Date post: | 02-Dec-2023 |
Category: |
Documents |
Upload: | independent |
View: | 0 times |
Download: | 0 times |
1
ONUNCU YILINDA ONBİR EYLÜL: KÜRESEL FELAKETE YEREL
YORUMLAR
Derleyenler
İsmail Aydıngün ve Ali Murat Özdemir
2
Sunuş
Onbir Eylül 2001 tarihinde yaşanılanlar, söz konusu olayın vuku bulduğu andan itibaren
sürekli yorumlandı. Bu olayın ilk bakışta açık olduğu zannedilen failleri, mağdurları,
tasarlayanları, içeriği gibi unsurları üzerine sınırsız sayıda yorum yapıldı. Bu yorumlar
bazen taban tabana zıt ön varsayımlar ve değerleri içerdi. Anılan yorum bolluğu içinde
sabit olan yegâne şey, bu olayın tarihi değiştiren bir olay olduğuydu.
Başkent ve Hacettepe Üniversitelerinde çalışan akademisyenler olarak anılan yorum
denizinin içine yeni yorumlar eklemekten kaçınmamamızın nedeni, onbir Eylül’ün onuncu
yılında gerçekleştirilen uzun bir konferanslar serisi çerçevesinde konuyu ele almış
olmamızdır. Konferans serisinin gündeme gelmesinin ardındaki neden, Türkiye içinden
düşünen ve onbir Eylül olaylarını Türkiye’ye etkisiyle birlikte ele alan yazarların, olayı
Amerika Birleşik Devletleri ekseninden yorumlayan yazarlara oranının bir hayli düşük
olmasıydı. Konferans serisi neticesinde gelinen noktaya baktığımızda, olayın Türkiye
içinden düşünen yazarlarca ele alınmasının, konunun işleniş biçimi ve içeriği üzerinde
doğrudan esaslı ölçütler doğurmadığı, ancak Türkiyeli yazarların ilgilerinin/odak
noktalarının onbir Eylül’ün sınırsız sonuçları arasından ele alınabilecek hususların
seçiminde bazı ölçütler sunabileceği görüldü. Aynı şekilde, katılımcı yazarlar kitabın
nesnesi haline gelen olayı farklı perspektiflerden ele aldılar. Ancak, önceden belirli olan bu
dil ayrılığı meselesinin kitabı eklektik bir çalışmalar bütünü haline getirdiğini söylemek
zor. Anılan bu perspektif bolluğu, farklı söylemsel biçimlenmeler içinden bilgi üreten
insanların gerçekteki somutu nasıl ele aldığını takip etmek için yararlı bir derleme
stratejisine dönüşmekle kalmadı; aynı zamanda okuyucuya onbir Eylül ‘gerçeğinin’ hiç de
basit olmayan yönünü sundu.
Ortak etkinlik her iki üniversitenin mekânlarında gerçekleştirilirken, salt akademisyenler
değil aynı zamanda çoğu siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplinlerinde eğitim gören
öğrenciler de etkileşime girdiler ve yer yer düşünce sürecine olumlu etkileri olan
tartışmalar yaşandı.
Elinizde bulunan çalışma uzun bir hazırlık sürecinin ardından ortaya çıktı. Konu bütünlüğü
ve makaleler arası akışkanlığı sağlamak amacıyla çalışmaları konferansın tartışmalar
ekseninde beliren özgün serimlemesine uygun şekilde sunduk. Amacımız, konuyu önce
teorik düzlemde ele almak ve ardından bu teorik arka planı göz önünde tutmak suretiyle
onbir Eylül’ün Türkiye’yi ilgilendiren somut açılımlarını gündeme getirmekti.
3
İlk makale, onbir Eylül’ün ulus devlet, demokrasi, küreselleşme, güvenlik, özgürlük, dinsel
kimlikler alanlarında düşünme kipliklerimize etkilerini araştırmaktadır. Bu bağlamda,
onbir Eylül’ün öncesi ve sonrası arasında bir kopuş ilişkisi gören Funda Gençoğlu
Onbaşı’nın çalışması, onbir Eylül’ün hem var olan maddi koşullar üzerinde hem de
zihniyet dünyamızda yarattığı etkilere odaklanmaktadır.
İkinci makale, onbir Eylül’ün devlet biçimine etkisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu
kapsamda sorunu ele alış sürecimizde sık sık başvurup ‘apaçık’ saydığımız kavramlar,
özellikle de son zamanlarda Weberci perspektifler dışında ele alınmayan devlet kavramı
yoğun olarak tartışmaya açılmıştır. Makale, devlet biçimiyle emperyalizm arasındaki
bağlantıyı kurduktan sonra onbir Eylül’ün devlet biçimi üzerindeki etkilerini ele
almaktadır. Devlet biçimi tartışmalarının ekonomi politiğe taşınması ve ardından Orta
Doğu’nun merkezde bulunduğu bir küresel ekonomi politik çözümlemesinin sunulması,
makaleyi ilgi çekici kılmaktadır. Bu bağlamda, devletin uluslararasılaşması sürecinde Irak
saldırısının, hem stratejik hammadde satıcısı ülkeler hem de Türkiye için ne ifade ettiği
tartışılmaktadır.
Emel Oktay’ın çalışması, onbir Eylül sonrasında Amerikan kamu diplomasisinin
belirleyenlerini ve dönüşüm sürecini incelemektedir. Bu alandaki dönüşümün bilgisi,
doğrudan konuyla ilgilenenlerin yanı sıra ideoloji alanının uluslararası ilişkiler disiplini
üzerindeki etkilerini takip etmek isteyenler için de önemli imkânlar barındırmaktadır.
Çalışma, Soğuk Savaş sonrası değişen kamu diplomasisi anlayışı ve ‘yumuşak güç’
kavramı üzerine eğildikten sonra kamu diplomasisinin teröre karşı nasıl araçsallaştırıldığı
hususunu irdelemekte, Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel ölçekli politikalarının
belirleyenlerini anlayabilmek için önemli ipuçları vermektedir.
Anar Somuncuoğlu’nun yazısında onbir Eylül’ün Amerika Birleşik Devletleri’nin iki
Asyalı (ve olası) rakibi üzerindeki etkileri ele alınmaktadır. Yazara göre, onbir Eylül’ün,
Rusya ve Çin’in küresel rekabet alanında edindikleri pozisyonlar üzerindeki etkisi
belirleyici olmamakla birlikte önemlidir. Buna göre, onbir Eylül’ün her iki ülkenin küresel
egemenlik mücadelesindeki olumlu etkileri olumsuzlardan fazladır. Asya’nın jeo-politiği
irdelenirken bölgede kaim başat güçlerin karşılıklı ilişkisi göz ardı edilmemelidir.
Somuncuoğlu’nun çalışması bu eksiği gidermeye yönelmiştir.
Dördüncü makale, onbir Eylül’ün göç ve göç politikalarına etkisi üzerinde yoğunlaşmakta,
bu etkileri özellikle Avrupa Birliği’nin göç politikaları çerçevesinde ele almakta, Avrupa
Birliği’nin güvenlikleştirme ve ekonomikleştirme ikilemi arasında sıkışan göç
4
politikalarını irdelemektedir. Zuhal Yeşilyurt Gündüz, Avrupa’nın sömürge geçmişinin
bugün göç veren başta Afrika ülkeleri olmak üzere birçok ülkenin yoksulluğunun nedeni
olduğunu, ayrıca günümüzün neo-sömürgeciliğinin de yoksul ülkelerin büyümesini,
kalkınmasını ve gelişmesini engellediğini; Avrupa Birliği’nin ısrarla sürdürmekte olduğu
Ortak Tarım Politikasının Afrika ülkelerini rekabet etmekten uzaklaştırdığını ve birçok
Afrika ülkesinin rekabet edebileceği nadir sektörlerden biri olan tarım sektörünün
ürünlerini satmalarını engellediğini; dolayısıyla özellikle Kuzey Afrika’yı yoksulluktan da
öte açlıkla yüz yüze bıraktığını vurgulamaktadır. Yazara göre, Avrupa Birliği, göçmenlerle
ve mültecilerle değil göçün nedenleri ile mücadele etmelidir. Bu mücadelenin, Avrupa
Birliği’nin göçle ilgili algısını değiştirmekle başlayabileceğini vurgulayan Yazar, Avrupa
Birliği’nin göçü güvenlikleştirmekten vazgeçerek yeniden güvenliksizleştirmesi gerektiğini
savlamaktadır. Güvenlikleştirme bir inşa süreci olduğuna göre, eğer istenirse, aynı şekilde
güvenliksizleştirme de inşa edilebilir. Bu inşanın gerçekleştirilmesi açık bir iltica ve göç
politikasının sağlayacağı vurgularla yapılabilir.
Son yazı, kitabın değindiği konuların önemli bir kısmına ve onbir Eylül’ün etki yaptığı
bütün coğrafyalara dokunarak yerini hak etmektedir. Yerini hak etmekten kasıt,
konuşmacının/yazarın, yazarların ortak düşüncelerini özetlemesi değil, değinilen konulara
ya da mekânlara büyük ölçüde temas etmesidir.
İsmail Aydıngün ve Ali Murat Özdemir
5
İÇİNDEKİLER
ONBİR EYLÜL: NEYDİ, NEYİ DEĞİŞTİRDİ?
Funda Gençoğlu Onbaşı
ONBİR EYLÜL VE YENİ DEVLET BİÇİMİ
Ali Murat Özdemir
ONBİR EYLÜL SONRASI AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ
KAMU DİPLOMASİSİ
Emel G. Oktay
ONBİR EYLÜL’DEN SONRA ORTA ASYA: TEK
KUTUPLULUKTAN ÇOK KUTUPLULUĞA
Anar Somuncuoğlu
ONBİR EYLÜL SONRASINDA AVRUPA BİRLİĞİ VE GÖÇ:
GÜVENLİKLEŞTİRME VE EKONOMİKLEŞTİRME İKİLEMİ
Zuhal Yeşilyurt Gündüz
ONBİR EYLÜL SONRASI KÜRESEL DEĞİŞİMLER
C. Sencer İMER
6
YAZARLAR VE EDİTÖRLER HAKKINDA BİLGİ
İsmail AYDINGÜN
Doç. Dr. İsmail Aydıngün, Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü öğretim üyesidir. Lisans eğitimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde tamamlayan
Dr. Aydıngün, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Ankara Üniversitesi’nde yapmıştır.
Çalışma alanları arasında; Orta Asya ve Kafkasya, Sovyet sonrası milliyetçilikler, etnik/
milli kimlik oluşumu, etnik göç, sürgün halkları (Ahıska Türkleri, Kırım Tatarları),
etnisite, milliyetçilik, diaspora, siyaset sosyolojisi, Türkiye siyasi tarihi yer almaktadır.
Zuhal Yeşilyurt GÜNDÜZ
Doç. Dr. Zuhal Yeşilyurt Gündüz, Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nde 2001 yılından bu yana çalışmaktadır. Lisans, yüksek lisans (1995) ve
doktorasını (2000) Bonn Üniversitesi’nde tamamlamıştır. İlgi alanları; Türkiye-Avrupa
Birliği bütünleşmesi, kadın ve toplumsal cinsiyet, Avrupa Birliği-Akdeniz Ortaklığı, göç,
HIV/AIDS’in güvenlikleştirilmesi, İslam’ın güvenlikleştirilmesi, Avrupa Birliği’nde
yabancı düşmanlığı ve İslamofobi, kadın ve su, Avrupa Birliği’nde neoliberalizm’dir.
C. Sencer İMER
1942 yılında Ankara’da doğan Sencer İmer, 1960 yılında Ankara Kurtuluş Lisesi’nden,
1968 yılında Berlin Teknik Üniversitesi’nden yüksek mühendis olarak- mezun olmuş,
1974’te aynı üniversiteden doktor unvanını almıştır. Matematik ve felsefe öğrenimi de aynı
üniversitede yapmış, akademisyen olarak devam etmiştir. Çalışma hayatını Türkiyede
sürdürmüş, Birleşmiş Milletler’de, Devlet Planlama Teşkilatı’nda danışmanlıklar yapmış,
Özal hükümeti zamanında Başbakana, bazı bakanlara danışmanlıklar, Demir Çelik Genel
Müdürlüğü, Erdemir, Asil Çelik’te Yönetim Kurulu Başkan vekilliği, Kardemir’in
kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmış, akademik hayatta da Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı,
Aksaray Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğretim üyeliği ve İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dekanlığı görevini yapmış olup, sonuncusunu bugün hala
sürdürmektedir. Mühendislik, iktisat, uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi alanlarında yurt
içi ve yurt dışı birçok yayını bulunmaktadır. Çalışma alanları; Türkiye ekonomisi, su
politikaları, doğal kaynaklar ekonomisi ve çatışma çözümleri’dir.
7
Emel G. OKTAY
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra
yüksek lisans derecesini İngiltere’de Reading Üniversitesi’nden almıştır. Doktorasını
Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlayan Doç. Dr. Oktay, 2005-
2007 yılları arasında Hollanda Clingendael Enstitüsü’nde Kıdemli Araştırmacı olarak
bulunmuştur. Doç. Dr. Oktay’ın Balkanlar, Karadeniz ve Avrupa Birliği Komşuluk
Politikası üzerine çeşitli ulusal ve uluslararası yayınları bulunmaktadır.
Funda Gençoğlu ONBAŞI
Yrd. Doç. Dr. Funda Gençoğlu Onbaşı, Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Bilkent
Üniversitesi’nde tamamlayan Dr. Gençoğlu Onbaşı, doktora çalışmasını Orta Doğu Teknik
Üniversitesi’nde yapmıştır. Çalışma alanları arasında; demokrasi kuramı, sivil toplum
kuramı ve pratiği, kadın ve siyaset, Türk modernleşmesi, siyasi partiler yer almaktadır.
Ali Murat ÖZDEMİR
1968 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Sussex Üniversitesi
Hukuk Çalışmaları Merkezi’nde Uluslararası Ticaret Hukuku üzerine yüksek lisans yaptı.
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden Siyaset Bilimi doktorası aldı. İş
hukukunun ekonomi politiği üzerine olan tezi, 2005’te Mustafa Parlar Vakfı yılın tezi
ödülüne layık görüldü. Doçentliğini sosyal politika alanında aldı. Hâlen Hacettepe
Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. Deneme, makale, kitap
bölümü, kitap ve tezden müteşekkil çalışmaları siyaset felsefesi, ekonomi politik, sosyal
politika ve hukuka sosyolojik yaklaşım başlıkları altına yerleştirilebilir.
Anar SOMUNCUOĞLU
Dr. Anar Somuncuoğlu 1975’te Kazakistan’da doğdu. Orta öğrenimini Kazakistan’da
tamamladıktan sonra 1997’de Gazi Üniversitesi, Ekonometri Bölümü’nden, 2000’de
Hacettepe Üniversitesi İktisat yüksek lisans programından mezun oldu. 2009’da Ankara
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler doktora programını tamamladı. 2000-2010 yılları
arasında ASAM, TUSAM ve 21. Yüzyıl Enstitüsü’nde çalışan Dr. Somuncuoğlu hâlen
Hacettepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim görevlisidir.
8
ONBİR EYLÜL: NEYDİ, NEYİ DEĞİŞTİRDİ?
Funda Gençoğlu Onbaşı
Giriş
Onbir Eylül olaylarının nedenleri ve sonuçlarına dair yüzeysel bir literatür araştırmasının
bile ortaya çıkarabileceği gibi bu konuda çok farklı görüşler dile getirilmektedir. Yine de,
üzerinde genel bir uzlaşının varlığından söz edilebilecek görüş onbir Eylül 2001 gününün,
dünya toplumlarının siyasal ve toplumsal yaşamlarında ve zihniyet yapılarında üzerinde
durmaya değer değişiklikleri beraberinde getirdiği, aynı zamanda pek çok insanın kişisel
yaşamlarında da iz bırakan önemli ve tarihî bir gün olduğu görüşüdür.
Çalışmamla ilgili araştırmalarım esnasında en çok dikkatimi çeken noktalardan biri, onbir
Eylül ile ilgili kitapların ve makalelerin birçoğunda yazarların söze onbir Eylül 2001
tarihinde ikiz kulelere gerçekleşen saldırının haberini ilk aldığında kendisinin ne yapmakta
olduğunu, nereden nereye gitmekte olduğunu anlatarak başlaması, olaylardan haberdar
olduğunda ilk tepkisinin ne olduğunu, neler düşünüp neler hissettiğini, kimlerle konuşmak
ihtiyacı hissettiğini okuyucularıyla paylaşarak başlamasıydı. Aslında bu durum belki de
pek çoğumuz için geçerlidir. Pek çoğumuz o sırada nerede olduğumuzu, ne yapmakta
olduğumuzu hep hatırladığımız için onbir Eylül 2001, zihinlerimize ve kişisel
hafızalarımıza kazınan tarihî bir gün oldu.
Onbir Eylül olaylarının önemi konusunda genel bir görüş birliğinden söz edilebilse de
atfedilen bu önemin nedenlerine dair yorumlarımız kayda değer farklılıklar göstermektedir.
Bu çalışma, bu farklı yorumları gözden geçirmeyi ve bunu da iki ana başlık altında
yapmayı amaçlamaktadır: İlk olarak, öncelikle onbir Eylül’ü anlamak, anlamlandırmak
için başvurulan farklı anlatıların, farklı yorumların yani “onbir Eylül neydi?” sorusuna
verilen farklı yanıtların üzerinden kısaca geçilecektir. Tabii ki onbir Eylül’ün herkes için
geçerli olan tek bir anlamı ya da tek bir açıklaması yok, olması da mümkün değil; böyle bir
konuda farklı anlatıların, farklı yorumların, farklı yaklaşımların olması gayet olağandır. Bu
farklı yaklaşımların üzerinden geçtikten sonra içlerinden en ‘meşhuru’ olarak medeniyetler
çatışması tezi/tartışması biraz daha detaylı bir biçimde incelenecektir. İkinci ana başlıkta
ise ‘onbir Eylül neyi değiştirdi?’ sorusuna odaklanılacak ve bu soru çerçevesindeki analiz
şu saptama temelinde şekillenecektir: Onbir Eylül sonrası dönemde dünyanın farklı
yerlerindeki farklı toplumlar-siyasi sistemlerinde, hukuki yapılarında ya da ekonomilerinde
gözlemlenen değişimler ve süre giden savaşlar gibi-gerçekten gözle görülür, elle tutulur
9
nitelikte ve çok önemli bir dizi maddi değişim yaşamış olsa da onbir Eylül’ün asıl büyük
ve önemli sonucunu, etkisi veya bir şeyleri değiştirebilme potansiyelini düşünce
biçimlerimizde, zihniyet yapılarımızda yarattığı etkide gözlemlemek mümkündür. Onbir
Eylül’ün en büyük mirası galiba bizi bazı çok hayatî tartışmalarla, bazı kavramlar hakkında
yeniden düşünme çabasıyla baş başa bırakmış olmasıdır. Bu, bütün bunlar gündemimize
onbir Eylül ile geldi demek değildir. Tabii ki bu kavramlarla daha önceden de meşguldük,
fakat onbir Eylül bazı şeyleri bir kez daha sorgulamamıza, bazı soruları yeniden ve yeniden
sormamıza neden oldu. Örneğin ulus devlet, demokrasi, küreselleşme, güvenlik, özgürlük,
dinsel kimlikler gibi. Aslında onbir Eylül’ün onuncu yılında hâlen bu sorgulama, yeniden
düşünme, akıl yürütme sürecinin içindeyiz. Bunun da bizi nereye götüreceğini şimdilik
bilemesek de sürekli sorular sorduğumuz, bazı şeyleri sorguladığımız bu süreci mutlaka
karamsar bir bakış açısıyla belirsizlik, güvensizlik, umutsuzluk ve kafa karışıklığı ile
karakterize olan bir süreç olarak değil, iyimser bir bakış açısıyla yorumlamak da mümkün
olabilir. Sonuçta daha iyi bir dünyaya ulaşabilmek, öncelikle var olan dünyaya dair bazı
sorgulamaları gerektirmez mi?
Çalışmamın son iki bölümünde onbir Eylül’ün hem var olan maddi koşullar üzerinde hem
de zihniyet dünyamızda yarattığı etkiden söz edeceğim ve bizi hangi sorularla,
tartışmalarla baş başa bıraktığı sorusuna yanıt vermeye çalışacağım. Tabii ki burada belli
başlıklar altında değineceğim hususların her birinin müstakil birer araştırma ve uzmanlık
konusu olduğunun farkında olarak amacımın aslında hepimizi bazı sorular etrafında
yeniden düşünmeye davet etmek olduğunu belirtmek isterim.
Onbir Eylül Neydi? Farklı Anlatılar, Farklı Yorumlar
Onbir Eylül 2001 günü neler olduğunu Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin CNN
resmi sitesinde yayınlanan açıklamalarından hatırlayacak olursak olaylar şöyle gelişti:
Onbir Eylül 2001 Salı günü ABD’de dört yolcu uçağının ikisi New York’taki Dünya
Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri Washington D. C.'de Pentagon’a çarptı.
Sonuncu uçak ise yolcular ve uçağı kaçıranlar arasındaki mücadeleden sonra 150 mil
uzakta, Pennsylvania kırsalında düştü. İlk saldırı yerel saatle sabah 08.48’de güney kule
olarak adlandırılan kuleye gerçekleştirildi. Olayın hemen ardından birçok televizyon kanalı
kameralarını olay yerine yerleştirmişler ve yayına geçmişlerdi. İşte bu sırada ikinci uçak
kuzey kuleye çarpıp binanın diğer tarafından parçalanarak çıktığında ne yazık ki bu
neredeyse hepimizin gözleri önünde gerçekleşmiş ve birçok kamera tarafından farklı
açılardan kaydedilmiş oldu. Hepimizin zihinlerine kazınan imaj da bu görüntüler oldu. İlk
10
saldırıdan tam bir saat sonra, 09.45’te ise üçüncü bir uçağın Pentagon’a yani ABD’nin
askeri gücünün simgesi olan binaya çarptığı haberi geldi.
Bütün bunların yarattığı panik ve korku, vurulan ikinci kulenin saat 09.58’de inanılmaz bir
şekilde bütün katların, gerçekleşen patlamalar neticesinde üst üste yıkılması ile yok olması
ve bir toz ve duman bulutunun ortalığı kaplaması ile daha da arttı. Bundan yalnızca on
dakika sonra kaçırılan dördüncü bir uçağın Pennsylvania’da düştüğü haberi geldi. Bu
uçağın hedefi anlaşılamadı. Bu esnada da vurulan ilk kule enkaza dönmüştü. İki saatten
daha az bir süre içinde yaşanan bu travmatik olaylar zinciri hem ABD’yi hem de dünyanın
başka bölgelerini derinden etkileyecekti. Amerikan hükümetinin araştırmasına ve onbir
Eylül Komisyonu Raporu'na göre yolcu uçakları Usame Bin Ladin'in lideri olduğu El
Kaide terör örgütünün 19 üyesi (ki bunların 15’i Suudi Arabistan uyrukluydu) tarafından
kaçırıldı ve eylem gerçekleştirildi. Peki, tüm bu olanlar neyin işaretiydi, neyin
göstergesiydi, bu olanların bir tanımını, izahını yapmak mümkün müydü?
Onbir Eylül’ün ne olduğunu izah etmeye çalışan ve ana akım ABD yaklaşımı olarak
adlandırabileceğimiz ilk yaklaşım1, onbir Eylül akşamı ABD Başkanı Bush’un olayı “bizim
yaşam tarzımıza, bizim özgürlüğümüze saldırıldı” şeklinde özetleyişinde ifadesini bulan bir
yaklaşımdır. Bu yaklaşımdaki temel iddia ya da varsayım şudur: Amerika’nın ve
Amerikalıların temsil ettiği bir takım değerler vardır ve bu değerlerin en temelinde özel
hayatın mahremiyetinin ve bireysel hak ve özgürlüklerin çok önemli yer tuttuğu açık ve
özgür bir toplum anlayışı ile bu açıklık ve özgürlük ortamında kendini güvende hissetmek
yatar (Gehman, 2002: 11). Aslında bu yaklaşım ‘neden bizden nefret ediyorlar?’ sorusuyla
şekillenmiş bir yaklaşımdı ve onbir Eylül’ü bir ‘değerler çatışması’ (clash of values) olarak
yorumluyordu. Bunun izlerini Başkan Bush’un 20 Eylül 2001’de Kongre’de yaptığı bir
konuşmada sürebiliriz. Bush onu dinleyenlere şöyle sesleniyordu:
Amerikalılar soruyor: Bizden neden nefret ediyorlar? Bizim bu salonda doğru bulduğumuz şeyden yani
demokratik yöntemlerle seçilmiş bir hükümetten nefret ediyorlar... Din özgürlüğümüzden, konuşma
özgürlüğümüzden, oy kullanabilme, toplanabilme ve birbirimizle aynı fikirde olmama özgürlüğümüzden
nefret ediyorlar. Bu teröristler sadece yaşamları sona erdirmek amacıyla değil bir yaşam tarzını tahrip etmek
ve sona erdirmek için öldürüyorlar... Bize karşı duruyorlar çünkü biz onların yolunda bir engel teşkil
ediyoruz. (www.whitehouse.gov)
1Burada bahsi geçen farklı yaklaşımları kategorileştirirken Ian Markham’ın (2002: 210-219)
sınıflandırmasından faydalanılmakla birlikte daha farklı bir şema kullanılmıştır. Markham bu farklı
yaklaşımları ‘Ana akım Amerikan yorumu’, ‘İsrail yanlısı Yahudi pozisyonu’, ‘Arap yanlısı Filistin
pozisyonu’ ve ‘Hristiyan köktendinciliği’ şeklinde gruplandırmaktadır.
11
Buradaki vurgunun Amerikalıları diğer toplumlardan ayırt eden en temel özellik olarak
çoğulculuğa atfedilen değer olduğunu söylemek mümkündür. Aslında bu, Amerikalıların
kendilerini nasıl gördüklerine, nasıl algıladıklarına (self-perception) dair bir anlatı olarak
nitelendirilebilir. Burada göze çarpan, en temelde Amerikalıların kendilerini özgürlükle,
ilerlemeyle, gelişmiş olmakla yani iyi olan ve iyilikle eşleştirirken (ve bunu da
Amerikalıların bir grup göçmen topluluktan dünyanın en ileri ulusunu yaratmış olmalarına,
dünya savaşlarında gidişata müdahale ederek Avrupa’nın totaliter rejimlerin kontrolüne
geçmesine engel olmuş olmasına vs. atıfta bulunurken) ona duyulan nefreti ise iyiliğe karşı
duyulan nefret olarak sunmalarıdır. Sonuç olarak, bu bakış açısından onbir Eylül, iyi ile
kötünün savaşı olarak sunulmaktadır. Bu durum Başkan Bush’un olaylar sonrasında ABD
tarafından atılacak adımların ipuçlarını dünya kamuoyuyla paylaşırken sarf ettiği ve tarihe
geçen şu cümlesinde de en açık ifadesini bulmuştur: ‘Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle’.
İkinci bir yaklaşım, onbir Eylül’ü ABD’nin Orta Doğu politikasının, özellikle İsrail-Filistin
meselesinde izlediği politikaların bir sonucu olarak açıklar. Bu yaklaşımın temel savı,
böyle bir eylemin gerçekleşmesi ve bunu gerçekleştiren terörizmin beslenebilmesi için
elverişli ortamı yaratmada ABD’nin belli bir sorumluğunun olduğu düşüncesidir. Bu bakış
açısıyla, ‘Batıya karşı Arap öfkesi’nin (Markham, 2002: 215) kökenleri, özellikle 1948’de
İsrail devletinin kurulmasından sonra çok sayıda Filistinlinin yerlerinden edilmesi ve
mülteci kamplarında yaşamaya başlamasında aranır. İsrail ilk kurulduğunda 700 bin
Filistinli yerlerinden edilmişti, 1967’de 300 bin kişi Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden
taşındı ki bunların bazıları ikinci kez yer değiştiriyordu. 1995’e gelindiğinde ise mülteci
kamplarında yaşayanların sayısı 991,577 olmuş, 2,181,000 kişi de Ürdün’e yerleşmişti
(Markham, 2002: 215). Böylelikle nüfus dağılımı İsrail lehine olacak şekilde değişmiş
oluyordu. Bu durumda, 1948-2001 arasında geçen sürede siyasi olarak hiçbir ilerleme
kaydedilememiş, ekonomik olarak sonuç giderek artan bir yoksulluk olmuş, kültürel alanda
da bütün bunların sorumluları olarak görülenlere karşı bir soğukluk ve düşmanlık hâkim
olmaya başlamıştı.
Bir üçüncü bakış açısı olayların tamamen din referanslı bir yorumunu içerir. Burada göze
çarpan aslında tüm dinlerin gelenekselleşmiş biçimlerinde olan takdiriilahî anlayışının belli
bir yorumudur. Yani olup biten her şeyin gerçekleşmesine izin veren Tanrı’dır, olanlar o
istediği için olmuş ve olmaktadır. Tanrı’nın neden böyle bir onbir Eylül gibi bir felaketin
gerçekleşmesini istemiş olabileceği sorusu sorulduğunda ise bu bakış açısından yanıt,
Amerikan halkının işlediği günahlarda aranmaktadır. Markham’ın (2002: 219) belirttiği
12
gibi bu günahların neler olduğu konusunda farklı görüşler dile getirilmiştir. Örneğin, bazı
dindarlar için bu günahlar kürtaj savunucularının, feministlerin, homeseksüellerin,
putperestlerin, seküler bir dünya görüşünü savunanların işlediği günahlar iken bazı
dindarlar için bu günahlar büyük sermayenin ya da çevreye zarar verenlerin işlediği
günahlar olabilmektedir.
Onbir Eylül olaylarının ardından komplo teorilerinin gerek gündelik gerek siyasi
yaşamlarımızda önemli yer tutmuş olması, özellikle internet üzerinden geniş bir kesime
ulaşan ve takipçi bulan bu bakış açısını da burada bir dördüncü yaklaşım olarak anmamızı
gerekli kılmaktadır. Burada ayrıntılarına girmenin mümkün olmadığı bu yaklaşımda öne
sürülen temel iddia, ABD’nin aslında sadece kendi çıkarları doğrultusunda, daha açıkçası
Orta Doğu’daki ve Orta Asya’daki enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek amacıyla
Irak ve Afganistan’a saldırmayı planladığı, gerçekleştireceği saldırıları meşrulaştırmak,
onlara bir zemin hazırlamak amacıyla da onbir Eylül saldırılarının ABD’nin kendisi
tarafından, kışkırtma amaçlı planlanıp gerçekleştirildiği şeklindeki iddiadır.
Onbir Eylül’e ilişkin farklı açıklamalar, farklı yorumlar başlığı altında beşinci olarak
‘medeniyetler çatışması’ tezi karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi aslında
en çok yankı uyandıran, belki de hem en çok desteği hem de en çok tepkiyi aynı anda
çeken bu yorum olmuştur. Onbir Eylül olaylarından yıllar önce Amerikalı siyaset bilimci
Samuel Huntington tarafından öne sürülen bu tez birçok yorumcu tarafından olayları
açıklamak amacıyla bir başvuru kaynağı olurken, birçokları tarafından da son derece
sorunlu bir bakış açısını temsil ettiği yönünde eleştirilere maruz kalmıştır. Hem ilk
yayımlandığı dönemde hem de onbir Eylül sonrasında yaratmış olduğu büyük ilgiye
istinaden bu yaklaşım biraz daha yakından ve biraz daha detaylı incelenmeyi hak eder
görünmektedir.
Onbir Eylül ‘Medeniyetler Çatışması’mıydı?
1990’lı yılların ikinci yarısında siyaset bilimi ya da uluslararası ilişkiler öğrencileri için
Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ ve Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’
tezleri ile tanışmamış olmak neredeyse imkânsızdı. Dünyanın her yerinde ciddi
tartışmalara yol açmış bu tezler içinde yaşadığımız-ve bazılarına göre yeniden oluşmakta
olan-‘dünya düzenini’ anlamlandırmak konusunda bize yol gösterme iddiasındaydılar. Bu
tezler ilk bakışta birbirine neredeyse taban tabana zıt argümanlar öne sürüyor gibi
görünseler de daha yakından bakıldığında birbirini destekleyen, hatta tamamlar nitelikte
olduklarını fark etmek çok da zor olmamaktadır. Fukuyama, Soğuk Savaş’ın sona ermesini
13
liberalizmin ve ona eklemlenmiş değerlerin doğruluğunun, haklılığının ve yerindeliğinin
ispatlanmış olması şeklinde yorumluyor ve artık ideal olanı, doğru olanı aramaktan
vazgeçip Batı dünyası tarafından temsil edilen liberal değerlerin zaferini ilan etmemiz
gerektiğini öne sürüyor, aynı anda artık ideolojilere de bu anlamda ihtiyacımızın
kalmadığını, aynı ortak paydada insanlığın buluşması gerektiğini ve de buluşacağını
söylüyordu. Huntington ise gelecekte medeniyetler arası savaşların insanlık tarihine
damgasını vuracağını iddia ediyor ama aşağıda da gösterileceği gibi satır araları
okunduğunda asıl çatışmanın Batı ve onun temsil ettiği değerler ile bunun dışında kalan
bütün aktörler arasında gerçekleşeceğine dair öngörüsü hemen fark edilebiliyordu. Bu
noktada iyi, doğru ve haklı olanın hangisi olduğuna dair tercihini hangi taraftan kullandığı
hiçbirimiz için bir sır olmasa gerek.
Onbir Eylül olaylarının ardından en çok ismi anılan siyaset bilimci herhalde
Huntington’dır. 1993 yılında ilk yayımlandığında da büyük tartışmaya yol açan, desteği de
eleştiriyi de fazlasıyla alan ‘medeniyetler çatışması’ tezi gerek terörist saldırıları gerek
ABD'nin Afganistan ve Irak operasyonlarını açıklamak amacıyla sıklıkla gündeme
getirildi. Şubat 2002'de, İstanbul'da, yine Huntington'a atıfla Avrupa Birliği- İslam
Konferansı Örgütü ortak organizasyonuyla ‘Medeniyetler Buluşması’ başlığı altında bir
forum düzenlendi. Onbir Eylül'ün en önemli sonuçlarından biri, medeniyetler çatışması
zihniyetinin uluslararası ilişkilerde yeniden popülerleşmesi oldu ve Keyman'ın dediği gibi
Onbir Eylül sonrası dünya siyasal ve kültürel bağlamı ‘savaş’ ekseninde kurulmaya
başlandı:
Onbir Eylül sonrası dünyanın savaş ekseninde kurulma çabası uluslararası ilişkilerin siyasi boyutta
Schmitt'yan bir tarzda 'dost-düşman çatışması' temelinde, kültürel boyutta da S. Huntington'un 'medeniyetler
çatışması' tezi üzerinde tanımlanmasını içermektedir (Keyman, 2002: 20).
Huntington, kendi tezini Soğuk Savaş paradigmasının yerine geçmekte ya da geçecek olan
ve yeni dünya düzenini ifade edebilecek ‘yeni paradigma’ olarak sunuyordu. Hatta kendi
tezine cevaben yazılan makaleleri ve bu yazılarda öne sürülen karşı tezleri kabul
etmediğini, bir paradigmanın gündeme getirilen birkaç örnek olayla değil, ancak sunulan
alternatif bir paradigma ile geçersiz kılınabileceğini iddia ederek "Daha iyi bir fikri olan
var mı?" diye sormaktan da kendini alamıyordu (Huntington, 1993b: 191). Kısaca
hatırlamak gerekirse, Huntington şunu söylüyordu: SSCB’nin dağılmasından ve Soğuk
Savaş'ın sona ermesinden sonra siyaset ve uluslararası ilişkiler yeni bir döneme gelmiştir
ve bundan sonra insanoğlunu birbirinden ayıran ve anlaşmazlıklara neden olan konular
14
artık siyasi, ekonomik ya da ideolojik olmayacaktır. Ona göre artık çatışma medeniyetler
arasında olacaktır: "Medeniyetler arasındaki fay hatları (fault lines) geleceğin savaş
hatları olacaktır” (Huntington, 1993a: 22).
Huntington bu tezini güçlendirmek için nedenler saymaktadır: Birincisi ve en önemlisi,
medeniyet yüzyıllarla ifade edilen bir süreçte ortaya çıkan en temel kimliktir. Medeniyetler
birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din faktörüyle ayrılırlar ve bu
farklılıklar siyasi ideolojiler ya da rejimler arasındaki farklılıklardan çok daha derindir.
İkinci olarak, dünyanın giderek küçüldüğünü, artan iletişim ve etkileşim sonucunda
‘medeniyet bilinci’nin, dolayısıyla medeniyetler arası farklılıkların ve/veya benzerliklerin
kendini daha fazla hissettirdiğini ifade etmektedir. Üçüncü neden olarak da ulus-devletin
artık kimlik için bir referans noktası olmaktan uzaklaştığını, bundan doğan boşluğun ise
din tarafından doldurulmakta olduğunu iddia etmektedir. Huntington, bölgesel ve
ekonomik örgütlenmeleri ulus-devletin önemini yitirişine örnek olarak göstermekte ve bu
tür yapılanmaların ancak aynı medeniyete mensup milletler ya da topluluklar arasında
gerçekleşirse başarılı olacağını ileri sürmektedir. Bu arada, Huntington'a göre dünyada şu
anda varlığını devam ettiren sekiz medeniyet bulunmaktadır: Batı, Konfüçiyan, Japon,
İslam, Hindu, Ortodoks-Slav, Latin Amerika ve Afrika medeniyetleri.
Huntington'a yöneltilen eleştirilerden ilki, kendisinin ‘kardeş ülke sendromu’ dediği
durumla ilgilidir. Buna göre, bir devlet ya da grup farklı bir medeniyete mensup bir devlet
ya da grup ile savaşa girdiğinde kendi medeniyetinin mensupları tarafından diğer
medeniyete karşı desteklenecektir. Huntington, iş birliği ve koalisyonların artık siyasi
ideolojiler ve geleneksel güç hesaplamaları yerine kardeş ülke sendromu temelinde
yükselmekte olduğunu ileri sürmektedir. Ancak, böyle bir görüşün "devletlerin kaos
ortamından çıkış yolu bulmaya çalışırkenki doğal kaypaklığını, duygusuz ve soğukkanlı
tabiatını gözden kaçırmak" (Ajami, 1993: 2) olduğunu ileri sürmek de mümkündür. Bu
bağlamda örneğin Fouad Ajami, devletlerin sadece genel çıkarları doğrultusunda olması
halinde kardeşlik ve inanç birliği gibi konulara ilgi gösterdiğini, aksi takdirde bakışlarını
çok rahatlıkla başka taraflara yöneltebildiklerini söyleyerek çifte standartlara dikkat
çekmektedir (1993: 9). Benzer şekilde, devletlerin davranışlarını gündelik, kriz ya da
savaş dönemi kararlarını kültürel ve tarihsel belirleyenler yerine siyasi ve jeopolitik
öncüller tarafından şekillenen fırsatçı hareketler olarak niteleyen görüşler de yok değildir
(Weeks, 1993: 25; Mahbubani, 1993: 13). Bu görüşe göre medeniyet, kültür, kardeşlik gibi
15
kavramlar çifte standartları, ikilemleri meşrulaştırmak amacıyla el altında tutulan başvuru
kaynakları olmaktan öte gidememektedirler.
Huntington'a yöneltilen diğer bir grup eleştiri de anlaşmazlık ya da savaş için en büyük
potansiyelin aynı medeniyete mensup farklı gruplar arasında değil de farklı medeniyetler
arasında olduğuna inanmamız için yeterli neden olup olmadığı sorusunda
yoğunlaşmaktadır. Bu soruya olumlu yanıt vermek, en azından yakın tarihte tanık
olduğumuz büyük savaşlar ve anlaşmazlıklar dikkate alındığında, pek mümkün
görünmemektedir. Yirminci yüzyıl dünya tarihine şöyle bir göz atıldığında, Huntington'un
tezine ters düşen İkinci Dünya Savaşı, Çin-Tayvan anlaşmazlığı, İran-Irak savaşı gibi
birçok örnekle karşılaşırız. Bilindiği gibi bu savaşlar medeniyetler arası değil 'medeniyet
içi' savaşlardır. O zaman şu soruyu sormak kaçınılmaz olmaktadır: Mademki medeniyet
bilinci insanoğlunu birbirinden bu kadar keskin ve derin bir şekilde ayıracak potansiyele ve
güce sahiptir, o zaman neden şu ana kadar devletler arası ilişkilerde yaşanan en büyük
savaşlar bu sebepten doğmamıştır ve neden sadece şimdi ve bundan sonra böyle olacağını
düşünmemiz gerekiyor?
Buraya kadar yaptığımız inceleme, medeniyetler çatışması tezi etrafında şekillenen
tartışmanın ana hatlarını ortaya koymaktadır. Tartışmaya dair bu özet bilgi aynı zamanda
medeniyetler çatışması ‘zihniyeti’nin çözümlemesi için de önemli ipuçları barındırmakta
ve bu zihniyetin ‘oryantalizm’ olgusu temelinde eleştirel bir bakış açısı ile ele alınabilmesi
için ışık tutmaktadır. Bilindiği üzere, oryantalizm kavramı siyaset bilimi ve uluslararası
ilişkiler literatüründeki merkezî konumuna Edward Said'in (1978) önemli ve etkili
çalışmasının ardından sahip olmuştur. Said'in analizi, Doğu ile Batı arasındaki ilişkinin bir
güç ve Gramsci'nin kavramsallaştırmasıyla ‘hegemonya’ ilişkisi olduğunu iddia eder. Buna
göre, Aydınlanma sonrası dönemde Batı, Doğu'yu politik, sosyolojik, askeri, ideolojik,
bilimsel ve hayali olarak Batı gözüyle kurmuş ve yeniden kurmuştur (Said, 1978: 5-7). Bu
süreçte kendisini de Doğu olarak tanımladığı kimliğin karşısında konumlandırmış ve kendi
kimliğini de böylece kurmuştur. Bu noktada Keyman'ın ‘farklılıkları ötekileştirme süreci’
olarak verdiği ‘oryantalizm’ tanımı da gayet açımlayıcı olmaktadır (2002: 18). Bununla
kastedilen, ‘oryantalizm’in modern benlik ile öteki arasındaki ilişkiselliği sorgulamaması,
daha doğrusu göz ardı etmesidir. Diğer bir deyişle ‘oryantalizm’, "Batı dışı ötekinin Batılı
modern benliğin oluşumundaki katkısı, modern benlikle tarihsel ilişkisi, daha da önemlisi
modern benliğe dışsal değil aksine 'içsel' niteliği"ni göz ardı etmektedir” (Keyman, 2002:
21). Bu ilişkinin sonunda ulaşılan nokta ise, Batılı bir benlik ve Batı dışı öteki arasında
16
keskin bir ayrım ve birincisinde diğeri karşısında bir üstünlük duygusunun ortaya çıkması
olmuştur. Burada önemli bir nokta şudur: ‘Oryantalizm’, Batı ve Doğu arasındaki bu ayrım
üzerinde temellenirken yaptığı şey, farklı olan Doğu'nun açıklanması ya da anlaşılması
değil, tam tersine Batılı modern benliğin anlatılması ve onun normatif öncüllüğünün
meşruiyetinin sağlanması ve hegemonyasının kurulmaya çalışılmasıdır (Said’den aktaran
Keyman, 2002: 21-22).
Bu noktada tekrar Huntington'a dönerek medeniyetler çatışması tezi ile ilgili bir tespitte
bulunmak gerekmektedir. Huntington makalesinde her ne kadar sekiz medeniyet saysa ve
onlar arasında muhtemel bir çatışmadan bahseder gibi görünse de dikkatli okunduğunda
asıl derdinin Batı ve Batı dışı dünya arasında (the West v.s. the Rest) bir gerilim olduğu ve
burada Batı'nın tehdit edilen taraf olarak düşünüldüğünü görürüz (Huntington, 1993:
48).Bunun nedeni de, biraz önce bahsettiğimiz kendini Batı dışı özne karşısında üstün bir
konumda kurgulamış olması durumu ve hegemonya kurma çabasıdır. Huntington'un ‘Batı
ve diğerleri’ şeklindeki sınıflandırması hayli problemli görünmektedir. İlk olarak, yukarıda
‘oryantalizm’den söz ederken değindiğimiz benlik ile öteki arasındaki ilişkiselliğin nasıl
göz ardı edildiği gayet açık bir şekilde görülebilmektedir. Huntington medeniyetleri,
karşılıklı alışveriş, paylaşma, etkileşim olgularına hiç yer vermeden onları ‘kapalı ve
mühürlü varlıklar’ olarak kavramsallaştırmaktadır (Benhabib, 2002: 60). Jan Nederven
Pieterse, bir makalesinde bu konuyu ele almakta ve Avrupa uygarlığının iddia edildiği
kadar 'özgün' ve 'üstün' olup olmadığını sorgulamaktadır (1994). Pieterse, söz konusu
makalede batı dünyasındaki tarih anlayışının Avrupa narsisizmi ve emperyalizminin de
hızla geliştiği dönem olan 19. yüzyıl düşünceleri tarafından şekillendirildiğini ve bu
düşünce mirasının Avrupa uygarlığının nasıl diğer kültürlerin omuzlarında yükseldiğinin
görmezden gelinmesine neden olduğunu söyler (Pieterse, 1994: 130). Ona göre, Avrupa
medeniyeti dediğimiz şey, bazı tarihsel, siyasal ve coğrafi nedenlerden ötürü Batılı ya da
Avrupalı bir sentez görünümünde bugüne ulaşmış olsa da, aslında evrensel bir mirastır
(Pieterse, 1994: 144).
Huntington'un ‘Batı ve diğerleri’ şeklindeki sınıflandırmasında sorunlu olan diğer bir
husus, aynı zamanda Huntington'un kendi içinde tutarsızlığa düştüğü bir noktadır.
Gördüğümüz gibi Huntington, medeniyet bilinci olarak adlandırdığı şeyi kimliğin en temel
referans noktası olarak sunmakta ve medeniyetler arası farklılıkları geleceğin çatışmaları
için en büyük potansiyel olarak ele almaktadır. Ancak, yine gördüğümüz gibi,
Huntington'ın çalışmasının ana eksenini aslında Batı ve Batı dışı dünya arasındaki bir
17
gerilim ya da çatışma olasılığının yarattığı tedirginlik oluşturmaktadır. Ona göre Batı
dünyası şu anda gücünün zirvesinde olduğu ve Soğuk Savaş sonrası dönemde artık rakipsiz
de olduğu için diğer medeniyetlerin hedefi haline gelmiştir (Huntington, 1993: 33).
