkenin en küçük köyünden en büyük kentine kadar her ta-rafından özgürlük şarkıları duyulunca, an-cak o zaman, Tanrı’nın bütün evlatlarının; siyah olsun, beyaz olsun, Katolik olsun, Protestan olsun, Musevi olsun, Tanrı’nın bütün evlatlarının el ele verip şu eski zenci şarkısını söyleyecekleri günün yaklaştığını anlayacağız; “Özgürüz artık! Özgür, özgür! Şükürler olsun sana yüce Tanrım, özgürüz artık!”

Washington yürüyüşü, yasal olarak ciddi bir pratik kazanım oluşturmasa da, ABD’de baskı ve sömürüye maruz kalan tüm insanları bir araya getiren ve seslerini dünya kamuoyuna duyurmalarını sağladığı bir dönüm noktası oldu. Fakat eylemden üç hafta sonra Birmingham’da bir siyah kilisesine yapılan saldırı sonucu 4 kız ço-cuğu hayatını kaybettiğinde, ülkenin farklı bölgelerinde şiddet yeniden yükselişe geç-ti. Yürüyüş sonrasında yakalanan olumlu hava dağılmış; olası bir uzlaşıya inanç azal-mıştı. Irkçıların saldırılarına cevaben siyah hareket şiddet göstermekten çekinmiyor ve bundan dolayı siyahların toplum huzuru-nu bozduğuna yönelik intiba güçleniyor-du. Zamanla siyahlara yönelik bu ayrım-cılık, tüm göçmenleri hedef almaya başladı ve onları kendi gettolarında yaşamaya ve aralarından yeni liderler çıkarmaya itti. Eylemlerinde hep en geniş ezilen kitleyi birlikte tutmayı amaçlayan King, bu ayrış-manın yalnızca egemen güçlerin işine ya-rayacağını biliyordu. Oluşan bu karamsar ortamda, iç ve dış siyasetteki olumsuz du-rumun sorumlusu olarak görülen Kennedy ve hükümeti aleyhine başlatılan kampanya hızla netice verdi. Kennedy’nin beyaz seç-menler arasındaki taraftarlarını kaybettiği ortaya çıkmıştı. King süreci dikkatle izli-yordu ve SCLC ile birlikte eylemleri geçici olarak durdurma kararı verdi. Bu süreçte Teksas’ın Dallas kentinde suikaste uğrayan Kennedy’nin ölümü büyük yankı uyandır-sa da, sonrasında ABD’deki gerginlik azal-maya başladı.

1964 baharında doğrudan eylemi tek-rar harekete geçirmek isteyen King bu kez St. Augustine’i seçti. Burada yapılan eylem-lere devlet güçlerinin yerine direkt olarak ırkçılar müdahale ediyordu. Polisin olayla-rın tamamen dışında kalması sonucu saldı-rılar inanılmaz boyutlardaydı. 11 Haziran günü siyahlara yemek vermeyi reddeden bir lokantada oturma eylemi yapan King ve arkadaşlarının tutuklanmasıyla başlayan boykot ve doğrudan eylem süreci, 1964’te Medeni Haklar Yasası’nın kabulüyle neti-celendi. Irkçı eylemler devam etse de, bu gelişmeyle Güney’de ırkçılık hukuki olarak sona ermişti.

Kuzey eyaletleri ırk ayrımcılığı anla-mında Güney’den iyi durumda gözükse de, gettolardaki siyahların yaşadığı sefalet had safhadaydı. Toplumsal olarak ayrımcı-lık devam ettiği sürece, bir beyazın yaşadığı hayata ulaşamayacağını bilen siyahlar 1964 yılında büyük bir isyan çıkardılar. Müca-delesini Güney’deki ayrımcılığın yanında Kuzey’deki sefalete karşı da sürdürme kara-rı alan King, yaklaşan seçimler için siyah-ların seçmen olabilmesi adına kampanya

Page 40: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

38

başlattı. Kampanya sürecinde, 14 Ekim günü Nobel Barış Ödülü’nü kazanan King, ırkçı beyaz politikaların tüm dünyaca red-dedildiğini göstermiş oldu.

Selma DirenişiKing’in sıradaki hedefi, Alabama’da

küçük bir kasaba olan Selma’ydı. Siyah-ların seçmen kaydını yaptırma amacıyla düzenlenen eylemlerde tutuklanan King hapisten çıktığında; Marion’da yapılan bir eylemde siyah bir gencin polis tarafın-dan öldürülmesi üzerine Selma’dan, eyalet başkenti Montgomery’ye yürüyeceklerini açıkladı. 7 Mart 1965 günü yola çıkan grup, “dağılın!” emrine beklemeyle karşılık verince, polis saldırı emri verdi. Coplarla ve gaz bombalarıyla saldıran polise, ırkçılar da atlarıyla destek oldular. Yakındaki rahip lojmanlarında 60’tan fazla eylemci tedavi edildi, 17 ağır yaralı hastaneye kaldırıldı. Tüm dünyanın tepkisini çeken ve Selma’ya olan ilgiyi arttıran olay “Kanlı Pazar” olarak hatırlanacaktı. 25 Mart günü sonlanan beş günlük yürüyüşün ardından, o yılın ağus-tos ayında yapılan düzenlemeyle 20 binden fazla siyah seçmen kaydını yaptırabildi.

Siyah Hareketin AyrışmasıSelma direnişinin getirdiği başarı ile

ırkçı yasalar ve uygulamalar kaldırılmış olsa da, toplum içinde kökleşmiş ırkçı anlayış varlığını sürdürüyordu. Siyahların yaşadığı gettolardaki korkunç yaşam koşullarının beyazların hayat standartlarıyla arasındaki uçurum, King’i yeni bir kampanya için Chicago’yu seçmeye yöneltti. Ancak bu dönemde siyahlar arasındaki şiddet yanlı-sı muhalif sesler etkilerini arttırıyorlardı. King, kendilerini ”Kara Güç” (veya “Siyah İktidar”) olarak tanımlayan bu hareketin, beyaz muhaliflerin desteğini kaybetmeleri-ne neden olarak ırkçıların elini güçlendir-mesinden endişe duyuyordu. Ünlü “Tom Amca’nın Kulübesi” romanındaki işbirlik-çi ve boyun eğen siyah figürünü reddettiği gibi, şiddet yanlısı yaklaşımı da reddeden King; eylemsizliği korkaklık, şiddeti ise ah-laki zayıflık olarak değerlendiriyordu.

Martin Luther King’in bireyin gönül-lülüğüne dayanarak şiddeti reddeden eylem anlayışı, kapitalizme de cephe alıyordu. Ka-pitalist dünyada, bireyin yitirdiği anlamı, basit insanlarla yönetilen adil bir düzende bulabileceğini düşünen King, kişinin her türlü haksızlığa, kendine yapılmışçasına karşı çıkması gerektiğini savunuyordu. Küçük bir azınlığın tüm zenginliği elinde tutup, büyük çoğunluğun ise sefalet içinde yaşaması ona göre büyük bir ahlaksızlıktı. Antimilitarist bir anlayış benimseyen King, özellikle Vietnam Savaşı sırasında savaş kar-

şıtı safta yerini alacaktı. Yalnızca egemen ve seçkin beyazlara özgürlük vaad eden Ame-rikan politikasını eleştiren King, başka milletlerin halklarını öldüren bir ülkenin, kendi yoksul ve ezilmiş halkına verecek bir şeyi olamayacağını söylüyordu; ”Genç zen-cileri, daha Harlem’de kendilerinin sahip olamadıkları özgürlüklerini korumak için Güneydoğu Asya’ya gönderiyoruz. Daha okul sıralarında yan yana oturtamadığımız zenci ve beyaz gençlerin birlikte ölüşünü televizyonda seyrediyoruz.”