Huntington, bu bağlamda, Batı'nın ‘gücü ona yaklaşan, ancak değer dünyaları ve çıkarları
kendisininkinden farklı olan’ bu Batı dışı medeniyetlerle nasıl başa çıkabileceğine dair bazı
stratejiler de sunmaktadır ki bunların başında elbette ekonomik ve askeri gücünü korumak
gelmektedir (Huntington, 1993: 49). Burada dikkati çeken nokta şudur: Farklı
medeniyetlere mensup olsalar da Batı dışı dünyaya ait tüm gruplar, Batı medeniyeti ile
ilişkilendirildiğinde bir bütün olarak kavramsallaştırılmakta ve aralarında Batı'ya karşı bir
iş birliği öngörülmektedir. Bu durumda çok basit bir soru akla gelmektedir: Eğer
Huntington'un en temel iddiasında dile getirdiği gibi, medeniyetler arası farklılıklar bu
derece derin ve keskin ise ve iş birliği ve ittifaklar ancak aynı medeniyet içinde
gerçekleşmesi beklenen şeyler ise, Batı dışı dünyayı aralarındaki farkları yok sayıp bir
bütün olarak ele almak bir çelişki değil midir? Huntington Batı'nın üstün gücünü
dengeleyebilmek ve onunla başa çıkabilmek amacıyla böyle bir iş birliğinin mümkün
olabileceğini söylemekte, ancak bu yanıt pek de tatmin edici görünmemektedir.
Medeniyetler çatışması tezinin ‘Batı ve diğerleri’ sınıflandırması ile ilgili olarak dikkat
çekilmesi gereken son nokta, Huntington'un da bu çalışmasına kadar en önemli
temsilcilerinden biri olduğu ‘modernleşme ekolü'nün bugünkü durumuyla ilgilidir.
‘Oryantalist’ düşünce tarzının 20. yüzyıl versiyonu diyebileceğimiz bu akım, İkinci Dünya
Savaşı sonrası dönemde, özellikle 1950'li yıllarda ABD'de ortaya çıktı. Bu anlayış, Batı
medeniyetinin diğer medeniyetlere üstünlüğü noktasından hareket ediyor ve Batı dışı
toplumların geri kalmışlığının nedeni o milletin kültürel özelliklerinde aranıyordu.
‘Modernleşme ekolü'ne göre Batının bir model olarak kabul edilip onun değerleri ve
standartları esas alınarak yerel kültürün bu doğrultuda dönüştürülerek 'geliştirilmeye'
çalışılması, aynı yolun takip edilmesi (replication of the path) halinde diğer milletlerin de
'onun seviyesine yükselmesi' mümkündü. Modernleşme de mevcut durumdan Batılı
modele geçiş süreci olarak düşünülmekteydi. Bu zihniyetin altında yatan varsayım ise bir
milletin kültürel özelliklerinin istenilen doğrultuda değiştirilebileceği ve Batı medeniyetine
benzeyebilmesinin önünde engel teşkil eden 'eksikliklerinin' giderilmesinin, diğer bir
deyişle sosyal mühendisliğin mümkün olduğu varsayımıydı. Bu düşünce tarzı, Batıda
olduğu kadar Batı dışı dünyada da ülkelerini modernleştirme hedefi ile hareket eden yerel
18
seçkinler tarafından da içselleştirildi.2 Huntington'a dönecek olursak, ‘modernleşme
ekolü’nün en önemli savunucularından biri olarak, Batı dışı toplumların kültürel
yapılarının ve dolayısıyla davranış biçimlerinin batılı standartlar doğrultusunda
değiştirilebileceğini ve dahası değiştirilmesi gerektiğini savunan yazar, inceleme konusu
yaptığımız tezi ile bu konuda fikir değiştirmiş görünmektedir. Yani, artık geri kalmış Batı
dışı toplumların da gerekeni yaptıkları taktirde bir gün gelişmiş batı ülkeleri medeniyeti
seviyesine erişebilecekleri yolundaki inancını/umudunu kaybetmiş görünmektedir ki
medeniyetler çatışmasının nedeni de bu umutsuz durum olarak sunulmaktadır.3 Diğer bir
deyişle, medeniyetler arasındaki farklılıkların silinemiyor olması bir sorun haline
getirilmektedir.
Başta da değindiğimiz gibi, onbir Eylül olaylarının en önemli sonuçlarından biri,
medeniyetler çatışması zihniyetinin uluslararası ilişkilerde hâkim söylem haline gelmesi
oldu. Soğuk Savaş dönemi boyunca da dünya siyasetine hâkim olan, dost/düşman
çatışması ve güvenlik olgusu temelli uluslararası ilişkiler anlayışının tekrar kurulmaya
başlanması ile ‘bu anlayış gerçekten alternatifsiz mi’ diye sormak neredeyse ayıplanır hale
geldi. Fakat neyse ki şu soruyu soranlar da var: Farklı olanı ötekileştirmek ve böylece
dünyayı dost/düşman ayrımı temelinde kavramsallaştırmak yerine farklılıklar arasındaki
ilişkiselliğin altını çizerek dışlayıcı olmaktan uzaklaşan bir dünya görüşünün yaygınlık
kazanmasını imkânsız/hayalî görmek tek seçenek olmak zorunda mı?
Onbir Eylül’ün Sonuçları
Bir görüşe göre onbir Eylül her şeyi değiştirdi, onbir Eylül 2001’den sonra dünya asla
eskisi gibi olmadı; diğer bir görüşe göre ise hiçbir şeyi değiştirmedi, yani dünya onbir
Eylül’den önce nasıl bir dünya idiyse öyle olmaya devam etti. Onbir Eylül’ün onuncu
yılında dönüp bakıldığında ikisinin de dışında şunu söylemek mümkün görünmektedir:
Onbir Eylül 2001 önemli ve tarihî bir gündü ve yepyeni bir dünya yaratmış olmasa da
dünya toplumlarının önemli bir bölümünün siyasal ve toplumsal yaşamlarında ve zihniyet
2 Partha Chatterjee, bu içselleştirmenin söz konusu toplumlarda ortaya çıkan milliyetçilik akımlarını nasıl
etkilediği konusunu Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative Discourse, (Minneapolis:
University of Minneapolis Press, 1993) adlı çalışmasında yapmaktadır. bk. s. 1-3. Batı ve Doğu
milliyetçilikleri arasında bir ayrım yapan Chatterjee, doğu milliyetçiliğini kendilerini daha önce yabancısı
oldukları bir medeniyetle yüz yüze kalan ve dahası kendi geri kalmışlıklarını Batılı toplumlar tarafından
oluşturulan ve evrensel olarak sunulan standartlara göre ölçmek durumunda olan toplumlarda ortaya çıkan
milliyetçilik olarak tanımlar. Fakat ona göre bu durum bir paradoksa yol açmaktadır. Bir taraftan kendi
kültürel miraslarını değiştirip dönüştürmeye çalışırken diğer taraftan da özgünlüklerini korumak istemektedir
ve bu güç durum ancak devletin aktif bir şekilde bu süreçte rol almasıyla aşılmaya çalışılmaktadır. 3 Bu noktada değerli hocam Ayşe Kadıoğlu'nun oryantalizmi “öteki’nden korkmak” olarak tanımlamasını
hatırlamadan geçemiyorum.
19
yapılarında önemli, üzerinde durmaya değer değişiklikleri beraberinde getirdi. Bu bölümde
daha çok onbir Eylül’ün getirdiği ya da neden olduğu bu maddi ya da gözle görülür
sonuçlara değineceğiz. Ancak, en başta da belirtildiği üzere, bu yazıda vurgulanmak
istenen asıl mesele, onbir Eylül’ün derin izler bırakan esas etkisinin düşünce biçimleri,
diğer bir deyişle takip eden dönemin zihniyet dünyası üzerinde olduğu fikridir. Bu husus
sonuç bölümünde ayrıntılarıyla ele alınacaktır.
Onbir Eylül ve Amerikalıların Kendilerine ve Dünyaya Dair Algılarındaki Değişim
Onbir Eylül saldırıları ve sonrası kesinlikle sadece ABD ile sınırlı olmayan, dünyanın
başka yerlerindeki ölümler ve acılarla örülen bir öykü olsa da son tahlilde olay ABD’de
gerçekleşmişti, en basit ifadesiyle ABD’ye karşı bir saldırıydı ve son tahlilde ABD
açısından bazı şeylerin hatırlatıcısıydı. Çoğu gözlemcinin ya da araştırmacının üzerinde
anlaştığı husus bu olayın ABD toplumu üzerinde travmatik bir etkisinin olduğu ve
Amerikalıların kendilerine dair algıları ve yaşam tarzı üzerinde önemli ve kalıcı etkiler
yaratmış olmasıdır. Bunun en önemli nedeni Noam Chomsky’nin ( 2002 ) ifadesiyle onbir
Eylül 2001 itibarıyla ABD’nin 1812’den beri ilk kez kendi topraklarında saldırıya uğruyor,
tehdit ediliyor olması, yani bu tarihe kadar hep silahların gerisinde olan ABD’nin onbir
Eylül’de silahların hedefi olmasıdır.
Immanuel Wallerstein, onbir Eylül sonrası yazdığı bir yazıda Amerikalıların kendilerine ve
dünyaya dair nasıl bir algıya sahip olduklarını ve onbir Eylül’ün bunu nasıl değiştirdiğini
çok çarpıcı bir biçimde dile getirir: Ona göre Amerikalılar hep başkalarının kendilerinde
olan birçok şeyin daha azına sahip olduklarına ve bu ‘az-lık’ (less-ness) halinin pek çok
alanda kendini göstermekte olduğuna inanırlar (Wallerstein, 2002: 348). Örneğin
Amerikalılar, diğer ülkelerin daha az modern olduğunu düşünürler, bununla da en çok
teknolojik gelişmişliği kastederler (ev eşyalarında, uzay araştırmalarında kullanılan
ekipmana, askeri teknolojiye kadar); bunun sonucunda Amerikalılar Amerika’da hayatın
daha rahat olduğunu, Amerikalı şirketlerin rekabet gücünün daha fazla olduğunu ve bir gün
birileri tarafından sürüklenebilecekleri savaşları kesinlikle kazanacaklarını düşünürler;
toplumsal yaşamın daha verimli olduğuna, iş yaşamında, siyasette, kamu yönetiminde her
şeyin olması gerektiği gibi gittiğine, sorunlara çabucak yaratıcı çözümler bulunduğuna ve
başkalarının bu konularda onlar kadar becerikli olmadığına inanırlar (Wallerstein, 2002:
346-7). Bu ‘az-lık’ durumu, onlara göre sadece materyal değil ayrıca kültürel boyutu da
olan bir durumdur. Örneğin, Amerikalılar daha özgürdür, daha çoğulcudur, gurur duyduğu
20
bir etnik karışımı vardır, 1945 sonrası dönemde yüksek kültürün de merkezi olmuştur
(Wallerstein, 2002: 346-7). Wallerstein bu algıyı şöyle özetler:
Bütün bunları Amerikalıların onbir Eylül’e kadar çok fazla dile getirmedikleri ama kalbimizde hep
düşündüğümüz/hissettiğimiz tek bir ifadeyle özetleyecek olursak: biz dünyanın geri kalanından daha
medeniyiz.... Biz sadece Amerikalıların değil herkesin en yüksek emellerini temsil ediyoruz. Biz özgür
dünyanın lideriyiz, çünkü biz dünyadaki en özgür ülkeyiz...” ( 2002: 348).
Bu noktada Wallerstein, Amerikalıların kendilerine dair bu algıları ile Usame Bin Ladin’in
saldırılardan sonra yaptığı açıklama arasında taban tabana bir uyuşmazlığın olduğunu
hatırlatır. Bu açıklamasında Usame Bin Ladin şöyle demektedir:
Bugün Birleşik Devletler’in tattığı şey bizim on yıllardır tattığımızın yanında çok küçük bir şey. Bizim
insanlarımız bu aşağılanmayı ve horlanmayı seksen yıldan fazla bir süredir tadıyor. Kılıç seksen yıl sonra
ABD’nin üstüne düştüğü zaman, riya çirkin başını havaya kaldırıyor ve Müslümanların kanıyla, onuruyla ve
kutsal mekânlarıyla oynayan bu katillerin ölümünün yasını tutuyor. Bu insanları tarif etmek için
kullanılabilecek en hafif ifade ahlaken bozulmuş olduklarını söylemektir (7 Ekim 2001).
Wallerstein’ın belirttiği gibi, işte bu noktada Amerikalılar iki büyük şoku birden yaşamak
zorunda kaldılar: Birincisi, kendilerini hep daha iyi ve diğerlerinde olmayan birçok şeyin
sahibi olarak görürken başkalarının-üstelik kendilerinde olan her şeyin daha azına sahip
birilerinin-onları hiç de öyle görmediklerini, hatta onların ahlâken bozulmuş, çürümüş bir
toplum olduklarına dair bir inancın var olduğu gerçeği ile karşılaştılar. Tabii ki bu tür sözel
saldırılar daha önce de olmuyor değildi fakat bu kez bu saldırı ve meydan okuma sadece
sözel değildi, fiziksel bir saldırıya dönmüştü ve ikinci şok da bu saldırının en azından ilk
başlarda başarılı olmasıydı (Wallerstein, 2002: 349). Bunun sonucunda ortaya çıkan şey ise
Amerikalıların şu duygusuydu: “Bizim bu tür eleştirileri/saldırıları görmezden gelebilecek
durumda olmamız gerekiyordu, çünkü biz incitilemez durumdaydık, fakat şimdi öyle
olmadığımızı keşfetmiş bulunuyoruz”(Wallerstein, 2002: 349).
Bu nedenlerle Wallerstein, onbir Eylül sonrası tamamen değişen ve bir daha asla aynı
olmayacak bir şey varsa onun Amerika’nın ruh hali (the American psyche) olduğunu
söyler: “Çünkü hiç düşünülmeyen, hiç akla gelmeyen bir şey gerçekleşmiştir ve hiç
düşünülmeyen şey bir kere oldu mu o artık düşünülür hale gelir.” Benzer şekilde, New
York Times yazarı Thomas Friedman da ( 2002) onbir Eylül sonrası yazdığı çok satan
kitabında kendisinin doğup büyüdüğü Amerika ile çocuklarının yetişeceği Amerika’nın
aynı olmayacak olmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmektedir.
Onbir Eylül ve Terörizm Olgusu
21
Başkan Bush, onbir Eylül sonrasında ABD’nin atacağı adımları ‘teröre karşı savaş’ olarak
tanımlamıştı. Onun zihnindeki terör kavramının içeriğinde ne olduğunu bilmek pek
mümkün olmasa da onbir Eylül sonrası dönemde hem terör olgusunun içeriğinin hem de
terör kavramı etrafındaki tartışmaların farklı boyutlar kazandığını görmek mümkündür. Bu
durum birkaç faktörle yakından bağlantılıdır: Öncelikle, onbir Eylül’ün ardından
uluslararası terör olgusu gündemin merkezine oturdu, çünkü ortada gerçekten de ‘küresel’
sıfatını hak eden bir grup vardı. Terörizm, terörist eylem gibi kavramların neyi anlatıyor
olabileceğine dair varsayımlar radikal biçimde değişmek zorunda kaldı. Uluslararası
düzeyde örgütlenmiş yapıların oluşturabileceği tehdidin boyutlarının farkına varılması ve
bu boyutlarının daha da büyüyebileceği ihtimali onbir Eylül sonrası dönemde bütün
devletler için ciddi bir olasılık ve/veya kaygı olarak artık hep var olacaktı. Şunu da
belirtmek gerekir ki onbir Eylül saldırıları terörizmin aşırı uçlardaki bir örneğiydi. Bu
çapta bir hasar ve ölüm daha öncesinde görülmüş şey değildi ve o günden bu yana da
böylesi bir örnek görülmedi, ancak bunun olabileceği ihtimali artık hep var olacaktı.
Ayrıca, onbir Eylül ile beraber gündeme gelen siber terör kavramı bundan sonra terörizm
tartışmalarının ayrılmaz bir parçası oldu. Terörist eylemin geleneksel askeri yöntemlerle
değil de sivil teknolojinin kitlesel imha amacıyla kullanılması yoluyla gerçekleşmiş olması
bir ilke işaret ediyordu.
Olaylar dikkatimizi yeniden toplamamıza neden oldu ve olup bitenleri farklı bir şekilde görmeye, daha önce
ikincil meseleler gibi gözüken şeylere dikkat etmeye teşvik etti. Bilişim teknolojilerinin hızlı gelişiminin
doğurduğu coşkunun arasında çok az gözlemci burada yatan siber terör potansiyelini fark edebilmişti
(Calhoun vd., 2002: 5).
Onbir Eylül olayları, internet ve diğer gelişmiş iletişim teknolojilerinin gündelik hayat
pratikleri yanında farklı kullanımlarının da olabileceğini acı bir şekilde göstermişti. Bu iki
olgunun-uluslararası terör ve siber terör olgularının-gündemin merkezine oturması,
özellikle ABD’de ve Avrupa Birliği’nde iç güvenlikle ilgili önlemlerin daha önce hiç
görülmemiş boyutlara varmasına neden oldu. Bu anlamda çok daha katı politikalar
izlenmeye başlandı.
Onbir Eylül ve İç Güvenlik
Onbir Eylül’den sonra ABD’nin iç güvenlik önlemlerini daha önce görülmemiş
derecelerde arttırdığını ve yasal sisteminde de buna uygun değişiklikler yaptığını
görüyoruz. Bunlar arasında en göze çarpanlardan birkaç örnekle bu noktayı açmaya
çalışabiliriz:
22
* Daha önce olmayan bir kurum, Yurt Güvenliği Ofisi (Office of Homeland Security)
kuruldu, görevi de ülkeye teröristlerin girişini engellemek olarak tanımlandı.
* Yurtseverlik Yasası (Patriot Act) çıkarıldı. Bu yasa, örneğin ‘terörist eylemleri
onaylayan ya da onaylayan bir gruba dâhil olan’ kişilerin ülkeye sokulmaması ya da sınır
dışı edilebilmesini, terörist eylem tanımının ‘tehlikeli aletler kullanan yabancıları’ içine
alacak şekilde genişlemesini, başsavcı ABD vatandaşı olmayan bir kişinin ‘makul
sebeplerle’ ulusal güvenliği tehdit ettiğine kanaat getirirse o kişinin belirsiz bir süreliğine
tutuklanabilmesini ve hem ABD vatandaşı olanların hem olmayanların kitle iletişim
araçlarını kullanışlarının gözetimi ve denetiminin (surveillance) genişlemesini içeriyordu.
* Elektronik iletişim daha sıkı denetlenmeye/takip edilmeye başlandı. İletişim
teknolojilerindeki gelişme sayesinde olayın ardından yetkililerin eylemi gerçekleştirenler
arasındaki iletişimin özel ve belki de çoktan silinmiş olduğunu zannettikleri ayrıntılarına
ulaşmış olması da farklı soruları beraberinde getirdi. Çünkü bu durumun farkına varılması,
güvenlik birimlerinin rutin gözetim ve denetim olarak tanımlanabilecek faaliyetlerinin
alanlarını giderek daha fazla genişletme çabası içine girmelerini de beraberinde getirdi.
* Göç yasaları katılaştırıldı ve geçici vizelerle ülkede bulunan yabancılar daha yakından
takibe alındı. Usame Bin Ladin’in kısa süre de olsa bir dönem Oxford’da bulunmuş olması,
Muhammed Atta’nın Almanya’da okumuş olması, İspanya ve Fransa’da, hatta Malezya ve
Singapur’da örgüt bağlantılarının olması, eylemi gerçekleştirmiş olanların bazılarının belli
bir süredir ABD’de yaşıyor olması, bu sertleşmenin arkasında yatan pratik gerçekler olarak
dillendirilebiliyordu.
Onbir Eylül sonrası dönemde sadece ABD’nin değil AB’nin güvenlik politikalarında da
belli bir değişim gözlenmektedir. Hatta bazı araştırmacılara göre güvenlik politikalarındaki
bu farklılık, AB’nin hukuki çerçevesinde bir paradigma kaymasına işaret edecek kadar
ciddidir (Wouters ve Naert, 2004). 2003 sonunda hukuksal iş birliği konusunda alınan bir
kararla, üye ülkelerden birinde bir kişi hakkında alınan tutuklama kararının diğer ülkelerce
de tanınması ve geçerli olması ilkesi benimsenmiştir. Hâlbuki bu karar öncesinde bir
devletin sınırları içinde alınan tutuklama kararının diğer ülkelerde de geçerli olması
mümkün değildi. Wouters ve Naert’e göre önceki uygulama, devletlerin birbirine şüphe ve
güvensizlik ile yaklaştıkları bir dönemi sembolize ederken, bu yeni uygulama, devletler
arasındaki ilişkilerin devletlerin birbirlerine duydukları yüksek itimat temelinde
şekillenmeye başladığını göstermektedir (Wouters ve Naert, 2003: 11). Fakat, devletlerin
birbirlerinin aldığı kararlara bu kadar güvenmeye başlamasının olası bir neticesi insan
23
haklarının ve adaletin korunmasının, demokratik denetim ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin
tehlikeye düşmesi olabilir (Wouters ve Naert, 2003: 22). AB ve güvenlik politikasındaki
değişimden söz ederken kendi hukuki yapısındaki bu paradigma değişiminin yanı sıra AB
ile ABD arasında 2003 yılında imzalanan Karşılıklı Yasal Yardım Antlaşması’nı (Mutual
Legal Assistance Agreement) da hatırlamak gerekir. Bu da şüphelilerin banka hesap
bilgilerinin paylaşımından ortak soruşturma ekiplerinin kurulmasına, ifadelerin video-
konferans yöntemiyle alınmasına dek farklı iş birliklerini mümkün kılan bir antlaşmadır.
Onbir Eylül ve Yabancı Düşmanlığı ve İslam Fobisinin Yükselişi
Craig Calhoun vd.’nin ifadesiyle;
Bütün bu olaylar sırasında gazete okuyucuları Hindistan’da Suudi Arabistan’dan daha çok Müslüman
olduğunu, belki de Amerika’da Yahudilerden daha çok Müslüman olduğunu (rakam tartışmalı olsa da) ve
birçok Avrupa ülkesinde Müslümanların en büyük azınlık grubunu oluşturduklarını keşfettiler (Calhoun vd.:
14).
Bu tuhaf ‘keşif’le birlikte İslam’a duyulan ilgi ve merak, fakat bir o kadar da korku ve ön
yargının ortaya çıkması, onbir Eylül’ün önemli sonuçlarından bir diğeri olarak hayatımıza
girmiş durumdadır. Müslümanlara karşı ayrımcılığın onbir Eylül sonrası dönemde arttığını
birçoğumuz belki kişisel gözlemlerimiz, belki de duyduklarımız ve okuduklarımızla
hissedebiliyoruz. Fakat yapılmış olan bazı önemli çalışmalar ve araştırmalar Müslümanlara
karşı güvensizlik, düşmanlık ve önyargıların arttığına dair somut örnekleri de öne sürüyor.
Zuhal Yeşilyurt Gündüz’ün 2007 ve 2010 tarihli iki ayrı makalesinde İnsan Hakları
Uluslararası Helsinki Federasyonu’nun (The International Helsinki Federation for Human
Rights) 2005’te yayınladığı ‘Avrupa Birliği’nde Müslümanlara Karşı Tahammülsüzlük ve
Ayrımcılık-Onbir Eylül’den Günümüze Gelişmeler’ (Intolerance and Discrimination
against Muslims in the EU-Developments since September 11) raporuna atıfla verilen
örnekler arasında Belçika ve Avusturya’da iki partinin Müslüman göçmenleri bir güvenlik
tehdidi olarak tanımlaması; Almanya’da İslam’ı terörizmle eşleştirenlerin oranının % 80
olduğunu gösteren araştırma sonuçları; ‘Fransa’nın İslamlaştırılmasına dur demek’
gerektiğini söyleyen milliyetçi Le Pen; Danimarka’da ‘Müslümanların olmadığı bir
Danimarka’ sloganı ile kampanya yürüten Denmark Progressive Party sayılabilir. Yine,
Yeşilyurt Gündüz’ün makalesinde söz ettiği Hollywood filmleri üzerine yapılan bir
araştırma 900 filmin sadece % 5’inde Arapların ‘normal’ insanlar olarak gösterildiğini,
onun dışında sürekli olarak dinci fanatikler, kaba, vahşi, acımasız kişiler olarak
resmedildiğini ortaya koymaktadır.
24
Belki ilginç, belki de beklendik şekilde Avustralya’daki Müslümanlar hakkındaki bir
araştırmanın sonuçlarına göre de Müslümanların 2/3’ü onbir Eylül’den sonra karşılaştıkları
ırkçılığın artış gösterdiğini, bunların da 1/3’ü de önceki dönemlere göre ‘çok daha fazla
ırkçılıkla karşılaştığını’ ifade etmiştir. (Poynting, 2004: 6). Bu araştırmada, ayrıca
Müslümanlar açısından bu durumun hem bireysel hem de topluluk düzeyinde tecrübe
edilmekte olduğu, özellikle kadınların maruz kaldıkları mağduriyetin erkeklere kıyasla
daha yüksek düzeyde olduğu ortaya çıkmıştır (Poynting, 2004: 17). Müslümanların
yaşadığı tecrübeler fiziksel şiddete maruz kalmak ya da bununla tehdit edilmekten iş
yerinde aktif ayrımcılığa, sözlü tacizden kamusal alanda kişinin rahatsız, huzursuz
hissetmesine neden olacak muamelelere (alışveriş merkezlerinde, sokakta yürürken, araba
kullanırken, toplu taşıma araçlarında, okullarda, resmi kurumlarda, iş yerinde, eğlence
mekânlarında yaşanmış örnekler sıralanmaktadır) ve medyanın yaklaşımına kadar çok
geniş bir yelpazede ele alınmaktadır. Bunların en önemli sonuçlarından birisi ise
Müslümanların devlet kurumlarına olan inançlarını ve güvenlerini yitirmeleri ve büyük
oranda bu yüzden ya da yaşanılanlarla ilgili olarak fazla bir şeyin yapılmayacağı ya da
yapılamayacağı düşüncesiyle pek çok durumda maruz bırakıldıkları ayrımcılığı resmî
olarak şikayet etmemeleri olmuştur (Poynting, 2004: 17-18). İkinci olarak, bu
tecrübelerden dolayı Müslümanların kamusal alanlarda yer almaktan çekinmeye
başlamaları, kendi kabuklarına çekilmeleri bir sonuç olarak tespit edilmiştir (Poynting,
2004: 18). Son olarak da bu söylenenlerin hepsiyle yakından bağlantılı olarak Müslüman
vatandaşların büyük bir kısmı için ırkçılık, suiistimal ve şiddet, korkuyla şekillenmiş bir
gündelik yaşamın parçası haline gelmektedir (Poynting, 2004: 17).
Onbir Eylül, Uluslararası Hukuk ve Amerikan Hegemonyası
Aslında belki de onbir Eylül’ün en önemli sonuçlarından biri, çok taraflı kurumlara ve
uluslararası hukuka duyulan ihtiyacı çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarmasıydı. Sonuçta
uluslararası hukuk ve uluslararası kurumların gerekliliği ve değerinin anlaşılabilmesi için
sahte pasaport düzenlemekten yasa dışı para transferlerine kadar çeşitli suçlar işlemiş olan
ve en azında alenen herhangi bir ulus devletin desteğini almadan, onların dışında hareket
eden terörist grupların şiddet içeren eylemlerinden daha geçerli bir gerekçe ne olabilir?
(CC, PP, At: 13). Fakat beklenenin aksine, onbir Eylül’ün en önemli sonuçlarından birisi
bu yönde atılmaya başlanan çekingen adımların neredeyse tamamen durması oldu. Çok
taraflı kurumlara öteden beri mesafeli duran ABD yönetimi buna şiddetli karşı çıkmayı ve
bir ittifak oluşturmaya dair küçük girişimleri dışında büyük oranda kendi yanıtını askerî
25
yöntemlerle vermeyi tercih etti. Teröre karşı kolektif bir savaş ilan ettiğini söylese de
ABD’nin bu manevrası ile onbir Eylül sonrası dönem, terör ve terörist eylemlerle
mücadele etmek için uluslararası hukuk ve uluslararası kurumların gerçek anlamda inşa
edilmesi ihtimalinin daha önce olmadığı kadar uzak olduğu bir dönem oldu.
Evelyn Goh (2003: 77), onbir Eylül olaylarının Amerikan gücü ve Amerikan dış politikası
bakımından incelendiğinde bir ‘dikotomi’ ile karşılaştığımızı öne sürer: Onbir Eylül
saldırıları ve sonrasında yaşananlar ABD’nin sert gücünü pekiştirir ve bu anlamdaki
üstünlüğünü daha da sorgulanmaz hale getirirken ‘ABD’nin yumuşak gücünün en hayati
dayanakları’ olarak “Amerikan değerlerinin ve kültürünün çekiciliği, ABD
hegemonyasının şefkatli (benign) olduğuna dair algı ve Amerikan gücünün kullanımının
bariz meşruiyeti”ni olumsuz yönde etkilemiştir (Goh, 2003: 80).
Bu konuda ABD’nin takındığı tavrın somut ifadesi Afganistan ve Irak savaşları oldu ve
küresel siyasette ABD hegemonyasının yeniden tanımlandığı, yeniden şekillendirildiği bir
döneme girilmiş oldu. Anataol Lieven’in deyişiyle “Onbir Eylül saldırılarının en önemli
sonuçlarından biri, Birleşik Devletler’in statükoya bağlı, mevcut devletlerin ve mevcut
uluslararası düzenin temel ögelerinin korunmasına daha fazla önem veren bir dünya
hegemonu olmaya doğru kayması olmuştur” (Lieven: 245). Buradaki farkı, ABD’nin hiçbir
kaynaktan (başka devletler ya da devlet dışı örgütlenmelerden) ciddi bir meydan okumayla
karşılaşmadığı bir dönem ile beklemediği bir anda beklemediği bir güç tarafından ciddi
biçimde sarsıldığı bir dönem arasındaki fark olarak okumak da mümkün olabilir. Bu farkın
en büyük sonucu, birinci durumda uluslararası hukukun, uluslararası örgütlerin gelişimine
ilişkin daha yüksek umutların varlığından söz edilebilecekken onbir Eylül ile birlikte bu
gidişatın neredeyse bıçakla kesilmiş gibi yarıda kalması olmuştur. ABD’nin Birleşmiş
Milletler Sözleşmesi’nin (United Nations Charter) 51. Maddesince düzenlenen ve
‘Birleşmiş Milletler üyesi bir devlete silahlı bir saldırının gerçekleşmiş olması koşuluna
bağlı’ olan öz savunma (self-defence) ilkesini “Taliban’ı da içine alacak şekilde
genişletmesi” (Byers, 2002: 411), “Onbir Eylül olaylarının güç kullanımı hakkındaki yasal
sınırlandırmalarda önemli derecede bir gevşemeye” ve bu nedenle de “uluslararası hukuk
sisteminde önemli bir değişikliğe” işaret ettiği şeklinde yorumlanabilmektedir (Byers,
2002: 413).
Onbir Eylül ve Türkiye
26
Onbir Eylül’ün Türkiye üzerindeki etkileri, biri daha umutlu ve iyimser, diğeri daha
karamsar olmak üzere iki farklı bakış açısıyla değerlendirilmektedir. İlkine Fuat
Keyman’ın şu değerlendirmesi örnek olarak gösterilebilir:
Onbir Eylül sonrası dünyada bugüne kadar yapılan tartışmalar ortaya çıkarmıştır ki, hem terörizme karşı
küresel savaşta hem de demokratik bir dünya yönetiminin ortaya çıkmasında süper ve büyük güçler kadar,
demokratikleşme ve modernleşme düzeyleri yüksek, kendi bölgelerindeki barış ve istikrara katkı sağlayacak
orta büyüklükteki ülkelerin de önemi artmıştır. Bu ülkeler’“kilit ülke’ kimliğinde ve konumundadırlar ve bu
konumları sadece güvenlik eksenindeki önemlerinden değil, aynı zamanda kendi içlerindeki
demokratikleşme, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve modernleşme alanlarındaki istikrar ve model olma
niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Hindistan, İran, Brezilya vb. ülkeler gibi, Türkiye de bir kilit ülke
konumundadır. Eğer Soğuk Savaş dönemi Türk dış politika kimliği süper güçler arası ‘tampon ülke’ ise,
bugünün dünyasında bu kimlik ‘kilit ülke’ kimliğidir.
Farklı bir bakış açısıyla da yükselen İslam fobisinin ve yabancı düşmanlığının Türkiye’nin
AB üyeliğini iyice uzak bir ihtimal haline getirmiş olduğu da öne sürülebilmektedir.
Aslında her iki bakış açısı da yeteri kadar ikna edici gözükmektedir. Çünkü özellikle 2011
yılının ilk aylarına damgasını vuran farklı Orta Doğu ülkelerinde yaşanan değişim
süreçlerinde, hem bu ülkelerdeki değişim taraftarlarının görüşlerinde hem de bu olaylar
zincirine dair dünya genelinde yapılan değerlendirmelerde Türkiye’nin model ülke ya da
kilit ülke kimliğinin sıklıkla vurgulandığı göz önünde bulundurulduğunda ilk yorumun
haklılığı, diğer yandan Türkiye-AB ilişkilerinde son birkaç yıldır yaşanan duraksama göz
önünde bulundurulduğunda ikinci yorumun yerindeliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Sonuç: Yeniden (ve hep) Düşünmemiz Gereken Ne Çok Şey Var
Peki, bütün bu olanlar ne anlama geliyor? Nasıl yorumlayacağız? Neleri tartışmaya devam
edeceğiz? Başta da belirtildiği gibi onbir Eylül’ün asıl izleri zihniyet dünyamıza kazındı.
Bizi çok önemli birçok soruyla ve hayli karmaşık meselelere dair derin tartışmalarla baş
başa bıraktı. Bütün bu tartışmaların kaynağında onbir Eylül’ün yattığı şeklinde
yorumlamak durumunda değiliz, ancak onbir Eylül’ün bu soruları kendimize bir kez daha
sormamıza, bu kavramlar üzerinde tekrar düşünmemize neden olduğunu söylemek çok da
hatalı olmayacaktır. Çünkü yukarıdaki bölümün göstermeye çalıştığı gibi onbir Eylül
sonrası olayların gelişimi belli kavramlara ve belli siyasal ve toplumsal olaylara-ki bunlar
arasında en önemlileri ulus devletlerin siyaseti, küreselleşme, din (özellikle İslam),
güvenlik kavramı ve demokrasi olgusudur-belli bir bakış açısının hâkim olması sonucunu
beraberinde getirdi. Şimdi ise bizim payımıza düşenin onbir Eylül sonrası iyice pekişen bu
27
bakış açılarını eleştirel bir bakış açısıyla sorgulamak ve bu kavramları yeniden düşünmek
olduğunu önermek istiyorum.
Doğal olarak ilk tartışma konuşu Westphalia devletler sistemi olmakta ve onunla ilgili
olarak bazı sorular zihinlerimizi meşgul etmektedir: Ulus devletlerin devri sona mı erdi,
eriyor mu, erecek mi? Sınırların eski önemini yitirdiği bir dünya bir ihtimal olarak hala var
mı, yoksa onbir Eylül sonrası dönemde ulus devlet kendini yeniden mi yarattı? Çoğu
analiste göre onbir Eylül sonrasında yaşanan olaylar Westphalia modelinin direnişini
sembolize eder. Örneğin, saldırıların hemen akabinde “teröre karşı savaş” başlığı altında
başlatılan Afganistan savaşı, aslında tam da realist paradigmanın temelini oluşturan
jeopolitik ya da ekonomik çıkar temelli devlet davranışı ve devletlerin tek taraflı ya da
‘sıfır toplamlı’ güç arayışına bir örnektir (Bacık, 2004: 11). Bu durumda, hegemonyasını
yeniden inşa etmiş görünen realist paradigmanın yerini idealizm nasıl alabilir ya da alabilir
mi? Alamayacağını baştan kabul mü edeceğiz yoksa hayalî olmakla ‘suçlanmayı’ giderek
daha fazla insanın göze mi alması gerekiyor? Yani devletlerin sadece çıkarlarına uygun
hareket ettiklerini, yapmamız gerekenin dünyayı daha iyi bir dünya nasıl olabilir sorusunu
sorarak değiştirmeye çalışmak yerine var olan dünyada kendimize ‘iyi’, diğerlerinden
‘daha iyi’ bir yer bulmak olduğunu ve gücün asla eşit paylaşılamayacak bir şey olmanın
yanı sıra aynı zamanda sıfır toplamlı olduğunu kabul ederek bizim güçlenmemizin
başkalarının kötüleşmesi, yoksullaşması, güçsüzleşmesi pahasına olacağını, ancak bunları
göze alarak, hatta hiçe sayarak ‘başarılı’ olabileceğimizi düşünmeye ve bütün bunları da
insan doğasının bencil, çıkarcı ve açgözlü olduğu iddiasına dayandırmaya devam mı
edeceğiz? Yoksa gücün mutlaka sıfır toplamlı bir şey olmak zorunda olmadığını, birlikte
de daha iyiye doğru gidebileceğimizi, iş birliği ve dayanışmayla hep beraber
güçlenebileceğimizi ve bunlara aslında belki de her zamankinden daha çok ihtiyacımız
olduğunu, bunu da uluslararası hukuk, uluslararası örgütler sayesinde başarabileceğimize
inanmaya devam edebilir miyiz?
Robert Keohane, uluslararası hukuk ve uluslararası örgütlerin ne kadar gerekli ve yararlı
olduğunu vurgulamakla beraber aslında bu kavramların ‘şiddetin kendisinin küreselleşmiş
olması gerçeğine’ bir yanıt olarak bu kadar gündeme getirilmekte olduğunu öne sürer.
Yani bugün “İç güvenliği ve insan haklarını tehdit eden terörist ağların kendileri sınır
tanımaz niteliktedir” ve “şiddetin bu yeni biçimi bizi devletler, dünya siyaseti ve adalet
arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yeniden düşünmeye ve
demokrasilerin vatandaşlarını korkudan ne kadar koruyabildiklerini sorgulamaya
28
zorlamaktadır” (aktaran Calhoun vd.: 18). Ayrıca, onbir Eylül saldırıları, sonuçta sadece
Amerikalılara ya da New Yorklulara karşı işlenmiş bir suç olarak görülmeyip küresel bir
bakış açısıyla insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak da düşünülebilir. Burada vurgulanan iç
içe geçmişlik durumu ise hukuk ve adalet içi küresel kurumların önemi açısından
anlamlıdır. David Held’in yaptığı gibi bu olayların öyle ya da böyle ama eninde sonunda
sadece bir suç olarak tanımlamanın tek seçenek olmadığı ve aslında bu olayların içinde
barışçıl ve kozmopolit bir birliktelik için bir potansiyel taşıdığı da söylenebilir (Calhoun
vd.: 18).
Üzerinde düşünülmesi gereken ikinci bir mesele, son yıllarda siyasi tartışmaların ve
hayatımızın en önemli parçası haline gelmiş olan küreselleşme olgusudur. Küreselleşme,
onbir Eylül sonrası dönemde daha çok uluslararası terör ve teknolojik gelişmelerle
bağlantılı siber terör kavramıyla ilintili olarak tartışıldı, ancak küreselleşme sadece
teknoloji ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla ilgili bir süreç değil, kapitalist
modernleşme ve küresel eşitsizlik arasındaki ilişkinin sorgulanmasını zorunlu kılan bir
süreç olarak da düşünülmelidir. Küresel ekonomiyle eklemlenme, küresel pazarlara dâhil
olma sürecinde yeni/farklı iş bölümlerine, sanayileşmeye, sermayenin, emeğin ve doğal
kaynakların yeni kullanım biçimlerine kapılarını açmış olmaktan dolayı ülke
ekonomilerinin geçirdiği büyük dönüşüm gözden kaçırılmamalıdır. Bu yönden
bakıldığında küreselleşme serbest ticaret, piyasalar ve özel mülkiyet kavramlarının
merkezde olduğu ekonomik sistemlerin uygulanması anlamına gelir. Bu yapısal dönüşüm
birçok yerde çoğu zaman gelir dağılımında dengesizlikleri ve temel ihtiyaçların
karşılanması bakımından ayrışmaları ve eşitsizlikleri, zenginin, yoksulun daha da
yoksullaşması pahasına zenginleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu, hem ulusal düzeyde
hem de küresel düzeyde dünya toplumların karşılaştığı en temel sorundur.
Kapitalist üretim ilişkilerinin küresel temelde doğurduğu eşitsizliklerin doğrudan bir
yansıması kültürel boyutta karşımıza çıkar. Küreselleşme kavramına mesafeli duran
eleştirel yaklaşımlarda sıklıkla karşımıza çıkan ‘kültürel işgal’ kavramıyla ifade edilmek
istenen, dünyadaki pek çok insan için küreselleşmenin karşılıklı olarak birbirine
eklemlenen farklı kültürleri anlatmaktansa belli bir modelin (Batılı ya da Amerikalı)
hâkimiyetini anlatır hale gelmesidir. Küreselleşme, belli bir kültürel ve ideolojik içeriğin,
küreselleşmenin ekonomik ya da teknolojik boyutuyla beraber yerküreye yayılması ile
özdeşleştirilmektedir. Bu anlamda, dünya toplumların tecrübe ettiği şey aslında ‘kültürel
işgal’ yerine Gramsci’den mülhem ‘hegemonya’ kavramıyla anlamlandırabileceğimiz bir
29
meseledir. Gramsci’nin ‘ideolojik ve ahlaki liderlik’ olarak tanımlayarak, baskı ve
zorlamadan çok rıza ve iknaya dayalı olduğunu özellikle vurguladığı hegemonya
kavramından hareket eden bir çözümleme, hegemonyanın bir kere ve sonsuza kadar
kurulmuş olmayıp sürekli yenilendiği/yeniden yaratıldığına dikkat çekecek ve var olan güç
ilişkilerini görünür kılarken alternatifler için mücadeleyi de öngören bir çözümleme
olacaktır.
Onbir Eylül sonrası dönemde yeniden gündeme gelen bir başka konu ise din ve dinsel
kimlikler olmuştur. Yukarıda da açıklandığı üzere, Huntington’un çalışmalarından
esinlenen yorumlarda özellikle İslam ve sekülerleşme arasındaki ilişki sorgulanmış, hatta
Ernest Gellner gibi bazı yazarlar İslam’ın sekülerleşemez bir din olduğunu iddia
etmişlerdir. Burada vurgulanan nokta ise modernleşmeyle sekülerleşme ve rasyonelleşme
arasında doğrudan bir ilişkinin olması ve sekülerleşmenin de modernleşmenin de belli bir
rotayı izlemesi gerektiğidir. Fakat bu durumda da, eleştirel bakan gözler için şu türden
sorular kaçınılmaz olmaktadır: Modernleşme kuramının temel varsayımlardan biri olarak
modernite ilerledikçe insanların bireysel, toplumsal, siyasal yaşamlarında dinin rolünün
giderek azalacağı, dinin ancak bireysel bir vicdan meselesi olarak kalacağı yönündeki
beklenti ne kadar yerinde ve doğrudur? Özcü bir biçimde tanımlanmış ‘modern’,
‘modernlik’ tanımlarından hareket etmek, bunu yaparken de dinin siyasal ve toplumsal
yaşamdan tümüyle dışarılanmasını modernleşmenin olmazsa olmazı olarak ortaya koymak,
dünya toplumlarını buna dayanarak ‘ölçmek’ ve ‘değerlendirmek’ ne kadar doğrudur?
Benzer bir biçimde, dinlerin özcü tanımlarından yola çıkmanın sakıncaları da
vurgulanması gereken bir noktadır. İslam, Hristiyanlık, Musevilik ya da başka bir dini
homojen bir bütün olarak görmek, evrensel, standart, sabit bir tanımını yapmak ve bu
çerçevede düşünerek örneğin ‘İslam’ ve kökten dincilik, ‘İslam’ ve demokrasi, ‘İslam’ ve
sivil toplum, ‘İslam’ ve terörizm gibi başlıklar altında sorular sormak ne kadar sağlıklıdır?
İslam’ın aşırılıkla, radikalizmle eşleştirilmesi, Müslümanların teröristler olarak
tanımlanmaya başlanması dünya barışını engelleyen faktörler değil midir? Dinlerin tek bir
yorumu mümkün müdür? Her dinin daha ılımlı ve daha köktenci yorumları olabileceği gibi
her dinin kendi içinde mezhep farklılıkları barındırdığını, hiçbir dinin inananlarının tek bir
blok halinde hareket etmediğini belirtmek gerekir. Tıpkı kendini Batı karşıtlığı üzerinden
tanımlayan ‘Müslümanlar’ diye bütüncül bir kategorinin olmaması gibi.
Onbir Eylül sonrası dönemde sorgulamamız ve üzerinde düşünmemiz gereken bir başka
kavram da güvenliktir. Onbir Eylül sonrasında, özellikle ABD’de ve AB’de dinsel ve etnik
30
azınlıkların ve yasal ya da yasa dışı göçmenlerin birer iç güvenlik tehdidi olarak
tanımlanmaya ve çok sıkı denetim altına alınmaya çalışıldığını ve toplumdan bu olgulara
bakışının da bu doğrultuda yeniden şekillendiğini, önemli ölçüde değiştiğini yukarıda
örnekleriyle belirtmiştik. Fakat şimdi tam da bu durumu sorgulamak gerekiyor. Önemli ve
öncelikli olan ulusal güvenlik mi, toplumsal güvenlik mi yoksa insan güvenliği midir?
Peki, insan kendini ne zaman güvende hisseder? Örneğin, kendini güvende hissetmesi için
bazı hak ve özgürlüklerinden feragat etmek zorunda olduğu söylendiğinde kendini güvende
hissedebilir mi? İki kavram yani özgürlük ve güvenlik birbirini dışlayan iki kategori midir?
Güvenlik kavramının çok fazla öne çıkarılması birçok toplumsal, kültürel, siyasal olgunun
güvenlikleştirilmesine, yani bir güvenlik ‘sorunu’ olarak etiketlenmesine neden olmaz mı?
Bireysel ve toplumsal yaşamlarımızın bir parçası olan çok sayıda olayın güvenliğimizi
tehdit eden unsurlar olarak tanımlanması sürekli olarak güvensizlik hissini pekiştirmez mi?
Bütün bu soru(n)lar ister istemez bizi demokrasinin böyle bir ortamda ne ifade ediyor
olabileceğini düşünmeye zorluyor. Örneğin, yukarıda bahsettiğimiz, ABD’nin kendisini ve
kendi sınırları içinde demokrasiyi korumak adına gerçekleştirdiğini söylediği eylemler
demokrasiyi gerçekten korur nitelikte midir? Ya da dünyanın başka yerlerinde demokrasiyi
daha olası/mümkün kılar nitelikte midir? Seyla Benhabib’in ifadesiyle bu süreçte ABD ve
diğer başka devletlerin güvenlikle ilgili olarak aldığı tedbirler farklılığa karşı güvensizlikle
yaklaşılmasına (distrust of dissent) yol açtı. Hâkim olanla farklılaşan, ona muhalefet eden,
onunla çekişen herkese şüpheyle bakmak ve potansiyel bir tehdit olarak görmek,
güvenmemek demokrasiyi sendeleten, duraksamasına, bocalamasına neden olan çok
önemli bir faktördür. Calhoun ve arkadaşlarının da altını çizdiği gibi, “Demokrasi, her ikisi
de önemli olsa da sadece toleransa ya da sadece yasal prosedürlere dayanmaz. Aynı
zamanda vatandaşların erdemlerine, bilgilendirilmiş bir kamusal yaşama ve bu anlamda
özgürlük ve öz yönetim koşullarına duyulan saygıya dayanır” (Calhoun vd., 2002: 15).