King’in savaş karşıtı tutumu ve bu yönde yaptığı eylemler, Amerikan egemen güçleri oldukça rahatsız etmişti. Amerika aleyhine çalıştığına dair yayınlarla itibarı sarsılmaya çalışılan King, mevcut olum-suz şartlarda dahi yöntemlerinde ısrarcıy-dı. Savaş karşıtı bir kamuoyu oluşturarak devleti, dış politikasını değiştirmeye zorla-mak amacıyla “Yoksul İnsanlar Yürüyüşü” adlı yeni bir eylemin hazırlıklarına başladı. Bu esnada çoğunluğu siyah olan Memp-his temizlik işçilerinin grevi gündemdey-di. Çıkan çatışmalar sonucu gerginliğin tırmanmasıyla, siyah liderler King’i şehre davet etti. King eylemcilere destek olmak amacıyla bir gün boyunca sürecek genel bir grev, boykot ve yürüyüş planı önerdi; eylem için 28 Mart günü belirlendi. Ancak bir grup siyahın polisle girdiği çatışma, bir anda tüm Memphis’e yayıldı. Daha sonra; polisin sert tutumunu protesto etmek ama-cıyla yeni bir yürüyüş yapmaya karar veren King; tekrardan komiteler örgütlemeye, propaganda ve eğitim faaliyetlerine başla-dı. Siyahların, Memphis’te King önderli-ğinde birlik içinde hareket edebilecekleri bir ortam oluştu.

4 Nisan gününün akşamında, gece ya-pılacak toplantı için hazırlanan King, kal-dığı motelin balkonuna çıktı. Karşısındaki pansiyondan James Earl Ray adlı kişinin uzun namlulu tüfeğinden çıkan kurşun-larla çenesinden ve ensesinden vuruldu ve orada hayatını kaybetti. King’in ölümüyle ülke genelinde görülmemiş derecede yay-gın şiddet olayları başladı. Olaylar öylesine büyüdü ki, Beyaz Saray federal birliklerce korumaya alındı. Eylemlerin önderi ko-numundaki Kara Güç Hareketi’nin lideri Carmichael; “Beyaz Amerika Dr. King’i öldürerek, bize savaş ilan etti. Evlerinize gi-din ve tüfeğinizi kapın.” diyerek halkı ayak-lanmaya çağırıyordu. Öfkeli binlerce insan sayısız binayı ateşe verdi, kampüsler işgal edildi. 24 binden fazla kişinin tutuklandığı ve resmi rakamlara göre 43, esasında çok daha fazla olduğu tahmin edilen, kişinin hayatını kaybettiği olaylar, ordu ve Ulusal Muhafız Birlikleri’nin müdahalesiyle dur-durulabildi. Cenaze töreninden bir gün

önce Memphis’e giden eşi Coretta Scott King, Martin Luther King’in ölmeden önce planladığı temizlik işçileri yürüyüşü-ne önderlik etti. Cenaze töreni sırasında ise tüm ülkede adeta yaşam durmuştu. Tam da görmek isteyeceği gibi; siyahlar ve beyazlar hep birlikte sessiz yürüyüşler yaptılar. Sonuç

Adaletsizlik karşısında tüm yoksulla-rın birliğini savunan ve ardında umut dolu bir direniş geleneği bırakan Martin Luther King, kısa süren hayatını adadığı davasın-da tutarlılığını asla kaybetmemiş bir lider-di. Bugün barış için ifade ettiği anlamı, yaşamı boyunca benimsediği “fedakarlık” anlayışıyla kazanan King, hayat felsefesi-ni ve düzenini, ona ihtiyaç duyulan yerde olabilmek üzerine kurmuştu. Daima kar-şısında durduğu şiddetin kurbanı olsa da; kendi sözleriyle, “haklı amaçlarını gerçek-leştirebilmesinin, canını korumaktan daha önemli olduğu”na inanarak hareket etmiş-ti. Ölümünden 24 saat önce yaptığı ko-nuşmada korkusuzca sesleniyordu; “Beni tehdit ediyorlar ve önümüzde zor günler var. Fakat artık bunların hiçbirini umursa-mıyorum. Çünkü ben o dağı tırmandım. Herkes gibi ben de uzun bir hayat sürmek isterim; fakat artık umrumda değil. Ben sadece Tanrı’nın isteklerini gerçekleştir-dim ve O benim, dağın tepesine çıkmama izin verdi ve ben ufka baktım, vaat edilmiş toprakları gördüm. Sizinle oraya geleme-yebilirim. Fakat bu gece emin olmanızı istiyorum ki bizler, insanlar olarak, o vaat edilmiş topraklara ulaşacağız. Ben bu gece çok mutluyum. Hiçbir şeyden endişe duy-muyorum. Hiç kimseden korkmuyorum. Benim gözlerim Tanrı’nın görkemini gör-dü.”

1. AKALIN, C.(1995), Düşler ve Gerçekler Tanıklarıyla Dünya’da ve Türkiye’de 68, Sarmal Yayınevi, İstanbul.

2. AYGÜN, T. (2006). Efendiliğin Reddi Sivil İtaatsizlik ve Doğrudan Eylem, Versus Kitap, İstanbul.

3. BLEIWEISS, R. M. & HARRIS, J. L. & MARFUGGI, J. R.(1971) Martin Luther King Jr., Redhouse Yayınevi

4. FRASER, R. (1988), 1968 İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı, Belge Yayınları.

5. KING, M. L.(1995), Sevginin Gücü, Arda’s Yayınları

6. KING, M. L. (1997), “Birmingham Cezaevi’nden Mektup”, içinde: Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları.

7. MARCUSE, P., 2002, “The Shifting Meaning of the Black Ghetto in the United States”,Marcuse R van Kempen (Ed), States and Cities, s: 109-142, Cambridge, UK: Oxford University Press.

8. MASSEY, D. ve Denton, N.(1993), American Apartheid, Cam-bridge Ma: Harvard University Press.

Yasemin YAVUZ

Page 41: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

39

Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle

Bir Dersim HikâyesiHava soğuktu ve etrafta kim-

seler yoktu. Ama O, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. “Evlâdı Kerbelayıh. Bi ha-tayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayet-tir”. Bu sözler Seyit Rıza’nın sandal-yesine tekmeyi vurmadan önce sarf ettiği son sözlerdi. Dersim toprakla-rından silinmeye çalışılan sadece bir insan bedeni miydi?

“Anadolu, kanlı sahne… Onca uygarlığın kurulduğu, dağıldığı, el değiştirdiği; onca dilin, dînin, inan-cın, kültürün yaşadığı, çatıştığı, iç içe geçtiği zorlu bir coğrafya burası. Ve her geçen gün biraz daha öğre-niyoruz bu topraklarda her inkarın ardında yakın ya da uzak tarihli bir toplu mezarın yattığını... Toprağa yalnızca ölülerin değil, hakikatlerin, dillerin, kültürlerin, kelimelerin gö-müldüğünü...” Murathan Mungan, yaşananları kitabın giriş bölümün-de bu cümlelerle ifade ediyor. Bu topraklar, Hitit, Roma ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklara ev sa-hipliği yapmış. Bu topraklarda olan biteni tarihi belgeler ve kitaplardan öğrendiğimiz ve bu toprakların in-sanlarından duyduklarımız kadar biliyoruz. Peki ya bilmediklerimiz, bilmek istemediklerimiz?

Tarihimizde “Dersim Harekâtı” olarak bilinen bu olay, aslında binlerce insanın sürgün edildiği, katledildiği kara bir dönemdir. Ya-şanılanların birçoğu hala devlet arşivlerinin tozlu raflarından inme-yi bekliyor. Bu kadar bilinmeye-nin olduğunu düşündüğümüz bu harekâtta(!) bilinen tek bir gerçek