Aynı zamanda, demokrasiyi kurabilecek, pekiştirilebilecek, kurumsallaştırılabilecek bir şey
olarak ya da belli safhalardan geçilerek, belli kurumsal ve yasal düzenlemeler yapılarak
varılacak bir yer, gelecekte ulaşılmak üzere önceden tespit edilmiş bir hedef olarak
görmektense onu şimdiye ilişkin, şu anda tecrübe ettiklerimizle başa çıkabilmenin bir
yöntemi olarak görmek çok önemlidir. Böyle bir bakış açısı, demokrasiyi bir hükümet
biçimi, bazı koşulları yerine getirerek ulaşılabilecek bir hedef olarak görmekten ziyade
Sheldon Wolin’in (1996) kullandığı anlamda ‘firari/tutulmaz’ bir şey olarak
algılamaktadır.
31
Bu kavramlar ve meseleler, tartışma konusu yapıldıklarında ortaya dökülüveren soruların
çokluğundan da anlaşılacağı üzere zor ve yorucu meselelerdir. Fakat durumun bu olması,
bu karmaşık meseleleri yeniden ve yeniden düşünüyor olmamız, işin içinden öyle kolay
kolay çıkamayacağımızı görmemiz, kısa ya da uzun vadede sorunlarımızın büyük kısmına
belki de çözüm imkânı göremiyor olmamız bizi karamsarlığa mı sürüklemeli, yoksa bu
yeniden düşünmek, kafa yormak belki de daha iyi bir dünyanın yaratılması ve bunun
paylaşımcı ve katılımcı bir şekilde gerçekleşebilmesi için atılacak adımların ilki, hatta en
önemlisi olarak mı görülmeli? Belki de ikincisi. Belki de son on yıldır insanlığın bu yönde
bir dayanışmaya ve iş birliğine en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerden birinde yaşıyoruz.
32
KAYNAKÇA
Ajami, Fouad (1993). "But They Said We Will Not Hearken". Foreign Affairs. C. 72, No
4, s. 2-9.
Benhabib, Seyla (2002). "Kutsal Olmayan Savaşlar". Doğu Batı. Yıl 4, Sayı 20, s. 51-65.
Byers, Michael (2002). “Terrorism, The Use of Force and International Law after 11
September”. International and Comparative Law Quarterly. C. 51, Nisan, s. 401-414.
Chomsky, Noam (2002). 11 Eylül ve Sonrası Dünya Nereye Gidiyor? İstanbul: Om
Yayınevi.
Craig Calhoun, Paul Price and Ashley Timmer (2002). “Introduction”. (Der.) Craig
Calhoun, Paul Price and Ashley Timmer. Understanding September 11, New York: The
New Press, s. 1-24.
Firedman, Thomas (2002). Longitudes and Attitudes Exploring the World after September
11. New York: Farrar Straus Giroux.
Gehman, Heidi (2002). “September 11: The Terrorist Attack on America”. (Der.)
Markham, Ian ve Abu-Rabi, İbrahim M. September 11: Religious Perspectives on the
Causes and Consequences. Oxford: Oneworld Publications, s. 1-20.
Goh, Evelyn (2003). “Hegemonic Constraints: The Implications of 11 September for
American Power”. Australian Journal of International Affairs. C. 57, No 1, s. 77-97.
Gramsci, Antonio (1991). Selections from the Prison Notebooks of Antonio Gramsci.
Edited and translated by Quintin Hoare and Geoffrey Nowell Smith. London: Lawrence
and Wishart.
Huntington, Samuel P. (1993). "If Not Civilizations, What? Paradigms of the Post-Cold
War World". Foreign Affairs. C. 72, No 5, s. 186-194.
Huntington, Samuel P. (1993). "The Clash of Civilizations?" Foreign Affairs, Vol.72, No
3, s. 22-49.
Keyman, E. Fuat (2002). "Globalleşme, Oryantalizm ve Öteki Sorunu: 11 Eylül Sonrası
Dünya ve Adalet". Doğu Batı, Yıl 4, Sayı 20, s. 11-32.
Lieven, Anatol (2002). “The Secret Policeman's Ball: The United States, Russia and the
International Order after 11 September”. International Affairs. C. 78, No 2, s. 245-259.
Mahbubani, Kishore (1993). "What The Rest Can Teach The West". Foreign Affairs. C.
72, No 4, s.10-14.
Markham, Ian (2002). “9.11: Contrasting Reactions and the Challenge of Dialogue”. (Der.)
Markham, Ian ve Abu-Rabi, İbrahim M. September 11: Religious Perspectives on the
Causes and Consequences. Oxford: Oneworld Publications, s. 206-228.
Pieterse, Jan Nederveen (1994). "Unpacking the West: How European is Europe?" (Der.)
A. Rattansi, S. Westwood. Racism, Modernity, Identity. Cambridge: Polity, s. 129-149.
Poynting, Scott (2004). “Living with Racism: The Experience and Reporting by Arab and
Muslim Australians of Discrimination, Abuse and Violence since 11 September 2001”
Report to the Human Rights and Equal Opportunity Commission.
Said, Edward (1978). Orientalism. New York: Vintage Books.
Wallerstein, Immanuel (2002). “America and the World: The Twin Powers as Metaphor”.
(Der.) Craig Calhoun, Paul Price and Ashley Timmer. Understanding September 11, New
York: The New Press, s.345-360.
Weeks, Albert (1993). "Do Civilizations Hold?" Foreign Affairs. C. 72 No 4, s. 24-25.
33
Wolin, Sheldon (1996). “Fugitive Democracy”. (Der.) Seyla Benhabib. Democracy and
Difference Contesting Boundaries of the Political, Princeton: Princeton University Press, s.
31-45.
Wouters, Jan ve Naert, Frederik, (2004). “Of Arrest Warrants, Terrorist Offences and
Extradition Deals. An Appraisal of the EU’s Main Criminal Law Measures against
Terrorism after ‘11 September’”. K.U. Leuven Faculty of Law Institute for International.
Law Working Paper. No 56. https://www.law.kuleuven.be/iir/nl/onderzoek/wp/WP56e.pdf
Yeşilyurt-Gündüz, Zuhal (2010). “The European Union at 50-Xenophobia, Islamophobia,
and the Rise of the Radical Right. Journal of Muslim MinorityAffairs, C. 30, Sayı 1, s. 35-
47.
Yeşilyurt-Gündüz, Zuhal (2007). “Europe and Islam: No Securitization, Please!”
International Policy Analysis, s. 2-7.
34
ONBİR EYLÜL VE YENİ DEVLET BİÇİMİ
Ali Murat Özdemir
Giriş
Biçim işlevi belirler (Jessop, 1990). Devlet olarak adlandırabileceğimiz yoğunlaşmış
ilişkiler alanını, bu alana giren talepleri imkânsız kılan ya da imkân dâhiline sokan, bu
taleplerin dilini ve üretimi belirleyen biçim konusundan ayrı düşünemeyiz. Devletlerarası
düzlemdeki eşitsiz güç ilişkilerinin analizi de biçim sorununun dikkatle ele alınmasını
gerektirirler. Devletlerarası düzlemdeki eşitsiz güç ilişkileri gündeme geldiğinde,
emperyalizm tartışmaları su yüzüne çıkar. Günümüzde eşitsiz güç ilişkilerini konu alan
çalışmaların Onbir Eylül’ü takip eden olaylar dizisinden etkilenmemeleri kolay değildir.
Devletlerarası düzlemdeki eşitsiz güç ilişkileri gündeme geldiğinde öne çıkan hususlardan
bir diğeri de uluslararası hukuk olacaktır.
Klasik emperyalizm yorumları, büyük kapitalist devletler (emperyalistler) arasında rekabet
fikri üzerinden gelişiyordu. Bu devletler içerisinde temsilini bulan tekelci sermaye, diğer
devletlerde temsilini bulan diğer tekelci sermaye gruplarına karşı kendi ulusal devletini
kullanıyordu. Uluslararası hukuka Marksist yaklaşımların önemli bir bölümü, bu hukuk
alanını, kendi dönemlerini açıklamakta hiçte yetersiz olmayan klasik emperyalizm
teorilerinin betimlediği ilişkiler sisteminin düzenlenmesi faaliyeti olarak tasavvur ettiler.
Bugün, klasik emperyalizm teorileri, aralarında: a-İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı
dünyasını şemsiyeleyen Amerikan hegemonyasının belirmesi; b-Tekil kapitalist ülkelerin
(emperyalizm teorisine göre birbirleriyle şiddetli rekabet halinde olmaları gerekirken, bir
türlü beklenen ölçütlerde rekabete girmeyen) ordularını bir çatı altında toplayan
NATO’nun ortaya çıkması; c-İçeride Fordist toplumsal uzlaşmanın, dışarıda
uluslararasılaşan kapitalizmin düzenlenmesi için tebarüz eden kuruluşlardan ve bunların
yarattığı hukuktan oluşan yeni düzenleme biçimlerinin gündeme gelmesi; d-Sovyet sonrası
dönemde sermaye ilişkisinin kapsayıcılığını arttıran düzenlemelerin ortak kapitalist akıla
binaen gerçekleştirilmesi gibi kalemlerin bulunduğu güçlü gerekçelerle siyasal tahayyülü
belirlemekten uzak görünmektedirler.
Anılan açıklama sıkıntısı ve hacmi gün geçtikçe artan küreselleşme tartışmalarıyla ilişkili
olarak, Marksist teori içerisinden bir seri yeni emperyalizm yorumu türetilmiştir.1 Güç
1 Bu yorumlar üzerine yapılmış bir çalışma için bk. Özdemir (2010).
35
Buyruk Düzen (Özdemir, 2011) başlıklı çalışmanın son sözünden beslenen bu çalışmada,
Louis Althusser (2002; 2003; 2006; 2009) ve Bob Jessop’un (1982; 1985; 1990; 2002;
Jessop ve Sum, 2006) devlet yaklaşımlarına, emperyalizm çalışmalarına devlet teorisinin
eklenmesi gerekliliğini savunan Leo Panitch ve Sam Gindin’e (2003; 2004; 2006) ait
devletin uluslararasılaşması tezini eklemlendirerek oluşturulan özgül bir yorum
çerçevesinde, Onbir Eylül’ün devlet biçimi açısından etkileri değerlendirilecektir. Bu
satırların yazarı okuyucuya, Althusser ve Jessop çizgilerine mündemiç siyaset
felsefelerinin (sırasıyla, Marksist Yapısalcılık ve Eleştirel Realizm)-en azından bu
çalışmada yürütülen tartışma kapsamında-uyumlu varsayıldıkları,2 ancak Panitch ve
Gindin’in dayandığı siyaset felsefesinin benimsenmediğini,3 onların çalışmalarının seçilen
açıklama kipliğine uygun bir şekilde yeniden yazıldığını belirtmek durumundadır.
Anılan amaç doğrultusunda ilerlerken ilk etapta, çalışmada kullanıldığı haliyle devlet
tanımı, önce devletin ne olmadığı daha sonra da devletin nasıl anlaşılması gerektiği
soruları sorularak, belirgin bir hale getirilecektir. Ardından biçim vurgusunun önemi
üzerinde bir takım saptamalar yapılacak ve biçimin yayılış sürecinin dinamikleri ele
alınacaktır. Son olarak, devletin uluslararasılaşması süreci bağlamında Irak saldırısının,
hem stratejik hammadde satıcısı ülkeler hem de Türkiye için ne ifade ettiği tartışılacaktır.
Uluslararasılaşma Sürecinin Nesnesi Olarak Devlet
Uluslararasılaşma sürecinin, birisi sermaye ilişkisi diğeri de devlet olan iki nesnesi
bulunmaktadır. Sermaye ilişkisinin uluslararasılaşması süreci üzerine zengin bir kaynakça
bulunmaktadır. Uluslararasılaşma sürecinin nesnesi olarak devlet aynı ilgiye mazhar
olmamıştır ve bu bağlamda ele alınması, irdelenmesi, kavramsallaştırılması önemlidir.
Devlet teriminin pek çok perspektif içerisinden edindiği pek çok anlamın yarattığı kargaşa
ile uğraşabilmek için genel bir tanım yapmak gerekmektedir.4 Böyle bir teşebbüse,
öncelikle bu çalışmada kullanıldığı haliyle, kavramın dışladıkları ile başlamak anlamlı
görünmektedir. Öyleyse soralım: Devlet ne değildir?
Devlet bir organizma değildir. Organizma olarak devlet kavramsallaştırmasını, ana-akım
siyaset teorilerine mündemiç eklektizmin bütün versiyonlarında bulmak mümkündür.
Platonik devlet anlayışı, kavramın tarihini araştıranlar için iyi bir başlangıç noktası
sunacaktır. Buna göre devlet, her durumda kendi –verili- (bir ineğin ota ihtiyaç duyması
2 Marksist Yapısalcılık ve Eleştirel Realizm arasındaki ilişkilerin tartışması için bk. Özdemir (2008).
3 Bu konuda daha geniş bir açıklama için bk. Özdemir (2010).
4 Burada kısaca ana hatları özetlenen yaklaşımın bütünsel bir dökümü ve savunusu için bk. Özdemir (2008).
36
durumunda olduğu gibi doğasına mündemiç) organik çıkarlarını gütmeye meyilli bir
organizmadır. Aynı damardan ilerlersek, devlet tarafından cisimleştirilen siyasi düzenek,
içinde bulunduğu toplumla bir bütün teşkil eder. Çıkış noktanız böyle bir devlet
kavramsallaştırmasına dayandığında -tıpkı bir insanın ya da hayvanın kolları ve bacakları
arasında çıkar çatışması bulunmaması durumunda olduğu gibi- devlet olarak adlandırılan
bütünlük, yalnızca kendi verili (organik ve çatışkısız) menfaatini kollayan bir entite olarak
algılanacaktır. Dahası, anılan söylemin taşıyıcıları pek çok durumda, söz konusu
bütünlüğün (devletin) zaman ve mekân bağımlı bir tür özel rasyonaliteyi (piyasada işlem
yapan bağımsız bireyin hesap mantığını), zamandan ve mekândan bağımsız olarak
içselleştirdiğini ön varsaymak durumunda kalacaklardır.
Devlet sivil toplumun dışında ve karşısında konumlanmış bir organizma ya da alan
değildir. İster liberal ister muhafazakâr olsun, bütün burjuva yaklaşımları, politik toplumun
(devletin) karşısına diktikleri sivil toplumu, müstakil ve organik bir bütün olarak
kavramsallaştırmaktadırlar. Teorizasyonu yapanların tercihine göre, sivil toplum bazen bir
özgürlükler alanı ve muhalefet odağı, bazen de politik toplum tarafından gözetilmesi ve
düzenlenmesi gereken kötü eğilimli, huysuz bir varlık olarak kurgulanmaktadır.
Bugünün kuramsallaştırma çabalarının önemli bir kısmında, kötü adamın devlet olduğunu
hatırlatalım. “Kötü adam devlet” yaklaşımı içerisinden bakıldıkça, devlet denilen
organizmayı oluşturan bireyler (bürokratlar) kendi kültürlerini alt nesillere aktaran
müstakil bir grup olarak algılanırlar. Buna göre bürokrasi bir temsil gerçekleştirmez, bir
dolayım içermez: Kendi hesabına bir sınıftır. Hem de kendinde değil kendisi için (eyleyen)
bir sınıf!5 Anmakta olduğumuz açıklama kipliği içerisinden bakıldıkta, (derin) bürokrasi,
kendi özgün rasyonalitesi ve müstakil gelenekleri ve talepleriyle, kendisi için eyler.
Politik toplumu (ve dolayısı ile sivil toplumu) bir organizma olarak algılamaya meyilli bu
yaklaşıma göre, bürokratlar bir kale haline getirip kendilerinden olmayanlara karşı
savundukları devleti, halkın (sivil toplumun!) iradesine karşı kullanıp kendi menfaatini
takip etmektedirler. Bugün burjuvazinin organik entelektüellerinin önemli bir bölümü,
yukarıdaki satırlarda tasvir edilmiş bulunan (ve pek çok metinde ceberut sıfatının
yardımıyla ne olduğu ve nasıl tavır gösterilmesi gerektiği hususları hemen açıklanan)
devleti ve onu kontrol altında tutmayı bilen (derin) bürokratları, piyasa düzeninden
kaynaklanan bütün sıkıntıların sebebi gibi tasvir etmektedirler. İthamlar bununla da bitmez,
5 Eski Marksistler Webercileşirken, duhul ettikleri yeni söyleme, kendi geçmişlerinden getirdiklerini hediye
etmekten çekinmemektedirler.
37
burjuvazinin organik entelektüelleri, toplumsal çelişkilerin şiddet biçimine büründüğü her
noktada bilen ve eyleyen devleti esas fail konumuna yükseltirler. Toplumun kendiliğinden
tepkileri de yine aynı fail (kötü adam devlet) tarafından örgütlenir. İdeolojilerin müstakil
etkileri ve bu ideolojileri gündeme getiren söylem dışı unsurlar (koşullar) bir kenara
itilerek kurulan anlatı, politik toplumun tek taraflı kararları üzerinden biçimlenir.
Konturları kısaca çizilen bu hikâye, kapitalist devletin burjuva diktatoryasının kurulması,
sürdürülmesi ve tahkim edilmesi sürecindeki işlevlerinden yola çıkmaz: Kötü çocuk
devletin kendisi için eyleyişini anlatır. Hikâyeyi böyle düzenleyenler-kendi içlerinde
çelişkiye düşerek-yüceltmekte ısrarlı gibi göründükleri sivil toplumu, son derece aciz, pasif
ve devlet ne ister ise onu yapan bir entite haline getirmektedirler. Kısaca, verili haliyle
burjuva devlet teorisi/ideolojisi, sivil toplum - politik toplum karşıtlığına sıkışıp kalmıştır.
Demokratikleşme hedefi de, piyasa rasyonalitesi ekseninde tavır geliştiren organizma-
devletlerin, organizma sivil toplumların ve bu sivil toplumların içerisinde mevcut
kendiliğinden-muhalif varoluş hallerinin düşünüp taşınarak bulduğu bir çözüm haline
gelmektedir.
Devlet sınıflardan ve bu sınıflar arasında mevcut gerilimlerden azade bir varlık biçimi
değildir. Devlet sınıflı bir toplum olan kapitalist toplumun devletidir. Şiddet, öncelikle
kapitalist devlette temsilini bulan çıkarlar tarafından üretilen devlet iktidarının, burjuva
diktatoryasının kurulması, sürdürülmesi ve tahkim edilmesi sürecindeki kullanımının bir
türevidir. Bununla sınırlı değildir belki, ancak şiddetin kullanıldığı bütün düzlemler,
kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminde araçsallaştırılır.
Diğer yandan bu devlet, ideal kolektif bir kapitalist değildir. Genel olarak sermayenin
(verili bir mekân ve zamanda sermayenin para sermaye, üretken sermaye, ticari sermaye
uğraklarının toplamının) önceden verili (kendi telosunu gerçekleştirmeye çalışan) somut
bir çıkarlar listesi bulunmamaktadır. Sermaye ilişkisinin artı-değerin temellüküne
odaklanmış olması ve toplumsal zenginliklerin eşitsiz bölüşümünü hedeflemesi durumu;
sermayenin kendine ait tutarlı ihtiyaçlar listesiyle birlikte ortada dolanan bir
organizmaymış gibi düşünülmesine yol açmamalıdır. “Genel olarak sermaye” kendi adına
talepleri olan bir özne değildir. Birçok tikel sermayenin eylemlerinin etkisi olarak
mevcuttur. Dolayısıyla, bir organizmaymış gibi davranıp, -kendi dışında bir entite olarak-
devleti araç konumuna indirgeyerek eylemez. Sermaye hep tikel formuyla, somut
varoluşuyla, zaman ve mekân bağımlı somut talepler ve stratejiler üretir.
38
Diğer yandan, devlet çok kaynaklı ve çok eksenli kuvvetlerin tesadüfî bir bileşkesi de
değildir. Devleti, açıklanması gerekeni verili sayarak, sermayenin yeniden üretimindeki
işlevi üzerinden tanımlayamasak da, bu işlevinin (aposteriori olarak) göz ardı edilmesi
mümkün olmamaktadır. Her şeyden önce, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet
veriliyken, sermayenin yeniden üretimini gerçekleştirecek koşullara odaklanmamış, bu
koşulları oluşturmaya çalışmayan bir devlet tasavvur edilemez. Bu bağlamda devlet,
sermayenin yeniden üretimi temel ekseninde bir araya gelmiş ve işleyişi çelişkilerden muaf
olmayan yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin toplamıdır demek yanlış
olmayacaktır.
Devlet zamandan ve mekândan bağımsız değildir. Devlet farklı tarihsel dönemlerde farklı
sistemler etrafında şekillenebilir, ancak kapitalist üretim ilişkilerinin giderek artan
oranlarda baskın hale geldiği bir dönemde, kapitalist sistem tarafından şekillendirilir.
Meseleyi böyle ortaya koymak, kapitalist sistemi, kendi içindeki diğer (geleneksel, değer-
biçime sorunsuz olarak tahvil edilemeyen) sistemleri tek yanlı olarak etkileyen mutlak
unsur olarak ele almak anlamına gelmez. Kapitalist toplumsal ilişkilerin azgelişmiş
toplumlarda –diğerleri yanında- yanaşma ilişkileri ile birlikte yürüdüğünü, örneğin
ihalelerin tarikat ya da hemşerilik bağları üzerinden dağıtıldığını, ihaleler sonucu üretilen
mal ve hizmetlerin piyasa değerlerinin devlete kesilenden (fatura edilenden) daha düşük
olduğunu ve benzeri örnekleri kendimize hatırlattığımızda, mütehakkim sistemin kendisine
çektiği dini ya da başka anlam sistemleri tarafından etkilendiğini, ancak bu unsurları kendi
ekseninde yeniden biçimlendirerek kendi mantığını onlara dayattığını saptamak kolay
olacaktır.
Sermaye birikiminin dinamiği değer-biçim düzleminde şekillenir. Kapitalist toplumsal
formasyonlarda, yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin birliği, kapitalist devletin
biçiminde alt belirlenmiştir.6 Ancak biçim, farklı karşılaşmaların öngörülemez etkilerinin
gerçekleşmesi sürecini kolaylaştırdığı gibi, bu karşılaşmaların önkoşullarını da
belirleyecektir: Kimse size ilgili alım satım sözleşmesinin içeriğini nasıl dolduracağınızı,
bir dilekçeye hangi somut talepleri ekleyebileceğinizi söyleyemez. Ancak sözleşme
formunun kendisi, pek çok yolla eylemlerinizi sınırlar. Sözleşmeler özel mülkiyeti, malı
piyasaya getirenin kural olarak onun maliki olduğunun kabulünü, anlaşmazlık durumda
6 Alt belirlenim klasik epistemolojide eldeki verilerle farklı sonuçlar üreten iki veya ikiden fazla teorinin
işletilebilmesinin mümkün olması haline işaret eder. Althusserci kullanımı ile altbelirlenim kavramı (köken
felsefesinin sonuçları öncüllerde veren erekselciliğinin aksine, ancak ilk şekillenmeyi belirleyebilecek bir
başlangıçlar felsefesine vurgu yaparak) bizi başlangıçların tahmin edilemez doğasına, olasılıkların farklı
karşılaşmaların önceden bilinemez etkileri üzerinden maddileşeceği geçeğine karşı uyarıyor.
39
yargı ve icra düzeneklerini, özel mülkiyetin korunması esasında gerçekleştirilen
yapılanmaları ve benzeri hususları verili kabul eden bir bağlamın ürünüdürler. Her şey
sözleşmeye konu olamaz. Sözleşmenin tarafları hukuk önünde eşit sayılacaklardır.
Sözleşmenin konusu hukuka (genelde alım satıma ya da yapma ve yapmama
yükümlülüklerine) uygun olmak durumundadır. Sözleşmeye konu edimin tedariki için
duyduğunuz ihtiyacı karşılayacak bir iş ilişkisi içerisinde değilseniz, tarikatlara ve benzeri
değer-biçim-dışı destekleyici oluşumlara başvurabilirsiniz. Ancak ilgili tarikatın ve benzeri
dayanışma mekanizmasının işleyebilmesi için, bunların ilgili toplumdaki iktidar ve
sermaye ilişkilerini destekleyecek şekilde konumlanması gerekir. Aynı şekilde dilekçe
formatı, bireysel talebinizin ne olması gerektiği hususunu belirleyemese de, talebin
bireysel bir talep olması ve ilgili kurumun verdiği hizmet kapsamında yazılması
gerekliliğini dayatır. Su ve kanalizasyon idaresinden, herkese bedelsiz öğle yemeği
verilmesini talep edemezsiniz. Taleplerinizi sunduğunuz kurumsal ve örgütsel bileşke,
sermaye ilişkisinin yeniden üretilmesi ekseninde, bu işlevle doğrudan bağlantısı olsun
olmasın, bir seri koşullanmış mal ve hizmeti sağlarken, şiddet yanı sıra meşruiyet de
üretecektir. Yani, ilgili devlet aygıtlarında yapılan üretimin her zaman dokunulabilir ve
dokunulamaz ürünleri olacaktır. Dokunulamaz ürünler ilgili kapitalist toplumda üretim
ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinde sayısız işlev görürler. Bu işlevler devleti
oluşturan aygıtlar toplamının belirli ölçekte içsel birliğini ve tutarlılığını gerektirir. Bir
başka deyişle, sermayenin üretim ve dolaşımına yön vermek için birikim stratejilerine
ihtiyaç duyulduğu oranda (stratejilere ihtiyaç vardır zira sermaye bir kullanım kılavuzu ile
gelmez), devlet müdahaleleri, devletin belirli ölçekte içsel birliğini ve tutarlılığını ön
varsaymak ve sağlamak önkoşullarıyla mümkün olabileceklerdir.
Devlet kapitalizmin ihtiyaçlarına göre kendi enerjisini kendi başına üreterek işleyen
düzenleyici bir makine değildir. Birikimin koşullarını sağlamak ya da istikrarlı olmayan
uzlaşma dengelerini yönetmek eylemi, yalnızca iktisat ekseninde işleyen politikalara değil,
kamuoyu oluşturmak için -gerektiğinde tavizlerle desteklenmiş gerektiğinde şiddet içeren-
daimi ideolojik, hukuki ve siyasi müdahalelere gereksinim duyacaktır. Bu müdahaleler
tarafların sahiplendiği ideolojiler (cumhuriyet projeleri, örgütlenme ilkeleri, şiddet
mekanizmaları vs.) ekseninde gerçekleşir.
Geldiğimiz noktada Devlet ne değildir? sorusuna vermeye çalıştığımız cevapların bizi bir
yerlere getirdiğini savlayabiliriz. Şimdi soruyu tersten soralım: Devlet nedir? Anılan
40
sorunun cevabı öncelikle bir devlet çizimini/şemasını gerektirecektir. Daha sonra –çizilen
bu şema üzerinden- devlet üzerine morfolojik, işlevsel ve karma tanımlar üretilebilecektir.
Çizime başlamadan önce küçük bir uyarı: Takdir edilir ki devleti şematize eden bir çizim
üzerinden üretilen sonuçların, somuttaki gerçek (real in concrete) ile zihindeki somut
(concrete in thought) arasındaki mesafeyi mükemmelen daraltacağını savlamak mümkün
değildir. Bourdieu’ye (1977) göre, dünya hakkındaki bilgi inşa ederken kullandığımız
metafor, sinopsis ve analoji gibi bilişsel aygıtlar, düşüncenin iletilmesini
güçlendirebileceği gibi içeriğini de sakatlayabilir. Metafor kullanımı, örneğin altyapı-
üstyapı fiziksel metaforu, analiz edilen toplumsal üretim ilişkisinin iletiminde ve bunun
bilgisinin toplumsal dolaşımında belirli kolaylıklar sağlamıştır. Ancak bunun yanı sıra
kompleks toplumsal kurum (hukuk, adalet vs.) ve örgütlerin (devletin ideolojik aygıtları,
devletin baskı aygıtları) analizinde, devrimci stratejilerin uygulanmasında belirgin ve
tanınmış zorluklar/sıkıntılar üretmiştir. Kompleks bir bilginin istatistik, temsilî şema,
diyagram ya da birleşik bir referans çerçevesine sıkıştırılması olarak tanımlayabileceğimiz
sinopsis de böyle bir zararlı etkiyi haizdir. Diyagramların basitleştirip zamansız ve iki
boyutlu bir düzleme taşıdığı entiteler ve bunlar arasında kurulan ilişkilerin gerçek
toplumsal ilişkiler düzlemine uymama ihtimali oldukça yüksektir. Bu diyagramlar zaman
ve mekân algısının inşasında hemen hemen her zaman sorun çıkartırlar. Öyleyse bilişsel
aygıtların tatbikinde çok dikkatli davranılmalı, ‘yanlış bir berraklık’ duygusunun teorik
sakıncaları üzerine önceden hazırlıklı olunmalıdır (Bourdieu, 1977). Althusser’deki
(2002) ‘apaçıklık’ kavramına benzeyen Bourdieucü ‘yanlış berraklık’ kavramı çoğu kez
baskın ideolojilerin ellerinde karşı araçlara dönüşebilir. Bu nedenle her zaman şemaların ya
da diyagramların önüne toplumsal gerçekliğin teorik inşası konulmalı, verdiğimiz şema
üzerinden ürettiğimiz sonuçlara da şüphe ile yaklaşılmalıdır. Şimdi devam edelim.
Devleti nasıl tasavvur etmeli? Burjuva ideolojileri içerisinde mümtaz bir yeri haiz liberal
söylemin yaptığı gibi, kâğıdın ortasına bir yuvarlak çizip, bu yuvarlağı kalınca bir çizgiyle
ikiye ayırdıktan sonra sol tarafına politik toplum (devlet), sağ tarafına da sivil toplum
(piyasa düzeni) yazmak suretiyle değil.
Devleti nasıl tasavvur etmeli? Öncelikle, iç içe geçmiş iki çember hayal edelim.
Çemberlerimizi kesik çizgilerle çizelim, zira hiçbir toplumsal bütünlük diğer toplumsal
bütünlüklerden tamamen izole edilemez. Dıştaki çember ilgili toplumsal formasyonun
kendisini diğerlerinden ayıran sınıra denk düşmektedir. Dıştaki çember aynı anda devletin
41
diğer devletler karşısındaki sınırını da oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, devleti diğer
devletlerden ayıran sınırlar aynı anda ilgili toplumsal formasyonun sınırlarını da oluşturur
(iki sınır arasında örtüşme olduğunu varsayıyoruz). Şu durumda, dış çemberi, toplumsallığı
oluşturan diğer ilişki setlerini (yoğunlaşmış özgün iktidar ilişkileri alanı olarak) devletten
ayırmak için kullanamayız. Bu nedenle çizdiğimiz sınırları (dış çemberi) dış çeper olarak
ele alalım ve mevcut çemberimizin içerisine -yine kesik kesik çizgilerle yapılmış- bir
ikincisini ekleyelim. Yani, paragrafın başında da söylediğimiz gibi, birisi diğeri içerisine –
kesik çizgilerle- çizilmiş iki yuvarlak7 tahayyül etmeliyiz. Merkezdeki (içerideki) yuvarlak
siyasal iktidarın üretildiği yapılaşmış ilişkiler seti olarak devleti oturtacağımız alanı
oluşturacaktır. Öyleyse daha en başından, elimizde bir gösteren ancak iki gösterilen
bulunmaktadır: İlgili toplumsal formasyonun mekânsal uzamını oluşturan sınırları
kaplayan devlet (dış çember) ve yoğunlaşmış özgün iktidar ilişkilerinin biçim belirlenimli
alanı olarak devlet (merkezdeki çember). Ancak daha önce anlatılanlardan
çıkarsayabileceğimiz gibi, bu alanın (merkezdeki çemberin) içerisi yekpare olmayacaktır.
Merkezdeki çemberin içerisine devletin aygıtlarını (Althusser) ya da yapısal biçimlerin
örgütsel ifadelerini temsil eden (Düzenleme Okulu ve/veya Jessop) küçük kutucuklar
çizmek durumundayız. Ekleyelim: Merkezde bulunup devleti temsil eden bu alan
düzenlediği kadar düzenlenilmeye de açık olduğundan, ne merkezdeki çemberin içindeki
kutucuklar ne de yoğunlaşmış bir siyasi ilişkiler alanı olarak devleti (merkezdeki çember)
içeren alan sabit değil.
Kesik kesik çizgilerimiz hem göreli bir sınırı imlemekte, hem de devleti oluşturan –görece-
istikrarlı yapıcıklara yönelik taleplerin geçmesi için özgün şekillenmeleri olan geçitlere
denk düşmektedirler. Bir başka deyişle, merkezdeki sınır çizgiciklerinin arasında bulunup,
daha geniş toplumsal ilişkiler alanı içerisinden gelen taleplerin içeri girmesini sağlayan
geçitlerimizin biçimi önemli. Dolayısıyla, her talep içeri giremiyor. Ancak belirli biçimlere
bürünebilen –dönüştürülmüş- talepler bu geçitlere sığabileceğinden, biçim içeriği
belirliyor. Kısaca, içeri girebilmek bile bir dert. Biçim tarafından yapılan müdahalenin her
kutucuk için aynı ölçüde olmadığını da belirtelim. Stratejik önemi haiz bazı kutucuklar
daha da talepkâr.
7 Yuvarlaklık konusunda ısrarcı değiliz; çizimimiz yerine göre kare, küp ya da üçgen formunu da alabilir.
Çizim zorlukları aşılabilecekse anılan formlar üç boyutlu olarak da hayal edilebilir. Bu son seçenek,
kuşbakışı kesik kesik verilen çizgilerin ima ettiği boşlukların özgül biçimini gündeme getireceğinden belki de
en makbulüdür.
42
Daha geniş toplumsal ilişkiler alanında doğup, merkezdeki biçim belirlenimli
yoğunlaştırılmış ilişkiler alanına duhul eden talepler, devletin bütününe değil, devletin
içerisinde mevcut yapıcıklardan birisinin ya da birden fazlasının –ama hiçbir durumda
tümünün değil- içine girer. Ancak daha geniş toplumsal ilişkiler alanından doğan taleplerin
sahipleri, talep üretebilme kapasitelerini (mevcut toplumsal konumlarını) merkezdeki
yoğunlaştırılmış güç ilişkileri alanı üzerinden (bu alan içerisinde çıkarlarının diğer
çıkarlardan daha iyi temsil ediliyor olmasından) edinmiş olduklarından, merkezde bulunan
alanla, daha geniş toplumsal ilişkiler alanı arasındaki ilişkinin tek yönlü olduğunu
tasarlamanın doğru olmadığını saptayalım. Bir başka deyişle, liberal söylemin savladığının
aksine, devlet ve sivil toplum terimlerinin göndergeleri (referent) büsbütün ayrı alanlara
denk gelmezler. Hatırlayalım, devleti temsil eden alanın içerisine çizdiğimiz kutucukların
çeperlerini de kesik çizgilerden oluşturmuştuk. Bu kutucuklar içerisinde toplumsal sınıflar
ve dolayısıyla bu sınıfların –kendi aralarındaki ilişkileri de çelişkiden muaf olmayan-
fraksiyonları temsil edilmektedir.
Temsil sorunu çağdaş devlet teorisinin en çetrefilli alanlarından birisini oluşturmaktadır.
Sınıfların devlet içerisindeki temsili nasıl gerçekleşmektedir? Temsilin sınıf fraksiyonları
ile devlet memurları ve diğer personel arasında kurulan ve pek çok durumda doğrudanlık
içermeyen, iktisadi, siyasi ve ideolojik ilişkiler üzerinden çeşitli mekanizma aracılığı ile
gerçekleşeceği söylenebilir.
Benimsemiş olduğumuz perspektife göre temsilin gerçekleşmesinde ideoloji alanı
diğerlerine göre daha belirleyici olacaktır. Bir başka deyişle, temsil ilişkisi –pek çok
durumda-, taleplerin sahipleriyle muhatapları arasında kurulan doğrudan ilişkiler üzerinden
yürütülen sınıfsal bir diyaloga dayanmaz. Bürokratların “ben falanca sınıfın falanca
fraksiyonunun temsilcisiyim, o yüzden şu talebi geri çevireyim şu talebi kabul edeyim”
kabilinden laflarla üretim ilişkileri ile ilişkiye geçeceğini tasavvur etmek anlamlı değildir.
Her şeyden önce, yoğunlaştırılmış güç ilişkileri alanına giren talepler bireysel haklara
tekabül eden (ve bu nedenle kendi kolektif sınıf içeriklerini görünmez hale getiren)
formülasyonlar içerirler. Talebin sahibi genellikle, falanca sınıfın falanca fraksiyonunun
üyesi olarak değil, bireysel kapitalist A ya da vatandaş B formatı içerisinden konuşacaktır.
Kolektiviteler adına konuşulmasına imkân tanınan kısıtlı durumlarda da karşımıza sınıf
isimleri değil, kültürel grup aidiyetinin çıkması kuvvetle muhtemeldir. Diğer yandan, neo-
liberal dönemde, sermaye fraksiyonlarının giderek artan ölçütlerde, kendi örgütleri
ağzından kendi sınıfsal (kolektif) menfaatini açıkça ifade ettiğini, bu menfaatin –yine-
43
giderek artan ölçütlerde doğrudan devlet politikasına tahvil edildiğini, işçi sınıfı için
bahsettiğimiz eğilimin tersinin gerçekleşiyor olduğunu gözlemlemek mümkündür.
İkinci olarak, varsaydığımız temsil ilişkisinin taraflar arasında önceden imzalanmış bir
anlaşmaya dayandığını varsayamayız. Pek çok durumda, temsil edilen ve temsilci olaydan
önce değil sonra oluşur. Farazi temsil ilişkimiz her olayda yeniden üretilir. Temsilci –
genelde- içinden konuştuğu söylemin belirleyici etkisiyle, somut durum karşısında somut
tepkiler üretir, somut çözümleri ‘keşfeder’.8 Keşfetme edimini tırnak içerisine alıyoruz
çünkü ilgili sorun karşısında “keşfedilen” çözüm, sınırsız seçenekler içerisinden keyfi
olarak bulunmuş bir cevaba denk gelmez. Belirli bir zaman ve mekânda neyin rasyonel,
neyin saçma olduğunu belirleyen yargılar (söylemler) “keşfetme ediminin” içeriğini ön
belirlerler. Hemen ekleyelim: Bu yargılar da havada uçuşmaz, kendi göndergeleri
(referent) ile kurdukları zorunlu ilişkinin türevidirler.9
8 Keşif (chance discovery) kavramını Lipietz’in (1987) kullandığı anlamıyla kullanıyoruz. Lipietz’in
kullandığı haliyle terim, yapıların dönüşümünde öznenin oynayabileceği rolü ve bu rolün sınırlılıklarını ve
potansiyellerini kavramlaştırabilmek maksadını gütmektedir. Althusserci Marksizm’in takipçilerinin,
Althusserci Marksizm’de pasif bir şekilde bulunan trager’in (Althusserci Marksist teorinin içerisinde
insanlar, yapıda içerilmiş ilişkilerin dayanağı biçiminde ve yapının belirli etkileri olarak (bireyselliklerinin
biçimleri halinde) görünürler (Balibar, 2007: 576)) eylemliliğini arttıracak ve kapasitesini tanıyacak şekilde
Trager’i dönüştürmeye çalışmışlardır. 9 Burada söylem dışının belirleyiciliğinden bahsetmekteyiz. Pozisyonumuzun anlaşılması için anılan husus
esaslı önemi haiz olduğundan uzun bir dipnot düşme gerekliliği duyduk: Yapısalcı dilbilimine göre, dilin bir
gereklilik olarak birtakım ilişkilere ifade kazandırdığı fikri külliyen yanlıştır. Dil nesnelere verilen isimlerin
toplamından oluşmaz. Dünyayı aynı şekilde düzenleyen iki dil sistemi bulmak imkânsızdır. Bütün dillerin
yapılarını belirleyen bir yapılar yapısı yoktur (bk. Benton ve Craib, 2008; Eagleton, 2004, 2004a). Bu
noktadan hareketle aktörlerin nesnelere verdiği anlamların keyfiliğine ulaşan inşacılığın (belirli noktalarda
post-yapısalcılıkla örtüşen) vargısı, Saussurecü dilbiliminin temel ayrımının yanlış bir yorumuyla
desteklenmektedir (Sturrock, 2003: 35-36). Şöyle ki: Saussure göstergenin; gösteren ve gösterilen olmak
üzere iki kısımda incelenmesini önerirken göstergeyi soyut bir nesne olarak kurgulamıştı. Bu soyut nesne;
dilin nesnesiydi ve doğrudan somuttaki gerçekle rabıtalı değildi; keyfiydi. Bir başka deyişle gösterdiği şey
tarafından belirlenmiyordu. Bunun kanıtı, göstergelerin farklı dillerdeki çeşitliliğinde bulunabilirdi. Bir dilde
üç gösterge ile kastedilen-şey/gönderge (referent) bir başka dilde bir gösterge ile adlandırılabilirdi. Ancak
buradaki keyfî olma durumu, dilin kullanıcılarının mevcut göstergelerin yerine yenilerini önerebilme
keyfiyetine ya da göndergenin (referent) istenilen durumda başka başka göstergelerle irtibatlandırılması
keyfiyetine denk düşmüyordu. Söylem dışının (real in concrete) etkisini göz ardı etmek için kullanılamazdı.
İnşacılığın ya da post-yapısalcılığın esaslı hataları, kastedilenle (göndergeyle), gösteren arasındaki ayrımın
göz ardı edilmesinde yatmaktadır (Sturrock, 2003: 35-36). Öyleyse aktörlerin nesnelere verdiği anlamlar
temelinde eylediklerini ve bu anlamların da sosyal olarak inşa edildiğini savlarken göndergenin
zorlayıcılığını (söylem-dışının söylem üzerindeki etkisini) göz ardı edemeyiz: Sosyal inşa süreçleri bir norm
ya da yargı seti yerine bir başka norm ya da yargı setinin rahatlıkla koyulabileceği anlamında “öyle de olur,
böyle de olur” gibi ifadelerle anlaşılamaz. Önce “Neden o norm seti değil de bu norm seti?” diye
sorulmalıdır. Küçükbaş hayvanlara verilen ad her dilde farklı olabilir. Hareketli üretim araçları (büyük ve
küçükbaş hayvanlar) üzerindeki mülkiyetin belirleyici olduğu (ya da bir dönem olmuş olduğu) toplumlarda
bu hayvanların yaşlarına, cinsiyetlerine ve birçok başka özelliklerine göre çok sayıda isim taşıyacağını ama
bu hayvanlarla işi olmayan (ve geçmişte de işi olmamış) toplumların küçükbaş hayvanların tümü için bir ya
da iki isim kullanacağını bilebiliriz. Küçükbaş hayvana verdiğiniz isimler değilse de bizatihi sosyal inşa
süreçleri; üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin verili bir toplumda, verili bir zamanda, içinde bulundukları
gelişmişlik düzeyi ile alakalıdır. Biri diğerini doğrudan belirlemiyor olsa da üretim ilişkileri göz önüne
alınmadan (göndergenin önemi tam olarak idrak edilmeden) sosyal inşa süreçleri hakkında fikir yürütmek
44
Öyleyse temsil her durumda değil ama genellikle ideolojiler üzerinden dolayımlanır. İlgili
ideolojinin taşıyıcısının gerçekleştirdiği (temsil etme ya da edilme) eylemin(in) sınıfsal
etkisini hesaplayabilmesi dahi gerekmez. Ancak sürekli yanlış (ilgili aygıt içerisinde temsil
edilmeyen) taraf için “keşifler” yapan taşıyıcının, kariyer imkânının (mesleki geleceğinin)
pek de parlak olacağı söylenemez. Daha önceden vurguladıklarımızdan açıktır ki, sermaye
hiçbir zaman “genel olarak sermaye” formunda temsil edilmez. Farklı fraksiyonların-bazen
birbiri ile esaslı olarak çelişen-farklı talepleri olacaktır. Sermayenin fraksiyonları
arasındaki çetrefilli ilişkide, taleplerin, birikim stratejileri üzerinden içerik kazanacağını
söylemek mümkündür. Örneğin Türkiye’de Ortadoğu eksenli sermaye grupları ile
kurulacak ilişkiyi merkeze alarak, kendi dar iktisadi çıkarlarını aşmaya yönelmiş sermaye
gruplarıyla alakalı talepleri temsil eden kimseler tarafından domine edilmiş devlet
aygıtlarında, yeni-Osmanlıcı bir söylemin diğerlerine üstün gelebileceğini, bu aygıtın
içerisine giren taleplerin de bu söylemi destekleyen-bu söylem içerisinden konuşan-
grupların işine yarayabileceğini söylemek mümkündür. Türkiye’nin Avrupa Birliği
perspektifinin de, ilgili grupların ve uluslararası almaşıklarının küresel sisteme eklemlenme
tarzlarıyla ilişkili içinde gelişeceğini ummak yanlış olmayacaktır. Avrupa ve Amerika
Birleşik Devletlerinde ağırlıklı olarak temsil edilen sermaye grupları ile almaşıklık
ilişkisine giren diğer sermaye fraksiyonları ise, farklı birikim stratejileri önereceklerdir.
Farklı fraksiyonlara ait farklı birikim stratejilerinin her durumda bir diğerini dışlaması
gerekmediği gibi, bir hükümetin bir fraksiyonu kollarken geliştirdiği politikaların,
diğerlerine yaramayacağı da söylenemez. Burjuvazinin çeşitli fraksiyonları tarafından
mümkün değildir. Kısacası trene ne isim verirseniz verin, tren geçerken demiryolunun üzerinde durmayın!
Tekrar edelim: ortaya konulan ayrım (gösterge ile gönderge arasındaki ayrım) bir kez atlandığında, söylem
dışı ile söylem arasındaki ilişki görünmez hâle gelir: Göstergeler her dilde keyfî (herhangi bir zorunluluk
durumuna tekabül etmeden) oluşur ama bu durum gösterge ile kastedilen şey (gönderge) arasındaki ilişkinin
maddiliği üzerinde etki doğurmaz. Bir başka deyişle bir çoban toplumu öküze bin türlü isim verebilir ama bu
insanlar öküzü bir üretim aracı olarak kullanacaklar ise; sütünü sağıp etini yiyecekler, derisinden de ayakkabı
yapacaklar ise; öküzün anlamı isimlerinden bağımsız olarak -örneğin takası imkân dâhiline sokacak olan
evrensel eşitleyici olarak- mevcut olacaktır. Bu bağlamda gösterenler gösterilenlerden önce mevcut
olmayabilir, ancak bu kural kastedilene (göndergeye) tatbik edilemez: O gösterene de gösterilene de
önceldir ve söylemin tutarlılığının ölçütü olarak söylem dışını her daim teorik hesaplara dâhil eder.
Anılan karışıklığın (gönderge -referent- ile gösterge -sign- arasındaki karışıklığın) sürekli tekrarı, bizi
söylemler arasında mutlak doğru olanın saptanılmasının imkânsızlığından yola çıkılarak oluşturulan
çoğulculuk fetişizmine getirmektedir. Öyle ya, yapının dışına çıkılıp da farklı yapıları değerlendirmek için bir
kriter geliştirilemiyor ise, kimseye bir doğru diretilemiyor ise, bütün farklılıkları bir arada bulundurmak
meziyet olacaktır. Peki, ama hangi düzlemde gerçekleşecek bu bir aradalık? Üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyetin kutsiyeti tabanında mı? Tabanın vazgeçilmezliği veri ise; çoğul bir yan yana duruş mu, yoksa
tikelin üzerine eklenmiş hiyerarşik bir dizilim mi vardır? Görüldüğü gibi çoğulculuk olarak sunulan şey de
aslında bir tikelliği önvarsaymak durumundadır.
45
taşınan, benimsenen ve yeniden üretilen çeşitli söylemleri vardır.10
Anılan söylemler, salt
birikim stratejilerinin tatbik edilmesi işinde değil, burjuvazinin ilgili fraksiyonlarının
burjuva-olmayan toplum kesitlerini denetim altına almaları süreçlerinde de işlev
göreceklerdir. Bir sınıf fraksiyonu bu söylemler seti içerisinden yalnızca bir tanesini
seçmek durumunda değildir. Osmanlıcı söylem pek ala sol-liberal demokrat11
söylemle,
muhafazakâr-dinci söylemlerle, milliyetçilikle, neo-liberal söylemin belirli tikel unsurları
ve benzerleri ile eklemlenebilir, özgün durumda özgün etkiler doğurabilir.
Daha geniş toplumsal ilişkiler alanından kaynaklanan talepler temsili gerçekleştiren
bürokratların (ve diğer kamu çalışanlarının) bulunduğu kutucuklara çeşitli yöntemlerle
girerler. Bu yöntemlerin bazıları kurumsallaşmış (ve dolayısı ile yasal) ilişkilere
dayanırken, bazıları da atipik, informel (kartvizit sahibi yakınımdır) ya da illegal (parti,
dernek vs. gibi örgütlere ya da bireye verilen bazı “teşvik” türleri) olacaktır.
Gelinen aşamada bir devlet tanımına geçilebilir. Sorumuzu tekrar soralım: Devlet nedir?
Marksist teori içerisinden –her durumda birbirlerini desteklemeyen, hatta pek çok durumda
çatışan- çeşitli tanımlamalar yapılmıştır (bk. Jessop, 1990). Bunlardan perspektifimizle
ilişkili üçünü vermeyi tercih ediyoruz. İlki morfolojik bir tanımdır: Devlet sermayenin
yeniden üretimi temel ekseninde bir araya gelmiş ve işleyişi çelişkilerden muaf olmayan
yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin toplamıdır. İkinci tanım işlev üzerinden
yapılabilir: Devlet, sermayenin değerlenmesinin koşullarını sağlama almak ya da
sermayenin toplam karlılığını arttırmak; ardından, kurmaca/kurgusal bir meta olarak emek
gücünün yeniden üretiminin koşullarını güvenceye almak işlevleriyle donatılmış örgütsel
ve kurumsal düzenektir.
İki tanımın ortak noktalarından ilerleyip karma bir tanım sunmak da mümkündür. Bu
durumda, devlet kendisi içerisinde temsil bulan çeşitli sınıfların güçlerinin kesiştiği
noktada iktidarını kullanabilen yapılaşmış bir ilişkiler setidir denilebilir. Devlet iktidarı
devletin bütünü tarafından kullanılmaz. Yapısal biçimler içerisine giren talepler bu
biçimleri oluşturan örgütler içerisinde mevcut sınıfsal temsil oranları ile bağlantılı olarak
10
Burjuvazinin toplumsal iktidarının sağlanmasında bir değil birçok ideoloji istihdam edilir. Sermaye cephesi
farklı diskurlara ait farklı önerilerden buketler oluşturur ve bu buketleri dönemsel ve mekânsal olarak
yeniden ve yeniden ‘aranje’ eder. Bu nedenle ortada bir değil birden ziyade söylemin bulunduğunu
vurgulamak gerekir. 11
Kapitalizmin güler yüzlü versiyonunun her şeye rağmen istenilirliği dışında ortak bir şeyleri olmayan post-
yapısalcılardan Durkheimcı esintiler içeren cemaatçi (communitarian) yaklaşımlara; metodolojik
bireycilikten Marksist olmayan yapısalcılığa; bilinmezcilikten üretimin eşgüdümü sürecinde piyasanın
vazgeçilmezliği üzerine soldan soldan neo-klasik matematiksel ve de bilimsel izahata; Polanyi
yorumculuğundan Giddensçı 3. yolculuğa kadar pek çok ‘sol’ duyarlılık biçimi saptamak mümkündür.
46
değişip (içerik değiştirip), devlet iktidarına tahvil olurlar. Sisteme giren talepler yapısal bir
belirlenime tabidirler. Bu nedenle devletin biçimi, kendisini oluşturan sınıflı toplumsal
yapı üzerinde etki doğurur. Devlet denildiğinde, biçim belirlenimli (form determined) bir
ilişkiler seti ile karşı karşıya bulunmakta olduğumuzu, devleti oluşturan aygıtların tümünün
aynı düzeyde iktidar üretmediğini (bazı aygıtların kontrolünün diğerlerinin kontrolünden
daha önemli olduğunu ve dolayısı ile iktidar stratejilerinin buna göre belirlendiğini)
saptayabiliriz.12
Ayrıcalıklı bir yapısal biçim olarak devlet, yalnızca düzenleyen değil, kendisi de
düzenlenmeye muhtaç bir yapılar bütünlüğünün meydana getirdiği bir sistemdir. Devlet
denilen ilişkiler sisteminin kendisine giren talepler karşılığında yapısal/stratejik seçiciliği
vardır. Bir başka deyişle sisteme giren her talep aynı şekilde karşılanmaz. Bazı talepler hiç
giremezlerken bazı talepler de içeri girmek için dönüşmek durumundadırlar. Tahakküm
altında bulunan gruplar kendi taleplerini mütehakkim grubun dili (ideolojisi) ile uyumlu
hale getirmek durumundadırlar. Örneğin emekçi sınıflar kendi kolektif taleplerini –gitgide
artan ölçeklerde- [bireysel] haklar lisanı içerisinden yapmaya zorlanırlar. Diğer yandan,
taleplerin sisteme girebilmeleri için bürünmeleri gereken lisan onların içeriğini de belirler.
Sistemin içerisine girmeden önce –girebilmek için- belirli dönüşümlere uğramış talepler
girdikten sonra da girdikleri devlet aygıtlarının içerisinde mevcut temsiller tarafından
dönüştürülürler.
Neticede, devlet organik ve ön verili bir bütünlüğü haiz olmadığı gibi, her türlü sosyal
talebe de aynı ölçüde açık değildir. Anılan bu seçicilik hem devlet içerisinde mevcut
sınıfsal temsillerden, hem de devletin biçiminden kaynaklanmaktadır. Şu ana kadar ortaya
konulanlardan açıktır ki, biçimin başlı başına hem yerel hem de küresel ölçeklerde sınıf
dengeleri üzerinde etki doğurma kapasitesi bulunmaktadır.
Biçimin Yayılış Süreci Üzerine
Burjuvazinin en uygun kabuğu diyebileceğimiz bir devlet biçimi yoktur. Her kapitalist
devlet kendi zaman ve mekân bağımlı dinamikleri içerisinden sınıf iktidarını gerçekleştiren
bir form edinmiştir. Ancak tarihsel somut yapılanması içerisinde her kapitalist devletin
ortak yanları bulunmaktadır. Bu devletler: a-Tüzel kişilikler olmak; b-Hukuk önünde
eşitlik prensibini gerçekleştirmek maksadına yönelik örgütlenmeler oluşturmak; c-
Hukukun üstünlüğü ilkesinin dönemsel olarak değişen gerekliliklerini yerine getirmek.
12
Bu paragrafta verilen devlet tanımı esas olarak Louis Althusser ve Bob Jessop’un düşüncelerine
dayanmaktadır.
47
(Örneğin 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ortalarına kadar bu ilke, yönetenlerin de
yönetilenlerle aynı hukuk kurallarına aynı şekilde tabi olması anlamına gelmekteyken,
Yirminci Yüzyılın ortalarından itibaren, -Amerikan hegemonyası döneminde sermayenin
uluslararasılaşmasıyla uyumlu olarak- küresel düzlemde geçerli kabul edilen üstün hukuk
ilkelerine uymak anlamını edinmiş, “milli irade” ile uyuşmadığı durumlarda bile, insan
hakları ve mülkiyetin kutsiyeti üzerine birçok değeri küresel yükümlülük haline getiren
süreçleri başlatmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra söz konusu süreçleri
oluşturan dinamiklerin zorlayıcılığı gözle görülür biçimde artmıştır) ç-Sözleşme
ideolojisine bağlı kalmak; d-Tabi sınıfların kolektif haklara dayalı hak talep etme lisanını
bireysel haklar lisanına tercüme etmek; e-Sermaye birikimini sağlayacak ve arttıracak
düzenlemeler yapmak; f-Emekçi sınıfları kapitalist çalışma ilişkisinin dinamiklerine göre
biçimlendirmek; g-İlkel birikim süreçlerini özel mülkiyetin güncel biçimlerine (örneğin
anonim şirket mamelekine) tahvil edecek donanımı gerçekleştirmek ve süreci organize
etmek; h-Metalaşma süreçlerini yönetmek, gibi ortak işlevlerini gerçekleştirmek
zorunluluğu altındadırlar.
Devlet sayılan bu işlevlerini gerçekleştirirken engellerle karşılaştığı noktada –geçici-
uzlaşmalar gerçekleştirecektir. Bunlar arasında en bilineni, altın çağ (bk. Hobsbawm,
1996) olarak adlandırılan 1945-1970 arası dönemde ortaya çıkan uzlaşı neticesinde, emek
cephesinin bazı kolektif haklarının anayasallaşması –anayasalar düzeyinde tanınması-
durumudur (bk. Hardt ve Negri, 2003). Söz konusu uzlaşmanın koşulları değiştiğinde,
sömürü arttırıcı yöntemler içeren sermaye cephesi talepleri, günümüzde olduğu gibi,
anayasal uzlaşıyı yavaş yavaş ortadan kaldıracaktır. Anılan dönemin araştırılması
sürecinde, altın çağ olarak adlandırılan dönemin düzenleme kipliğinin yanı sıra, Sovyetler
Birliği’nin mevcudiyeti nedeniyle liberal devletin işlevlerine getirilen sınırlamaları da göz
önünde bulundurmak gerekir.
Uzlaşının koşullarının ve Sovyet mevcudiyetinin ortadan kalkması sonucu, küresel ölçekte
liberal devlet biçimini oluşturan tekil unsurların dünyanın çeşitli bölgelerindeki politika
üreticiler tarafından “keşfedilmeye” başlandığını gözlemlemek mümkündür. Düz bir
okuma, toplam etkileri liberal devlet biçiminin kendisini dayatması ile neticelenen sınırsız
tekil kararı, tutarlı ve özgün bir öznenin (bir organizma gibi tahayyül edilen devletin ya da
genel olarak sermayenin) faaliyeti olarak ele alabilir. Oysaki hatırlayalım, ne genel olarak
sermaye ne de devlet özne/aktör/fail değildir. Devlet iktidarı devletin bütünü tarafından
kullanılmaz: Bir devlet özne yoktur. Devleti oluşturan aygıtlar düzeneğinin her bir
48
müstakil bölümü de özne değildir. Bunlar, temsillerin gerçekleştiği sosyal yapılardır. Aynı
şekilde kendi ortak çıkarlarını oluşturan talepler listesini önceden bilip cebinde taşıyan ve
fraksiyonlardan azade bir sermaye adamı da yoktur. Fail, liberal devlet biçimi altında
eskiden olduğundan farklı bir dayanışma gösteren ve Batı ittifakını oluşturan unsurların
içerisinde ağırlıklı olarak temsil edilen menfaatin sahipleri olacaktır. Bunların hepsinin
sürekli bir beraberlik oluşturmak suretiyle, belirli talepleri üretmeleri beklenemese de;
bunların bir kısmının belirli durumlarda bir araya gelerek, etkin talepler üremeleri
kaçınılmazdır.
Farklı tikel sermaye gruplarından kaynaklanan talepler, yer yer bir araya gelerek yer yer de
tek başına; yer yer hegemon devletin aygıtları içerisinde oluşan siyasal iktidarı
desteklemek suretiyle belirleyerek, yer yer de farklı kapitalist devletlerin dış işleri
politikalarını harmonize edecek keşifleri imkân dâhiline sokacak tedbirlerin alınmasını
sağlayarak, siyasal iktidarı -devlet başta olmak üzere- yapısal biçimler dolayımı ile
üreteceklerdir. Taleplerin her durumda sermaye gruplarından kaynaklanması da
gerekmemektedir. Farklı menşei olan farklı talepler, sermayenin talepleri ile yine bir seri
kurum ve örgüt dolayımı ile uyumlu hale gelecektir. Uyumlu hale getirme sürecini
belirleyen eylemler bazen doğrudan, bazen de ideolojik ortamın ürettiği keşifler
dolayımıyla gündeme gelecektir. Muhatap devletler ve diğer sosyal yapılar (örneğin
uluslararası örgütler) bu taleplere uygun cevapları verebilirlerse, taleplere muhatap olan
toplumsal formasyonun yapısı dönüşecektir. Bu durumda uyum (harmonisation) için ek
kuvvete ve örgütlü siyasal eyleme gerek kalmayacaktır.
İlgili taleplere “uygun” cevaplar verilemez ise, reddedilen münferit taleplerin yarattığı
tepkiler birleşip, daha örgütlü taleplerin üretilmesine yol açabilecektir. Anılan bu ikinci
durumda, Lenin döneminde varit emperyalizmin aksine, artık bir tek devletin içerisinde
diğer rakip devletlerin sermayelerine karşı örgütlenmiş durumda bulunmayan sermaye
grupları, ilişki içerisinde bulundukları bir seri devlet (ve dahi uluslararası örgüt)
dolayımıyla, muhatap devletin sorun çıkaran aygıtlarında temsil edilen menfaate ve bu
temsili imkân dâhiline sokan biçime karşı talepler üreteceklerdir (bk. Panitch ve Gindin,
2003; 2004; 2006).
Bu son hususu biraz daha açalım: Sermaye gruplarının siyasal iktidar içerisindeki
temsilinde, Amerikan hegemonyası olarak adlandırabileceğimiz dönemde esaslı
dönüşümler gerçekleşmiştir. Lenin’in Birinci Dünya Savaşı’ndan önce tespit ettiği gibi,
sermaye yoğunlaşıp, merkezileştikçe, ulusal devletin kabuğu içerisine sığamıyordu. Daha o
49
zaman bile bir devlet yetmiyordu. Faaliyetin sınırları genişletilebilmeli, öncelikle benzer
mevzuat ve örgüt yapısına sahip siyasal düzlemleri kapsayacak şekilde (İkinci Dünya
Savaşı’nı takip eden uluslararasılaşma dalgası), daha sonra uyumlu mevzuat ve örgüt
yapılarını yaratarak, yani siyasal/ülkesel düzlemi dönüştürerek ilerlenebilmeliydi. Sermaye
faaliyetinin sınırlarının genişletilmesine imkân verecek şekilde devlet biçimin
değiştirilmesine yönelik talepler, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Almanya ve
Japonya’ya dayatılan koşullarda olduğu kadar, 1970’lerle birlikte yeni sanayileşen ülkelere
önerilen ya da bu ülkelerin devlet görevlileri tarafından keşfedilen politika setlerinde, 1982
Meksika krizinden sonra IMF’nin koşul bildirici yeni rolünde (Structural Adjustment),
Avrupa Birliği’nin Sovyet Sisteminden kopan yeni devletlerin tanınması hususunda
çıkardığı direktifinde ve politik pratiğinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin zoraki uyum
programlarını oluşturan politikalarda ve daha nice örnekte siyasal etkilerini açığa
vurmuşlardır. Sayılan dönüşümler, farklı sermaye birikim dinamiklerinin
gözlemlenebileceği farklı dönemlerde gerçekleşmiş ve her birisi sayısız farklı çelişkilerin
dönemsel ve mekânsal belirleyiciliğine (üst belirlenime) tabi olmuşlarsa da; ortaya çıkan
neticelere baktığımızda, sermayenin devleti oluşturan ve sürekli dönüşüme tabi olan
aygıtlar içerisindeki temsilinin zaman içerisinde sürekli arttığını savlamak mümkündür.13
Tasvir edilen dönüşümün neticesinde, sermaye gruplarının faaliyeti (sömürgeler dâhil)
ulusal sınırları aştıkça, bir sermayenin birden çok devlete ve bir devletin de birden çok
sermayeye bağımlılığı artacaktı; arttı da. Farklı siyasal ortamlarda hareket edip, bu
ortamları dönüştürecek talepler üreten haliyle sermaye, en başından salt iktisadi ilişkiler
üzerinden anlaşılamayacak bir olguydu. Marx onun kapitalist devlete bağımlılığını (siyasi
ve iktisadi olanın iç içeliğini) ortaya koymuştu. Bu süreç, yukarıda da belirttiğimiz gibi,
kendisini yürütecek uluslararası kurum ve örgütler açısından Amerikan Hegemonyası
döneminde, bir önceki dönemle kıyaslanamayacak ölçüde yoğunlaştı. Sermayenin
kapitalist devlete bağımlılığı olgusunun birden çok kapitalist devlete bağımlılık olarak
yeniden tanımlanması gerekti. Süreç aynı anda tersinden de işliyordu: Kapitalist devletler
işlevlerini yerine getirebilmek açısından gitgide birden çok (farklı ulus devletler içerisinde
merkezlenmiş) sermayeye bağımlı hale geliyorlardı. Karşılıklı bağımlılık süreçlerinin
küresel koordinasyonu –kapitalizmin küresel siyasi, ideolojik ve iktisadi ilişkiler ağının
13
Bu noktada Harvey’in (2004) uyarısını hatırlatalım: Ona göre devletin uluslararasılaşması, sermayenin
uluslararasılaşması sürecinin bağıl türevi değildir. Bir başka deyişle, devletin ve sermayenin
uluslararasılaşma süreçleri bir ve aynı mantığın inkişafı esnasında ortaya çıkan olaylar değil, iki ayrı güç
mantığının çelişkili ve uzun süreli ilişkisinin ürünüdürler.
50
ürettiği etkinin neticesi olarak- genellikle hegemon devletin iktidarının kullanımıyla
gerçekleştiriliyor; bu bağlamda hegemon devlet diğer ülkelerdeki yapısal dönüşümleri
imkân dâhiline sokan ilişki ağlarının merkezine yerleşip, koordinasyonun siyasi odağı
haline gelirken, aynı dönüşümü kendisi de deneyimliyordu.
Hegemon devlet dolayımı ile meydana getirilen biçimsel dönüşümlerin tarihini İkinci
Dünya Savaşı’yla başlatmak mümkün olsa da, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, anılan
dönüşümlerde esaslı bir ivmenin ortaya çıkmasına neden olduğundan, 1990 tarihini ayrıca
vurgulamak gerekmektedir. 1990 sonrasında artarak ortaya çıkan dönüşümlerin bir
ayağında azgelişmiş ekonomiler ve Sovyet sonrası dönemde oluşan devletler
bulunmaktadır. Chimni (2008: 58-59) de, kapitalist dünya ekonomisinin gelişme ve
yayılma dinamiklerinin gereği olarak, biçimsel demokrasilerin evrensel bir form haline
getirilmesi sürecinin, Sovyetler Birliğinin çöküşünün ardından hızlandığını ve anılan
sürecin uluslararası hukuk normları aracılığı ile dayatıldığını belirtmektedir. Chimni bu
bağlamda, 16 Aralık 1991 tarihinde Avrupa Birliğinin çıkardığı “Doğu Avrupa’da ve
Sovyetler Birliğinde Ortaya Çıkan Yeni Devletlerin Tanınması İçin Yönerge”yi örnek
göstermektedir. Daha önce Hümanist-Marksist tutumu incelerken değindiğimiz yönerge,
bağımsızlığına yeni kavuşmuş Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği coğrafyasında
mukim devletlerin, tanıma işleminden önce, diğerleri arasında, “hukukun üstünlüğü,
demokrasi, insan haklarına” bağlılık ölçütlerini (burjuva devlet biçiminin temel
belirleyenlerini) karşılayıp karşılamadıklarının tetkikini şart koşmaktaydı. Aynı metinde
‘demokratik yönetişim hakkına’ yapılan vurgu, merkez kapitalist devletler içerisinde temsil
bulan sermayenin kolektif çıkar ve taleplerine, biçim dönüşümünün bütün uğraklarının
sürekli gözetim altına alınması imkânını sağlıyordu (Chimni, 2008: 58-59).
1990’lardan sonra hızlanan ve hegemon devlet dolayımı ile meydana getirilen biçimsel
dönüşümlerin muhatabının yalnızca çevresel toplumsal formasyonlar olmadığını belirtelim.
Bu dönüşümlerin diğer ayağında gelişmiş kapitalist ekonomiler bulunmaktadır. Muhatap
yeri geldiğinde Almanya veya Japonya olabilir. 1990’lardan başlayarak birbirini takip eden
Amerika Birleşik Devletleri hükümetleri, iktisadi benzeşim ve yakınsaklığın (convergence)
piyasa eliyle gerçekleşmesi sürecinin mevcut yapısal ve davranışsal farklılıklar nedeniyle
istenilen [biçimsel] sonuçların elde edilmesinde yeterince etkin olamadığını belirterek,
zorla uyum (forced harmonisation) stratejilerine geçilmesini öneren raporlar doğrultusunda
hareket etmeye başladılar. Buna göre Amerika Birleşik Devletleri gelişmiş bir ekonomiye
sahip olsun olmasın ticari ortaklarını, piyasa ilişkilerini destekleyecek kurumsal
51
değişikliklere zorlayacak, kabul edilmediği takdirde, korumacılık başta olmak üzere bir
seri müeyyide ile desteklenen karşı önlemler uygulayacaktı. Bu yaklaşımın en bilinen
örneklerinden birisi Japon tarafında acı tatlar bırakmış olan Yapısal Engeller Girişimi
(Structural Impediments Initiative) olarak bilinen müdahaledir. Adı geçen bu ikili
görüşmelerde, Amerika Birleşik Devletleri Japon Ekonomisinin kurumsal yönetiminin
önemli yönlerini değiştirmeye çalışmış, bir ölçüde de başarılı olmuştur (Gilpin, 2001:194).
Burada dikkat edilmesi gereken husus, hegemon devlet dolayımı ile diğer devletlerden
talep edilen değişikliklerin –önceki dönemden farklı olarak- yalnızca hegemon devleti (bu
devlet ve almaşıklarını oluşturan aygıtlarda üstün olarak temsil edilen) merkez alan
sermaye grupları için değil; bütün sermaye grupları açısından elverişli ortamın yaratılması
ile neticelenmesidir. Hegemon devlet içerisinden siyasal iktidara tahvil edilen talepler,
belirli biçimlerin tesisini hedefliyor; bu bağlamda hegemon devlet, sermayenin küresel
ölçekte yeniden üretiminin koşullarını tesis ediyordu. Ortaya çıkan yeni devlet biçimi,
sermayenin tikel devletler içerisinde temsilini arttırıyor ancak hangi sermaye grubunun
hangi tikel devlet içerisinde ne şekilde temsil edileceğini belirleyemiyordu.14
Öyleyse, sermayenin farklı fraksiyonları arasında ortaya çıkması olası ihtilafların çözümü,
devlet biçimde ön belirlenmez. Bir başka deyişle, fraksiyonlar arasında ortaya çıkan somut
iktisadi-politik çekişmelerin ucu hep açıktır. Devlet biçim anılan bu ucu açık olma
durumunu sağladığı ölçüde (ve bu nedenle) etkin olacağından; onun yayılması süreci, aynı
zamanda sermaye içindeki gerilimlerin ve ittifakların yayılması sürecidir.
14
Hegemon devlet dolayımı ile diğer devletlerden talep edilen değişikliklerin bütün ilgililer açısından
elverişli ortamın yaratılması durumu, hukuki düzenlemenin doğasından kaynaklanmaktadır. Hukuk normları
herhangi bir somut olayı düzenlemeyi hedeflemezler. Aynı şekilde kanunlar genele hitap eder (seslenir), isme
kanun çıkarılamaz. Bir başka deyişle yasaların belirli bir grup adına akdedilmesi düşünülemez. Bu nedenle
normlarla yüz yüze kalacak olanlar hiçbir zaman somut bir A olayının taraflarından birisi olarak
kurgulanamaz. Norm, yurttaşlara ya da düzenlenen ve bu suretle de bir biçime kavuşmuş ilişkiyi
gerçekleştirebilecek herkese seslenir. Bir başka deyişle evrenseldir. Anıldığı haliyle evrenselleştirme ve
biçimselleştirme “... ancak hukukun soyut olması koşuluyla, yani her türlü içerikten gerçekten soyutlanması
koşuluyla imkan kazanır ve her türlü içerikten soyutlanmanın, hukukun içeriği üstünde, yani tam da zorunlu
olarak soyutlandığı içeriğin üstünde etkili olmasının somut koşuludur.” (Althusser, 2003: 65). Bu durumda
soyut normların bir tek amaç için kullanılmasını garanti edebilecek bir usul bulunması olanaksız hale gelir.
Normlar eğilimsel olarak belirli pozisyonlardaki kimseleri korusalar da, koşulları oluştuğunda bu
pozisyondaki kimselere karşı olarak da kullanılabilme yeteneğini de içerirler. Diğer yandan hukuki
düzenlemeye konu olarak zorunlu olarak soyutlanan içeriğin her zaman ekonomik pratikleri/uygulamaları
içermesi beklenemez; çünkü kapitalist üretim ilişkileri salt ekonomik uygulamalara indirgenemez. Bu
kapsamda hukuk mülk sahiplerini, mülk sahiplerinin ellerinde birikmiş olan değeri, bu değerin kullanılışını
ve bu yolla çalışma ve çalıştırma hakkı kapsamında emeğin yeniden ve yeniden temellükünü evrensel bir
insan hakkı olarak tanıdığı ölçüde, düşünce özgürlüğünü, seyahat özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü ve
diğerlerini de bir ölçüde düzenlemektedir. “Bu nedenle de, hukukun somut nesnesi, tam da bu ilişkileri
soyutladığı için, kapitalist üretim ilişkileridir” (Althusser, 2003: 66).
52
Sermayenin farklı fraksiyonları arasında ortaya çıkması olası ihtilafların çözümü devlet
biçimde ön belirlenmez dedik. Buna bir de sermaye içerisindeki rekabetin hiçbir zaman
salt piyasa vasıtaları ile çözülemeyeceği saptamasını ekleyelim. Sermaye grupları
içerisinde temsil imkânı buldukları devlet aygıtlarını ve bunlar dolayımı ile edinilen
iktidarı –rakipleri karşısında- kendi pozisyonlarını güçlendirmek için kullanırlar. Ancak,
kapitalist toplumsal formasyonlar içerisinde etkin normların evrensel olma gerekliliğinden
ötürü, sermaye birikiminin yoğun olduğu ve kurumsallığın geliştiği toplumsal
formasyonlarda, bu kullanım hiçbir zaman doğrudanlık içermez; sıkıntı yaratan somut
iktisadi sorunun kendisini, doğrudan devlet iktidarını kullanarak, taraflardan birisi lehine
çözme seçeneğini barındırmaz.15
Aksi takdirde, her sermaye grubunun içerisinde yüzmek
durumunda kaldığı sıvı kirlenecek, devlet en temel işlevi olan sermaye birikiminin
koşullarını sağlamak “görevini” yerine getiremeyecektir. Kapitalist siyasi düzenekler farklı
gruplara ait istekler karşısında eşit mesafeyi koruyabildikleri ölçüde, tüm bu farklı
grupların menfaatini gerçekleştirebileceklerdir. Bu nedenle, farklı gruplar arasındaki
mücadelede çelişen talepler, pek çok durumda ideoloji üzerinden dolayımlanacaktır.16
Şu ana kadar yüksek bir soyutlama düzeyinde uluslararasılaşma sürecinin nesnesi olarak
devleti incelemiş bulunuyoruz. Önce devletin ne olmadığı daha sonra da devletin nasıl
15
Bunun yerine ilgili devlet aygıtları içerisinde üstün temsili bulunan grup, daha az temsil edilen gruplara
karşı hukukun seçici uygulamasını talep edebilir, örneğin Sayıştay benzeri bir denetleyici aygıtı husumet
içerisinde bulunduğu sermaye grubunun üzerine yönlendirebilir. Ancak bu son durum da kendine has
istikrarsızlaştırıcı etkiler doğuracak, ilgili ülkenin sermaye çekiciliğini azaltabilecektir. 16
Bir örnek verelim: Amerika Birleşik Devletleri içerisinde temsilini bulmuş banka sermayesi, körfez
devletleri tarafından doğrudan idare edilen ve Petro-dolarlarla yüklü bankalara doğrudan hangi yatırım
kararını alacaklarını (hangi tahvillere ya da portföylere yatacaklarını) dikte ettiremez. İlgili Amerikan
bankalarının Amerika Birleşik Devletleri dış işleri ve savunma bakanlıkları üzerinden böyle bir zoru
dayatabildiğini düşünelim. Ortaya çıkan şey bankacılık olmayacaktır; bu şey, bankacılık olmamakla
kalmayıp, Amerika Birleşik Devletleri içerisinde etkin temsil bulan gruplara ait bankaların piyasa değerlerini
ve bunun da ötesinde, banka ilişkisini imkân dâhiline sokan değerler ve önvarsayımlar silsilesini yer ile
yeksan edecektir. Amerika Birleşik Devletleri içerisinde temsilini bulmuş banka sermayesi, körfez devletleri
tarafından doğrudan idare edilen ve Petro-dolarlarla yüklü bankaların belirli tahvilleri ve/veya portföyleri
almalarına ihtiyaç duyabilir. Arap bankalarının tercihine mazhar olması istenilen kağıtlar, tercih edilmeleri
durumunda varsayımsal değerlerini ya koruyacaklar ya da beklenilenden daha az kayba uğrayacaklardır.
Ama bu topla tüfekle sağlanabilecek bir sonuç değildir. Öyleyse, ne yapmalıdır? Yatırım kararlarını alacak
olan Arap bankalarının yöneticileri ikna edilebilir. Ama –yine- doğrudan değil. Yatırım kararı bu kararı
alacak olanlar için –çeşitli alternatifler arasından yapılan- bir seçim ya da sıkıntıları aşmak için derin derin
düşünürken aniden ortaya çıkan türden bir “keşif” olmalıdır. Bu keşfin koşulları toplumsal güç ilişkileri
dizgesi ile bağlantılı/ilintili olarak gelişir. Burada rastlantısallığa yer vardır. Bir başka deyişle ilgili keşfi
yapabilecek olanları yapmayacak olanların önüne geçirebilecek bir düzenek bulunmaz. Her şeyden önce
keşfin kendisinin; zamanının ve -keşiften önce- keşfi yapabilecek olanın kimliğinin belirlenmesi mümkün
değildir. Bu öne geçirme işlemi her şeyi bilen ve gören kötü adamlar (özneler) tarafından kurulacak
mükemmel düzeneklere binaen gerçekleştirilemez. Buna kimsenin gücü yetmez. Her keşif bir sorular
dizinine muhtaçtır. Sorular ise sorunsallar içerisinden türetilir. Belirli bir sorunsalı/paradigmayı egemen
kılmak gerekmektedir. Ancak bu durumda da paradigma yayıcı özneler bulunmaz. Her söylem/paradigma
toplumsal bir ilişkiler sistemi ile bağlantılı olarak gelişir. Bu nedenle farklı gruplar arasındaki mücadelede
çelişen talepler pek çok durumda ideoloji üzerinden dolayımlanacaktır.
53
anlaşılması gerektiği soruları soruldu ve bunlara yanıtlar arandı. Uluslararasılaşma süreci
ekseninde, devlet biçimin etkisi ve yayılış sürecinin dinamikleri ele alındı. Müteakip alt
başlıkta Irak saldırısının devletin uluslararasılaşması süreci bağlamında, hem stratejik
hammadde satıcısı ülkeler hem de Türkiye için ne ifade ettiği tartışılacaktır.
Devletin Uluslararasılaşması Sürecinde Irak Saldırısı
Onbir Eylül, tıpkı Türkiye’nin oniki Eylülü gibi, Irak’ta devlet biçiminin dönüştürülmesi
için yapılmış talepleri cevaplayan (aynı eksende biçimlenen ve “devlet biçiminin
değiştirilmesi istemi” gibi bir başlık taşımayan münferit talepleri siyasal iktidara tahvil
eden) bir müdahaledir. En başından belirtelim: Savaş, devlet biçiminin dönüştürülmesi için
mevcut yegâne müdahale biçimi değildir. Daha önce piyasalar yolu ile yakınsaklaşma,
uyum ve zorla uyum başlıkları altında farklı müdahale biçimlerini gördük. Belirli tarihsel
koşullar oluştuğunda, insani müdahale, önleyici saldırı (önleyici meşru müdafaa) gibi yeni
uluslararası hukuk teknolojileri dolayımıyla bu sayılanlara silahlı müdahaleler de
eklenilebilir.
Devlet yapısı Sovyetler Birliği’nin bulunduğu bir dünyada şekillenmiş ve uluslararası
işbölümüne stratejik hammadde satıcısı olarak eklemlenmemiş bulunan azgelişmiş
kapitalizmlerin önemli bir kısmının, yapısal uyum reçeteleri, yakınsaklaşma ya da zorla
uyum yöntemlerinin kullanımı ile yeni devlet biçiminin gerektirdiği kurum ve örgütleri
edinerek (dönüşerek) uluslararası sisteme eklemlenmiş bulunduklarını saptamak
mümkündür. Dönüşüm süreci içerisinde ortaya çıkan değişiklikler, yer yer darbe ‘keşfini’
yapan askeri bürokratlar, yer yer de “demokratikleşme süreçlerini” gündeme getiren ve
tatbik eden politika yapıcıların ‘keşifleri’ dolayımı ile realize edilmiştir. Anılan keşiflerin
bir kereliğine ortaya çıkmasının biçimsel dönüşüm için yeterli olmadığını, biçimsel
dönüşümün bir süreklilik arz ettiğini ve dolayısı ile müteakip keşifleri gerektirdiğini de
burada hatırlatalım.
Dönüşümün (yeni devlet biçimini adapte etmenin) nispeten zor olduğu azgelişmiş
kapitalizmler, genelde stratejik hammadde satıcılarının arasından çıkmaktadır.
Önümüzdeki dönemde, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan hegemonyası ile
sorunları olan kısmı için (Venezüella, İran), -bunlar kendi ‘iç’ kuvvetleri ile değişmediği
sürece- zorlayarak uyum yönteminin çok ötesine giden talepler gündeme gelecektir. Bir
başka deyişle, bu devletler, merkez kapitalist ülkelerin devlet aygıtları içerisinde
seslendirilen talepler doğrultusunda dönüşmeye zorlanacaklardır. Irak saldırısı, söz konusu
talepler karşılanmadığında ve ‘iç’ kuvvetler işe karışmadığında olacakların tam bir
54
habercisidir. Benzeri saldırıların siyasi ve mali yükü, saldırıda kullanılacak araçların
‘gelişmesine’ ve dönüşmesine yarayacak, ancak –saldırgan ülkeler içerisinde ve karşısında
güçlü bir muhalefetin yokluğunda- saldırının kendisini sorgulayacak bir boyuta
ulaşmayacaktır. Ancak aynı geleceğin, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan
hegemonyası ile sorunları olmayan kısmı (Suudi Arabistan, Bahreyn vs.) için de sorunlar
getireceği belirtilmelidir.
Bu son hususu biraz daha açalım: Sovyetler Birliğinin var olmadığı bir dünyada
yaşayabilme imkânı bulan stratejik hammadde satıcısı az gelişmiş kapitalist toplumsal
formasyonlarda devlet içerisinde temsilini bulan güçlü çıkarlar, birikimin küreselleşen
gerekliliklerine ayak uydurmak için gerekli düzenlemelerin ‘keşfedilmesinde’ fayda
görmediklerinde iş çetrefilleşmektedir. Anılan durumun (fayda görmeme halinin) söz
konusu ülke içerisinde sınıf oluşumunun özgün dinamiklerinden kaynaklandığı ve her ülke
için farklı tarihsel süreçlerden kaynaklan farklı dinamiklerin söz konusu olacağını
vurgulayabiliriz. Ancak genel bir açıklama önermek gerekirse; 1990 öncesinin uluslararası
işbölümüne stratejik hammadde satıcısı olarak eklemlenen ülkelerde kapitalistleşme
süreçlerinin, ilgili hammaddenin kaynağı, işlenmesi ve taşınması süreçlerinde metalaşma
eğilimlerini desteklemediği, devlet içerisinde temsil edilen (kapitalistler) ve eden
(bürokratlar) ayrışımının tam anlamda gerçekleşmediği, devlet yöneticilerinin aynı
zamanda kapitalist dünyaya mal satan girişimlerin de yönetici ve sahipleri olduğu ya da bir
şekilde bunların kontrolünü ellerinde tuttukları gerçeğinden hareketle, bu ülkelerdeki
yönetici sınıfın metalaşma süreçlerini ve iktisadi olanla siyasi olan ayrımını doruğa
çıkartacak olan biçimsel dönüşümlerin önünde direndiklerini söyleyebiliriz.17
Bu tarz (biçim değişimi önerilerine direngen) toplumsal formasyonlarda, devlet içerisinde
temsil edilen ve devlet olan kapitalist grubun (ya da yönetici sınıfın), hem kendi içerisinde
hem de yatırımları dolayımı ile içerisinde temsil edildiği ülkelerde ürettiği taleplerin
karşısına dizilen uluslararası ve üstü kapitalist talepleri belirleyen dinamiklere bakmak,
Ortadoğu merkezli çatışmanın anlaşılması için gerekli ikinci adımı oluşturmaktadır. Anılan
dinamikler küresel ölçekte sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşullarında
bulunabileceklerdir. Genel olarak sermaye (ki bir özne değildir) a- gelecekte üretilecek
artı-değere yönelerek (üretken sermaye formunda); b- geçmişte üretilmiş bulunan artı-
değere yönelerek (genellikle küresel ölçekli özelleştirme furyaları esnasında edinilen
17
Kuşkusuz ki bu açıklama söz konusu ülkelerin bütününe şamil kılınamaz. Örneğin Venezüella’da
hammadde üretiminin devletleştirmesi süreci Chavez’le başlamış, devletleştirme süreci mülkiyetin el
değiştirmesi ile sonuçlandığı oranda örgütlenme üzerinde bir etkide bulunmamıştır.
55
birikimle); c-daha önceden alım-satıma konu olmamış, dolayısı ile metalaşmamış
varlıkların bulunduğu alana girerek genişletilmiş yeniden üretimini gerçekleştirir. İlk
durum, aşırı karların elde edildiği geçici dönemlere tekabül eder. 1990’larda gelişen
bilgisayar sektörü ve bağlantılı değerlenme alanları bu ilk duruma örnek teşkil eder. İkinci
durum, azgelişmiş kapitalist toplumsal formasyonların kapitalist sınıflarının (ve
uluslararası almaşıklarının) talepleri dolayımı ile “keşfedilen” ve Sovyetler Birliği’nin
yıkılmasından sonra yıkıcı boyutlara varan özelleştirme politikalarına tekabül etmektedir.
Üçüncü durum, ilkel birikim alanlarını içermekte ve anılan ilkel birikimin
gerçekleştirilebilmesi için mutlaka devlet biçimde dönüşümü gerektirmektedir. Devlet
biçimindeki dönüşüm, ikinci ve üçüncü durumların (ama ağırlıklı olarak üçüncü durumun),
stratejik hammadde satıcılarının Amerikan hegemonyası ile sorunları olmayan kısmı
(Suudi Arabistan, Bahreyn vs.) için de gündeme gelmesini garantiler.
Anılan nedenlerle, hammadde satıcısı az gelişmiş kapitalist toplumsal formasyonlarda
devlet içerisinde temsilini bulan kapitalist çıkarlar, Batı merkezli sermaye gruplarının
hammadde üretim süreçlerinde geriye doğru metalaşma talepleri dayattığı durumda,
küresel kapitalizmin gerekliliklerini yerine getirme enerjilerini kaybederler. Hammadde
üretim süreçlerinde geriye doğru metalaşma talepleri şişede durdukları gibi durmayacak,
ilgili toplumsal formasyonlarda verili iktidar yapılanmasının tümünü dönüştüreceklerdir.
Bir başka deyişle, hegemon devlette siyasi temsilini bulan menfaatle uyumlu -yerel ya da
uluslararası- sınıf çıkarlarını ifade eden talepler, hammadde üretim süreçlerinde geriye
doğru metalaşma taleplerini içerdikleri ölçüde, “azgelişmiş” devletlerin hukuk düzenleri ve
buna bağlı olarak bütün iktidar yapılarının köklü dönüşümü hedefleyeceklerdir.
Bir üst paragrafta belirtilen hususu açalım: Anılan bu talepler, -diğerleri arasında- stratejik
hammaddelerin üretim sürecinin bütün aşamalarının –geriye doğru- metalaştırılmasını, bir
başka deyişle bu maddelerin çıkartıldığı ocakların, onları çıkaran kuruluşların, onları
çıkartan işgücünün hukuki statüsünün yeniden düzenlenmesini içerir. Artık ilgili
hammaddeyi varillere koyup, bitmiş ürün formatında dünya pazarlarına sürmek yeterli
değildir. Varillerin yanı sıra, hammaddeyi çıkaran devlet işletmesinin anonim şirket
benzeri bir yapıya dönüştürülmesi (medeni hukukun, borçlar hukukunun, ticaret
hukukunun dönüştürülmesi); bu işletmede çalışan kamu görevlilerinin statülerinin işçiye
çevrilmesi (iş hukukunun, göç mevzuatının, vatandaşlık hukukunun gözden geçirilmesi);
bu işletmeye ait mülkün özel mülkiyet haline getirilmesi (kadastro işlemleri, imar planları
ve toprak mülkiyetinin batıyla uyumlu hale getirilmesi); şirketlere ait varlıkların
56
hisselendirilip piyasada satışa sunulabilmesi (finans sistemi); bütün bu-yeni-metalaştırılan
varlıkların küresel alım satıma tabi olabilmesi istenmektedir. Hâlihazırda fazla gibi
gözükebilecek isteklerin/taleplerin karşılanması daha önce hesaba konu olmamış
dönüşümleri tetiklemek durumundadır. Gündeme gelebilecek dönüşümlerin arasında, ilgili
azgelişmiş toplumsal formasyonda günlük hayata doğrudan etkisi zayıf olan kar transferi,
fikri mülkiyet hakkı, bankacılık sistemi ve benzeri konular yanı sıra; hak süjesinin yeniden
formülasyonu,18
yargılama, seçim alanlarında olduğu gibi, gündelik yaşama doğrudan
müdahale eden konular da bulunmaktadır. Bu istek listesi sonsuza kadar uzatılabilir, ancak
sunduğumuz hali bile söz konusu azgelişmiş stratejik hammadde satıcısı toplumlara
dayatılan yapısal dönüşümün içerdiği değişikliklerin büyüklüğünü ve ilgili toplumlar[ın
sınıf yapıları] üzerindeki etkilerini tahayyül etmeye başlayabilmek için yeterlidir.
Öyleyse anılan dönüşüm, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan hegemonyasıyla
sorunu olsun olmasın bütününde, verili iktidar ilişkilerini, mevcut yönetici sınıfların
çıkarlarını da zedeleyebilecek şekilde, yerle yeksan edecektir. Değişiklikler ilgili toplumsal
formasyonlar içerisinde varit hak tanımını değiştirecektir. Yüksek düzey soyutlamalar
içeren önermelerimizle, stratejik hammadde satıcısı ülkelerin, kapitalist üretim
ilişkilerinden ve buna karşılık gelen düzenlemelerden hiç nasiplenmediğini, ulusal
düzenlemelerinin bütünü ile prekapitalist özellikler sergilediğini ima etmiyoruz. Ne işgal
öncesi Irak ne de günümüzün İran’ı, vatandaşlık eksenli sosyal politikalara, medeni
kanuna, ticaret ve borçlar kanunlarına, petrol yasalarına ve bir ölçüde nesnel kararlar
üreten modern-benzeri mahkemelere yeni kavuşacak değillerdir. Bunlar, uluslararası
işbölümüne kendi koşulları içerisinden katılan, mevcut pre-kapitalist üretim ilişkilerini -
kapitalist dünya sistemi ekseninde yeniden ürettikleri ölçüde- dönüştürmüş, azgelişmiş
kapitalist toplumsal formasyonlardır. Burada ima ettiğimiz şey, kapitalist üretim
ilişkilerinin derinleşmesiyle, pre-kapitalist unsurlarla kapitalist unsurların eklemlenme
tarzının günün koşullarına uygun şekilde yeniden biçimleneceğidir. Bu bağlamda, hak
kavramın tanımındaki dönüşümün, kavramın içerdiği yetkileri; taşıyıcısının özelliklerini;
hakkın ileri sürülebilmesinin koşullarını (kullanıcısının özelliklerini); bir çıkarın toplumsal
bağlamı içerisinden kopartılarak yalıtılabilmesi için gerekli düzenlemelerin dönüşümünü
(örneğin devlet mülkiyetindeki topraklar üzerindeki hammadde işletmelerinin
18
Kapitalist üretim ilişkilerinin işletilmesini sağlayan normlar, bu ilişkilerin taşıyıcıları arasında ayrım
yapmazlar. Biçimsel ve geneldirler. Gerçek kişi taşıyıcının cinsiyeti, taşıdığı ilişkinin düzenlenmesi sürecinde
önem arz etmez. Bu durumda hem borçlar hukuku hem de medeni hukuk, hukuk önünde eşitlik prensibi
doğrultusunda şekillenir. Anılan sebeplerle hak süjesinin yeniden formülasyonu azgelişmiş toplumu
oluşturan kişilerin gündelik yaşamlarına doğrudan müdahale edecektir.