var ki o da binlerce insanın göz göre göre katledildiği. Tarihi belgeler geç-mişe ışık tutar ve tarih kitapları da aslında bu belgelerin bir yansıma-sıdır. Peki ya hikâyeler? Hikâyeler; aslında yaşanılan duygular, anılar ve belki de gerçeğin ta kendisi.4 Ma-yıs 1937’de başlatılıp 1939’da sona eren bu harekât hakkında birçok tarih kitabı yazıldı ve birçok bel-gesel çekildi ama geçtiğimiz seneye kadar kimse olayı edebi bir bakış açısı ile ele almamıştı. Murathan Mungan ise bu seçkinin amaçların-dan bir tanesinin de tarihi edebi-yatla güncellemek olduğunu ifade ediyor. Mungan, Barış Bıçakçı’dan Sema Kaygusuz’a, Yalçın Tosun’dan Hakan Günday’a kadar toplamda yirmi üç yazardan sadece bu seçki için bir ‘Dersim Hikâyesi’ yazma-larını istemiş. Hikâyelerde Mustafa Kemal Atatürk, Sabiha Gökçen gibi dönemin önemli isimleri de unu-tulmamış. Bazı hikâyeler tamamı ile yaşanan gerçek olaylardan bah-sederken bazıları ise tamamen eşsiz birer kurgudan ibaret. Murat Uyur-kulak, ‘Kaju’ adlı hikayesinde Hin-distan başsefirinin kızının Mustafa Kemal’e “kaju” namı diğer “maun fıstığı” ikram etmesinden ve ardın-dan Mustafa Kemal’in nefes borusu-na takılan kajunun yıllarca ülkenin ithalat yasağı olan mamüller liste-sinde yer almasından bahsederken Yavuz Ekinci ‘Dedemin Madalyası’ adlı hikayesinde ise harekat sonucu ailenin büyükbabası tarafından alı-nan madalyanın baba-oğul arasında oluşturduğu kutuplaşmadan, ayrış-madan söz etmektedir. Dersim’de yaşananlar, ondan arta kalanlar ve olayların insanlarda bıraktığı siline-meyen izler kısacası döneme dair her ayrıntı hikâyelerde ele alınmaya çalışılmış. Dersim dağlarındaki ma-ğaralarda sığınan insanların yaşadık-ları, uçaklarla Dersim topraklarına atılan bildiriler, insanların ülkenin batısındaki illere iskânları, küçük yaştaki çocukları ailelerinden ayırıp isimlerinin değiştirilmesi, kurşunun pahalı olması sebebi ile insanların

silahların dipçikleri ile öldürülmesi gibi detaylar da hikâyelerde gözden kaçırılmamış ve bazen bu detaylar bir hikâyenin merkezine oturtul-muş.

Gönülde kalan yara izleri son-suza dek sürer; ne ölüm ne de baş-ka bir şey o yaraya merhem olur. ‘’Edebiyat, kin tazelemek için değil, hafıza tazelemek için yapılır. İyi ede-biyat insanlara gerçekleri algılama, hakikatleri üstlenme, sorumluluk alma, gerçeğe dayanma gücü kazan-dırmak ister. Kırımları, kıyımları, katliamları halklar yapmaz; zihni-yetler yapar.’’ Murathan Mungan’ın da belirttiği üzere bu seçkinin amacı ne bir yaraya tuz basmak ne de bir yarayı deşmek. Bu eserde kaleme alınan hikâyelerle bazen dönemin insanı oluyorsunuz, bazen korkuyor bazen de üzülüyorsunuz. Geçmişin sadece sayfaların sağ üst köşesine atılan tarihlerden ibaret olmadığını bir kez daha fark ediyor ve ölüm korkusu ile mağaraların içinde bek-leyen insanlardan biri olup kitabın sayfalarını ağır ağır çeviriyorsunuz.

‘Bir Dersim Hikâyesi’, Dersim olaylarını edebiyat ile harmanla-yıp sunan nadide bir eser. Yirmi üç yazarın sadece bu kitap için ka-leme aldığı duygu yüklü hikâyeler yeni bir tarihi belge niteliğinde. Eğer sizin de herkes gibi bir Der-sim hikâyeniz varsa bu seçki kü-tüphaneniz için nadide bir eser. [email protected]

Sayfa Sayısı: 200Baskı Yılı : 2012Yayınevi: Metis Yayıncılık

Muzaffer BÜYÜKŞEKERCİ

Muzaffer BÜYÜKŞEKERCİ

“Gönülde kalan yara izleri sonsuza dek

sürer. Ne ölüm ne de başka bir şey o yaraya

merhem olur. Eğer sizin de herkes gibi bir

Dersim hikayeniz varsa bu seçki kütüphaneniz

için nadide bir eser.”