57
özelleştirilmesi için gerekli bireysel tapulama işlemlerini); karşıt menfaat sahipleri
arasındaki uzlaşmazlığın çözümü için gerekli kuralların küresel düzlemde geçerli kurallarla
uyumlaştırılmasını; kuralların akdedilmesini imkân dâhiline sokan iktisadi ve ideolojik
yapıların kimlik ve etnisite üzerinden yeniden biçimlendirilmesini; temsil kurumunun yeni
anlamlar edinmesini; tahayyül edilen bir topluluk olarak temsil edilenin (ulusun) yeniden
biçimlendirilmesini; temsilcilerin meşruiyetini sağlayan söylemin dönüşümünü,
belirleyeceğinden bahsetmekteyiz. Sayılan unsurları, ilgili toplumsal formasyonun
insanlarının kolektif toplumsal varlıklarının bireysel zenginliklere dönüştürülüp,
uluslararası alım ve satıma açılması durumundan ayrı olarak ele almak mümkün değildir.
Bu unsurlar, yeni devlet biçimi altındaki stratejik hammadde satıcılarını, aynı toplumların
Sovyet öncesi dönemdeki biçiminden kesin çizgilerle ayırmaktadır.
Devlet biçimindeki dönüşüm, Batı için, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan
hegemonyası ile sorunları olmayan kısmı için her zaman istenebilir olsa da, her zaman
gündemde değildir. Gündeme gelebilmesi için, sermayenin yüksek karları temellük etmeye
muktedir fraksiyonlarının gelecekte üretilecek artı-değere yönelme koşullarının zorlaşması,
bir kriz durumunun ortaya çıkması beklenmelidir. Böyle bir kriz, Sovyetler Birliği’nin
olmadığı bir dünyada ortaya çıktığında, yıkıcılık potansiyelleri de güçlenecektir.
Konjonktürün anılan şekilde biçimlendiği günümüzde, stratejik hammadde satıcılarının
Amerikan hegemonyası ile sorunları olan kesimi birincil hedef olmayı sürdürecek olsalar
da; gündem (devlet biçiminde dönüşüm talepleri) kendisini Amerikan hegemonyası ile
sorunları olmayan (ya da görece az olan) kesim için de dayatacaktır. Hele hele Amerikan
hegemonyası ile sorunları olmayan ülkelerin yönetici sınıfları, kendi sınıf iktidarlarını,
direnmek durumunda kaldığı taleplerin sahipleri ile kurduğu karmaşık ilişkiler üzerinden
sürdürmekteyseler, işler daha da karmaşıklaşacak, doğrudan hayır demek iktidarını yitirmiş
bulunan ülkelerin direnişi, çoğu kez yer değiştirmiş tepkilere binaen gerçekleşecektir. Yer
değiştirmiş tepkinin bir örneği, ilgili stratejik hammadde satıcısının yönetici sınıflarının,
sonuçta devlet biçiminin değiştirilmesiyle sonuçlanacak taleplere karşı, içinde temsil
imkânı bulduğu bir üçüncü ülke üzerinden çıkartabileceği sorunlarla tavır göstermesi
durumunda bulunabilir.19
Sermayenin küresel ölçekli krizi, anılan stratejik hammadde satıcısı devletlerin tümünün
makbul devlet biçimi karşısında uyumsuzluğunu daha da görünür hale getirecek, devlet
19
Türkiye’nin son dönem Ortadoğu politikası arkasındaki sıkıştırılmış taleplerin önemli bir bölümünün, bu
bölge sermayesi ile bağlantı içerisinde düşünülmesi gerekir.
58
biçimin değiştirilmesi, uluslararası toplumun en acil talebi olarak ilgili –uyumsuz-
azgelişmiş toplumsal formasyonların karşısına dikilecektir. Devlet biçimindeki dönüşüm
ilkel birikim süreçlerini gündeme getirdiği ölçüde, sermayenin üretken yatırımlara bağlı
(gelecekte üretilecek artı-değeri hedefleyen) değerlenme süreçlerini de kolaylaştıracaktır.
Gelinen noktada, Türkiye için küçük bir not düşmek uygundur: Türkiye’de devlet
biçiminin dönüşümü Amerika Birleşik Devletleri ve almaşıkları içerisinde yoğun olarak
temsil edilen sermaye çevrelerinin ve bunların Türkiye’deki almaşığı olan sınıf
fraksiyonlarının içerik kazandırdığı politikaların ürünüdür. Ancak devlet biçimindeki
dönüşüm, yukarıda da belirttiğimiz gibi, hangi sermaye öbeğinin belirleyici olacağı
sorusuna kendiliğinden bir yanıt üretmez. Tekrar edersek: Sermayenin farklı fraksiyonları
arasında ortaya çıkması olası ihtilafların çözümü devlet biçimde ön belirlenmez. Batı
merkezli sermaye tarafından biçimi değiştirilmiş bir devletin içeriği, pekâlâ Ortadoğu
merkezli –ve devlet biçimdeki dönüşümler konusunda en az İran kadar isteksiz- sermaye
grupları tarafından doldurulabilir.
Bir an için, Türkiye’nin dış politika üreten merkezlerinde, Ortadoğu merkezli sermaye
gruplarından mütevellit taleplerin, Amerika Birleşik Devletleri merkezli grupların talepleri
karşısında öncelikli bir konum elde etmiş olacağını varsayalım. Ortadoğu merkezli
sermaye gruplarından mütevellit talepler, Amerikan bonolarına yatırım yapmaya
endekslenmemek kabilinden güncel mülahazaların somut açılımlarına (Türkiye’de kayıt
dışı sektöre yönelmek, ortaklıklar gerçekleştirmek) denk gelebilirler.20
Aynı talepler,
Ortadoğu’ya çeşitli proje isimleri altında önerilen devlet biçimini benimsememe
özgürlüğünü kullanabilmek için gerekli adımları şekillendirebilirler. Örneğin, İran’da
mevcut devlet biçiminin savaş yolu ile değiştirilmesi yönündeki taleplerce oluşturulan
politikaların karşısında yer alan grupların talepleri, Türkiye Brezilya ve İran dış işleri
bakanları arasında uranyum takası hususundaki mutabakat metninin biçimlenmesinde rol
sahibi olabilir. Muhakkak ki, içeriği varsayımsal olarak tespit edilen taleplerle belirli bir
mutabakat metni arasındaki ilişki, Hume’cu anlamıyla bir nedensellik ilişkisi kurularak
kanıtlanamaz. Varsayımsal taleplerimizin devleti oluşturan yapılar bütünlüğü içerisine
hangi somut formda girdiği dahi kolaylıkla gösterilemez. Hatırlayalım: Temsil eden, temsil
edileni hiç görmemiş, hiçbir surette iletişime geçmemiş olabileceği gibi, mutabakat metnini
oluşturan otoritelerin üretim ilişkileri ile girdiği ilişki bambaşka bir anlatıya dayanabilir.
20
Aynı şekilde 2007’de olduğu gibi, doların düşmesi, dolar rezervi olan ülkelerde (doların değer biriktirme
işlevine dayalı hesaplar yapan dünyada) ve öncelikle Ortadoğu ülkelerinde dolardan kaçış yönünde güçlü
talepler üretebilir (Dunn, 2009: 281).
59
Ancak Ortadoğu’da belirli bir devlet biçiminin sürdürülmesi ya da değiştirilmesi
yönündeki talepler, çelişkinin devam ettiği süre içerisinde, devamlı tekrarlanacak, farklı
söylemler ve talepler dizgisi içerisinde kendilerini yeniden üreteceklerdir.
Amerika Birleşik Devletleri merkezli grupların talepleri ise, pek çok durumda ortakları
olan (ve siyasal yönetimleri desteklenen) Ortadoğu merkezli grupların, yeni yatırım
araçları aramak, dolardan başka paraları kullanmak, eski devlet biçimini ve bu biçim
altında yeniden üretilen ilişkileri sürdürmek gibi hedeflerden (taleplerden) vazgeçmesi,
yeni devlet biçimini oluşturacak kurumsal ve örgütsel değişikliklerin yapılması, İran’a
karşı politikaların desteklenmesi ve kendi yatırım kalıplarında sabit kalınması gibi biçimler
alabilecektir. Filistin, uranyum zenginleştirme programı, Lübnan ve benzeri başlıklar, bu
taleplerin biçimlenmesi sürecinin hammaddelerini oluşturacaktır. Belirlenimsizlik ilkesi
uyarınca, mevcut uluslararası anlaşma metinleri ve diğer uluslararası hukuk normları,
tarafların taleplerini aktüel hale getirecek ve somutlaştıracaktır. Bunu demekle, anılan
bütün konu başlıklarının salt belirli çelişkilerin ifade edilebilmesi için icat ve inşa
edildiklerini söylemiyoruz. Bu başlıklar kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi
sırasında oynadıkları roller nedeniyle var olmazlar. Filistin başta olmak üzere pek çok
çekişme konusunun kendi özgül tarihleri vardır. Ancak bütün bu konular kapitalist üretim
ve güç ilişkilerinin yeniden üretimi ekseninde yeniden biçimlenirler. Kimse “petrol
olmasaydı da Ortadoğu yine bu şekilde olurdu” diyemez herhalde. Bir başka deyişle
apriori değil aposteriori bir işlevselcilikten bahsetmekteyiz. Diğer yandan, karşı karşıya
gelen21
ve çelişen taleplerin yapısal sorunlardan kaynaklandığını ve ısı yaratacaklarını
söylemek için siyaset felsefesiyle uğraşıyor olmak gerekmemektedir. Yükselen bu ısı farklı
şekillerde düşebilir: Birinci senaryoda Ortadoğu sermayesinin Türkiye’nin devlet aygıtları
içerisindeki temsili esaslı ölçüde azaltılır. Bu sonucu doğuracak farklı izlekler mevcuttur.
Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin “başarıyla” hitama ermesi durumunda ortaya
çıkacak sonuçlar anılan izleklerden bir ya da birkaçını oluşturabilir. İkinci senaryoda Batı
merkezli sermaye gruplarından kaynaklanan (ya da onların oluşumunda ve
biçimlenmesinde etki sahibi oldukları) taleplerin ve bu talepleri Türkiye içerisinde yeniden
üreten grupların siyasi varlığı zayıflayabilir. Burada da farklı izlekler anılan ikinci
senaryonun gerçekleşmesinde etkin olabilir. Ancak belirtmek gerekir ki bu durumda Batı
21
Varsayımsal senaryomuz içerisinde basitleştirilerek iki gruba indirgenen çıkarların ima ettiği karşı karşıya
olma halinin, savaş halindeki iki ordunun karşı karşıya olması gibi tahayyül edilmemesi gerekir. Burada karşı
karşıyalık metaforunu anlamlı kılan, farklı gruplarca üretilen taleplerden bir kısmının çelişmesi, aynı siyasal
iktidar bağlamında aynı anda karşılanamaması durumudur.
60
ile Türkiye arasında ortaya çıkacak olan gerilim “ulusalcı” olarak nitelendirilen yazının
iddia ettiği gibi “göstermelik” bir gerilim olmayacaktır. Zira Türkiye’nin Ortadoğu’da
geriye doğru metalaşma süreçlerini destekleyerek mevcut Ortadoğu hükümetlerinin içten
desteğini edinmesi mümkün gözükmemektedir. Arap Baharı olarak adlandırılan süreçlerin
başarıya ulaşması durumunda da yeni-Osmanlıcılık gibi söylemlerde biçimlenmeye
başlayan stratejilerin hedeflerine ulaşmaları zor gözükmektedir.
Sonuç
Silahlı kuvvetleri evine gönderildikten, devletin memurları (Nuremberg’den farklı olarak)
ne hukukun evrensel ilkelerine ne de yerel hukuka aykırılık içine sokulabilecek herhangi
davranışlarla itham edilmeden işlerini kaybettikten; anayasa hukuku ve idare hukuku
alanlarına giren önemli değişiklikler doğrudan işgalcinin kontrolü altındaki organlar
tarafından basit kararnamelerle hukuki bağlayıcılık kazandıktan; geçimlik tarımı da içeren
ekonomi politikaları işgalcinin tercihi ile belirlendikten sonra Irak’ta ortaya çıkan yeni
devlet biçiminin (bk. Sponeck, 2006), Irak’ın maruz kaldığı türden doğrudan müdahalelere
maruz kalmayan (ama örneğin yapısal uyum programlarının yararını ve finansal
liberalizasyonun nimetlerini keşfeden politikaların egemen olduğu) devletlerde ortaya
çıkana çok ama çok benzemesi manidardır.
Dönüşüm (moda haline gelmiş bulunan ifadesiyle değişim (change) ne Irak’la sınırlıdır ne
de Irak’ta kullanılan “yönteme” bağlıdır. Bu bağlamda Irak’ta yaşanılanlara ve Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nin Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin taleplerini
yerine getiren vekil haline gelmesine etkin muhalefet yapılmaması durumu, bu devletin
biçiminde meydana gelen değişikliklerin başka süreçlerle başka ülkelerde meydana gelen
değişimlerle uyumlu olmasından, bu uyumun (küresel ölçekte kapitalist devletler içerisinde
menfaati ağırlıklı olarak temsil edilen çevrelerce) istenmesinden/talep edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Söz konusu dönüşüm, bazen insani müdahale bayrağı altında çıplak
silahlı şiddetin, bazen yapısal uyum programları altında piyasanın uyguladığı şiddetin,
kısacası farklı şiddet biçimlerinin etkisiyle şekillenen öznesiz bir sürece22
denk
gelmektedir.
Anılan saptamalar ışığında onbir Eylül’ün, burjuva devlet biçiminin uzun yayılış süreci
içerisinde önemli bir momente/uğrağa denk düştüğü söylenebilir. Bu uğrağı
saptayan/betimleyen çalışmalar-bilerek ya da bilmeden-uluslararası işbölümüne stratejik
22
Burada öznesiz süreçten kasıt aktörlerin bulunmadığı süreç değil, aktörlerin bilinçli eylemlerinin sonuçları
doğrudan belirleyemediği-üst belirlenime tabi-bir süreçtir.
61
hammadde satıcısı olarak katılan azgelişmiş kapitalist devletlerde biçimsel dönüşümün,
darbe, ayaklanma, yakınsaklaşma, uyum, zoraki uyum seçeneklerinin ötesinde, doğrudan
saldırı suretiyle de gerçekleşebileceğini, Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyanın
sakinlerine hatırlatmaktadır. Bize düşen bu uğrağa denk düşen kapitalist iktidarın
özelliklerini ifşa etmek, bu dönemde politika yapıcıların eylemlerini mümkün kılan
ideolojik koordinatları belirlemek (bk. Zizek, 2001; 2004), yeni normların normalliği ve
meşruiyeti üzerine üretilen külliyatın etkisini kırmak, kapitalist dönüşümü açıklayıp
anlatabilecek terimleri üretmektir.
62
KAYNAKÇA
Althusser, Louis (2002). Marx İçin (çev. A. Işık Ergüden). İstanbul: İthaki.
Althusser, Louis (2003). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İstanbul: İthaki.
Althusser, Louis (2006). Yeniden Üretim Üzerine (çev. A. Işık Ergüden-Alp Tümertekin).
İstanbul: İthaki.
Althusser, Louis (2009). Yazılar IV (çev. Alp Tümertekin). İstanbul: İthaki.
Althusser, Louis (2010). Yazılar V (çev. Alp Tümertekin). İstanbul: İthaki.
Balibar, Etienne (2007). “Tarihsel Materyalizmin Temel Kavramları Üzerine” L.
Althusser, E. Balibar, R. Establet, P. Macharey, J. Ranciere (Der.). Kapital’i Okumak (çev.
A. Işık Ergüden). İstanbul: İthaki, s. 495-661.
Benton, Ted ve Craib, Ian (2008). Sosyal Bilim Felsefesi. Bursa: Sentez.
Bourdieu, Pierre (1977). Outline of a Theory of Practice. Cambridge: Cambridge
University Press.
Chimni, Bhagwati S. (2008). “An Outline of a Marxist Course on Public International
Law”, Marks, S. (Der.). International Law On The Left: Re-Examining Marxist Legacies.
Cambridge: Cambridge University Press, s. 53-92.
Dunn, Bill (2009). Global Political Economy. Londra: Pluto Press.
Eagleton, Terry (2004a). Edebiyat Kuramı Giriş (çev. Tuncay Birkan). İstanbul: Ayrıntı.
Eagleton, Terry (2004). Kuramdan Sonra (çev. Uygar Abacı). İstanbul: Literatür.
Gilpin, Robert (2001). Global Political Economy:Understanding the International
Economic Order. Princeton: Princeton university Press.
Hardt, Michael ve Negri, Antonio (2003). Dionysos’un Emeği: Devlet Biçiminin Bir
Eleştirisi (çev. Ertuğrul Başer). İstanbul: İletişim.
Harvey, David (2004). Yeni Emperyalizm (çev. Hür Güldü). İstanbul: Everest Yayınları.
Hobsbawm, Eric (1996). Kısa Yirminci Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı (çev. Yavuz
Alogan). İstanbul: Sarmal Yayınevi.
Jessop, Bob (1982). The Capitalist State: Marxist Theories and Methods. Oxford: Martin
Robertson.
Jessop, Bob (1985). Nicos Poulantzas: Marxist Theory and Political Strategy. Londra:
Macmillan Press.
Jessop, Bob (1990). State Theory: Putting the Capitalist State in Its Place. Pennsylvania:
The Pennsylvania State University Press.
Jessop, Bob (2002). The Future of the Capitalist State. Cambridge: Polity Press.
Jessop, Bob ve Sum, N. (2006). Beyond the Regulation Approach: Putting Capitalist
Economies in their Place. Northampton: Edward Elgar.
Lipietz, Alan (1987). Mirages and Miracles: The Crises of Global Fordism. Londra:
Verso. Özdemir, Ali Murat (2008). Sözün Mülkiyeti: Hukukun Ekonomi Politiği. Ankara: Dipnot.
Özdemir, Ali Murat (2010). Ulusların Sefaleti: Uluslararası Ekonomi Politiğe Marksist
Yaklaşımlar. Ankara: İmge.
63
Özdemir, Ali Murat (2011). Güç Buyruk Düzen: Uluslararası Hukuk Kuramında
Eleştirellik ve Emperyalizm. Ankara: İmge.
Panitch, Leo ve Gindin, Sam (2003). “Gems and Baubles in Empire”, Balakrishnan, G.
(Der.). Debating Empire. Londra: Verso, s. 52-61.
Panitch, Leo ve Gindin, Sam (2004). “Global Capitalism and American Empire”, Socialist
Register. s. 1-42.
Panitch, Leo ve Gindin, Sam (2006). “Theorizing American Empire”, Bartholomew, A.
(Der.), Empire’s Law: The American Imperial Project and the ‘War to Remake the World.
Londra: Pluto Press, s. 21-43.
Sponeck, Hans von (2006). “The Conduct of the UN Before and After the 2003 Invasion”,
Bartholomew, A. (Der.). Empire’s Law: The American Imperial Project and the ‘War to
Remake the World. Londra: Pluto Press, s. 71-85.
Sturrock, John (2003). Structuralism. Oxford: Blackwell.
Zizek, Slavoj (2001). “Have Michael Hardt and Antonio Negri Written the Communist
Manifesto of the Twenty-First Century?”, Rethinking Marxism. C. 13, No 3-4), s. 190-198.
Zizek, Slavoj (2004) Lenin Üzerine (çev. Nilgün Aras). İstanbul: Encore.
64
ONBİR EYLÜL SONRASI AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ
KAMU DİPLOMASİSİ
Emel G. Oktay
“Amerikan gelenekleri ve Amerikan ahlak anlayışı bizim gerçeğe sadık olmamızı gerektirmektedir, fakat
daha önemli neden, gerçeğin en iyi ve yalanların bizim için en kötü propaganda olmasıdır. İkna edici
olabilmek için inandırıcı olmalıyız; inandırıcı olabilmek için güvenilir olmalıyız; güvenilir olabilmek için de
samimi olmalıyız. Bu iş bu kadar basittir.”
Edward R. Murrow, Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı (USIA) Direktörü, Mayıs 1963
Giriş
Onbir Eylül 2001 terörist saldırılarının hemen ardından Amerika Birleşik Devletleri’ne
(ABD) neredeyse dünyanın bütün ülkelerinden destek mesajları gelmişti. Bununla birlikte
teröre karşı küresel mücadeleye giren Amerikan yönetimi ve kurumları kısa sürede bu
desteği yitirdiler. ABD’nin Avrupa kıtasındaki en yakın müttefikleri bile kendi
kamuoylarındaki değişimi takiben ABD’nin politikalarına sırt çevirdi. ABD’nin ‘yumuşak
gücü’, en çok ihtiyaç duyulan dönemde harekete geçirilememişti. Dış desteğe en çok
ihtiyaç duyulan dönemde Kamu Diplomasisi işletilemedi. Afganistan ve Irak müdahaleleri
en kötü savaş senaryolarını bile gölgede bırakacak şekilde ABD’nin dış kamuoyunda
olumsuz imajına katkıda bulundu. Irak’ta Abu Ghraib hapishanesinde Amerikan askerleri
tarafından mahkûmlara yapılan işkenceler, Guantanamo Üssü’nde bağımsız mahkemelerde
kendini savunma hakkından mahrum edilerek aylarca tutuklu bulunan insanlar, Müslüman
dünyası başta olmak üzere, farklı bir Amerika imajının gelişmesine ve pekişmesine yol
açtı.
ABD gibi bir süper güç bile Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte rehavete kapılmış, en büyük
düşmanı Sovyetler Birliği’nin tek bir kurşun bile atılmadan tarihe karışmış olmasının
verdiği zafer sarhoşluğu içinde Soğuk Savaş dönemi boyunca Komünizme karşı ideolojik
mücadelede büyük rol oynamış olan Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı’nı (United
States Information Agency-USIA) 1999 yılında lağvetmişti.
Aslında, ABD’nin Soğuk Savaş yılları boyunca edinmiş olduğu, bireysel hak ve
özgürlüklerin ve küresel barışın savunucusu olduğu yönündeki olumlu imajı, Soğuk
Savaşın bitişiyle hızla bozulmaya başlamıştı. Eylül 2001’den önce Başkan Bush ve ekibi
tarafından Kyoto Protokolü, Uluslararası Ceza Mahkemesi Anlaşması, Kimyasal Silahların
Yasaklanması, Antibalistik Füze Anlaşması gibi uluslararası anlaşmaların onaylanmaması,
65
yabancı kamuoylarında ABD’nin temel niyeti ve politikaları hakkında soru işaretleri
uyandırmıştı (Epstein, 2006: 2). Tek süper güç olarak dünya politikasında ve ekonomisinde
ezici üstünlüğünü koruyan ABD için bu imaj kaybı o dönemde önemli bir sorun olarak
görülmedi. Ne zaman ki ABD onbir Eylül terörist saldırılarıyla El-Kaide terör örgütüne
karşı asimetrik bir savaşın içine girdi, o zaman sadece askeri ve ekonomik gücün terörle
mücadelede yeterli olmadığını, süper güç bile olsa yabancı kamuoylarının ‘kalplerini ve
zihinlerini kazanmak’ için çaba göstermesi gerektiğini anladı.
Bu çalışmanın amacı, onbir Eylül 2001 saldırıları sonrasında Başkan Bush tarafından
‘Teröre Karşı Küresel Savaş’ sloganıyla başlatılmış olan mücadelede Amerikan kamu
diplomasisinin ne şekilde yer aldığını incelemektir. Bu çerçevede, öncelikle kamu
diplomasisinin tanımı yapılacak, Soğuk Savaş sonrası değişen kamu diplomasisi anlayışı
ve yumuşak güç üzerinde durulacak, kamu diplomasisinin gelişimi ve araçları incelenerek
onbir Eylül sonrasında kamu diplomasisinin Amerikan yönetim birimleri tarafından teröre
karşı mücadelede etkili bir şekilde kullanılıp kullanılmadığı değerlendirilecektir.
Kamu Diplomasisi Nedir?
İkinci Dünya Savaşının bitişinden sonra ortaya çıkan iki kutuplu yeni uluslararası sistemde
ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan tek kutuplu düzende uluslararası ilişkilerin
yönetiminde büyük değişiklikler yaşanmıştır. Öncelikle İkinci Dünya Savaşının hemen
bitişinde başlayan ve hızlanarak etkisini arttıran iletişim devrimi sonucunda, bilginin
dünyanın en uzak köşelerine ulaştırılması mümkün hale gelmiştir. Küreselleşme sonucunda
dünyanın herhangi bir yerinde olup biten olaylardan sadece hükümetler değil iç ve dış
kamuoyu da anında haberdar olmakta ve harekete geçebilmektedir. Son bir yılda Arap
ülkelerinden Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de yaşananlar, kısaca ‘Arap Baharı’ olarak
adlandırılan halk hareketleri, hükümet müdahalesine maruz kalmadan internet ve sosyal
medya üzerinden halkın örgütlenebilmesi ile büyük çaplı siyasi olaylara dönüşmüşlerdir.1
Onbir Eylül 2001 terörist saldırılarıyla, başta ABD olmak üzere, kamu diplomasisinin
politik ve akademik alanda pek çok ülkenin gündemine gelmesi daha önce yapılmış kamu
diplomasisi tanımlarının tekrar gözden geçirilmesine neden oldu. Parametreleri hızla
değişen uluslararası sistem, uluslararası ilişkilerde farklılaşan pek çok diğer kavram gibi
kamu diplomasisi kavramını da değişime uğrattı.
1 Bu makalenin hazırlandığı tarihte (Eylül 2011) bu ülkelerden Tunus, Mısır ve Libya’da halk hareketleri
sonucunda mevcut yönetimler devrilmişti.
66
Kamu diplomasisi kavramı, bugün üzerinde tartışılmakta olan anlamıyla ilk kez ABD’deki
Tufts Üniversitesi Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu Dekanı Edmund Gullion tarafından
1965 yılında kullanılmıştır. Yine, emekli bir diplomat olan Gullion tarafından Edward R.
Murrow Kamu Diplomasi Merkezinin kurulması ile akademik olarak uluslararası ilişkilerin
gündemine girmiştir. Bu merkezin çıkarmış olduğu el kitabına göre kamu diplomasisi
‘kamunun tavırlarının dış politikaların oluşturulmasında ve yürütülmesindeki etkisi’ ile
uğraşmaktaydı. Bu çerçevede kamu diplomasisi, uluslararası ilişkilerin geleneksel
diplomasi dışında kalan boyutlarını içine almaktaydı. Hükümetler tarafından diğer
ülkelerdeki yabancı kamuoylarının dostluğunun kazanılmaya çalışılması, bir ülkede
bulunan hükümet dışı çıkar gruplarının ve bunların çıkarlarının birbirlerini etkilemeleri, dış
ilişkilerde olup bitenin rapor edilmesi ve bunun politikaya olan etkisi, işi iletişim olan
diplomatlar ve yabancı muhabirler arasındaki iletişim ve kültürler arası iletişim süreçleri,
kamu diplomasisinin başlıca konuları arasındaydı.2
Küresel iletişim alanındaki çalışmalarıyla tanınan Hans Tuch, kamu diplomasisini “bir
hükümetin kendi ulusunun fikirlerinin ve ideallerinin, kurumlarının ve kültürünün, ulusal
hedeflerinin ve mevcut politikalarının anlaşılmasını sağlamak amacıyla yabancı halklarla
iletişim kurması süreci” olarak tanımlamıştır (Tuch, 1990: 3).
Yukarıda yapılan tanımlar itibarıyla, aslında büyük oranda propaganda ile
ilişkilendirilebilecek olan faaliyetlerin kamu diplomasisi adı altında sınıflandırıldıkları
görülmektedir. Bunun en önemli nedeni, propaganda sözcüğünün 20. yüzyıl boyunca yalan
ve yanlış bilgi üretilmesi ve aktarılması yoluyla kamuoylarının kandırılmasını hedef alan
uygulamalar sonucunda yüklenmiş olduğu olumsuz algılamanın ortadan kaldırılmasıdır
(bk. Jowett vd., 2006; Bektaş, 2002).
Kamu diplomasisi disiplinler arası bir alandır; iletişim, uluslararası ilişkiler, gazetecilik,
halkla ilişkiler, hukuk, psikoloji, kamu politikası gibi disiplinleri bünyesinde barındırır. İyi
bir kamu diplomasisi üretebilmek için mutlaka bu alanlarda çalışan kişilerin bilgi
birikiminden faydalanılması gerekir.
Kamu diplomasisinde temel amaç, sadece söz konusu mesajların yabancı kamuoylarına
verilmesi değil, karşılıklı iletişimin kurulmasıdır. Geri bildirime dayanmayan bir kamu
diplomasisi stratejisinin orta ve uzun vadede başarısız olma olasılığı yüksektir. Dolayısıyla,
kamu diplomasisi stratejileri belirlenirken hedef ülke veya ülkelere yönelik olarak
2 http://fletcher.tufts.edu/Murrow/Diplomacy
67
kamuoyu araştırmaları ile sık sık nabız yoklaması yapılmalıdır. Günümüzde bu nabız
yoklamalarına en iyi örnek, PEW Global Attitudes Survey adı altında yapılan kamuoyu
araştırmalarıdır.
En kısa şekilde ‘diplomatlar ve yabancı halklar arasındaki ilişki’ olarak ele alabileceğimiz
klasik anlamda kamu diplomasisi teriminin ne olduğu ve nasıl uygulanabileceği oldukça
tartışmalıdır. Onbir Eylül 2001 saldırılarından sonra ve ABD’nin Irak saldırısı ile kamu
diplomasisi konusu ABD’de en çok tartışılan konu olmuştur. Son on yıllık dönemde, başta
ABD olmak üzere pek çok düşünce kuruluşu bu alanda çalışmalar yapmış ve raporlar
yayımlamıştır. Bununla birlikte, yabancı halklara yönelik olarak hazırlanacak resmi
iletişimin hangi temeller üzerine dayanması gerektiğine ve bununla ilgili olarak uzun
dönemli eğilimlerin tespitine yönelik mekanizmaların etkili bir şekilde çalıştırılmasını
sağlayacak çalışmalar bulunmamaktadır.3
Kısaca, onbir Eylül’den sonra Amerikan yönetimi ve kurumları için kamu diplomasisinin
özellikle ‘teröre karşı küresel savaş’ sloganı altında ulusal güvenliğin sağlanmasında büyük
önem taşıdığı anlaşılmış, fakat bu konuda neler yapılması gerektiği üzerinde büyük
tartışmalar yaşanmıştır. Onbir Eylül saldırılarının üzerinden on yıl geçmiş olmasına karşın
ABD’nin, özellikle terörün kaynağı olarak nitelendirdiği radikal grupların yaşama olanağı
bulabildiği ülkelerin halklarına karşı bile başarılı bir kamu diplomasisi stratejisi
geliştirebildiğini söylemek mümkün değildir.
Geleneksel Diplomasi ile Kamu Diplomasisi Arasındaki Fark
Kamu diplomasisi yeni bir olgu değildir. İmaj geliştirilmesi, propaganda ve bugün kamu
diplomasisi olarak nitelendirebileceğimiz pek çok faaliyet neredeyse diplomasi kadar
eskidir. Antik Yunan’da, Roma’da, Bizans döneminde ve İtalyan Rönesans’ında bu
alandaki faaliyetlere oldukça sık rastlanmaktadır. 17. yüzyılda Fransızcanın lingua franca
(uluslararası diplomatik ve ticari dil) olması ve Fransız Devrimi’nin ideallerine (özgürlük,
kardeşlik, eşitlik) kitlelerin gönül vermiş olması, bu alandaki faaliyetlere örnek
oluşturabilir. Birinci ve İkinci Dünya savaşları sırasında enformasyonun öneminin artması,
özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında radyonun etkili bir şekilde kullanılması, Soğuk
Savaş boyunca hem ABD hem de Sovyetler Birliği iki kutup lideri ülke olarak
ideolojilerini yaymak amacıyla kamu diplomasisinin araçlarını kullanmaları, siyasi tarihin
önemli olaylarıdır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde sineması (Hollywood), müziği
3 ABD Dışişleri Bakanlığı’nda bu alanda önemli yapısal değişiklikler yapılmıştır. Bu konuya çalışmamızın
ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.
68
(Rock’n Roll) ve markaları (blue jeans, Coca Cola) ile ABD’nin Sovyetler Birliği
yıkılmadan çok daha önce demir perdenin gerisindeki halklara ulaşmış olduğu
bilinmektedir.
Bu çerçevede, geleneksel diplomasi (standart diplomasi) ile kamu diplomasisi arasındaki
farka bakıldığında, öncelikle geleneksel diplomasinin devletten devlete veya hükümetten
hükümete ilişkiler şeklinde ele alındığı görülmektedir. Resmi ilişkileri kapsaması
nedeniyle geleneksel diplomasi büyük ölçüde gizlilik içinde yürütülür. Kamu diplomasisi
ise daha açıktır (açık diplomasi) ve yabancı kamuoylarına yönelik olduğu için mümkün
olduğu kadar çok kişiye ulaşabilmenin yollarını arar. ‘Bir hükümet ya da uluslararası
kuruluşun diğer ülkelerin halkları ve vatandaşları ile resmi veya özel şahıs ya da kurumlar
aracılığı ile iletişim kurması’ olarak tanımlayabileceğimiz kamu diplomasisi, her türlü
iletişim yönteminden faydalanarak, özellikle eğitim ve kültür programları aracılığıyla geniş
bir alanda tanıtım ve yayın faaliyetlerini kapsar.
Geleneksel olarak bir ülkenin diplomatları, görevde bulundukları ülkelerde o ülkenin
yöneticileri ve diğer ülkelerin diplomatları ile iletişim kurarlar, halk ile iletişime
geçmezler. Bu anlamda geleneksel diplomasinin daha çok elitlere yönelik olduğu
söylenebilir. Diplomatların sahip oldukları bu anlayış daha çok siyasi ve ekonomik güç
temelli iletişim kurulmasına neden olur. Bu süreçte çoğu kez geleneksel diplomasinin
yüzyıllardır kökleşmiş kuralları da önlerinde engel teşkil eder. Kısaca, geleneksel
diplomasi herhangi bir ülkede piramidin tepesini hedefler; siyasi, askeri ve ekonomik elitle
ilişkiler kurmaya çalışır. Kamu diplomasisinde ise hedef piramidin alt kısmıdır; kadınlar ve
gençler, yani sokaktaki insan öncelikli hedef kitlesidir.
Geleneksel diplomasi devletlerin temsilcileri arasındaki ya da diğer uluslararası örgütlerle
ilişkileri kapsarken, kamu diplomasisi yabancı ülkelerdeki halkı, resmi olmayan grupları,
örgütleri ve bireyleri hedef alır (Melissen, 2007: 4). Geleneksel diplomasinin temel ajanları
egemen devletleri temsil eden ve onlar tarafından akredite edilmiş olan görevlilerdir ve
temel amaçları devletler arası ilişkilerde çıkabilecek sorunları en aza indirmek ve kendi
devletlerinin çıkarlarını en iyi şekilde korumaktır. Geleneksel diplomaside aktörlerin rolleri
ve sorumluluklarının sınırları açık olarak belirlenmiştir. Kamu diplomasisi genel olarak
uluslararası ilişkilerin geleneksel diplomasi dışındaki alanlarını kapsar.
69
Kamu Diplomasisi ve Yumuşak Güç
Kamu diplomasisi ile harekete geçirilmeye çalışılan, bir ülkenin sahip olduğu ‘yumuşak
güç’ olarak adlandırabileceğimiz ‘diğerlerini etkileme’ kapasitesidir. Melissen’in de
belirttiği gibi kamu diplomasisi yumuşak gücün en önemli araçlarından biridir (2007: 4).
20. yüzyılın önemli siyasi tarihçilerden E. H. Carr, 20 Yılın Krizi 1919-1939: Uluslararası
İlişkiler Çalışmalarına Giriş başlıklı kitabında ‘fikirler üzerindeki güç’ten bahsederek,
‘siyasi amaçlar açısından değerlendirildiğinde bunun askeri ve ekonomik güçten daha da
az önemli olmadığını’ vurgulamaktadır (1983).4 Yumuşak güç deyimi ilk kez Joseph S.
Nye tarafından 1990 yılında kullanılmış ve en basit şekliyle ‘kalpleri ve zihinleri
kazanmak’ olarak tanımlamıştır (1990a; 2004).
Nye, yumuşak gücü ‘birinin istediği sonuçlarını alabilmesi için başkalarının davranışlarını
etkileyebilmesi’ olarak tanımlamış ve karşılıklı bağımlılığın arttığı dünyamızda aslında
ihtiyaç duyulanın ‘sert güç’ten ziyade yumuşak güç olduğunu belirtmiştir (1990b).
Başkalarının davranışlarını etkilemenin üç yolu vardır: Birincisi, tehdit yoluyla birini bir
şey yapmaya zorlamak, ikincisi davranış değişikliğini sağlamak için bazı teşviklerde
(ödemelerde) bulunmak, üçüncüsü ise çekiciliğinizi kullanarak “başkalarının sizin
istediklerinizi istemesini sağlamak” ve bu yöntemle “işbirliğine yönlendirmek”tir (Snow,
2009:3).
Üçüncü yol, açıkça anlaşıldığı üzere ülkelerin ‘çekiciliği’ üzerinde kurulmuş olan
‘yumuşak güç’tür. Yumuşak güç bir ülkenin yaşam tarzının, kültürünün ve siyasi
değerlerinin cazibesinden kaynaklanmaktadır. Sadece askeri güç tehdidini ya da ekonomik
yaptırımları kullanarak (sert güç) diğerlerini değişime zorlamak değil, dünya siyasetinde
gündemi oluşturarak, değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve
fırsatlarına özenen ülkelerin kendisini izlemesini sağlamak önemlidir. Hem yumuşak hem
de sert güç bir arada birbirlerini destekleyecek şekilde kullanıldığında ortaya ‘akıllı güç’
(smart power) denen kavram çıkmaktadır (Nye, 2009).
Kamu Diplomasisinin Kaynakları ve Araçları
Bir ülkenin yumuşak gücüne katkıda bulunan unsurlar incelendiğinde; kullanılan dil,
yazarlar, yayıncılar, medya grupları, gazeteciler, sivil toplumun varlığı ve başarıları, siyasi
partiler ve politikacılar, özel sektör (şirketler, iş adamları), üniversiteler, akademisyenler,
4 İlk baskısı 1939.
70
sanatçılar ve sanatsal aktiviteler, müzik kanalları, hit olan parçalar, spor yarışmaları ve
sporcular üzerinde durulabilir.
Bu çerçevede, örneğin resmi düzeyde hükümetler tarafından düzenlenen konferanslar,
seminerler, öğrenci değişim programları, burslar, yardım programları, kısıtlı etkili olmakla
birlikte yaygın kamu diplomasisi uygulamaları olarak değerlendirilebilir. Benzer şekilde
sivil toplum örgütleri, düşünce kuruluşları, medya, üniversiteler, meslek kuruluşları, hatta
küçük ve orta büyüklükteki işletmeler (KOBİ) gibi toplumu etkileme gücüne sahip
hükümet dışı yapılanmalarla kendi karşıtlarının arasındaki iletişim kanallarının açılması ve
işbirliğinin arttırılması da ‘Yeni Kamu Diplomasisi’ adı altında değerlendirilmektedir (bk.
Melissen, 2007, 3-27).
Yumuşak güç açısından değerlendirildiğinde, bir ülkenin sahip olduğu ulusal kültür ve
fikirlerin evrensel değerlere ne kadar uyumlu olduğu öncelikli önem taşımaktadır. İkinci
olarak, bir ülke, ulusal kültürünü uluslararası alana taşıyarak diğer ülkelere yaymak için ne
kadar çok iletişim kanalına sahip olursa o kadar yumuşak güce sahip demektir. Üçüncüsü,
bir ülkenin güvenilirliği içeride ve dışarıda uyguladığı politikalarla artmaktadır (Snow,
2009: 4). Bu açılardan bakıldığında, ABD’nin ilk iki konuda güçlü olmakla beraber, onbir
Eylül’den sonra hem ülke içerisinde uyguladığı hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı politikalarla
hem de dış politikada Irak savaşı sırasında yaşananlardan ötürü üçüncüsünde dezavantajlı
konumda bulunmaktadır (Snow, 2009: 4). Örneğin, yapılan araştırmalara göre Arap ve
Müslüman ülkelerin halkları ABD’nin savunmakta olduğu evrensel değerleri
desteklemekle birlikte Amerikan hükümetlerinin politikalarını onaylamamaktadırlar
(Djerejian, 2003).5
‘Kültür diplomasisi’nin en önemli araçları olarak devlet kanalıyla uygulanan kültürel ve
dilsel alışverişi ve akademik değişimleri yaygınlaştırma amaçlı programlar sayılabilir.
Bugün en bilinenleri arasında ABD’nin vermekte olduğu Fullbright Bursları, Birleşik
Krallık (İngiltere) tarafından dağıtılan Chevening Bursları, Almanya’nın DAAD Bursları
sayılabilir. Dil enstitüleri arasında ise en yaygın olanları Amerikan Kültür Derneği, Fransız
Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü, İspanyolların Cervantes Enstitüsü’dür.
Uluslararası yayın yapan radyolar ve televizyonlar ülkelerin yumuşak gücünü göstermek
açısından büyük önem taşımaktadırlar. Gelişen teknoloji ile birlikte yayın ağını çok çeşitli
5 Edward Djerejian, Changing Minds Winning Peace: A New Strategic Direction for U.S. Public Diplomacy
in the Arab and Muslim World, “Report of the U.S. Advisory Group on Public Diplomacy for the Arab and
Muslim World”, October, 2003. http://www.publicdiplomacy.org/23.htm
71
alanlara taşıyan radyo kanallarının en ünlüleri arasında 43 dilde yayın yaparak 150 milyon
kişiye ulaşan BBC (Birleşik Krallık) ve 45 milyon kişiye ulaşabilen Radio France
Internationale sayılabilir.
Ekonomik güç, genel olarak değerlendirildiğinde bir ülkenin sert gücünün parçası olarak
sayılırken, özellikle küresel liberal düzende tüketim kültürünün önemli bir parçası olan
büyük şirketler marka açısından bağlı oldukları ülkelerin yumuşak gücüne büyük katkıda
bulunmaktadırlar. ‘Şirket diplomasisi’ olarak da adlandırılabilecek bu unsur, bir ülkenin
ekonomisinin gelişmişlik ve refah düzeyini yansıtması açısından büyük önem taşımaktadır.
Bir kişi bir ülkeyi yakından tanımasa da o ülkeye ait ne kadar çok marka ile tanışır, ürün
satın alır ve tüketirse o ülkeye karşı olumlu görüş oluşturma olasılığı da artar. Nitekim
Coca Cola, Nestle, Macintosh, Nokia, Toyota gibi markalar doğrudan markanın menşei
olan ülkelerle özdeşleşmişlerdir.
ABD’de Kamu Diplomasisinin Gelişimi
Başkan Woodrow Wilson, yabancı ülkelerdeki halklara ABD’nin 1. Dünya Savaşı
konusunda dış politikasının temellerini anlatmak amacıyla Nisan 1917’de Kamu
Enformasyon Komitesi’ni kurdu. Bu komite, çeşitli ülkelerde bürolar oluşturarak halkı
bilgilendirmeye çalıştı ve savaş bitince de ortadan kaldırıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında
Başkan Franklin Roosevelt, 1941’de, Pearl Harbour baskınının hemen öncesinde Dış
Enformasyon Servisi’ni kurdu. Bu birim, Avrupa ve Asya’da Alman ve Japon
propagandasına karşı haber yapmakla görevlendirildi. Bu birimin adı daha sonra
Amerikan’nın Sesi Radyosu (Voice of America) oldu.
Soğuk Savaş döneminde ise uluslararası kamuoyunu anlamak ve bilgilendirmek amacıyla
Başkan Dwight D. Eisenhower, 1953 yılında Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı’nı
(USIA) kurdu. Sloganı ‘Amerika’nın hikâyesini dünyaya anlatmak’ olan USIA’nın temel
hedefi, Soğuk Savaş döneminde Sovyet propagandası ile mücadele etmek ve komünizmin
yayılmasını önlemekti.6 Bu çerçevede, yabancı ülkelerle akademik ve kültürel alışverişin
sağlanması amacıyla Fulbright Programı oluşturulmuş, çeşitli ülkelerde kütüphaneler ve
kültür merkezleri açılmıştır. Bugün ABD’nin yumuşak gücüne kültürel açıdan katkıda
bulunan araçlar; uluslararası ziyaretçi programı ile geleceğin yöneticilerini yetiştirme
programı, bilgi merkezleri ile enformasyon sağlanması ve radyo (Voice of America, Radio
Free Europe, Radio Liberty, Cuba Broadcasting) yayınlarıdır. Bu çerçevede Wireless File
6 Burada ilginç olan husus, yasa ile USIA tarafından yabancı halklara yönelik olarak kullanılan bilgilerin
Amerikan halkını etkilemek için kullanılmasının, hatta halka duyurulmasının yasaklanmış olmasıdır.
72
isimli güncel bülten ile resmi açıklamalar, röportajlar, analizler ve makaleler dünya
halklarına ulaştırılmaya çalışılmıştır.7 Hollywood kaynaklı filmler ve animasyonlar ile
spordaki başarıları, özellikle NBA Basketbol Ligi’nin tüm dünyada izlenmesi, ABD’nin
yumuşak gücüne katkıda bulunan diğer unsurların arasında sayılabilir.
Başkan John F. Kennedy döneminde Amerikan Enformasyon Ajansı’nın altın yıllarını
yaşadığı söylenebilir. Ajansın başına, kişisel ilişkilere ve kişisel iletişime büyük önem
veren, dünyaca tanınmış gazeteci Edward R. Murrow getirilmiş, Ajans’ın görev tanımı
sadece yabancı halklara enformasyon sağlamak değil aynı zamanda “dış politikanın
oluşturulması çerçevesinde ABD Başkanına, dış temsilciliklerdeki yetkililere, dış
politikayla ilgili hükümet birimlerine ve ajanslara mevcut ve oluşturulabilecek politikalar,
programlar ve açıklamalar hakkında danışmanlık yapmak” olarak genişletilmiştir (Tuch,
1990) .
Başkan Jimmy Carter döneminde ise kamu diplomasisine ‘karşılıklılık’ prensibi
eklenmiştir. Bilginin sadece yabancı kamuoylarına yayılması ve onların ikna edilmesi
değil, aynı zamanda yabancı kamuoylarının da dinlenebilmesi, ne düşündüklerinin ve
kaygılarının anlaşılabilmesi amacıyla kaynak ayrılmıştır (Tiedeman, 2005: 18). Başkan
Carter döneminde kurumun yeniden yapılandırılmasına yönelik olarak ortaya konan
programda, Ajans’ın kesinlikle ‘gizli, kışkırtıcı ve propaganda amaçlı faaliyetlerde’
bulunmayacağı vurgulanmış, ‘yüce ve özgür bir toplumun kendisinin en iyi tanığı olduğu
ve fikirlerinin gücüne inancının tam olacağı’ belirtilmiştir (Tuch, 1990: 32).
Başkan Ronald Reagan yönetimi (1981-1989) sırasında ABD ile Sovyetler Birliği arasında
‘İkinci Soğuk Savaş’ olarak adlandırılabilecek yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde
komünizme karşı savaş her alanda genişletilmiş ve USIA’nın faaliyetleri ve bütçesi
arttırılmıştır. Başkan Reagan’ın daha saldırgan bir kamu diplomasisi oluşturmak amacıyla
verdiği talimatla Ulusal Güvenlik Konseyi altında ABD’nin ulusal güvenliği ile bağlantılı
olarak kamu diplomasisini güçlendirmek, organize etmek, planlamak ve koordine etmekten
sorumlu bir Özel Planlama Grubu kurulmuştur (NSDD-77, 1983).
Soğuk Savaşın bitişiyle bütçe düzenlemeleri çerçevesinde USIA 1999 yılında lağvedilerek
enformasyon, eğitim ve kültürel değişim gibi alanlardaki görevleri ABD Dışişleri
Bakanlığı’na devredilmiştir. Aynı tarihte, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Kamu Diplomasisi
ve Kamu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı kurulmuş, bünyesindeki Uluslararası
7 Soğuk Savaş döneminde Amerikan Kamu Diplomasisi ile ilgili olarak yasal ve finansal düzenlemeler ve
kurumların faaliyet alanları ile ilgili bilgi için bk. Nakamura vd., 2009.
73
Enformasyon Programları Bürosu ve Eğitim ve Kültür İşleri Bürosu ile resmi düzeydeki
kamu diplomasisi etkinlikleri yürütülmeye başlanmıştır (Makamura vd., 2009).
Uluslararası yayıncılık alanındaki sorumluluk ise özerk bir kurul olan Yayıncılık Yönetim
Kurulu’na verilmiştir (Epstein, 2006: 6).
Eylül 2001 Sonrası Amerikan Kamu Diplomasisi
Onbir Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yönelik saldırıların ertesi günü
Fransız Le Monde gazetesi ‘hepimiz Amerikalıyız’ başlığıyla çıktı. Aslında o günlerin ruh
hali içinde dünyanın pek çok ülkesinde insanlar Amerikan halkının karşı karşıya kaldığı
saldırı sonrasında samimi şekilde üzüntü hissetmişlerdi. Ancak, maalesef bu sempati uzun
ömürlü olamadı. Onbir Eylül saldırılarını takip eden dönemde Başkan George Bush’un
açıklamaları, özellikle teröre karşı savaşı ‘Haçlı Seferleri’ne benzetmesi, uluslararası
kamuoyunun tepkisini göz ardı ederek Afganistan ve Irak’ı işgali büyük tepki çekmiştir.
Kısa sürede Amerikan politikalarına karşı artan tepki ve nefret, Amerika’nın ulusal
çıkarları açısından büyük bir sorun haline geldi (Lord, 2008: 1).
Bu olumsuz kamuoyu karşısında ABD, kamu diplomasisinin önemini yeniden keşfetmiş
olmakla birlikte bu süreçte uygulamaya çalıştığı kamu diplomasisi stratejileri başarılı
olamamıştır. ‘Teröre karşı küresel savaş’ sloganı ile harekete geçen Amerikan yönetimi bu
savaşta uluslararası alanda destek bulamamış, tam tersine büyük tepki çekmiştir. Mart
2003’te ABD Irak’ı işgal etmeye hazırlanırken dünyanın dört bir tarafından yapılan
protesto gösterileri karşısında The New York Times gazetesi “yapılan gösterilerin
büyüklüğü bize aslında dünyada hala iki süper gücün bulunduğunu göstermektedir:
Birleşik Devletler ve dünya kamuoyu” diyerek çok yerinde bir gözlemde bulunmuştu
(Wyne, 2009: 45).
Tablo 1- 2000-2010 ABD Hakkında Olumlu Görüşler
Ülkeler 2000 (%) 2002 (%) 2007 (%) 2010 (%)
Arjantin 50 34 16 42
İngiltere 83 75 51 65
Almanya 78 60 30 63
Rusya 37 61 41 57
Türkiye 52 30 9 17
Ürdün - 25 20 21
Pakistan 23 10 15 17
Endonezya 75 61 29 59
Japonya 77 72 61 66
Kaynak: PEW Anketleri (2000, 2002, 2007. 2010)
74
Amerikan kuvvetlerinin Başkan Bush’un emriyle Irak’a saldırması ile başlayan süreçte
ABD, Avrupa Birliği ülkeleri de dâhil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde imaj
kaybına uğramış, işgalci gözüyle görülmeye başlanmıştır. Tablo 1’de de görülebileceği
üzere 2000 yılından itibaren ABD hakkındaki olumlu görüşler özellikle halkının çoğunluğu
Müslüman olan ülkelerde çok alt seviyelere inmiştir. Özellikle Türkiye ve Pakistan’da
Amerika hakkındaki olumlu görüşler ortalama % 20’nin bile altında olup sadece her 5
kişiden biri ABD hakkında olumlu görüşlere sahiptir.
Irak’ın işgalini takiben yükselen Amerikan karşıtlığı, ABD’nin teröre karşı açmış olduğu
küresel savaşta ulusal savunması açısından büyük bir sorun haline gelmiş neredeyse
Amerikan hegemonyasını tehdit etmeye başlamıştır (Van Ham, 2007). Bu tehdit, Amerikan
çıkarlarının korunabilmesi için kamu diplomasisinin öneminin kısa sürede anlaşılmasını
sağlamıştır. Başlangıçta, kamu diplomasisi Irak’a müdahale sürecinde bunun bir ön alıcı
savaş olduğu ileri sürülerek diğer ülkelerin desteğini almak amacıyla kullanılmaya
çalışılmıştır. Bu süreçte kaçınılmaz bir şekilde propaganda ve algı yönetimi gibi
yöntemlere de başvurularak Irak’ı demir yumrukla yöneten diktatör Saddam Hüseyin’in
elinde kitle imha silahları bulunduğu ve El-Kaide’nin bu silahları kullanarak dünyayı kana
bulayabileceği yolunda tüm dünyaya yalan ve yanlış haberler yayılmıştır (Rampton vd.,
2003). Irak savaşının uzun sürmesi Irak halkının büyük can kaybına uğramasına neden
olmuş, ülkede istikrarın bir türlü sağlanamaması sonucunda dünya kamuoyunda ABD’ye
yönelik tepkinin daha da büyümesi, Amerikan yönetimini Müslüman dünya ile daha yoğun
ve açık bir diyalog kurmaya yöneltmiştir (Van Ham, 2007: 57).
Bu çerçevede, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından terörizme karşı mücadelede tüm
dünyanın destek vermesini sağlamak amacıyla Response to Terrorizm ve Gateway to 9/11
Resources adlı iki internet sitesi kurulmuştur. Orta Doğu’nun Müslüman ülkelerine yönelik
olarak Amerika destekli televizyon kanalı El-Hurra ve Radio Sawa yayına başlamıştır.
ABD’de yaşayan Müslümanlara yönelik olarak da Islam in the US ve Muslim Life in
America isimli internet siteleri kurulmuştur. Özellikle Arap ülkelerinde ABD’nin imajının
düzeltilmesi amacıyla Müslüman gazeteciler Washington’a davet edilmiş, Arapça bilen
diplomatlar, hükümet yetkilileri ve üst düzey yöneticiler El-Cezire televizyonuna
röportajlar vermişler, Arap ülkeleriyle akademik değişim programları geliştirilmiş ve Arap
öğrencilere verilen burslar arttırılmıştır. Tüm bu çalışmalara karşın, Mayıs 2006’da
Government Accountability Office tarafından yayınlanan bir rapor, Müslümanları hedef
alan kamu diplomasisinin başarısız olduğunu göstermiştir. Rapora göre, ABD’nin
75
yürüttüğü kamu diplomasisi güçlü bir iletişim stratejisine sahip değildi. Raporda mesajların
yerine ulaştırılamaması, çalışmaların halkın tümüne hitap etmemesi, harekete geçmeden
önce gerekli araştırma ve analizlerin yapılmamış olması ve kamu diplomasisini
yürütenlerin hedef alınan halkın dilini bilmemeleri eleştiri konusu olmuştur (GAO Report,
2006).8
2007 yılında kamu diplomasisi alanında ilk ulusal strateji olarak ‘Stratejik İletişim ve
Kamu Diplomasisi için Ulusal Strateji’ başlıklı yeni bir strateji oluşturuldu. Bu stratejiye
göre ABD kamu diplomasisi yabancı toplumlara Amerika’nın derin değerlerinden gelen
fırsat ve umut vizyonunu sunmak, radikal unsurları tecrit etmek, Amerikalılar ile farklı
ülkelerden (inançlardan ve kültürlerden) insanlar arasındaki ortak değerleri vurgulamak
prensiplerini taşımalıydı.9
Başkan Obama Dönemi Kamu Diplomasisi
Ocak 2009’da babası Kenyalı bir Müslüman, annesi Amerikalı olan Barack Hussein
Obama’nın ABD Başkanı olarak göreve başlaması başlı başına bir kamu diplomasisi
stratejisi başarısı olarak görülebilir. Sekiz yıllık Başkan Bush döneminin politikaları
sonucu, özellikle nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde Amerikan karşıtlığı ülke
çıkarlarını zedeleyecek ciddi boyutlara ulaşmıştı. Başkan Obama da göreve geldiği ilk
günden itibaren bu imajın düzeltilmesi yönünde çaba harcamaya başladı. Beyaz Saray’daki
ilk haftasında ilk röportajını El-Arabiyya uydu televizyonuna vermişti. Biri Filistin-İsrail
meselesinde, diğeri Pakistan ve Afganistan konularında yetkili olmak üzere iki özel
temsilci atadı. Hillary Clinton dışişleri bakanı olarak ilk resmi ziyaretini en fazla
Müslüman nüfusa sahip olan Endonezya’ya gerçekleştirdi (Zaharna, 2009).
4 Haziran 2009’da Kahire’de yapmış olduğu konuşmada Obama, Başkan Bush’un ‘ya
bizdensin ya onlardan’ şeklindeki dışlayıcı yaklaşımının tam tersine, ‘ortak çıkarlar ve
saygı temelli yeni bir başlangıç’ arzusunda olduklarını belirtmiştir. Demokrat Başkan
Obama yönetiminin diğer bir farkı da, ABD’nin uluslararası alanda tek başına hareket
ederek başarısızlıklarının da bütün sorumluluğunu üzerine almasıyla sonuçlanan Bush
döneminin ‘tek taraflı’ dış politikasının tersine, dünya liderliğini ve meşruiyetini tekrar
kazanmak için ittifaklara, ortaklıklara ve kurumlara yatırım yapmak şeklinde
özetlenebilecek ‘çok taraflı’ dış politika anlayışının benimsenmiş olmasıdır.
8 Kamu diplomasisi konulu diğer raporlar için bk. http://www.gao.gov/search?q=Public+Diplomacy
9 Hughes, Karen, Undersecretary of Public Diplomacy and Public Affairs, U.S. National Strategy for Public
Diplomacy and Strategic Communication, June 2007.
76
Obama yönetiminin kamu diplomasisinin temelleri, Ocak 2009’da yapılan bir toplantıda
ortaya konmuş olan ve yeni yönetime tavsiyelerde bulunan White Oak adlı belgede
bulunabilir. Belge, kamu diplomasisinde, sadece Müslüman halkları, güvenlik ve terörizm
konularını ele alan dar bakış açısından ziyade daha çeşitli konular etrafında, belli bir
coğrafya, ülke ya da etnik grupla sınırlandırılmayacak şekilde ‘bütüncül’ bir kamu
diplomasisi stratejisi belirlenmesini önermektedir. Ayrıca, kamu diplomasisi ile ilgili kamu
kurum ver kuruluşlarının koordinasyonunun sağlanması, personel yapısının geliştirilmesi,
değişim programlarının genişletilmesi ve bütçesinin arttırılması konuları da gündeme
gelmiştir. Yeni bilgi teknolojilerinin kullanılmasının yanı sıra kişisel temasların da önemli
olduğunun üzerinde durulmuştur.10
White Oak tavsiye metninin en önemli özelliği, Obama yönetimi döneminde, daha önce
üzerinde durulan ‘yumuşak güç’ kavramından ziyade sert ve yumuşak gücün stratejik
birleşiminden oluşan ‘akıllı güç’ kavramının benimsenmesi olmuştur. Daha önce, 2006
yılında, ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından CSIS (Center for Strategic and
International Studies) tarafından hazırlanan ‘Daha Akıllı Daha Güvenli Amerika (A
Smarter More Secure America)’ başlıklı raporda ortaya konmuş olan bu strateji değişikliği
ihtiyacı, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından ‘Amerikan liderliğinin
sürdürülebilmesi için bütün diplomatik, ekonomik, askeri, siyasi, hukuki, kültürel araçlar
içinden en uygun olanlarının birleşiminin kullanılması’ gerektiği şeklinde ifade edilmiştir.
(Clinton, 2009).
1999 yılında Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı’nın (USIA) lağvedilmesinin ardından
kamu diplomasisi alanındaki faaliyetlerin sorumluluğunun ABD Dışişleri Bakanlığı
bünyesinde bulunan Kamu Diplomasisi ve Kamu İşlerinden Sorumlu Müsteşar
Yardımcılığı (Uluslararası Enformasyon Programları Bürosu ve Eğitim ve Kültür İşleri
Bürosu) ile özerk bir kurul olan Yayıncılık Yönetim Kurulu’na (Uluslararası yayıncılık
alanından sorumlu) verildiğinden daha önce söz edilmişti. 10 Mart 2010 tarihinde dönemin
Kamu Diplomasisi ve Kamu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Judith McHale
tarafından açıklanan ‘Kamu Diplomasisi: Birleşik Devletlerin Dünyayla Bağlılığının
Güçlendirilmesi’ (Public Diplomacy: Strengthening U.S. Engagement with the World)
başlıklı belge, özellikle 2012 mali yılı bütçe çalışmaları için stratejik hedefler ortaya
koymaktadır (Armstrong, 2010). Obama dönemi kamu diplomasisi stratejileri için yol
haritası olma niyetindeki bu belgede beş stratejik zorunluluk tanımlanmaktadır:
10
bk. http://mountainrunner.us/2009/02/white_oak_recommendations.html
77
1. Bilgilendirme, ilham verme ve ikna etmek amacıyla ön alıcı bir şekilde dünyaya
sunulacak hikâyenin şekillendirilmesi,
2. Karşılıklı güvenin ve saygının tesisini sağlayacak platformlar oluşturularak kişiler
arası ilişkilerin genişletilmesi ve güçlendirilmesi,
3. Şiddet yanlısı aşırı uçlarla savaşılması ve güvenilirliği yüksek yerel görüşlerin
desteklenmesi,
4. Yabancı halkların tavır ve fikirlerinin önceden tespit edilerek politika yapıcıların
daha iyi bilgilendirilmesi,
5. Daha etkili ve eşgüdümlü kamu diplomasisi elde edebilmek amacıyla yapıların ve
süreçlerin güçlendirilmesi için önceliklerin belirlenmesi (Armstrong, 2010).
Söz konusu strateji belgesi, Soğuk Savaş yıllarında ve onbir Eylül’ün hemen sonrasında
Bush yönetimi döneminde ‘dünyaya Amerika’nın hikâyesini anlatmak’ şeklinde
özetleyebileceğimiz gerekli mesajların gerekli yerlere ulaştırılması amacıyla yürütülen
faaliyetlerden çok, karşılıklı diyaloğa ve işbirliğine dayanan ‘yabancı halklarla angaje
olmayı ve işbirliğine gitmeyi’ ön plana alan bir kamu diplomasisi stratejisinin
benimsenmekte olduğunu göstermektedir (Fitzpatrick, 2011). Söz konusu strateji
değişikliğinin başarılı bir şekilde uygulanıp uygulanamayacağı ve dünyanın Amerika’ya
bakış açısını değişip değiştirmeyeceği büyük ölçüde Başkan Obama dönemindeki
uygulamalara bağlı olacaktır. 2010 yılının Pew Anketlerine bakıldığında, Başkan
Obama’nın yönetimi devralmasından sonra geçen kısa sürede bile ABD’ye yönelik olumlu
görüşe sahip olanların sayısında, özellikle Avrupa’da artış olduğu görülmektedir (bk. Tablo
1). Bununla birlikte, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Orta Doğu ülkelerinde 2001
öncesinin olumlu havasına dönmek hâlâ zor görünmektedir. Müslümanlar hâlâ ABD
politikalarına büyük kuşkuyla yaklaşmaktadırlar. Çünkü bölgede artış gösteren sadece
Amerika’nın askeri varlığı olmuştur.
Sonuç
Onbir Eylül 2001 saldırılarının 10. yıl dönümünün ardından ABD’de hâlâ ‘Neden bizden
nefret ediyorlar’ sorusuna yanıt aranmaktadır. Amerikan yönetimi geçen on yılda El-Kaide
terör örgütüne yönelik olarak yürütülen mücadele büyük ölçüde başarılı olmuş, terör
örgütünün lideri Osama Bin Laden Mayıs 2011’de öldürülmüştür. ABD Savunma Bakanı
Afganistan’a yaptığı ziyaret sırasında “El-Kaide örgütünü stratejik olarak yenmek üzere”
olduklarını söylemiştir (The Economist, 2011). Terör saldırılarının gerçekleştirildiği onbir
78
Eylül 2001 tarihinden bu yana Amerikan topraklarına herhangi bir saldırı olmamıştır.
Bütün bunlar ABD’nin sert gücünün başarıları olarak ön plana çıkmaktadır. Fakat
ABD’nin güvenliğini tam olarak tesis edebilmesi için yumuşak gücü de etkili olmalı,
‘kalpleri ve zihinleri kazanmalı’dır. Bu da ancak ABD’nin dış politika hedeflerinin ve
uygulamalarının karşılıklı diyalog sürecinde verdiği sözlerle uyumlu olmasıyla
mümkündür. Unutulmamalıdır ki en iyi kamu diplomasisi bile kötü bir dış politikanın
etkisini düzeltemez.
79
KAYNAKÇA
Armstrong, Matt “On Public Diplomacy: Stregthening US Engagement with the World”. 9
Mart 2010, http://mountainrunner.us/2010/03/mchale_framework.html#comment-7104
Bektaş, Arsev (2002). Siyasal Propaganda. İstanbul: Bağlam Yayınları.
Carr, Edward Hallett (1983). 1919-1939:Twenty Years Crisis. Basingstoke: Macmillan.
Clinton, Hillary R. (2009). Foreign Policy Address at the Council on Foreign Relations,
Washington D.C., July 15. http://www.state.gov/secretary/rm/2009a/july/126071.htm
Djerejian, Edward P. (2003). “Changing Minds Winning Peace: A New Strategic Direction
for U.S. Public Diplomacy in the Arab and Muslim World”. Report of the U.S. Advisory
Group on Public Diplomacy for the Arab and Muslim World, October.
http://www.publicdiplomacy.org/23.htm
“Ten Years On”, The Economist, September 3rd-9th 2011, s. 9.
Epstein, Susan B. (2006) “US Public Diplomacy: Background and the 9\11 Commission
Recommendations”. CRS Report for Congress, Updated May 1, 2006.
Fitzpatrick, Kathy R (2011). U.S. Public Diplomacy in a Post-9/11 World: From
Messaging to Mutuality. Los Angeles: Figuerora Press.
Ford, Jess T. (2006) .“US Public Diplomacy: State Department Efforts Lack Certain
Communication Elements and Face Persistent Challenges”, GAO-06-707T Report, 3 May.
Jowett, Garth S. ve O'Donnell, Victori (2006). Propaganda and Persuasion. 4th edition.
Thousand Oaks: Sage Publications, Inc.
Lord, Kristin M. (2008). “Voices of America: US Public Diplomacy for the 21th Century”,
Foreign Policy at Brookings. Washington D. C.: November.
Melissen, Jan (2007). “The New Public Diplomacy: Between Theory and Practice”,
Melissen, Jan (der.), The New Public Diplomacy: Soft Power in International Relations.
New York: Palgrave Macmillan, s. 3-27.
Memorandum for the Director, US Information Agency, From John F. Kennedy, White
House, 25 January 1963.
Nakamura, Kennon H. ve Weed, Matthew C. (2009), “US Public Diplomacy: Background
and Current Issues”. Congressional Research Service Report, December 18.
National Security Decision Directive (NSDD-77) Management of Public Diplomacy
Relative to National Security. Ronald Reagan, White House, January 14, 1983.
Nye, Joseph S. (1990a). Bound to Lead. New York: Basic Books.
Nye, Joseph S (1990b). “The Misleading Metaphor of decline,” The Atlantic Monthly.
March, s. 86-94.
Nye, Joseph S. (2004). Soft Power: The Means to Success in World Politics. New York:
Public Affairs.
Nye, Joseph S. (2009). “Get Smart: Combining Hard and Soft Power”. Foreign Affairs.
July/August.
Pew Kamuoyu Anketleri (2000, 2002, 2007,2010). http://pewresearch.org/
Rampton, Sheldon ve Stauber, John (2003). Weapons of Mass Deception: The Uses of
Propaganda in Bush’s War on Iraq. London: Constable and Robinson.
80
Snow, Nancy (2009). “Rethinking Public Diplomacy,” Snow Nancy ve Taylor, Philip M.
(Der.) Routledge Handbook of Public Diplomacy. New York: Taylor and Francis, s. 3-11.
Tiedeman, Anna (2005). Branding America: An Examination of US Public Diplomacy
Efforts after September 11, 2001. Yüksek Lisans Tezi, Tufts University, Fletcher School of
Law and Diplomacy.
Tuch Hans N. (1990). Communicating with the World: U. S. Public Diplomacy Overseas.
St. Martin’s Press.
Van Ham, Peter (2007). “Power, Public Diplomacy, and Pax Americana”, Melissen, Jan
(der.), The New Public Diplomacy: Soft Power in International Relations. New York:
Palgrave Macmillan, s. 47-66.
Zaharna, R. (2009). “Obama, US Public Diplomacy and the Islamic World”, World
Politics Review. March, s. 17-30.
81
ONBİR EYLÜL’DEN SONRA ORTA ASYA: TEK KUTUPLULUKTAN ÇOK
KUTUPLULUĞA
Anar Somuncuoğlu
Onbir Eylül 2001 saldırısı ABD’nin aktif dış politikasına meşruiyet yaratır yaratmaz Orta
Asya coğrafyası, dünya gündemine oturmuştur. Böylece yaklaşık on yıl önce Sovyet
askerlerinin terk ettiği Afganistan’a, Amerikan askerleri ayak basmıştır. Afganistan’ın
komşusu eski Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri bir anda savaşa komşu ülkeler haline geldi
ve adeta Zbigniew Brzezinski’nin tarif ettiği dev “güç boşluğu” (Brzezinski, 1997: 89)
Amerikan gücüyle doldurulmaya başlanmıştı. Orta Asya coğrafyası, onbir Eylül sürecinde
tek taraflı olarak askeri güç aracılığıyla tek kutupluluğu ilelebet kılma politikasının ilk
uygulandığı yer olmuştur. Ancak çok geçmeden aynı bölge, küresel çaptaki bir süper
gücün bölgesel güçlerin engeline takıldığı ilk bölge haline gelmiştir.
İkinci binyılın ilk on yılında Rusya ve Çin’in uluslararası arenada güçlerini artırmaları
onbir Eylül’den bağımsız olarak başlasa da, ABD’nin yaptığı hatalardan dolayı bu süreç
normalden daha hızlı gerçekleşmiştir. Bunun örneğini Orta Asya’da kolayca görmek
mümkündür. Bununla birlikte ABD’nin Orta Asya’ya doğru yaptığı hamlenin tamamen
başarısızlıkla sonuçlandığını söylemek mümkün değildir. Afganistan’a yerleşerek bölgesel
denkleme dâhil olan süper güç, Rusya’nın bölgedeki tartışmasız üstünlüğünü zedelemiştir.
Çin’in Orta Asya ile artan ekonomik ve enerji işbirliği de hesaba katıldığı zaman, bölgede
Rusya hesabına bölgesel birçok kutupluluğun oluştuğu söylenebilir.
Rusya’nın ‘Arka Bahçesi’
ABD Orta Asya hamlesini başlattığı sırada, eski Sovyet coğrafyası Rusya’nın etkisi altında
bulunuyordu. Buradaki devletler, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) adı altında gevşek
bağlarla birbirine bağlıydı. Açık denizlerden ve dünyanın gelişmiş bölgelerinden uzak
konumuyla Orta Asya bölgesi ise, tamamen Rusya’nın “arka bahçesi” görünümündeydi.
Orta Asya, yüzyıllardır adeta tarihin donduğu bir bölgeydi. 16. yüzyılda ticaret yollarının
değişmesiyle beraber dünya ticaretindeki kilit önemini kaybeden Orta Asya, yavaş yavaş
askeri, siyasi, ekonomik ve sosyal gerilemeye maruz kalmıştır (Togan, 1981: 112-113).
Uluslararası politika açısından bu gerilemenin temel sonucu, Orta Asya merkezli büyük
güçlerin tarih sahnesinden silinmesi olmuştur. Emperyalizm çağında ise Orta Asya’nın
bölge dışı büyük güçlerin nüfuzu altına girmesi kaçınılmazdı.
82
Avrasya düzlüklerinde “steplerin egemenliğinin” (Sander, 1999: 47) sona ermesi,
Rusya’nın güçlenmesi ile paralel yürümüştür. 16. yüzyılın ortasında Kazan, Astrahan ve
Sibir Hanlıklarının Rusya tarafından yıkılmasıyla Sibirya ve Orta Asya’nın kapıları Rusya
için açılmıştır. Rusya’nın askeri üstünlüğüne rağmen yüzyıllar devam eden bu yayılmanın
Orta Asya ve Sibirya’daki temel özelliği, önünde durabilecek hiçbir büyük gücün
olmamasıydı. Buna rağmen Rusya’nın genişlemesi yüzyıllara yayılmış, nihayet 19.
yüzyılın sonunda Rusya, Orta Asya hanlıklarını ortadan kaldırarak Afganistan hududuna
dayanmıştır. ‘Büyük Oyun’ olarak adlandırılan Rusya ve İngiltere arasındaki nüfuz
mücadelesi sonucunda Afganistan bir tampon ülke haline gelmiştir.
Afganistan üzerindeki ihtilafa rağmen, Orta Asya üzerindeki Rus egemenliği hiçbir güç
tarafından sorgulanmamış ve kayda değer dış engelle karşılaşmamıştır. Bu şartlar altında
20. yüzyılın sonuna kadar Rusya, ardından Sovyetler Birliği, bölgenin tek hâkimi olarak
kalmıştır. Şaşırtıcı değildir ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Orta Asya’da beş
bağımsız devlet ilan edilmesinden sonra da Rus karar vericileri buradaki nüfuzun devam
edeceğini düşünmüştür. Boris Yeltsin’in yönetimi öncelikle Rusya’nın durumuna
odaklanmış ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına önayak olmuştur.1 Ancak Yeltsin ekibinin
Rusya’nın yüzyıllar boyunca elde ettiği topraklardan bu kadar kolayca vazgeçmesinin bir
sebebi de, boşalttığı topraklarda kurulan yeni devletlerin zayıf ve Rusya’ya bağımlı olacağı
düşüncesiydi.
Yukarıdaki görüş özellikle Orta Asya açısından geçerli gibi görünüyordu. Rusya, İran,
Afganistan ve Çin arasında bulunan Orta Asya’nın, İran ve Afganistan’dan muhtemel
istikrarsızlığa ve Çin’den muhtemel baskıya maruz kalmamak için güvenlik alanında
ümitlerini Rusya’ya bağlayacağı düşünülebilirdi. Nasıl emperyalizm çağında Orta
Asya’nın herhangi bir Batılı gelişmiş gücün yakınında olmaması Rusya İmparatorluğu
tarafından kolayca kapsanmasına yol açtıysa, bugünkü şartlarda Rusya’nın hegemonyası
altında kalmak Orta Asya’nın kaderiymiş gibi görünüyordu.
Üstelik bu yeni hâkimiyet tarzında Rusya bölge nimetlerinden yararlanmaya devam
ederken sorumlulukları önemli ölçüde azalıyordu. Artık Sovyetler Birliği zamanında
olduğu gibi her yıl Orta Asya bütçelerine merkezi bütçeden para ayırmak gerekmiyordu.
1 8 Aralık 1991 tarihinde Belarus cumhuriyetinin başkenti Minsk’te Sovyetler Birliği’nin üç kurucu
cumhuriyeti olan Rusya, Ukrayna ve Belarus devlet başkanları, Sovyetler Birliği’nin lağvedildiğine ve
Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurulduğuna dair anlaşma imzalamıştır. Bağımsız Devletler
Topluluğu’nun Kuruluş Anlaşması (Соглашение о создании Содружества Независимых Государств), 8
Aralık 1991. bk. http://www.cismission.mid.ru/ii1_1.html
83
Buna karşılık Sovyet geçmişinden devam eden askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel bağlar
Orta Asya cumhuriyetlerini sağlam bir şekilde Rusya’yla birleştirmeye devam ediyordu.
Belki daha da önemlisi, Orta Asya dünya piyasalarına ve açık denizlere uzaktı ve ulaştırma
altyapısı (karayolları, demiryolları, boru hatları) sadece Rusya üzerinden geçiyordu. Bu
husus, Rusya’ya bağımlılığın aşılmasını son derece güç kılıyor, bölge ülkelerinin hareket
özgürlüğünü sınırlıyordu.
Coğrafyanın ve ulaştırma altyapısının oluşturduğu engel, kara ve demiryoluyla taşınabilen
hammaddeler için aşılabilir nitelikteydi. Ancak bu engel boru hatları aracılığıyla taşınan
petrol ve doğal gaz açısından hayati önem taşımaktaydı. Bu durum, enerji zengini Orta
Asya cumhuriyetlerinin- Türkmenistan ve Kazakistan’ın Rusya’ya siyasi olarak bağımlı
olması anlamına gelmekteydi. Bu nedenledir ki, 1990’lı yıllarda ABD tarafından ortaya
atılan Doğu-Batı enerji bağlantısı önerisi, her şeyden önce siyasi öneme sahipti.
Bölgedeki Rusya hâkimiyetini ilk sarsan gelişme, büyük Batılı enerji şirketlerinin bölgeye
girmesi olmuştur. Batılı büyük şirketler aracılığıyla bölgeye giriş yapan ABD, başlangıçta
Türkiye aracılığıyla bölgenin Batı ile ilişkilerinin gelişmesini tercih etmiştir. Ne var ki
Rusya ve İran’ın başta zannedildiği gibi engel olmadığı görülünce, ABD bölge
yönetimleriyle doğrudan ekonomik, siyasi ve askeri bağları geliştirmeye başlamıştır (Onis,
2001: 1). Orta Asya ve Batı arasında enerji bağlantısının kurulması hedeflenmiş, tasarlanan
şemada Türkiye’ye kilit rol biçilmiştir. Geliştirilmekte olan projelere göre Orta Asya doğal
gaz ve petrolü Hazar’ın altından Güney Kafkasya bölgesine, arkasından da Türkiye
üzerinden Avrupa’ya taşınacaktı. Ancak söz konusu projeler muazzam maliyete, Hazar
hukuki statüsünün çözümsüzlüğüne, Rusya ve İran muhalefetine takılıyordu. Gerçekleştiği
takdirde Orta Asya’da Rusya’nın nüfuzunu önemli ölçüde azaltma potansiyeline sahip olan
bu projelerin önündeki engellerin bugün de aynen devam ettiği belirtilmelidir.
1990’larda ulaştırma altyapısı faktörü dışında Orta Asya’nın Rusya’ya bağımlı olmasının
diğer bir sebebi, bölge ülkelerinin kendi dış güvenliklerini sağlayabilecek durumda
olmamalarıydı. 1990’larda milli ordularını inşa etmeye başlayan bölge devletleri,
Afganistan gibi yılların istikrarsızlık yuvasından ve “devrimci” İran’dan potansiyel tehdit
algılıyordu. Geçmişte bölgenin büyük kısmını işgal eden ve şimdi gücü giderek tırmanan
Çin ile baş başa kalmak da tedirginlik yaratıyordu. Bunun içindir ki 1990’lı yıllar boyunca
Orta Asya devletleri Rus sınır muhafızlarının Orta Asya’nın dış sınırlarında görev
yapmalarına izin vermiştir. Kendisini dünyadan tecrit eden Türkmenistan hariç 1999’a
kadar bütün Orta Asya devletleri, Rusya’nın kurduğu ortak savunma alanı içerisinde
84
bulunuyordu. Ancak 1990’ların sonunda Afganistan’daki durumdan dolayı Orta Asya
devletlerine hayati tehdit yöneldiği sırada Rusya’nın çözüm getirememesi, gerçek manada
Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu sarsmıştır.
ABD’nin Askeri Girişi
Sovyetler Birliği’nin çekilmesinden sonra kalıcı istikrara kavuşamayan Afganistan, değişik
silahlı grupların mücadele alanı haline gelmiştir. 1990’lı yılların ilk yarısında Özbek ve
Türkmenlerin yaşadığı Afganistan bölgelerinde istikrarın korunması, Orta Asya
cumhuriyetleri için bir tampon bölge yaratmıştı. Bununla birlikte Afganistan’da
Tacikistan’daki kadar Taciklerin yaşaması2 ve silah dolu Afganistan’dan sınır geçişlerinin
kontrol edilememesi 1992-1997 İç Tacik Savaşı’na istikrarsızlaştırıcı bir unsur katmıştı.
Yine de 1990’ların ortasına gelindiğinde Tacik milis güçleri Afganistan’ın güneyinde
yükselen radikal dinciliğe karşı Orta Asya’yı koruyan bir ara bölge oluşturmuştu.
Rusya’nın Afganistan işgali sırasında Pakistan’daki medreselerde yetişen gençler arasında
ortaya çıkan radikal dinci Taliban hareketi 1990’lı yılların ikinci yarısında Afganistan’ın
en büyük etnik grubu Peştunlar arasında yayılmıştır. Dahası Orta Asya devletlerinin
Taliban’dan algıladıkları tehdidi hiçe sayan ABD, Pakistan üzerinden Taliban’ın
yayılmasını dolaylı olarak desteklemekteydi (Nojumi, 2008: 97-109).
1990’ların sonunda Taliban’ın Afganistan’ın neredeyse tamamını ele geçirmesi, Orta Asya
güvenliği açısından acil durumu doğurmuştur. 1998’de Kuzey Afganistan’ın başkenti
durumundaki Mezar-ı Şerif şehri, Taliban tarafından ele geçirilmiş, Taliban’a karşı Özbek,
Tacik, Hazara ve Türkmen milis güçlerinden oluşan Kuzey İttifakı birçok yenilgiye
uğramış, Özbek güçleri dağıtılmış, Kuzey İttifakı’nın kontrolünde sadece Tacikistan’la
sınır bölgeler kalmıştı (Maley, 2002: 227-231). Kuzey Afganistan’ın çoğu kısmını ele
geçiren Taliban, başta Özbekistan olmak üzere Orta Asya cumhuriyetlerini yıkmaya
amaçlayan Özbekistan İslami Hareketi’nin (ÖİH) militanlarının Afganistan’da üslenmesine
izin vermiştir. Böylece 1999’da Kırgızistan ve Özbekistan’da saldırılarda bulunmaya
başlayan teröristler için Afganistan’da güvenli bölgeler oluşturulmuştur. Netice itibariyle
2000’a gelindiğinde korkulan olmuş, Afganistan’daki istikrarsızlık Orta Asya
cumhuriyetlerine doğru yayılmaya başlamıştır.
2 Bugün iki tarafta yaklaşık olarak yedişer milyon Tacik’in yaşadığı tahmin edilmektedir.
http://data.worldbank.org/country/afghanistan
https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/af.html
https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ti.html
85
Mezar-ı Şerif’in düşmesi ve Kuzey İttifak güçlerinin yenilmesiyle, 1990’ların ilk yarısında
Orta Asya devletleri ve Rusya’nın destekledikleri güvenlik şeması çökmüştür. Kuzey
Afganistan, Orta Asya cumhuriyetlerini Afganistan’daki istikrarsızlıktan koruyan ara bölge
görevini yitirmiştir. Bu güvenlik şemasına bel bağlayan ve terörist saldırıların başlıca
hedefi haline gelen Özbekistan yönetimi, zor durumda kalmıştır. Özbekistan kadar olmasa
da, aynı şeyi diğer Orta Asya cumhuriyetleri açısından da söylemek mümkündür. 1999-
2000 terörist saldırılar sırasında Orta Asya cumhuriyetlerinin kendi güvenliklerini
sağlamak konusunda hazırlıklı olmadıkları ortaya çıkmıştır. Tacikistan’dan Kırgızistan ve
Özbekistan’a sızan militanların faaliyetleri, güvenlik güçlerinin geniş çaplı operasyonlarına
rağmen uzun süre kontrol altına alınamamıştır (Cornell, 2006: 45-46). Eninde sonunda
teröristler püskürtülse de, Taliban kontrolündeki komşu Afganistan’da üslendikleri için bu
problemin kalıcı çözümü mümkün olmamıştır.
Orta Asya’daki bu gelişmeler Orta Aya’nın güvenliğini sağlamak açısından Rusya’nın
yeterli olmadığını göstermiştir. 1999-2000 döneminde Orta Asya devletleri tarafından
Rusya’nın korumasına ihtiyaçları artmıştır. Ancak Rusya’nın Afganistan’a bulaşmanın ne
isteği ne de gücü bulunuyordu. Rusya zaten 1999’da başlayan yeni Çeçenistan
operasyonunu yürütmekle meşguldü. 1999-2000 yıllarında Kırgızistan ve Özbekistan’ın
maruz kaldığı terörist saldırılara ve Taliban’ın Çeçenlere destek göstermesine cevaben
Rusya, Taliban’a yönelik önleyici vuruş tehdidinde bulunmakla yetinmiştir (Traynor,
2000: 1). Orta Asya ülkelerine askeri yardımda bulunan Rusya, 1999’da Kırgızistan’ın
yardım çağrısına rağmen bölgeye asker göndermeyeceğini açıklamıştır (Jonson, 2006a: 65-
66). Afganistan’dan yönelen tehdidin Rusya tarafından kaldırma ihtimalinin olmadığı bir
ortamda, Tacikistan hariç bütün Orta Asya yönetimleri Taliban’la uzlaşma yolunu aramak
zorunda kalmışlardır (Jonson, 2006a: 73).
Taliban’ın sadece Orta Asya’yı tehdit eden ÖİH’ye değil, ABD’ye karşı saldırılarda
bulunan El Kaide’ye de üslenme imkânını vermesi, ABD’nin Afganistan politikasının da
çöktüğüne işaret ediyordu. Böylece Taliban’ın Afganistan’da palazlanmasına ses
çıkarmayan ve hatta doğal gaz boru hattı gibi projeler konusunda anlaşma hayallerini kuran
ABD yönetimi politikasını değiştirerek, Taliban’a siyasi ve askeri yaptırımlar uygulamaya
başlamıştır (Maley, 2002: 248-250). İşte onbir Eylül, daha kararlı adımların atılması için
bulunmaz bir fırsat olarak ortaya çıkmıştır. Bu fırsat aynı zamanda, Rusya’nın
yürütemediği güvenlik sağlayıcısı rolünün ABD tarafından üstlenmesi ve dolayısıyla bir
anda Orta Asya güvenliği açısından kilit güç haline gelmesi fırsatıydı.
86
Onbir Eylül saldırılarından yara alan ABD’nin ilk karşılığı, Afganistan’da Taliban’ı
yıkmak olmuştur. Süreç içinde Taliban’ı devirerek Orta Asya güvenliğini sağlamak, Rusya
ve ABD’nin ortak amacı olup çıkmıştır. Orta yol bulmak durumunda kalan Putin yönetimi,
Orta Asya cumhuriyetlerinin ABD ile askeri işbirliğine girmelerine ses çıkarmamıştır. Çok
geçmeden Kabil’e giren Kuzey İttifakı güçlerinin Rusya’nın da yardımıyla toparlandığı ve
silahlandırıldığı da unutulmamalıdır (Jonson, 2006A: 83-85).
Ne var ki, Rusya’nın Taliban’ı düşürmek uğruna ABD ile işbirliği yapmak durumunda
kalması, Rusya’nın Orta Asya’daki nüfuzunu önemli ölçüde sarsmıştır. Bir kere Rusya’nın
krizdeki rolüne rağmen, Orta Asya’nın temel güvenlik problemini çözen ABD olmuştur.
İkincisi, bu süreçte Özbekistan ve Kırgızistan ile yapılan anlaşmalar sonucunda iki ülkede
de Amerikan askeri üsleri, buna ek olarak Özbekistan’da bir Alman üssü ve Tacikistan’da
NATO pilotlarının kullandığı küçük bir üs açılmıştır. Rusya’nın arka bahçesi olarak
addedilen bu topraklara Amerikan askeri üslenmekle kalmamış, Afganistan operasyonu
öne sürülerek aktif çatışmaların çok uzağında olan Gürcistan ve Azerbaycan ile ABD’nin
askeri işbirliği kat kat artmıştır.
Rusya’nın Karşı Tedbirleri
ABD’nin Orta Asya’daki güvenlik sağlayıcısı rolünün üstlenmesiyle birlikte nüfuzu
sarsılan Rusya’nın cevabı, Orta Asya’da aktifleşmesi olmuştur. Şüphesiz Rusya’nın
harekete geçmesini sağlayan tek faktör ABD’nin bölgedeki nüfuzunu dengeleme ihtiyacını
duyması değil, aynı zamanda 1990’lı yıllardan farklı olarak buna artık muktedir olmasıdır.
Aslında 2000’li yılların başında Rusya’nın iç politik ve ekonomik olarak toparlanması,
bağımsız bir faktör olarak ele alınmalıdır. Nitekim Rusya’nın Orta Asya’da aktifleşme
süreci ABD’nin bölgeye askeri olarak yerleşmesinden önce başlamıştır.
1990’lı yıllar boyunca Orta Asya’ya yönelik olarak tutarlı ve sürekli politikalar
izleyemeyen Rusya, iç politik krizler ve ekonomik gerileme ile karşı kaşıyaydı. 1999-2000
yıllarında ise devletçi devlet bürokrasisi tarafından iktidara taşınan Vladimir Putin, otoriter
yollarla karar alma ve uygulama sürecindeki zafiyeti aşmıştır. Bu sürecin dış politik
yansıması eski Sovyet alanındaki Rus etkisinin yeniden inşa etme çalışmaları olmuştur.
Kayda değer ilk adımlardan birisi, 1990’lı yıllarda Rusya öncülüğünde kurulan ve bölge
devletlerini içeren bütünleşme örgütlerinin güçlendirilmesi olmuştur.
2001’e gelindiğinde Orta Asya’da faaliyet gösteren iki uluslararası güvenlik yapılanması
mevcuttu. Bunlardan birisi Rusya’nın başını çektiği Kolektif Güvenlik Anlaşması, diğeri
87
ise Şangay Beşlisi’dir. Kolektif Güvenlik Anlaşması, sadece eski Sovyet devletlerinin
ortak savunma konularını kapsarken, Şangay Beşlisi adıyla tanınan Çin, Kazakistan,
Kırgızistan, Tacikistan ve Rusya forumu ise Çin ile sınırı olan eski Sovyet cumhuriyetleri
ve Çin arasında güveni tesis etmek ve iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmek amacını
taşıyordu. Çin’in Orta Asya ve Rusya sınırlarının Çin’in zayıf olduğu dönemde çizildiği,
bu sınırları belirleyen anlaşmaların Çin tarafından emperyalizm kalıntısı olarak sayıldığı,
1990’larda Rusya’nın zayıflamasına karşılık Çin’in büyüyen bir dev olarak algılandığı
dikkate katılmalıdır. Bu şartlar altında Orta Asya cumhuriyetlerinin ve Rusya’nın bir an
önce Çin ile ilişkileri iyileştirmek, sınır ihtilaflarını çözmek ve sınırlarda güven arttırıcı
tedbirleri almak istemeleri şaşırtıcı değildir.
Üstelik 1990’ların ortasına gelindiğinde Rusya, Balkanlarda ve eski Sovyet alanında
ABD’nin faaliyetlerinden rahatsızlık duyuyordu. Bu şartlar altında Rusya’nın karar
vericileri, ABD’nin küresel hâkimiyetin peşinde olduğu, küresel çapta Rusya’nın bu
yönelime karşı koyamayacağı, bu anlamda Çin gibi ülkelerle işbirliğinin elzem olduğu
sonucuna varmışlardır (Rangsimaporn, 2009: 39). Bu çerçevede Rusya ve Çin, sırasıyla
1996’da ve 1997’de ABD’nin tek kutupluluğunu sorgulayan stratejik işbirliği ve çok
kutupluluk deklarasyonlarını imzalamıştır.3
Görüldüğü gibi, Rusya’nın Orta Asya’da Çin ile işbirliği yapmasını sağlayan bir dizi
bölgesel ve küresel çaptaki sebep bulunuyordu. Rusya’nın amacı Orta Asya’da ABD’nin
nüfuzunu sınırlandırmaktı ve üstelik bu amaç daha ABD’nin bölgeye askerlerini sevk
etmeden önce belirlenmişti. Bu amaçla 15 Haziran 2001’de Çin’in Şangay şehrinde Şangay
Beşlisi ve Özbekistan, Şangay İşbirliği Örgütü’nü kurmuşlardır.4 Böylece 1999’da Kolektif
Güvenlik Anlaşması’ndan ayrılan Özbekistan, Rusya’nın tek başına hâkim olduğu
Anlaşmayı değil, ancak Rusya ve Çin’in liderlik yaptığı Şangay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ)
tercih etmiştir. Tam da bu sebeple ŞİÖ Orta Asya devletleri açısından Rusya’nın Çin ile
dengelendiği bir model işbirliği olarak görünmektedir.
Her ne kadar Rusya, çok kutupluluk söylemi çerçevesinde Çin ile yakın işbirliğine devam
etse de, Orta Asya’da ŞİÖ yerine kendi kurduğu teşkilatları öne çıkarmaya çalışmıştır.
3 Rusya-Çin Deklarasyonu (Совместная Российско-Китайская Декларация), 25 Nisan 1996,
http://bestpravo.ru/fed1996/data05/tex19068.htm;
Çokkutuplu Dünya ve Yeni Dünya Düzeninin Oluşması Konusunda Ortak Rusya-Çin Deklarasyonu
(Российско-Китайская Совместная Декларация о Многополярном Мире и Формировании
Международного Миропорядка), 23 Nisan 1997, http://law7.ru/base47/part3/d47ru3664.htm 4 Şangay İşbirliği Örgütü’nün resmi internet sitesi, http://www.sectsco.org/EN/brief.asp
88
Böylece Ocak 2000’de Avrasya Ekonomik Topluluğu, 2002’de ise Kolektif Güvenlik
Anlaşması Örgütü kurulmuştur. İki örgüt de 1990’lı yıllarındaki Rusya’nın eski Sovyet
alanını tekrar bütünleştirmeye yönelik anlaşmalarının devamı niteliğindedir.