Page 42: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

40

Orijinal adı “Das Leben der Anderen” olan Mart 2006-Berlin çıkışlı film, “Başkalarının Hayatı” adıyla bir yıl sonra da Türkiye’deki si-nemaseverlerle buluştu. Yönetmenliğini ve sena-ristliğini Florian Henckel von Donnersmarck’ın üstlendiği “The Lives of Others” Türkiye de dahil olmak üzere vizyona girdiği her ülkede oldukça ilgi gördü ve seyircinin beğenisini ka-zandı. Amerikalı yönetmen Sydney Pollack, konuyu Hollywood’a taşımaya karar verdi an-cak ölümüyle bu proje rafa kaldırıldı. Film, Berlin Duvarı’nın ikiye ayırdığı Almanya’da Doğu Almanya Cumhuriyeti’nin baskıcı ve sosyalist rejimini korumak uğruna hükümetin aldığı katı tedbirleri ve insanların özel hayatla-rına yapılan müdahaleleri konu edinir.

Film, konu itibariyle akıllara ilk olarak Francis Ford Coppola’nın “The Conversation” filmini getirir. The Lives of Others’taki insan-lar üzerinde hakim olan sürekli izlenme ve dinlenme korkusu ve Stasi adı verilen acımasız istihbarat örgütü usta yazar George Orwell’ın “1984” romanına atıfta bulunur. Filmin 1984 yılında başlaması da manidardır.

Bir tiyatro oyununun galasında Kültür Ba-kanı Bruno Hempf, Yarbay Anton Grubitz’ten oyun yazarı Georg Dreyman’ın rejim karşıtı olabileceği gerekçesiyle takip edilmesini ister; ancak Georg Dreyman’ın sevgilisi Christa-Maria Sieland üzerinde de farklı emelleri var-dır. Yarbay, ustaca yöntemler kullanan ve bin-lerce elemanı olan Stasi teşkilatından başarılı ve idealist, Ulrich Mühe’nin ustaca canlandırdığı, yüzbaşı Gerd Wiesler’ı görevlendirir. Wiesler tuttuğunu koparan bir Stasi ajanıdır. Aynı za-

manda akademide de öğrenci yetiştirmektedir. Gizli polis teşkilatı Stasi’nin filmde kullandığı yöntemlerin o dönemde kullanılan sorgulama ve dinleme yöntemlerinin aynısı olması film-de dikkat çeken bir başka ayrıntıdır. Başlarda rejime sadık olan Georg Dreyman sevgilisine yapılan şantaj ve yakın arkadaşının intiharı üzerine farklı ve tehlikeli bir çalışmaya başlar. Yüzbaşı Gerd Wiesler bu süreçte onların hayatı-na oldukça fazla adapte olmuştur. Wiesler “baş-kalarının hayatı”na yaptığı ince müdahalelerle olayların seyrini beklenmedik şekilde değiştirir. 1984 Kasım’ında başlayan The Lives of Others, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından iki yıl sonra 1991’de sona erer.

Gabriel Yared’in bestelediği “İyi Bir İnsan İçin Sonat” adlı parça, The Lives of Others için bir film müziği olmaktan çok daha öte bir an-lam taşımaktadır.

Başrollerini Ulrich Mühe, Martina Gedek ve Sebastian Koch’un paylaştığı The Lives of Others, yönetmenin kendi başına çektiği ilk uzun metrajlı filmidir. 2007 Oscarı’nda En İyi Yabancı Film Ödülü, BAFTA, César, Bodil ödüllerinin yanı sıra çeşitli yarışma ve festival-lerde 58 ödül daha alarak kalitesini gözler önü-ne sermiştir.

The Lives of Others tekdüze bir rejim eleş-tirisi olmaktan oldukça uzaktır. Oyuncuların da yüksek performansları sayesinde çok başarılı psikolojik tahliller yapan ve kişilerin ruh halle-rini derinlemesine inceleyen; 2 saati aşan ama izleyicinin dikkatini canlı tutan bir dramdır. [email protected]

Mustafa ÖZPAÇACI

Mustafa ÖZPAÇACI

The Lives of Others, Doğu Almanya Cumhuriyeti hükümetinin baskılarını ve insanların özel hayatına müdahalelerini konu edinir. Stasi adı verilen gizli teşkilattan yüzbaşı Gerd Wiesler sanatçı bir çifti takibe alır. Wiesler başkalarının hayatına beklenmedik müdahalelerde bulunur.

Page 43: Genç Barış Dergisi 2.Sayı

"”The Youth Magazine of Ideas and Research"

YIL:1 - SAYI:2İLKBAHAR 2013

"Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi"


Recommended