Sovyetler Birliği dağılsa da Rusya, eski Sovyet topraklarında savunmanın ortak olması
gerektiği kanısındaydı. Bu amaçla 15 Mayıs 1992’de Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te
Rusya, Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan arasında
Kolektif Güvenlik Anlaşması imzalanmıştır.5 Bir üyesine yapılan saldırının bütün üyelere
yapılmış sayılacağını ilke olarak kabul eden bu güvenlik işbirliği, 7 Ekim 2002’de
uluslararası bölgesel bir örgüte dönüştürülmüştür.6
Güvenlik alanındaki örgütlenmelere ek olarak Rusya, bölgeyle ekonomik işbirliğini de
sıkılaştırma yoluna gitmiştir. Bu süreçte 1990’lardan itibaren Rusya’nın Orta Asya
devletleriyle kurmaya çalıştığı Gümrük Birliği’nin artık Avrasya Ekonomik Topluluğu’na
dönüştüğü açıklanmıştır.7 Bu adım eski Sovyet alanında gerçekte bir ekonomik topluluğun
kurulduğu anlamına gelmese de, Rusya’nın bölgedeki hedeflerini yükselttiğini
gösteriyordu.
Rusya’nın diğer önemli adımı bölgedeki askeri varlığını sağlamlaştırmak olmuştur. Bu
amaçla Kırgızistan ile yapılan anlaşma sonucunda 2003’de bu ülkede Rus askeri üssünün
kurulması kararlaştırılmıştır. Böylece Kırgızistan, aynı anda hem Amerikan hem Rus
üslerini ilk ve tek ülke haline gelmiştir. Tacikistan’da ise Sovyet döneminden kalan ve
1992-1997 Tacik İç Savaşı sırasında müdahale eden Rus birlikleri zaten mevcuttu.
1990’lardan itibaren Rusya, Tacikistan’daki varlığını sağlamlaştırmak için uğraşıyordu.
Tacikistan’da konuşlanan 201. tümene askeri üs statüsünün kazandırılması için 1999’da bir
anlaşma imzalanmış, ancak onaylama süreci tanımlanmamıştı (Jonson, 2006b: 62). 2003-
2004’de yapılan görüşmeler neticesinde üssün statüsü ve yerleşimi konusu sonuca
bağlanmıştır.8 201. askeri üs adını alan tümenin asker mevcudiyeti yaklaşık olarak yedi bin
5 Kolektif Güvenlik Anlaşması (Договор о коллективной безопасности), Kolektif Güvenlik Anlaşması
Örgütü’nün resmi internet sitesi, http://www.dkb.gov.ru/b/azb.htm 6 Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün Tüzüğü (Устав Организации договора о коллективной
безопасности), Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün resmi internet sitesi,
http://www.dkb.gov.ru/b/azg.htm 7 Avrasya Ekonomik Topluluğu’nun Kuruluş Anlaşması (Договор об учреждении Евразийского
Экономического Сообщества), 10 Ekim 2000, Avrasya Ekonomik Topluluğu’nun resmi internet sitesi
http://www.evrazes.com/about/history 8 Rusya Federasyonu ve Tacikistan Cumhuriyeti hükümetleri arasında Rus askeri üssüne ait taşınmaz mallar,
arsaların kapsamı ve sınırları ile ilgili anlaşma (Соглашение между правительством Российской
Федерации и Правительством Республики Таджикистан об объектах недвижимости, количестве и
89
iken, Kırgızistan’daki Kant askeri hava üssünde 2006 itibariyle 5 SU-25 bombardıman
uçağı ile 300 personel bulunuyordu (Lyaşenko, 2006).
Tacikistan’ın hassas durumu bu ülkenin Rusya için olan önemini belirlemiştir. Bu durumun
bileşenleri arasında 1990’lı yıllarda istikrarsızlığın yaşanması, bu istikrarsızlığın
sonucunda Afganistan’daki Tacik güçlerinin Tacikistan’a etki etme yetisine ulaşması,
Rusya’nın desteklediği İmamali Rahmonov yönetiminin karşısındaki muhalefetin dinci
kimliğe sahip olması ve Afganistan’dan Rusya’ya akan uyuşturucu ticaretinin çoğunlukla
Tacikistan üzerinden geçmesi gibi faktörleri saymak mümkündür. Bu faktörler
Tacikistan’da Rus askerlerinin Sovyet döneminden beri hiç çekilmemesini ve Orta
Asya’daki en büyük Rus askeri varlığı olmasını belirlemiştir. Ne var ki, askeri alandaki
Rusya’nın etkisi her zaman Rusya’nın istediği şekilde gelişmemiştir. Her ne kadar
Rahmonov’un iktidarı Rus silahları sayesinde güçlendiyse de, Tacikistan yönetimi Rus
askeri etkisinin sınırlarını çizmiştir. İlginçtir ki Rusya, hem eski Sovyet ülkelerinde askeri
varlığını korumak istiyor hem de bunu ucuza getirmek istiyordu. Rusya ile yıllara uzayan
askeri üs pazarlığı sırasında Tacikistan yönetimi, hiç olmazsa bunun ekonomik karşılığının
yükseltilmesi için uğraşmıştır (Jonson, 2006B: 63). Tacikistan özellikle Afgan-Tacik
sınırından Rus sınır muhafızlarının çekilmesi konusunda kararlı davranmıştır (Jonson,
2006B: 63-67). Tacikistan’ın kararlı tutumu karşısında Rusya, istemeyerek de olsa
kademeli olarak kendi askerlerini Afgan-Tacik sınırından çekmek durumunda kalmıştır
(McDermott, 2005).
‘Renkli Devrimler’ Süreci
Orta Asya’da bu gelişmeler yaşanırken, hem eski Sovyet alanının genelinde hem de
küresel alanda Rusya’nın gücü ABD tarafından sorgulanmayla karşı karşıya kalmıştı.
Onbir Eylül sadece ABD’nin Orta Asya’ya girişine zemin hazırlamakla kalmamış, ABD ve
Rusya arasındaki stratejik dengenin ortadan kaldırılması için de uygun ortam yaratmıştır.
Sahip olduğu ekonomik kapasite açısından üçüncü dünya ülkeleriyle karşılaştırılan
Rusya’nın stratejik silahlar konusunda ABD ile denk güce sahip olması, ABD’yi rahatsız
ediyordu. ABD yönetimine göre 1972 ABM Amerikan-Sovyet anlaşması artık ABD’nin
tek süper güç statüsüne uygun değildi ve Soğuk Savaş’la birlikte tarihin derinliklerine
gömülmeliydi. Hatırlanırsa, ABM Anlaşması Soğuk Savaş döneminde iki süper gücün
kıtalararası füzelere karşı savunma sistemlerini sadece başkentleri etrafında bulunmasına
границах земельных участков, отводимых под Российскую военную базу, и местах их расположения
на территории Республики Таджикистан), 16 Ekim 2004, http://law7.ru/base85/part8/d85ru8360.htm
90
izin veriyordu. “Dehşet dengesinin” oluşmasına imkân sağlayan bu anlaşma, nükleer
savaşın başlaması durumunda iki tarafın da kesin mahvını garantiliyor, dolayısıyla iki
tarafı da nükleer saldırı yapmaktan alıkoyuyordu. Ne var ki Rusya ile yapılan
müzakerelerin ardından ABD 1972 ABM anlaşmasından çekilmiş, ABD’yi diğer nükleer
güçlerden üstün kılacak füze kalkanının kurulması sürecini başlatmıştır.
Stratejik dengeyi ortadan kaldıracak adımlarla paralel olarak, eski Sovyet alanında
Rusya’nın nüfuzunu kıracak bir dizi adımların atıldığı da görülmüştür. Aslında onbir1
Eylül sonrasında eski Sovyet alanında uygulanan Amerikan politikalarının tasarımı
1990’ların başında yapılmıştı. Temel amaç Rusya’nın bir büyük güç olarak uluslararası
politikaya geri dönmesini engellemekti. Eski Sovyet alanındaki Rusya’nın varlığı, Rusya
büyük güç kimliğinin olmazsa olmaz parçası olduğundan, bu bölgede Rus nüfuzunun
azaltılması hedeflenmiştir. Bu doğrultuda eski Sovyet ülkelerinin bağımsızlıklarının
desteklenmesi ve Batı ile bütünleşmesini sağlayacak ekonomik ve siyasi geçişlerine yardım
etme politikaları izleniyordu. Ne var ki 1990’ların ilk yarısında bu amaçların ancak
Rusya’nın rızası ve yardımıyla yapılabileceği kabul edilmişti ve öncelikle Rusya’nın
Batılılaşması ve liberalleşmesini amaçlayan ünlü ‘Russia first’ politikası bu kabule
dayanıyordu. Bununla birlikte baştan beri Rusya’nın Batı çıkarlarını kabul edip orta
büyüklükte bir Avrupa ülkesi olmaya kabul edip etmeyeceği konusunda ciddi şüpheler
mevcuttu. Çok geçmeden, 1990’ların ikinci yarısında ABD yönetimi tek kutupluluğun
sürdürülmesi için daha kararlı adımların atılması gerektiği kanaatine varmıştır. Bu
doğrultuda 1997’ye gelindiğinde NATO’nun eski Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesine
karar verilmiştir (Rubinstein, 2003: 82-83). Artık eski Sovyet alanının Rusya ile birlikte
değil, Rusya’ya rağmen Batı ile nasıl bütünleştirilebileceğinin planları yapılmaya
başlanmıştı. Bununla birlikte bu planlar doğrultusundaki politikalar belirli sınırları (eski
Sovyet ülkelerinin NATO’ya dâhil etme çalışmaları, Amerikan üslerinin kurulması gibi)
aşmamıştır. Bu sınırların aşılması, onbir Eylül rüzgârıyla mümkün olmuştur.
Başlangıçta Orta Asya’ya Amerikan askerlerinin üslenmesi Rusya tarafından daha büyük
amaç uğruna (Taliban’ı düşürmek) sineye çekilmişti. Ancak ABD yönetimi sadece askeri
olarak Orta Asya’ya yerleşmekle kalmamış, bölge ülkelerinin iç siyasetini doğrudan
etkileyecek adımları da atmaya başlamıştır. Özellikle Kırgızistan’da Askar Akayev
yönetimine karşı örgütlenen muhalefete ABD’nin teknik desteği büyük olmuştur. Bu
destek evrensel demokratik değerlere dayandırılsa da, iç politikadaki değişimlerin dış
politikadaki değişimleri tetiklemesi bekleniyordu. Nitekim aynı dönemde eski Sovyet
91
alanının diğer kısımlarında meydana gelen ‘demokratik devrimlerin’ dış politika
devrimlerine ve Rus nüfuzunun azalmasına yol açmıştır.
Hatırlanacağı üzere 2003’de Gürcistan, 2004’te ise Ukrayna’da gerçekleşen halk
protestoları karşısında yapılan seçimler yenilenmiş ve iki ülkede de ABD’nin desteklediği
muhalefet iktidara gelmiştir. “Renkli devrimler” adını alan ve demokratikleşme iddiasıyla
gerçekleşen bu iktidar değişiklikleri, iki ülkede de Batı yanlısı yeni yönetimlerin NATO’ya
girme çabalarıyla sonuçlanmıştır. Rusya açısından bakılırsa bu, ‘kırmızı çizgilerin’
çiğnenmesi anlamına geliyordu. Yeni yönetimlerin tutumlarını ‘düşmanca’ olarak
algılayan Rusya, Gürcistan ve Ukrayna’nın genç “devrimci” hükümetlerini dize getirmeyi
amaçlayan bir dizi ekonomik yaptırım uygulamıştır. Bunlardan en ünlüsü şüphesiz,
Ukrayna ve Rusya arasında yapılan ve Avrupa ülkelerinde doğal gaz yetersizliğine yol
açan doğal gaz ‘savaşlarıydı’.
2005 yılına gelindiğinde, Gürcistan ve Ukrayna’nın yeni yönetimleri ile uğraşan Rusya,
Orta Asya’da da müttefikini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Mart 2005’te
Kırgızistan’ın devlet başkanı Askar Akayev, şüpheli parlamento seçimlerinin ardından
Gürcistan ve Ukrayna’dakine benzer halk protestoları karşısında iktidardan çekilmek
zorunda kalmıştır. Ne var ki diğer ülkelerde oldukça barışçıl bir şekilde ve devletin temel
faaliyetleri aksamadan gerçekleşen süreç Kırgızistan’da hükümet binalarının kalabalıklar
tarafından basılması, devlet başkanının kaçması ve güvenlik güçlerinin birkaç gün süreyle
başkent Bişkek’ten kaybolması şeklinde gerçekleşmiştir.9
Kırgızistan’da yaşananlar ABD tarafından ‘demokrasinin zaferi’ olarak selamlanmıştır.
Dünyanın demokratikleşmesini uzun vadeli Amerikan çıkarı olarak ilan eden Bush
yönetimi açısından Kırgızistan’daki iktidar değişikliği bölge ve dünya güvenliği açısından
olumlu olmuştur. Ne var ki, olaylar sonucunda Bişkek’te birkaç gün süreyle devlet temel
işlevini gerçekleştiremez hale gelmiştir. Üstelik daha sonra yaşanan süreçten anlaşılacağı
gibi, Kırgızistan’da yapısal bir değişiklik yaşanmamış, sadece yönetime yeni güç odakları
gelmiştir. Akayev yönetiminin yerine kurulan Kurmanbek Bakiyev yönetimi, yolsuzluklar
ve akraba kayırmacılığı konusunda eskisini aratmamıştır. Bölgenin en sakin ülkesinin
birkaç yıl içinde bir anda istikrarsızlaşması ve devlet zafiyetinin kronik hale gelmesi, bölge
yönetimleri tarafından hızlı demokratikleşmenin zararlarını sergilemek için kullanılmıştır.
ABD yönetimi tarafından selamlanan iktidar değişikliği, bölgesel istikrara ve iç istikrara
9 Bu konuda ayrıntılı olarak bk. Erica Marat (2006).
92
olumlu katkıda bulunmadığı gibi, demokrasinin itibarını sarsmıştır. Üstelik süreç içinde
daha önce ABD’nin bölgeye girişini hoş karşılayan bölge yönetimleri, ABD’yi artık
güvenlik unsuru olarak değil, güvenlik zedeleyici bir faktör olarak algılamaya başlamıştır.
ABD’nin Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’daki iktidar değişikliklerini desteklemesi Orta
Asya’daki yönetimleri ürkütmüştür. Gelişmelere cevaben bölge yönetimleri muhalefete
karşı tedbirleri sıkılaştırmışlar ve ABD STK’larının faaliyetlerinin sınırlandırmışlardır.
Yaklaşık olarak 2004’den itibaren ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki Özbekistan,
ABD’nin eski Sovyet alanındaki ve Orta Asya’daki demokrasiyi özendirme
faaliyetlerinden tehdit algılamaya başlamıştır. İki ülke arasındaki ilişkilerin esas kopuşu
ise, Mayıs 2005’de Özbekistan’ın Andican şehrindeki protestoların ortaya çıkmasıyla
ortaya çıkmıştır (Daly vd., 2006). İddialara göre protestoların bastırılması sırasında çok
sayıda sivil hayatını kaybetmiş, ABD uluslararası incelemenin yapılmasını talep etmiştir.
Daha sonra Batılı kaynaklar da isyanın silahlı militanların başlattığına işaret etseler de,
olayların hemen sonrasında bütün dikkatler Özbekistan’ın güç kullanımına yöneltilmişti.
Zaten ‘renkli devrimler’ sürecinden dolayı ABD’den tehdit algılayan Özbekistan yönetimi,
ABD’nin tutumu karşısında Andican olaylarının ABD tarafından başlatıldığına ikna
olmuştur.
Aslında 1990’lardan itibaren Özbekistan, ABD ile işbirliğine en sıcak bakan bölge
ülkesiydi (Melvin, 2005: 106-108). Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya’dan
stratejik tehdit algılayan Özbekistan yönetimi, 1999’a gelindiğinde Rusya’nın kurduğu
güvenlik ve ekonomik bütünleşme ağlarından çıkmış, eski Sovyet alanında Rusya’yı
dengelemek amacıyla kurulan GUAM’a katılmıştı. Aynı tarihten itibaren ABD ile yakın
güvenlik ilişkileri içerisine giren Özbekistan, 2001’de topraklarında ABD askeri üssünün
kurulmasına izin vermişti. Bütün bunlar bölgedeki Rus nüfuzunu dengelemek amacıyla
yapılmıştır. Andican olaylarından sonra Özbekistan yönetiminin ABD’den tehdit
algılaması sonucunda bu sefer ABD’yi dengeleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Andican
sonrası süreçte Çin ile ilişkilerini sıkılaştırmaya yönelen Özbekistan, Rusya’nın baskın
olduğu Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü ve Avrasya Ekonomik Topluluğu’na
katılmıştır.
Kırgızistan’daki ‘lale devrimi’ ve Andican olayları, sadece bölge yönetimlerini değil,
Rusya ve Çin’i de alarma geçirmiştir. Bu iki güce göre ABD, halk protestolarını kullanarak
bölge yönetimlerini yıkmayı amaçlamıştır. Buna göre bölgedeki Amerikan üsleri, artık
Afganistan operasyonu için değil, bölgeye Amerikan nüfuzunu yaymak için bulunuyordu.
93
Bölgedeki Amerikan askeri varlığına cephe alan Rusya ve Çin, ŞİÖ platformunu
kullanarak tepkilerini dile getirmiştir. 2005’de Kazakistan’ın başkenti Astana’da yapılan
ŞİÖ zirvesinde Amerikan üslerinin artık çekilmesi gerektiğini ima eden deklarasyon kabul
edilmiştir.10
Özbekistan’ın da ABD’den üssünü çekme talebi üzerine Özbekistan’daki
Hanabad Askeri Üssü kapatılmıştır. Böylece onbir Eylül sürecinden faydalanarak bölgede
başlıca askeri güç haline gelen ABD, 4 yıl gibi kısa bir süre içerisinde Orta Asya’daki
temel askeri üssünü terk etmek zorunda kalmış ve bölgedeki en yakın müttefikini Rusya ve
Çin’e kaptırmıştır.
Çin’in Sessiz İlerleyişi
ŞİÖ Astana deklarasyonu Orta Asya’daki büyük güçler mücadelesi sürecinde bir kopuş
noktası olarak bilinir ve genellikle Rusya ve Çin’in ortaklaşa ABD nüfuzuna karşı
koymaları olarak yorumlanır. Çoğu Batılı analizci açısından ŞİÖ’nun kendisi de Rusya ve
Çin’in Orta Asya’yı diğer güçlerin etkisine kapatma girişiminden başka bir şey değildir.
Bununla birlikte Çin açısından ŞİÖ, bir taraftan istikrarı korumanın bir aracı, diğer taraftan
karışmasını meşrulaştıran platformdur (Sıroyejkin, 2006: 231).
ABD nüfuzuna karşı koyma amacıyla Çin ile işbirliğine yönelen Rusya, Çin’in Orta Asya
ülkeleriyle bağları geliştirmesinin kendi nüfuzunu azaltacağının farkındadır. Rusya’nın
baştan beri Orta Asya’yı herhangi bir güçle paylaşmak niyetinde olmadığı da söylenebilir.
Bunun içindir ki Rusya, bölge güvenliği konusunda ŞİÖ yerine Kolektif Güvenlik
Anlaşması Örgütü’nü güçlendirmeye çalışmakta ve ŞİÖ içerisindeki Çin’in ekonomik
önerilerine sıcak bakmamaktadır. Bu öneriler arasında kalkınma bankasının ve serbest
ticaret bölgesinin kurulması bulunmaktadır (Cohen, 2006; China Daily, 2010). Çin’in
ekonomik büyüklüğü dikkate alınırsa, bu tarz faaliyetlerin başlatılması ŞİÖ içerisinde
Çin’in baskın olmasına yol açacağı açıktır.
Çin’in potansiyel gücünden sadece Rusya değil, Orta Asya ülkeleri de tedirgin olmaktadır.
Ne var ki, mevcut şartlar altında Çin ile işbirliği geliştirmek Rusya’yı dengeleme fırsatını
sunduğu için, Orta Asya ülkeleri ikili ilişkiler olsun ŞİÖ çerçevesinde olsun Çin ile
yakınlaşma içerisindedir. Özellikle Rusya’dan uzaklaşma stratejisini yürüten Özbekistan
açısından Çin ile işbirliği, hem Batı hem Rus etkisini bertaraf etmesine yardımcı
olmaktadır. Andican olaylarının sonrasında ABD-Özbekistan ilişkileri bozulduğunda
10
Şangay İşbirliği Örgütü’nün Üye Devletlerinin Başkanlar Deklarasyonu (Декларация глав государств-
членов Шанхайской организации сотрудничества), http://www.sectsco.org/RU/show.asp?id=98
94
Özbekistan devlet başkanının Rusya’ya gitmeden önce, acilen Çin’e ziyarette bulunduğu
hatırlanmalıdır.
Çin’in Orta Asya’daki artan nüfuzundan bahsederken, sadece eski Sovyet Orta Asya’sını
değil, genel anlamda Orta Asya’dan ya da tarihi Türkistan bölgesinden bahsetmekte fayda
vardır. Bugün Sincan (Xinkiang) Otonom Bölgesi adıyla bilinen ve Türkiye’de daha çok
Doğu Türkistan olarak tanınan bölge, adı üstünde Türkistan’ın, yani Orta Asya coğrafi ve
tarihi bölgesinin bir parçasıdır. Modern tarihte 20. yüzyılda Çin’in uzun süreli
hâkimiyetine giren ve Uygurlar başta olmak üzere Türk ve Müslüman yerli ahalisine sahip
olan bölge, halen de kültürel anlamda Orta Asya’dır.
Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsız birer devlet haline gelmesi, Çin’in kendi Orta
Asya’sına yönelik politikasında önemli değişikliklere gitmesine sebep olmuştur. Bu açıdan
özellikle 2000 yılı dönüm noktası sayılabilir. Ocak 2000’de Çin Devlet Konseyi, Batı
Çin’i, yani Doğu Türkistan’ı kalkındırma planını kabul etmiştir (Szadziewski, 2009: 211).
Kalkınma atağı büyük çaplı yatırımların yapılması, yeni işyerlerinin açılması ve Orta Asya
Türk cumhuriyetleriyle ulaştırma altyapısının geliştirilmesiyle ilerlemektedir. Bu
ekonomik hamle aynı zamanda bölgeye sistematik Çinli göçünün yapılması, Doğu
Türkistan’ın yerli halkına yönelik Çinlileştirme ve sindirme politikasıyla bir arada
yürümektedir. Oluşan durumu daha da çarpık kılan husus, yerli ahalinin ekonomik olarak
dışlanmasıdır (Szadziewski, 2009: 213). Uygulamalar sonucunda yerli halk ve bölgeye göç
eden Han Çinlileri arasında gelir ve statü farkı oluşmaktadır. Bütün bunlar bölgede etnik
gerilimin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Doğu Türkistan’daki politikalarını haklı göstermeye çalışan Çin, bölgedeki gerginlikleri
terörle açıklamaktadır. “Terörizmle mücadele” konusunda ŞİÖ platformunu kullanan ve
bölge ülkeleriyle ikili anlaşmaları yapan Çin, Uygur meselesine bakışını Orta Asya’ya
yansıtmaya çalışmaktadır. Yapılan işbirliği çerçevesinde Çin’den kaçan Uygurlar Çin’e
iade edilmekte ve istihbarat paylaşımı sağlanmaktadır. Bununla kalmayarak Çin, Orta Asya
cumhuriyetlerinde yaşayan yerli Uygurların dernek faaliyetlerini de sınırlandırmaya
çalışmaktadır.
Çin-Orta Asya ilişkileri gelişirken, Orta Asya cumhuriyetleri Çin’in Uygur meselesini ele
alışını sorgulamasalar da, uzun vadede Çin’in amaçlarına ulaşması Orta Asya
cumhuriyetlerinin çıkarlarına değildir. Doğu Türkistan’ın Çinlileşmesi, Orta Asya
cumhuriyetlerinde Çin nüfuzunun ve nüfusunun yayılmasının önündeki kapıyı açacaktır.
95
Doğu Türkistan’ın Çin tarafından tamamen sindirildiği takdirde, Orta Asya cumhuriyetleri
artık Çin Orta Asya’sıyla değil, Çin’in kendisiyle komşu olacaktır.
Çin nüfuzunun Orta Asya’da hızla artmasının arkasında Orta Asya ülkelerinin dengeleyici
güce ihtiyaçları kadar, Batı’nın başarısızlığı da bulunmaktadır. Bunu hem siyasi ilişkiler
konusunda hem de enerji alanındaki ilişkiler konusunda söylemek mümkündür. 1990’lı
yılların ortasından beri Batı’da doğal kaynakların ulaştırılması konusunda Rusya tekelinin
kırılması gerektiğinden bahsedilmekte, Hazar geçişli doğal gaz ve petrol boru hatları
konusunda projeler ortaya atılmakta, ancak somut bir çalışma yapılmamaktadır. Buna
karşılık Çin, 1990’ların sonundan başlayarak Kazakistan ile 2000’li yıllarda ise
Türkmenistan ile bir dizi enerji anlaşmasını yapmıştır. Geliştirdiği projelere hızlı bir
şekilde kaynak da sağlayan Çin’in çabaları sonucunda 2006’da Çin-Kazakistan petrol boru
hattı, 2009’da ise Türkmenistan-Çin doğal gaz boru hattı devreye girmiştir (Han, 2006;
Xinhua, 2009). Böylece Batı’da çokça konuşulan Rusya’nın boru hatları tekeli Çin
tarafından kırılmış bulunmaktadır. Üstelik bu gelişme, Rus-Çin ilişkileri bozulmadan
gerçekleşmiştir.
İlginçtir ki, Çin-Orta Asya ekonomik ilişkilerinin gelişimi onbir Eylül sonrası döneme
denk gelmektedir. 1990’larda fazla gelişme göstermeyen ilişkiler, ‘2000-2007 döneminde
1990’lardaki miktara nazaran yaklaşık olarak 15 kat artmıştır’ (İbraimov, 2009: 48). Çin
bölgeye boru hatları döşemekle kalmamış, bölgedeki doğal kaynaklar üretiminin bütün
aşamalarına girmiştir. Bugün Çin şirketleri bütün Orta Asya ülkelerinde faaliyet
göstermekte, Çin şirketleri Kazakistan’da petrol üreten en büyük şirketler arasında
bulunmaktadır. Hesaplamalara göre Kazakistan petrol üretiminde Çin’in payı % 20’yi
aşmıştır (Solovyov, 2011: 1). Zaten toplam Orta Asya-Çin ticaretinin yaklaşık olarak %
80’ini Kazakistan-Çin ticareti oluşturmaktadır (İbraimov, 2009: 52). 2010 yılında 20
milyara dolara ulaşan Kazakistan-Çin ticaret hacminin 2015’e kadar ikiye katlanması
beklenmektedir (Solovyov, 2011: 1).
Bugün Orta Asya, Batı’nın değil, Çin’in alternatif enerji kaynağı haline gelmiştir. Bunun
önemli sebeplerinden bir tanesi coğrafyanın ta kendisidir. Coğrafi uzaklık Türkiye ve Orta
Asya’yı birbirine bağlayacak boru hatlarının yapımını engellemektedir. Ne var ki siyasi
engeller coğrafya kadar önemlidir. Bunlar arasında ABD’nin politikası gereğince İran
geçişinin kapalı olması, Rusya ve İran’ın Hazar’ın atlından geçecek boru hattına karşı
olmaları bulunmaktadır. Buna karşılık Çin, Orta Asya’daki doğal gaz ve petrol
kaynaklarına daha yakın bulunmakta ve Orta Asya devletleriyle dostane ilişkilere sahiptir.
96
Bunların ötesinde Çin’in Batı’ya göre avantajı, ekonomik olarak karlı olmasalar da, siyasi
önem taşıyan pahalı projeleri merkezden alınan bir kararla hızla gerçekleştirme imkânına
sahip olmasıdır.
Bütün bunlarla birlikte Rus enerji tekelinin Batı tarafından değil de, Çin tarafından
kırılmasının temel sebebi bu kaynakların öneminin taraflar için farklı olmasıdır. Batı
açısından Orta Asya enerji kaynakları tek alternatif değildir. Buna karşılık Çin açısından,
Orta Asya enerji kaynakları ABD’nin hâkim olduğu deniz yollarından değil de, kara
yoluyla elde edebileceği en güvenli alternatif ithal kaynaktır (Ekrem, 2011: 29).
Orta Asya’dan çoğunlukla hammadde ithal eden Çin, bölgeye tüketim mallarını ihraç
etmektedir. Çin malları, sınır olduğu Kırgızistan ve Kazakistan’dan Orta Asya’ya giriş
yapmaktadır. 10 yıllık süre içerisinde Çin, Rusya’dan sonra Orta Asya ülkelerinin ikinci en
büyük ticaret ortağı haline gelmiştir (Laruelle, Peyrouse, 2009: 40). Çin gibi Dünya Ticaret
Örgütü üyesi olan Kırgızistan açısından ise Çin, Rusya’yı ikame ederek en büyük ticaret
ortak haline gelmiştir (24 haber ajansı, 2009). Görülen o ki, Batı uzmanlarının önerileriyle
Kırgızistan’ın hızla liberalleşmesi ve Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olması, Batı
ülkelerinden çok Çin’e yaramıştır. Ayrıca Orta Asya ülkelerinin Rusya hâkimiyetinden
kurtulmasından en çok yararlanan taraf olarak da Çin görünmektedir.
Bölgede 2000’li yıllarda Çin’in Orta Asya’da ekonomik nüfuz açısından Rusya’dan sonra
ikinci güç haline gelmesi, Orta Asya’da mücadele eden iki güce bir yenisini eklemiştir. Bu
uluslararası etkileşimin bir özelliği, Çin ve Rusya’nın ABD’ye karşı ortak cephe almaları
ve birbirlerini karşılarına almaktan kaçınmalarıdır. Rusya ve ABD’ye nazaran güvenlik
alanındaki bölge faaliyetlerini sınırlı tutan Çin, Uygur meselesi dışında bölge ülkelerinin iç
politikalarını etkilemeye ve bölgede askeri varlığını tesis etmeye çalışmamaktadır. Bundan
dolayı Rusya, Çin’in nüfuz artırmasına ses çıkarmamaktadır. Çin’in ekonomik çıkarlarının
gerçekleşmesinin Rusya tarafından idare edilmesi, ilişkilerindeki uyumu belirleyen diğer
bir sebeptir. ABD’nin Orta Asya’da nüfuz kazanmasına karşı birleşen Rusya ve Çin’in
ABD’nin bölgeden çekildiği takdirde birbirlerine karşı dönecekleri kuvvetle muhtemel olsa
da, bugün için ortak çıkarlar baskın gelmekte ve aralarındaki nüfuz mücadelesinin oldukça
yumuşak seyretmesini sağlamaktadır.
Bölgesel Çok Kutupluluk
Özbekistan’dan Amerikan üssünün çıkarılmasıyla sonuçlanan 2005 gelişmeleri, ABD’nin
tek başına Rusya ve Çin’e karşı koyamayacağını açıkça göstermiştir. Hatalarını hızla
97
gözden geçiren ABD, 2005’in sonunda bölgeye yaklaşımını değiştirmiştir. ABD’nin yeni
bölge politikası ‘Büyük Orta Asya’ adını almıştır. Yeni politikanın temel konsepti, bölge
devletlerinin çıkarlarının göz önüne alınması ve Orta Asya’nın Güney Asya ile
bütünleşmesi gerekliliğine dayanıyordu (Boucher, 2006: 13-18). Bütünleşmenin ilk adımı
olarak Orta Asya hidroelektrik potansiyelini çalıştırıp Orta Asya’dan Güney Asya’ya
elektrik satışını sağlamaktı (US Congress, 2006: 13). Bu adımla ABD, Orta Asya’yı
Avrupa’ya bağlama politikasını çeşitlendirdiğini gösteriyordu. Diğer yandan ABD, Rusya
ve Çin’le boy ölçüşebilecek ve bölgeye yakın bulunan müttefik bir büyük güce ihtiyacını
dışa vuruyor, bu anlamda Hindistan’a yeni bir rol biçmeye çalışıyordu.
Bu iddialı projenin gerçekleşmesi yönünde şimdilik kayda değer adımlar atılmış değildir.
Güney ve Orta Asya arasında geliştirilmesi planlanan elektrik satışının gerçekleşmesi için
öncelikle Kırgızistan ve Tacikistan’a muazzam yatırımların yapılması; ikincisi
Afganistan’ın istikrara kavuşturulması gerekmektedir. Büyük Orta Asya’nın Hindistan ile
her anlamda bütünleşmesi amacına gelince, burada temel soru Hindistan’ın Orta Asya’ya
ağırlık vermeye hazır olup olmadığıdır. Diğer bir soru, Hindistan’ın denge politikasını
bırakıp Batı tarafının çıkarlarını benimseyip benimsemeyeceğidir. Büyük Orta Asya ile
ilgili Amerikan yetkililerinin yaptıkları açıklamalardan anlaşıldığı gibi ABD, Hindistan’ın
enerji ihtiyacına oynamaktadır (Feigenbaum, 2007). Bu ihtiyacın Hindistan’ın Orta
Asya’da aktifleşmesine, Rusya ve Çin’e karşı koymasına yol açacağı umulmaktadır.
2005 sonrası süreçte yaşanan diğer bir değişiklik, ABD’nin Orta Asya’da aktif
‘demokrasiyi özendirme’ faaliyetlerine ara vermesiydi. Bu değişiklik, 2005 sonrasında
ABD’nin bölgedeki faaliyetlerinden ve Amerikan yetkililerinin yaptığı açıklamalardan
açıkça görünmektedir. Değişen söylemden anlaşıldığı kadarıyla ABD, Rusya ve Çin
etkisine karşı koyabilmek için politikanın daha realist temellere oturtulması gerektiğini
kabul ediyordu.11
Ancak, ABD’nin bölgedeki faaliyetleri azaltması ve Özbekistan’daki üssünü kapatmasıyla
yetinmeyen Rusya, Kırgızistan’dan da Amerikan üssünün çıkarılmasına yönelik çabalarını
yoğunlaştırmıştır. Yıllara yayılan çabalar neticesinde nihayet 2009’da Rusya ve Kırgızistan
iki milyar dolarlık kredi anlaşması imzalandığı gün, Kırgız Cumhuriyeti Devlet Başkanı
Kurmanbek Bakiyev, Kırgız hükümetinin Amerikan üssünü kapatma kararı aldığını
11
Bu saptamanın daha iyi anlaşılması için Türkmenistan devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın
ölümünün ardından ABD yetkililerinin Türkmenistan açılımını anlatan açıklamalarına bakılabilir (Boucher,
2007; Feigenbaum, 2007).
98
açıklamıştır (Kuzmin, 2009). Ne var ki, Rusya’nın beklentisine rağmen Bakiyev yönetimi
Amerikan üssünün adını ‘uluslararası ulaştırma merkezi’ olarak değiştirip ülkesinden
çıkarmamış, ancak Rusya’dan aldığı krediyi de harcamaya başlamıştır.
Oluşan yeni durumda ABD’den örnek alan Rusya, Bakiyev’in iktidardan dışladığı yeni
muhalefeti bağrına bastı. Muhalif liderlerle görüşen Rusya, aynı zamanda Rus basın
yayınını kullanarak Bakiyev ailesinin yolsuzluklarını Kırgız halkına duyurmaya çalıştı.
2010 yılının başında Kırgızistan’a ihraç edilen akaryakıtlara Rusya zam yaptığında, ikinci
isyan için ortam zaten hazırdı (Somuncuoğlu, 2010: 26). Nitekim Nisan 2010’da halk
kalabalıkları hükümet binalarını basarak, Bakiyev’in yönetimini yıkmıştır. 2005’de
ülkesinden kaçan Akayev nasıl ABD’yi suçladıysa, bu sefer selefiyle aynı kaderi paylaşan
Bakiyev 2010 isyanında Rusya’nın rolü bulunduğunu iddia etmiştir (Makhovskiy, 2010:
1).
2010 Kırgız “devrimi” yaşanırken, ABD ve Rusya devlet başkanlarının Kırgızistan’daki
Amerikan üssünü görüşmeleri, “nereden nereye” sorusunu akla getirmektedir. Rusya
istediğini elde etmiş, aslında sadece ABD ve Kırgızistan’ı ilgilendiren bu durumun
kendisine danışılmasını sağlamıştır (Somuncuoğlu, 2010: 27-28).
2010 yılı boyunca Rusya, Kırgızistan’daki etkisini giderek artırmıştır. Rusya ile sorunlar
yaşayan Bakiyev yönetiminin yerine yeni yönetimin gelmesi, Rusya açısından yeni
fırsatlar yaratmıştır. İktidar değişikliği sonrası dönemde parlamento seçim sürecinde
Rusya, kendi adayını belli etmiş, değişik araçlarla seçim sürecine müdahil olmuştur. Beş
yıl içerisinde iki ‘devrim’ yaşayan ülkede devletin zayıflaması, güvenlik konusunda
Rusya’ya ihtiyacını artırmıştır. Nitekim Haziran 2010’da Kırgızistan’ın güneyinde
Özbekler ve Kırgızlar arasında etnik temelli sivil çatışmalar çıkınca, Kırgızistan ilk çareyi
Rusya’dan müdahale etmesini istemekle bulmuştur. Sonuçta olaylar Kırgızistan’ın kendi
çabalarıyla sona erse de, bunu fırsat bilen Rusya, Orta Asya’daki iç güvenlik krizlerinde
KGAÖ çerçevesinde müdahale etmesini sağlayabilecek hukuki ayarlamaları başlatmıştır
(Somuncuoğlu, 2011: 33). Bu olayların ve Kırgızistan’daki iki ‘devrimin’ bölge
yönetimlerinde tedirginlik yaratması, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın Rusya’nın
‘bölgenin jandarması’ olma heveslerini desteklemelerine sebep olmaktadır.
Son yıllarda Rusya, sadece Kırgızistan’da değil, Orta Asya genelinde aktif adımlarda
bulunmuştur. Bunlar arasında en kayda değer olanlardan Rusya, Belarus ve Kazakistan
arasında yürürlüğe giren Gümrük Birliği olmuştur. Daha önce BDT alanında başlatılan
çeşitli ekonomik bütünleşme çalışmalarından farklı olarak yeni Gümrük Birliği’nde
99
anlaşmalar uygulanmaktadır. Temmuz 2011’de üç ülke aralarındaki gümrük kapılarını
kapatmış, böylece ortak pazara doğru önemli bir adım atmıştır (Russia Briefing, 2011: 1).
Bu adımla birlikte Kazakistan sınırı, Rusya’nın dış ticaret sınırı haline gelmiştir.
Orta Asya’daki ekonomik varlığını Gümrük Birliği’yle sağlamlaştıran Rusya, askeri olarak
da bölgede kalıcı olmak niyetindedir. 2009’da Kırgızistan’daki askeri üssü konusunda 49
yıllık anlaşma imzalayan Rusya (RİA Novosti, 2009: 1), 2012’de Tacikistan’daki askeri
varlığını da 49 yıllığına garanti altına almayı planlamaktadır (Yuldoshev, 2011: 1). Buna
ek olarak Rusya, ısrarla Tacik-Afgan sınırına dönmek konusunda Tacikistan hükümetine
baskı yapmaktadır.
Rusya’nın gücünü pekiştiren diğer bir dinamik, Rusya-ABD geriliminin uzlaşmayla
sonuçlanmasıdır. Hatırlanacağı üzere, Bush yönetiminin füze kalkanını Doğu Avrupa’ya
kurarak Rusya-ABD nükleer dengesini ortadan kaldırmaya çalışması, bir ülkeyi keyfi
argümanlarla işgal etmesi (Irak) ve belki de Rusya açısından en önemlisi eski Sovyet
alanında Rusya’nın nüfuzunu kırmaya çalışması Rusya’yı alarma geçirmişti. Hayati
çıkarlarının tehdit altında olduğunu algılayan Rusya yönetimi ABD ile sıkı işbirliğine
yönelen bazı eski Sovyet ülkelerine baskı yapmaya ve bu yönetimleri zayıflatacak
tedbirleri almaya yönelmişti. Bu çerçevede Rusya Gürcistan’a ekonomik yaptırımlar
uygulamış, kış ortasında Ukrayna’ya doğal gaz kesintilerini yaşatmış, Ukrayna’daki iç
siyasi mücadelesini etkilemeye çalışmıştı. Alınan tedbirlerin en aşırısı ise, 2008’de
Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgesi Güney Osetya’ya yaptığı operasyonu kuvvet kullanarak
engellemesi, akabinde Gürcistan’ın ayrılıkçı Güney Osetya ve Abhazya bölgelerinin
bağımsızlıklarını tanıması olmuştur. Rusya-Gürcistan savaşı, Rusya’nın kendi hayati
çıkarlarını korumak için kuvvet kullanmaktan çekinmeyeceğini göstermiş ve aynı zamanda
eski Sovyet alanında Amerikan nüfuzunun sınırlarını çizmiştir (Karaganov vd., 2011: 13).
ABD tarafından bu gerçeklerin anlaşılması ve bazı konularda Rusya’nın desteğine ihtiyaç
duyması üzerine, Amerikan-Rus ilişkileri dip noktasını geçerek iyileşmeye başlamıştır.
ABD’nin imajını yenileyen yeni yönetimin işbaşına gelmesi, Amerikan-Rus ilişkilerinin
ılımasını kolaylaştırmıştır. ABD, eski Sovyet ülkelerini NATO’ya dahil etme ve Doğu
Avrupa’da füze kalkanını kurma çalışmalarını askıya alması karşılığında İran konusunda
Rusya’dan destek istiyordu (Karaganov vd., 2009: 13-14) ve öyle de oldu.
Aslında 2008 Rus-Gürcü savaşından sonra eski Sovyet alanındaki gelişmeler, sadece
Amerikan değil Rus nüfuzunun sınırlarını da göstermiştir. Rusya’nın beklentisine rağmen
Belarus dâhil hiçbir müttefiki Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanımamıştır
100
(Karaganov vd., 2011: 13). Ukrayna’da Rusya yanlısı olarak tanımlanan Viktor
Yanukoviç’in 2010’da devlet başkanı olmasına rağmen Ukrayna, Rusya’ya enerji
sektöründe imtiyaz tanımamak ve Gümrük Birliği’ne girmemek için Rus baskılarına
direnmektedir. 2005’de Rusya’nın ‘elde ettiği’ Özbekistan ise, KGAÖ ve AET’teki
üyeliğini, Orta Asya’daki Rus nüfuzunun artmasını engellemek amacıyla kullanmaktadır.12
Kaldı ki, Orta Asya’da tekrar güvenlik sağlayıcısı rolüne soyunan Rusya, Afganistan
problemini çözmeye muktedir değildir ve ABD’nin Afganistan’daki varlığına ihtiyaç
duymaktadır. Diğer taraftan, Pakistan’da yaşadığı problemlerden dolayı ABD de
Afganistan’daki askeri varlığını devam ettirme konusunda Rusya’ya ihtiyaç duymaktadır.
Bu karşılıklı ihtiyaç neticesinde bugün Afganistan’daki Amerikan askerlerinin askeri
olmayan ihtiyaçlarının % 45’i Rusya üzerinden sağlanmakta, 2009’da yapılan hava transit
anlaşması gereği ABD, Rusya üzerinden yılda 4,500’e kadar askeri uçuş yapabilmektedir
(DoD, 2011: 107).
Sonuç
Onbir Eylül sonrası süreçte 20. yüzyıl boyunca bölgede hâkim olan eski hegemona ek
olarak, iki yeni güç daha eklenmiştir. Onbir Eylül’den hemen sonra ABD, süper gücünü
Orta Asya’ya yansıtmaya çalışmış, ancak bölgesel büyük güçlerin ve bölge devletlerinin
direnişi karşısında, geri adım atmak durumunda kalmıştır. 2005’te Rusya ve Çin, Orta
Asya’daki Amerikan askeri varlığına ortaklaşa tavır almıştır. Ne var ki, bu olayın
sonucunda Rusya, 2001-2004 dönemine nazaran gücünü artırsa da, 1990’lardaki durum
asla restore edilmemiş ve Rusya, Orta Asya’nın tek hegemonu olmaktan çıkmıştır.
ABD’nin bölgedeki varlığını bir ölçüde sınırlandırabilen Rusya, Çin’in Rus enerji tekelini
kırmasını ve bölgedeki etkin ekonomik güç haline gelmesini engelleyememiştir.
Orta Asya’da oluşan yeni durumda hiçbir güç tek başına hareket etme kapasitesine sahip
değildir. Bugün Rusya ve Çin Amerikan etkisini dengelemek için, Rusya ve ABD ise
Afganistan’da güvenliği sağlamak için birbirlerine ihtiyaç duymaktadır. Birbirlerini
‘stratejik ortak’ olarak ilan eden Rusya ve Çin, Orta Asya’daki ABD askeri varlığına karşı
çıkmış olsa da, Afganistan’da ABD ile savaşan Taliban’ın yükselişinden tehdit algılamakta
ve dolayısıyla Afganistan’da ABD’ye ihtiyaç duymaktadır.
12
Yukarıda Rusya’nın KGAÖ çerçevesinde Orta Asya’daki iç krizlere müdahale etmeyi sağlayacak hukuki
düzenlemelerine değinilmişti. Bu düzenlemelerin yürürlüğe girmesini Özbekistan engellemekte ve Rusya’nın
tepkisine sebep olmaktadır.
101
Oluşan dengeye rağmen eski hegemon Rusya, bölgeye tek başına hâkim olma girişimlerini
sürdürmektedir. Eninde sonunda ABD ve Çin’in Orta Asya’da Rus nüfuzuna karşı bölgeye
ne dereceye kadar müdahil olmak isteyecekleri konusu, güvenlik algılamalarına bağlı
olacaktır (enerji güvenliği dâhil). Bugün hem ABD hem Çin için, Orta Asya güvenliğinin
sağlanması önemli çıkarlarındandır. Buna karşılık Rusya aynı konuyu hayati çıkarlar
arasında değerlendirmektedir. Kaldı ki, Rusya için Orta Asya’daki hâkimiyet Rusya’nın bir
büyük güç olarak var olma şartlarından birisi olarak algılanmaktadır ve bu anlamda devlet
kimliğinin bir parçasıdır. Sonuç her ülkenin bölge işlerine müdahil olma derecesini, bölge
güvenliğine ve bölgeye verdiği önem belirleyecektir.
Genel olarak ABD ve Çin’in Orta Asya’nın Rusya tarafından kapatılmasına hoş
bakmayacakları tahmin edilebilir. Ancak ikisi de farklı sebeplerden dolayı yaşanan sürece
karşı çıkmamaktadır. Çin için şimdilik Rusya’nın Çin-Orta Asya ekonomik ve enerji
işbirliğine karşı çıkmaması önemlidir. Buna karşılık ABD, bir taraftan Afganistan desteği,
diğer taraftan diğer uluslararası çaptaki (mesela İran) gelişmelerden dolayı Rusya ile
işbirliği içerisindedir.
Aslında dikkatli irdelediğimizde, bölgede Çin ve ABD’nin nüfuzunun artmasında Orta
Asya devletlerinin payları sanıldığından büyüktür. 1990’larda Orta Asya cumhuriyetlerinin
kendi istekleriyle Rusya’nın selefi Sovyetler Birliği’nden ayrılmamış olmaları spekülasyon
yapılan bir konuydu. Ne var ki, Orta Asya ülkelerinin dış politikaları kesin bir şekilde
bağımsızlıklarını devam ettirme hedefine, dolayısıyla Rus nüfuzunu dengeleme ihtiyacına
göre ayarlanmıştır. Bu amaçla bölge ülkeleri 1990’ların başından beri bölgeye ABD
girişini desteklemişler, 2000’li yıllarda ise Rusya’nın “stratejik ortağı” Çin’le ilişkileri
sıkılaştırarak aynı amacı hedeflemişlerdir. Yeni durumda ABD’nin mümkün olduğunca
çok aktörün bölgeye girişini destekleyici tavrı, Orta Asya ülkelerinin de işine
yaramaktadır. Bu kapsamda Orta Asya ülkeleri, Türkiye, Hindistan, Japonya, Güney Kore,
Pakistan gibi ülkelerle işbirliğini geliştirmeye önem vermektedir.
Orta Asya’da bölgesel çok kutupluluğun oluşması, Orta Asya devletlerinin hareket alanını
genişletmiştir. Ancak bu durum Orta Asya güvenliğinin ve istikrarının başkalarının
ellerinde olması durumunu değiştirmemiştir. Son yıllardaki bazı Orta Asya ülkelerinin
ekonomi ve dış politikadaki hamlelerine rağmen halen Orta Asya merkezli bir büyük güç
ortaya çıkmış değildir. Bölgede etkin olan büyük güçler ve Orta Asya ülkelerinin
kapasiteleri irdelendiğinde, Orta Asya ülkelerinin ancak ve ancak bazı alanlarda güçlerini
birleştirerek bölge sorunlarına çözüm getirebilecekleri açıktır. Temel dış politika ve
102
güvenlik meseleleri konusunda Orta Asya devletleri ortak tutum benimsedikleri takdirde
dış güçlerin karışma alanı azalabilir, hatta Orta Asya ülkelerinin kendi güvenliklerini
sağlama konusunda dış güçlere dayanma ihtiyacı tamamen ortadan kalkabilir. İşte o zaman
bölgede gerçek yapısal değişim yaşanmış olur.
103
KAYNAKÇA
24 haber ajansı. “Japarov: China- Main Trade Partner of Kyrgyzstan”. 16 Kasım 2009,
http://eng.24.kg/business/2009/11/16/9643.html
Boucher, Richard A.(2006). “Keynote Speech”. (Der.) Norling, Nicklas. First Kabul
Conference on Partnership, Trade and Development in Greater Central Asia, Conference
Report. Washington D.C.: Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program,
s. 13-18.
Boucher, Richard A.. “Press Conference: Potential of Turkmenistan”, 16 Şubat 2007,
http://www.state.gov/p/sca/rls/rm/2007/80903.htm
Brzezinski, Zbiegniew (1997). The Grand Chessboard: American Primacy and Its
Geostrategic Imperative. New York: Basic Books, 1997.
China Daily. “Proposed Study of Establishment of the Shanghai Cooperation Organization
Development Bank”. 12 Ocak 2010, http://www.china-daily.org/China-News/Proposed-
study-of-establishment-of-the-Shanghai-Cooperation-Organization-Development-Bank/
Cohen, Ariel (2006). “The Dragon Looks West: China and the Shanghai Cooperation
Organisation” Heritage Lectures, No.961. http://www.heritage.org/Research/Lecture/The-
Dragon-Looks-West-China-and-the-Shanghai-Cooperation-Organization
Cornell, Svante E. (2006). “The Narcotics Threat in Greater Central Asia: From Crime-
Terros Nexus to State Infiltration?”. China and Eurasia Forum Quarterl. C.4, No.1, 2006,
s.37-67.
Daly, John C.K.ve diğerleri (Der.) (2006). Anatomy of a Crisis: U.S.-Uzbekistan Relations,
2001-2005. Washington D.C.: Central Asian-Caucasus Institute & Silk Road Studies
Program.
Department of Defense (DoD) (2011). Report on Progress Toward Security and Stability
in Afghanistan and United States Plan for Sustaining the Afghanistan National Security
Forces. http://www.defense.gov/news/1231rpt.pdf
Ekrem, Erkin (2011). Çin’in Orta Asya Politikaları. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi
Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi.
Feigenbaum, Evan A.. “Central Asian Economic Integration: An American Perspective”, 6
Şubat 2007, Remarks at the Central Asia-Caucasus Institute, Nitze School of Advanced
International Studies, Johns Hopkins University, Washington DC.
http://www.silkroadstudies.org/new/docs/publications/2007/0702Feigenbaum-CACI.pdf
Feigenbaum, Evan A.. ““Turning the Page” in U.S.-Turkmenistan Relations”. 17 Eylül
2007, http://www.state.gov/p/sca/rls/rm/2007/92861.htm
Han, Pliny, “Kazakhstan Oil Pours into China through Crossborder Pipeline”, 25 Mayıs
2006. Xinhua, http://news.xinhuanet.com/english/2006-05/25/content_4600061.htm
İbraimov, Sadykzhan (2009). “China-Cenral Asia Trade Relations: Economic and Social
Patterns”. China and Eurasia Forum Quarterly. C.7, No.1, s.47-59.
Jonson, Lena (2006A). Vladimir Putin and Central Asia: The Shaping of Russian Foreign
Policy. New York: I.B. Tauris.
Jonson, Lena (2006B). Tajikistan in the New Central Asia: Geopolitics, Great Power
Rivalry and Radical Islam. New York: I.B.Tauris.
104
Karaganov, Sergey ve diğerleri (2009). Perenastroyka, a ne Perezagruzka: İnteresı Rossiyi
v Otnoşeniyah s SŞA. Moskova: SVOP.
Karaganov, Sergey ve diğerleri (2011). Otnoşeniya Rossiya-SŞA Posle “Perezagruzki”:
Na Puti k Novoy Povestke Dnya, Vzglyad iz Rossiyi, Valday çalışma grubunun Rus
uzmanlarının raporu. Moskova: Valday Uluslararası Tartışma Kulübü.
Kuzmin, Vladimir. “Bazu v Manase Zakroyut”. 4 Şubat 2009. Rossiyskaya Gazeta,
http://www.rg.ru/2009/02/04/baza.html
Laruelle, Marlene ve Peyrouse, Sebastien (2009). China as a Neighbor: Central Asian
Perspectives and Strategie. Washington D.C.: Central Asia-Caucasus Institute.
Lyaşenko, Aleksey, “Kant Krepnet i Razvivaetsya”. 21 Şubat 2006. Krasnaya Zvezda
(Rusya Savunma Bakanlığı’nın gazetesi), http://www.redstar.ru/2006/02/21_02/3_03.html
Makhovskiy, Andrei, “Bakiyev Says Russian Anger a Factor in Kyrgyz Revolt”. 23 Nisan
2010,. Reuters haber ajansı, http://www.reuters.com/article/2010/04/23/us-kyrgyzstan-
unrest-idUSTRE63M13V20100423
Maley, William (2002). The Afghanistan Wars. New York: Palgrave MacMillan.
Marat, Erica (2006). The Tulip Revolution: Kyrgyzstan One Year After, March 15, 2005-
March 24, 2006. Washington D. C.: The Jamestown Foundation.
McDermott, Roger, “Russian Border Guards Begin Withdrawal From Tajikistan”, 21
Nisan 2005. Eurasia Daily Monitor. C.3, No.78,
http://www.jamestown.org/single/?no_cache=1&tx_ttnews[tt_news]=30285
Melvin, Neil J. (2005). Uzbekistan: Transition to Authoritarianism on the Silk Road.
Amsterdam: Harvood Acedemic Publishers.
Nojumi, Neamatollah (2008). “The Rise and Fall of the Taliban”, (Der.) Robert D.Crews
ve Tarzi, Amin. The Taliban and the Crisis of Afghanistan. Cambridge, Massachusetts:
Harvard University Press, s.90-117.
Onis, Ziya (2001). “Turkey and Post-Soviet States: Potential and Limits of Regional Power
Influence”. Middle East Review of International Affairs. C.5, No.2,
http://meria.idc.ac.il/journal/2001/issue2/jv5n2a6.html
RİA Novosti haber ajansı. “Russian Govt. Approves Kyrgyz Airbase Lease Extension to
49 Years”. 29 Mayıs 2009, http://en.rian.ru/russia/20090529/155119256.html
Rangsimaporn, Paradorn (2009). Russia as an Aspiring Great Power in East Asia:
Perceptions and Policies from Yeltsin to Putin. New York: Palgrave Macmillan.
Rubinstein, Alvin (2003). “Russian Strategic Uncertainty in an Era of US Tactical
Intrusiveness”. (Der.) Gorodetskiy, Gabriel. Russia Between East and West: Russian
Foreign Policy on the Threshold of the Twenty-First Centur., Londra: Frank Cass, s. 81-90.
Russia Briefing ajansı, “Russia, Kazakhstan, Belarus Customs Union Opens Borders”, 4
Temmuz 2011, http://russia-briefing.com/news/russia-kazakhstan-belarus-customs-union-
opens-borders.html/
Sander, Oral (1999). Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e. 7. Baskı. Ankara: İmge.
Sıroyejkin, K.L. (2006). Problemı Sovremennogo Kitaya i Bezopasnost’v Tsentral’noy
Aziyi. Almatı: KİSİ.
105
Solovyov, Dmitriy, “China Builds Kazakh Ties, Bypasses USD with FX Swap”,
http://www.reuters.com/article/2011/06/13/kazakhstan-china-idUSLDE75C1BU20110613
Somuncuoğlu, Anar (2010). “Kırgızistan’daki Kronik İstikrarsızlığın Anatomisi: İç ve Dış
Boyutları”. 21. Yüzyıl. No.23, s. 23-30.
Somuncuoğlu, Anar (2011). “Rusya’nın Orta Asya Güvenlik Politikası: İç Güvenlik
Krizlerinde Müdahale”. 21. Yüzyıl. No.26, s.29-36.
Szadziewski, Henryk (2009). “How the West was Won: China’s Expansion into Central
Asia”. Caucasian Review of International Affairs. C.3, No.2, s.210-218.
Togan, Zeki Velidi (1981). Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi. İstanbul: Enderun.
Traynor, Ian, “Russia Threatens to Bomb Afghan Terror Camps”. 25 Mayıs 2000. The
Guardian, http://www.guardian.co.uk/world/2000/may/25/chechnya.russia
U.S. Congress (2006) U.S. Policy in Central Asia: Balancing Priorities (Part II). 109th
Congress, 2nd
Session, Hearing Before the Subcommittee on the Middle East and Central
Asia of the Committee on International Relations House of Representatives, 26 Nisan
2006. Washington D.C.: U.S. Government Printing Office.
Xinhua, “Chinese, Turkmen, Kazakh, Turkmen presidents unveil gas pipeline”, Xinhua
haber ajansı, http://news.xinhuanet.com/english/2009-12/14/content_12645369.htm
Yuldoshev, Avaz, “Tajikistan, Russia, Come to an Agreement on Russian Military Base”,
2 Eylül 2011, http://news.tj/en/news/tajikistan-russia-come-agreement-russian-military-
base
106
ONBİR EYLÜL SONRASINDA AVRUPA BİRLİĞİ VE GÖÇ:
GÜVENLİKLEŞTİRME VE EKONOMİKLEŞTİRME İKİLEMİ1
Zuhal Yeşilyurt Gündüz
Göç: Kavramsal Arka Plan
Göç, günümüz dünyasının en önemli küresel konularından biridir. Bilindiği gibi göç;
iktisadi, siyasi veya sosyal nedenlerle bir yerleşim biriminden başka bir yerleşim birimine
doğru gerçekleşen nüfus hareketleridir. Göç eden insanların çoğu, savaş, etnik/dini
çatışma, siyasi baskı ya da aşırı yoksulluk nedeniyle, hayatlarını kurtarabilmek amacıyla
veya daha iyi yaşam koşulları umuduyla bu zor kararı almaktadırlar.
Göç, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar var olduklarından bu yana göç etmişlerdir. Fakat
göç özellikle son birkaç yüzyıldır büyük bir artış göstermiştir. 21. yüzyılın başında tarihte
hiç olmadığı kadar çok insan hareket halindedir. Rakamlar sürekli artış göstermektedir.
2000 yılında 150 milyon uluslararası göçmen varken bu rakam 2008 yılında 214 milyona
yükselmiştir.2 Günümüzde dünyada her 33 kişiden biri göçmendir ki bu rakam da dünya
nüfusunun % 3,1’ine karşılık gelmektedir. 1965-1990 yılları arasında uluslararası göç her
yıl ortalama % 2,1 artış göstermiştir. Günümüzdeki artış oranı ise yıllık % 2,9’dur.3
Güvenlikleştirme (Securitization)
1993 yılında Barry Buzan, Ole Wæver ve Jaap de Wilde’nin oluşturdukları Kopenhag
Okulu, güvenlik anlayışını genişleterek güvenlik çalışmalarında büyük bir değişime neden
olmuştur. Kopenhag Okulu’na göre güvenlik gerçek olan bir şey değildir; güvenlik bir
konuşma eylemidir (speech act) yani konuşarak, ifade ederek bir olgu güvenlik
tehdidiymiş gibi sunulabilir. (Wæver, 1995: 55) İstenen her konuyu bir güvenlik sorununa
dönüştürmek mümkündür. Çünkü bu Okula göre güvenlik ürkütücü bir gerçeği içermek
zorunda değildir. Güvenlik, toplumsal ve bilinçli varlıklar arasında var olan bir inşa süreci
sonunda oluşmaktadır. Bu inşa süreciyle her konu güvenlik sorunu haline getirilebilir. Bu
bağlamda, bir konuyu güvenlik kapsamına almak ya da almamak da siyasi bir tercihtir.
(Wæver, 1995: 65) Dolayısıyla, siyasetçiler ve kitle iletişim araçları göç olgusunu
diledikleri şekilde-dilerlerse ‘yardım’ gerektiren bir insanlık dramı, isterlerse korkutucu bir
1 Yazar, bu makaleyi kaleme alırken aşağıda künyesi verilen çalışmasından yararlanmıştır: “From
"neccessary" to "dangerous" and back again? The economization, securitization and Europeanization of
Migration”. Turkish Review of Balkan Studies. Annual 2007. 12, s. 70-98. 2 http://esa.un.org/migration
3 http://www.iom.int/jahia/Jahia/about-migration/facts-and-figures/lang/en
107
‘tehdit’ ya da uluslararası ‘güvenlik sorunu’ olarak- sunabilirler. Nasıl sunmak isterlerse o
şekilde inşa ederler. Halkın bir kısmını ya da büyük bir kısmını, hatta çoğunluğunu bile bu
yönde ikna edebilirler. Dolayısıyla, konuşma eyleminin başarı ile sonuçlanması, toplumun
yapılmış olan konuşmayı kabul etmesine bağlıdır (Buzan, Wæver ve de Wilde, 1998: 32).
Özetle, güvenlik inşa edilen bir kavramdır, siyasi bir karardır ve isteğe bağlı olarak
değişmesi ya da değiştirilmesi mümkündür (McDonald, 2000: 301-302).
Güvenlikleştirme eylemi ile birlikte bir konu, düşük politikadan (low politics) yüksek
politikaya (high politics) ‘terfi ettirilir’. Güvenlikleştirme siyasetçiler tarafından
gerçekleştirilmektedir, yani siyasetçiler bir tehlikeyi inşa ederler. İnşa ettikleri bu tehlikeyi
gidermek için yine aynı siyasetçiler hızlı davranarak gerekli gördükleri takdirde
antidemokratik, şiddet içerebilen, ayrımcı yöntemleri dahi kullanarak ve uygulayarak
sonlandırma yoluna gidebilirler. Bunun için olağan siyasi süreçlerin dışına çıkarak,
böylesine bir tehdit söz konusu olmasa asla kabul edilemeyecek olan olağan dışı önlemler
alırlar (Buzan, Wæver ve de Wilde, 1995: 24). Hükümet böylesine bir tehdit karşısında
siyasetin meşruiyet sınırlarını yeniden çizer ve gerekli gördüğü ölçüde medeni hakları ve
insan haklarını sınırlar, yeni yasalar, sınırlamalar ve yasaklar getirir. Tüm bunlarla, bir
yandan siyaset alanını sınırlandırırken öte yandan güvenlik alanını genişletir. ‘Güvenlik’
kavramı, güvenliğin genişletilmesi ve güvenlikleştirme, demokrasiyi
sınırlandırabileceğinden çok dikkatli olmak gerekir. Buzan, Wæver ve de Wilde, bir
konunun güvenlik tehdidine dönüştürülmesinin doğru ve uygun bir yöntem olup
olmadığını sorgulamaktadırlar. Daha doğru olan, bu tür konuların normal siyasi alanda
kalması, işlenmesi ve çözümlenmesidir (Buzan, Wæver ve de Wilde, 1998: 34).
Kopenhag Okulu, konuların güvenlik meselelerine dönüştürülmesinin ne kadar normatif
tercih içerdiğinin altını çizmekte, güvenlikleştirmenin olası tehlikeleri konusunda
uyarmakta ve açıkça güvenliği negatif olarak görmek gerektiğini vurgulamaktadır. Bunun
neticesinde ise güvenlikleştirmenin geri alınması ve konuların tehdit-savunma zincirinden
çıkarılıp normal demokratik siyasi sisteme çekilmesi tercih edilmelidir (desecuritization)
(Buzan, Wæver ve de Wilde, 1998: 29).
İnsani Güvenlik (Human Security)
1990 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Kalkınma Programı (UNDP), insanı kalkınma
sürecinin merkezine yerleştiren ilk İnsani Kalkınma Raporunu yayımlamıştır. Bu rapor,
gerçekten de ‘devlet’ odaklı güvenlik anlayışından ‘insan’ odaklı anlayışa geçişi
108
müjdelemiş ve daha çok ‘insan’ odaklı bir düşüncenin4 başlangıcı anlamını taşımıştır. O
zamandan bu yana BM Kalkınma Programı, her yıl insan ömür, bilgi ve eğitim düzeyi,
yaşam standartlarıyla ilgili verilere dayandırılan İnsani Kalkınma Endeksini de içeren
İnsani Kalkınma Raporlarını yayımlamaktadır. Bu raporlar kalkınmanın insana
dayandırılmasının gerekliliğini vurgulamakta, salt ekonomik büyümenin yeterli
olmayacağının, sağlık, eğitim ve siyasi özgürlüğün de geliştirilmesi gerektiğinin altını
çizmektedir.
BM Kalkınma Programı 1994 yılı İnsani Kalkınma Raporu,5 yeni düşünceler başlatacak
olan yeni bir kavramı ortaya koymuştur. Raporda düşünce değişimine olan gerekliliğin altı
çizilerek ‘nükleer güvenlikten insani güvenliğe’ doğru bir gidişattan söz edilmiştir.
Güvenliğin şimdiye kadar olduğu gibi sadece ulusal güvenlik olarak görülmemesi
gerektiğinin, insani güvenliğe de dikkat edilmesinin önem taşıdığının vurgulandığı
raporda, açlık, hastalık ve baskı gibi tehlikelerden korunmanın insani güvenlik olduğu
belirtilmiştir.6 İnsani güvenliğin en temel iki unsuru, ‘korkudan özgür olmak’ (freedom
from fear) yani korunma (protection) ve ‘ihtiyaçtan özgür olmak’ (freedom from want)
yani güçlendirme (empowerment) olarak ifade edilmiştir.7 Bu iki temel unsurla birlikte
hayatta kalma ve temel ihtiyaçların giderilmesinin yanı sıra siyasi ve toplumsal katılım ve
insan onuru ilkelerinin hepsi garanti altına alınmıştır.
İnsani Güvenlik ve Göç
Güvenlik kavramının İnsani Kalkınma Raporları’nda yeniden tanımlanması çerçevesinde
çevre felaketleri, uluslararası terörizm, uyuşturucu kaçakçılığı, mülteci akınları, kontrolsüz
nüfus artışı, salgın hastalıklar gibi konular güvenliğe yönelik tehdit kapsamına alınmıştır.8
‘Mülteci akınları’ ifadesi altında göç olgusunun insani güvenlik tehdidi olarak kategorize
edilmesi en hafif ifadeyle rahatsızlık vericidir. Göç bağlamında tehdit altında olanlar bizzat
mültecilerdir çünkü onlar savaş, açlık, ölüm tehlikesi gibi varlıklarını tehdit eden
durumlardan kaçmak zorundadırlar. Oysa bu ‘insan odaklı’ bakışta göç etmek zorunda
kalanlar bizzat gitmek zorunda kaldıkları devletler bağlamında tehdit olarak
görülmektedirler. Bu ise Maggie Ibrahim’e göre ‘insan odaklı bakışın paradoksu’dur
4 http://hdr.undp.or/aboutus
5 http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1994 ve özellikle Chapter 2: New dimensions of human security,
http://hdr.undp.org/en/media/hdr_1994_en_chap2.pdf 6 http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1994, s. 23.
7 http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1994, s. 24.
8 http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr2002/
109
(Ibrahim, 2005: 169). Bu yeni paradigma, tehdit altında olan göçmenlerin nasıl korunacağı
ve destekleneceğini düşünmemekle kalmamakta, aynı zamanda göçmenlerin
incinebilirliğini azaltacağı yerde bizzat artırmaktadır. Zira burada karşımıza ‘kimin
güvenliği?’ sorusu çıkmaktadır: Vatandaşlarınki mi yoksa göçmenlerinki mi? Yanıt
bekleyen etik dışı bir sorudur bu. Bu soru, bu söylem, yeni ırkçı korkuları da beraberinde
getirmektedir. Bu tehdit inşasının, bu meşrulaştırmanın bizzat hem söylemlerinde hem de
resmi belgelerinde insan haklarını vurgulayan Birleşmiş Milletler tarafından
gerçekleştiriliyor olması ise, göçmenlerin tehdit olarak sunulmaları ve vatandaşların
güvenliğinin daha üstün görülmelerinin kabul edilebilirliğini daha yaygın kılabilmektedir.
Artık sadece aşırı sağ siyasi partiler göçe son verilmesini talep etmemekte, bu yeni
güvenlik söylemi liberal akademisyenler ve radikal sağda yer almayan partiler ve
hükümetler tarafından da kabul edilmekte ve uygulanmaktadır.
Maggie Ibrahim’e göre güvenlik anlayışının değişmesinde bir diğer etken, Soğuk Savaş
sonrası dönemde güvenlik çalışan akademisyenlerin konumlarını korumak ve sürdürmek
amacıyla Soğuk Savaş dönemi düşmanının yerine yeni düşmanlar bulmalarıdır. Güvenlik
çalışanlar bu bağlamda su ve gıda kıtlığı, toprak erozyonu, küresel ısınma ve göç gibi
‘yumuşak güvenlik’ (soft security) konularına odaklanmışlardır (Ibrahim, 2005: 169).
Avrupa’da Göç
Göç Çağı
Dünya çapında tahminen iki yüz milyonu aşkın göçmen bulunmaktadır. Göçmenlerin çoğu
ülkelerini; savaşlar, siyasi baskılar, etnik çatışmalar, doğal afetler ya da aşırı yoksulluk
nedeniyle istemeyerek terk etmek zorunda kalmıştır. Hepsi de yeni bir ev, yeni bir vatan ve
daha iyi bir yaşam umudu taşımıştır. Bundan dolayıdır ki 20. yüzyıl Göç Çağı (Castles ve
Miller: 2009) olarak da adlandırılmaktadır. Uzun yıllar boyunca göç, kapitalist modelde
üretimin ve kalkınmanın faydalı bir aracı olarak kabul ve hatta teşvik edilmiştir (Ibrahim,
2005: 167).
Göç algısının değişime uğraması ve göçün güvenlikleştirilmesi sonucunda Göç Çağı, ‘Sınır
Kontrolleri Çağı’na (Zolberg, 2006) dönüşmüştür. Bu dönüşüm, aynı zamanda göçün
tasarımını da değiştirmiştir: Göçe uzun bir zaman ‘ekonomi’ politikasının bir parçası
olarak bakılırken ve bu kapsamda göç ekonomikleştirilirken, göçün ‘güvenlik’ çatısı
altında şekillendirilmesiyle birlikte göçe bakış değişime uğramış, göç olgusu farklı olana
yönelik korku yaratmaya dayalı güvenlik sorunu (güvenlikleştirme) olarak inşa edilmiştir.
110
Göç olgusu için Avrupa’da iki tür söylem söz konusudur: Ekonomikleştirme ve
güvenlikleştirme. Her iki söylemin aynı zamanda var olduğu dönemler de bulunabilmekle
birlikte, çoğu zaman sadece bir tür söylem baskın olabilmektedir, zira yalnızca bir tür
söylem ağırlıklı olarak inşa edilmektedir. Bu tip bir söylem hegemon (baskın) söylem
olarak ifade edilmektedir (Buonfino, 2004: 24). Göç olgusunda Avrupa’daki hükümetlerin
tercih ve inşa ettikleri hegemon söylem şüphesiz ki güvenlikleştirmeye dayalıdır.
Göçün Ekonomikleştirilmesi
19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa sürekli göç veren bir bölge
olmuştur. 1930 yılına kadar elli milyondan fazla Avrupalı, özellikle Amerika Birleşik
Devletleri’ne göç etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle ve Batı Avrupa’da görülen
uzun süreli iyileşme ve kalkınmayla birlikte bazı Avrupa ülkeleri ulus aşırı göçün hedef
bölgesi haline gelmiştir. Ekonomik refah artışı ve kitle üretimine dayalı hızlı fabrikalaşma
ucuz işgücü ihtiyacı yaratmıştır. İş gücü göçü Federal Almanya, Fransa, İngiltere, İsveç ve
Hollanda gibi Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri ile Türkiye, İtalya, İspanya ve Yunanistan
gibi Güney Avrupa ülkeleri arasında imzalan çeşitli ikili anlaşmalar aracıyla sağlanmıştır.
O dönemde göçmenler gerekli, faydalı ve kıymetli olarak görülmekteydiler (Maerker,
2001: 4). Bu süre boyunca göç; istenen, arzu edilen ve ekonomikleştirilen bir olgu
olmuştur. Göçmenlere yönelik başta Almanya olmak üzere kullanılan ‘misafir işçi’
(Gastarbeiter) ifadesi, göçmenlerin belli bir süre çalıştıktan sonra evlerine geri dönecek
‘misafirler’ olarak algılandıklarının en somut ifadesi olmuştur. Max Frisch’in 1973 yılında
tüm içtenliğiyle ifade ettiği, “Biz işçi çağırdık, insanlar geldi!” (“Wir riefen Arbeitskraefte,
aber es kamen Menschen.”) sözü, göç alan Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinin bu olguya ne
denli hazırlıksız olduklarının somut bir itirafı niteliğindeydi.
Avrupa’da Göçün Sınırlandırılması
Yirmi yılı aşkın bir süre boyunca göçmenleri kollarını açarak kabul eden birçok Avrupa
ülkesi, petrol krizinin ardından yaşanan ekonomik daralmanın ve gerilemenin ve işsizlik
sayısındaki artışların sonrasında 1973 yılı itibarıyla iş gücü göçünü resmi sınırlar koyarak
durdurma kararı almıştır. Almanya’nın öncülüğünde ve diğer birçok Avrupalı ülkenin
yakın takibiyle ikili anlaşmalar durdurulmuştur. Akabinde Avrupa’da ‘sıfır göç
politikası’na geçiş gerçekleşmiştir, zira Kuzey Avrupalı devletler yeni göç almaksızın
başarılı olabileceklerine inanmışlardır (Maerker, 2001: 4-5).
111
Bu tarihten sonra göç etmek durumunda olan insanlar için kapılar olabildiğince
kapanmıştır. Göç için kalan olanaklar ise sınırlıydı. Bu yollardan en önemlisi ve en
yaygını, hiç şüphesiz, daha önce göç etmiş ve Avrupa’da yaşayan üçüncü ülke vatandaşı
olan göçmenlerin eşlerini ve 16 yaş altı çocuklarını yanlarına alabilmelerini, dolayısıyla
göç edilen ülkeye bu kişilerin de gelebilmelerine olanak tanıyan aile birleşmesi’dir
(Angenendt, 1999: 20).
Göç için bir diğer ‘kapı’, çeşitli meslekler için 2000 yılının ortalarından itibaren tanınan
‘istisnai izinler’ olmuştur. Tarım, inşaat, restoran, temizlik, hasta bakıcılığı gibi sektörlerde
duyulan iş gücü ihtiyacına yanıt verme çabası, de facto olarak iş gücü göçünün
durdurulmasına son vermiştir (Zeiler, 2006). Örneğin Almanya’da 2000 yılından bu yana
çok sayıda çok yetenekli, bilgili göçmen bilgisayar uzmanları ‘yeşil kart politikası’
kapsamında çalıştırılmıştır.
Göç için son ‘yol’, mülteciler ve iltica talebinde bulunanların insani nedenler ve
uluslararası hukuka uygunluk çerçevesinde göçmen olmalarıdır. Mültecilerin Statüsüne
İlişkin 1951 tarihli Sözleşmeye göre mülteci, “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba
mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku
taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya
dönmek istemeyen kişi”dir.9 Mültecilerin kabulü insani nedenlere dayandırılıyor olsa da,
çoğu Avrupa ülkesinde bu konu siyasi çevrelerde ve toplumun geniş kesimlerinde tartışma
yaratmıştır. Ayrıca, iltica konusu-belirtilen Sözleşmeye göre bir hak olmasına karşın-
AB’ye yönelik ekonomik göç olarak da sunulmaya başlanmıştır, yani sanki hayatı tehlike
altında olan insanlar salt zenginleşmek için zengin Avrupa ülkelerine iltica talebinde
bulunuyorlarmış gibi bir suçlama yapılmıştır. Dolayısıyla, aslında bir hak olan iltica, AB
içinde yasadışı göç ile özdeş dahi gösterilebilmiştir. Bu bakış açısının tehlikesi ise
ortadadır.
Göç Olgusunun ‘Avrupalılaştırılması’
Günümüz küresel koşullarında Avrupa ulus devletlerinin göç hareketlerini ve akımlarını
ulusal düzeyde tek başlarına çözümleyebilme yetenekleri sınırlıdır. Artan hareketlilik,
sınırsız teknoloji, küresel bilgi ağları ve siyasi, ekonomik, bilimsel ve toplumsal bağlılık ve
karşılıklı bağımlılık sonucu ulusal düzeyde göç akımları konusunda karar verebilme ve etki
yaratabilme yetkinliği ciddi anlamda azalmıştır. Ulusal çözümler artan şekilde
9 Mülteci Kimdir? http://www.unhcr.org.tr/MEP/index.aspx?pageKey=MulteciKimdir
112
olanaksızlaşırken, ulus devletlerin göç olgusunu düzenleme yetenekleri artık yeterli
olmadığına göre daha derin uluslararası işbirliği-dolayısıyla konunun Avrupa Birliği (AB)
düzeyinde işlenmesi ve çözümlenmesi (Avrupalılaşma-Europeanization)-gerekliliği
görülmüştür (Maerker, 2001: 7).
Göç konusunun Avrupalılaşmasında bir diğer etken ise AB içindeki gelişmeler olmuştur.
‘Tek Pazar’ın oluşturulması ve iç sınırların Schengen Anlaşmaları çerçevesinde
kaldırılması sonucu göçle ilgili sorulara Avrupa düzeyinde yanıtların verilmesi gerekli
olmuştur. Fakat AB üyesi devletlerin birçoğu, göç alanında Brüksel’e karar verme yetkisini
tanıma konusunda isteksiz davranmıştır çünkü sınır kontrolü ve göç denetimi, devletlerin
ulusal egemenliklerinin başlıca gösterge alanları olarak görülmektedir (Vivar Mompel,
2006). Bundan dolayı, ulusal egoizmlerin ötesine geçip yapıcı ve anlamlı bir AB göç
politikasının oluşturulmasının önündeki en büyük engel AB üyelerinin egemenlikleri
konusundaki ısrarları olmuştur.
Göç meselesinin Avrupalılaşması süreci incelendiğinde, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun
(AET) kuruluşundan 1986 yılına kadarki dönemde üye devletlerin ulusal güvenlik ve
denetimin bir parçası olarak kabul edilen ulusal göç politikalarına en düşük düzeyde
müdahil olduğu görülmektedir (Ette ve Faist, 4). Hatta Avrupa Komisyonu’nun göç
konusunda Avrupa düzeyinde daha derin işbirliği konusundaki çabaları da üye devletler
tarafından reddedilmekteydi. Bu dönemde üye devletler göç ve iltica konularında kendi
aralarında ad hoc, resmi olmayan işbirliği yapmaktaydılar (Statham ve Gray, 2005: 15).
Avrupa Topluluğu (AT) çerçevesi dışındaki üye devletler göç alanında kendi başlarına iş
birliği yapma kararı almışlardı. Bu hükümetler arası iş birliği şekli, gelecekteki göç
politikalarının Avrupalılaştırılmasını da beraberinde getirecekti. 1970’li yıllarda iç
güvenlik konusunda bir araya getirilen ve iş birliği yapan Trevi Grubu bu konudaki ilk
önemli adımı teşkil etmektedir. Daha da önemli olan adım, 1985 (ve sonrasında 1990)
yılında imzalanan Schengen Anlaşmasıyla atılmıştır. İlk aşamada Fransa, Almanya,
Belçika, Lüksemburg ve Hollanda tarafından imzalanan, daha sonra birçok devletin daha
(AB’ye üye olan ve hatta olmayan devletlerin) dâhil olduğu Schengen Anlaşması ile
birlikte bu devletlerin iç sınırlarının ve sınır kontrollerinin karşılıklı olarak ve tamamıyla
kaldırılması ve içeride (AT içinde) güvenliği artırmak için ek ‘telafi’ (compensating)
önlemlerin genişletilmesi konusunda ilerleme kaydetmişlerdir (Ette ve Faist, 4). Yani
anlaşmanın amacı, ‘Schengen alanında’ dış sınırları ve sınır kontrollerini kaldırıp serbest
dolaşımı sağlamaktır. Ancak, artık bu bölgelerde dış sınırlar bu ülkelerin ortak dış sınırları
113
olarak görülmüş ve bunun içindir ki dış sınırlar güçlendirilmiş ve denetimler
sıkılaştırılmıştır. Bu kapsamda terörizm ve yasa dışı göçe karşı tedbirler de alınmıştır, zira
bunlar AT tarafından eşdeğer konular olarak değerlendirilmiştir.
Tek Avrupa Senedi
1986 yılında Tek Avrupa Senedi’nin imzalanmasıyla birlikte hedef belliydi: 1992 yılına
kadar tek bir Avrupa Pazarının oluşturulması, Tek Pazarın önündeki tüm engellerin
kaldırılması ve malların, hizmetlerin, sermayenin ve kişilerin serbest dolaşımının iç sınırlar
ve engeller olmaksızın tam olarak sağlanması. Serbest dolaşım ise içeride sınır
kontrollerinin kaldırılması olarak tanımlanmıştır. Bu dönemde birçok üye devlet göç
konusunda daha derin işbirliği yapmaya yönelmiştir. 1986 yılında göç konusunda çalışmak
için Ad Hoc Çalışma grubu oluşturulmuştur. Ayrıca, Palma Programı ile birlikte, Tek
Avrupa Senedi’nin gerçekleştirilmesi sonucunda, kişilerin serbest dolaşımının
getirebileceği ‘güvenlik’ sorunlarıyla nasıl ‘mücadele’ edileceği de tartışılmaktaydı. Artık
içeride sınır kontrolleri olmadığına göre, dış sınır kontrolleri genişletilmelidir düşüncesi de
bu dönemde gelişmiştir. Bunun neticesinde iç sınırlar kaldırılmış, ancak dış sınırlar daha da
güçlendirilmiş ve denetim daha da artırılmıştır. AB’nin yıllar sonrasında ‘Kale Avrupa’sı’
suçlamasıyla baş etmek durumunda kalması ama bunu da yapamamasının altında bu
temeller yatmaktadır. Açıkçası, Avrupa iç güvenlik sistemi sayesinde AB’nin ‘içi’ güvenli,
‘dışı’ ise güvensizdir anlayışı hâkim olmuştur (Ette ve Faist, 4).
1990 yılında uzlaşı sağlanan Dublin Konvansiyonu ile birlikte göç ve iltica konuları ilk kez
Avrupa düzeyinde işlenmiştir. Bu anlaşma, Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte artan iltica ve
mülteci başvuru sayılarını azaltma çabasının ürünüdür (Maerker, 2001: 8).
Dublin
Konvansiyonu ile birlikte, iltica talebinde bulunan kişi, bu talebini sadece bir AT/AB üye
devletinde yapabilir, burada kabul alamadıysa geri gönderilir. Oysa eskiden bir yerde
reddedilse de yeniden başka bir üye devlette başvuruda bulunup kabul edilme ihtimalini
yükseltmekteydi. Kısaca, farklı AT/AB devletlerine iltica talebi başvurularının
yapılmasının önü böylece kesilebilecekti. Bu bağlamda; EURODAC10
(European
Dactyloscopy-Avrupa Biyometrik Tanıma Sistemi) veri tabanının geliştirilmesi, vize
politikalarının Topluluk/Birlik düzeyinde koordine edilmesi, geri kabul anlaşmalarının
artırılması ve kolaylaştırılması sonucunda sınırlayıcı (restrictive), caydırıcı ve kontrol
odaklı göç politikaları gelişmiştir.
10
http://europa.eu/legislation_summaries/justice_freedom_security/free_movement_of_persons_asylum
_immigration/l33081_en.htm
114
Maastricht Antlaşması
1991 yılında kararlaştırılan ve 1993 yılında yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile
birlikte Avrupa Topluluğu Avrupa Birliği’ne dönüştürülmüştür. Maastricht Antlaşması
ayrıca üç sütunlu (three pillar) Avrupa Birliği’ni de oluşturmuştur. Birinci sütun, AB
düzeyini teşkil etmekte, burada konular Avrupalılaşma sürecinden geçmekte, AB
düzeyinin kararlarına ve denetimine tabi olmakta ve ulus üstü (supranational) düzeyde
kararlar alınmaktaydı. İkinci sütun, AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nı, üçüncü
sütun ise Adalet ve İç İşlerini içermekteydi. Her iki sütunda da hükümetler arası düzeyde
karar alınmaktaydı. Üçüncü sütunda işlenen adalet ve iç işleri konularında Maastricht
Antlaşması AB’ye iltica, göç ve dış sınır konularında yetkiler tanımaktaydı. Ayrıca
uyuşturucu, uluslararası suç, medeni ve cezai konularda iş birliği, gümrüklerde iş birliği ve
polis iş birliği konularında da yetkiler geliştirilmiştir. Böylece resmî olarak tüm bu
konularda hükümetler arası işbirliği başlatılabilmiştir (Ette ve Faist, 4). Bununla birlikte,
AB’nin hukuki ve kurumsal çerçevesi içinde ilk defa göç politikaları yer almış ve işleme
konmuştur. Ancak, sadece birinci sütunun ulus üstü karar yetkisi vermiş olmasından ötürü,
Maastricht Antlaşması sonrasında da göç politikaları hükümetler arası işbirliği düzeyinde
sınırlı kalmış, ulus üstü düzeye taşınamamıştır (Maerker, 2001: 8-9).
Amsterdam Antlaşması
Maastricht Antlaşması’nın getirmiş olduğu üç sütunlu yapı ile ilgili, özellikle de Adalet ve
İçişleri sütunu ile ilgili olarak hükümetler arası düzeyde bu konuların işlenmesinin artan
biçimde zorlaşması ve hatta imkânsızlaşması sonucunda, 1997 yılında imzalanan ve 1999
yılında yürürlüğe giren Amsterdam Antlaşması ile birlikte göç, iltica ve mülteciler
politikaları gibi konular üçüncü sütundan, yani ‘Adalet ve İçişleri’ sütunundan birinci
sütuna, yani AB sütununa aktarılmış ve ulus üstü düzeye alınmıştır.
Amsterdam Antlaşması ile birlikte Avrupa Birliği’nin bir ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet
Alanı’ (Area of Freedom, Security and Justice) oluşturma çabasının, güvenlik
düşüncelerini ve çalışmalarını temelden sarsan onbir Eylül terör saldırılarından çok önce
gerçekleşmiş olması da kayda değer bir durumdur. Gerçekten de Amsterdam
Antlaşması’nda ‘özgürlük’ ve ‘güvenlik’, ‘adalet’ ile birlikte yan yana durabilirken ve
hatta birbirini adeta güçlendirirken, onbir Eylül saldırıları sonrasında ABD’de ise
‘özgürlük’, ‘güvenliği’ artırma nedeni ya da bahanesiyle azaltılmış, adeta bir güvenlik
çemberi örülmüştür. Oysa ‘güvenlik’, ‘özgürlük’ kısıtlanmış ya da tamamıyla yoksa bir
anlam ifade eder mi, edebilir mi? diye sormak gerekmektedir.
115
Amsterdam Antlaşmasıyla AB içinde pek çok konunun artan bir şekilde ‘birlikleştirilmesi’
(communitarisation), yani hükümetler arası olmaktan çıkarılıp ulus üstü düzeye çekilmesi
ve Birlik düzeyinde kararlaştırılması süreci başlamıştır. Üçüncü sütunun birinci sütuna
çekilip bundan böyle artık Birlik düzeyinde ulus üstü kararların alınacak olması bunun en
önemli göstergesidir. Amsterdam Antlaşması bunun yanı sıra aslında birkaç Avrupalı
devletin kendi aralarında imzaladıkları ve başlattıkları Schengen Anlaşmasını da içine
dâhil ederek Topluluk müktesebatının ayrılmaz parçası haline getirmiştir (Ette ve Faist, 5).
Bunun yanı sıra Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Adalet Divanı gibi
ulus üstü kurumlara göç ve iltica politikalarında yetkilerin tanınması da uzun vadeli ve
gerçek biçimde göç politikalarının Avrupalılaşmasını ve bu politikaların ulus üstü düzeyde
sürdürülmesi niyetini göstermektedir.
Amsterdam Antlaşması’nın koyduğu hedef doğrultusunda beş yıl içinde, 2004 yılına kadar
iltica yasası, göç ve mülteci politikaları AB düzeyinde işlenecekti ve iç sınır kontrolleri
tamamıyla sonlandırılacaktı. Dış sınır kontrolü için ise ortak standartlar belirlenecekti, yani
kısacası göç artık AB düzeyinde işlenecekti (Maerker, 2001: 9).
Tampere Programı
Göç politikalarının Avrupalılaştırılması yönünde bir diğer aşama, Ekim 1999’da
gerçekleştirilen ve Mayıs 2004’e kadar ortak AB göç politikasını oluşturmak amacıyla beş
yıllık bir program kararı alınan Tampere AB Zirvesi olmuştur. Tampere Programı bir
Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanının (Area of Freedom, Security and Justice)11
oluşturulmasını AB’nin geleceği açısından yaşamsal önemde görmektedir. Ayrıca,
uluslararası insan haklarına ve mültecilerin korunma haklarına vurgu yapmaktadır. AB,
Tampere ile ilk kez Birlik düzeyinde iltica ve göç konusunda bağlayıcı anlaşmalar
yapabilmiştir. Buna karşın, üye devletler ulusal düzeyde sistemlerini bu yönde
değiştirmeye yanaşmamıştır (Statham ve Gray, 2005: 15). Tüm bunların sonucunda 2004
yılına kadar ulusal iltica politikalarının uyumlaştırılması konusunda çok küçük adımlar
atılabilmiştir. Ayrıca, uygulanan politikalar dış sınır denetiminin güçlendirilmesi ve
mültecilerin ve iltica talebinde bulunanların gözetiminin teknik açıdan geliştirilmesi ile
sınırlı kalmış, mültecilerin korunması konusunda en düşük düzeydeki standartlara ancak
erişebilmiştir.
Lahey Programı
11
http://ec.europa.eu/councils/bx20040617/tampere_09_2002_en.pdf
116
Kasım 2004’de Lahey AB Zirvesinde AB, beş yıllık Lahey Programı’nı12
kabul etmiştir.
Bu Program sonucunda ortak iltica politikası, uyumlaştırma ve iş birliği yönündeki
hedeflerin çok azı gerçekleşebilmiştir. Ulaşılan standartların düzeyi ise Cenevre Mülteciler
Konvansiyonu ve diğer uluslararası ve Avrupa insan hakları yükümlülüklerinin çok altında
olmuştur. Lahey Programı’nın bir diğer sorunlu yönü ise “özgürlük” ve “güvenlik”
konularını denge gerektiren tezatlar olarak sunması ve ağırlığını kesinlikle güvenlikten
yana koymasıdır. Bu programla gerçek bir ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı’
oluşturmanın çok da mümkün olamayacağı açıkça ortadadır (Statham ve Gray, 2005: 15).
AB düzeyinde göç politikası, esasında; uyumlaştırma, sınır kontrollerinin güçlendirilmesi,
ulusal güvenlik koordinasyonunun teşvik edilmesi ve göçmen haklarının mümkün olan en
düşük düzeyde tutulması için bir araç olarak kullanılmıştır. Göç politikalarının
Avrupalılaştırılması, şüphesiz ki daha da fazla kısıtlayıcı önlemlerin alınmasını beraberinde
getirmiştir (Statham ve Gray, 2005: 16).
Göçün Güvenlikleştirilmesi
Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte güvenlik anlayışı genişletilmiş, artık sadece devlet ya da
devletler arası güvenlik değil, ‘yumuşak güvenlik’ (soft security) konuları da güvenlik
anlayışına dâhil edilmiştir. Bu yeni ortamda büyük jeopolitik değişimler yaşanırken,
güvenlik kavramı ve güvenliğin anlamı da değişime uğramıştır. Güvenlik artık sadece
devletler arası ilişkilerle sınırlı bir mesele olmaktan çıkmıştır. Eskiden güvenlik sorunu
olarak görülmeyen birçok konu artık güvenlik tehditleri olarak görülmüştür. Bu ‘yeni’
güvenlik ‘tehditleri’ne kimlik, etnik çatışma, su ve gıda kıtlığı, toprak erozyonu, küresel
ısınma ve göç de dâhil edilmiştir (Ibrahim, 2005: 169).
Claudia Aradau, Soğuk Savaş’ın bitimiyle ‘düşman’ olgusunun yitirildiğini belirterek,
Avrupa’da göçmenlerin, mültecilerin ve iltica talebinde bulunan kişilerin birden nasıl da
yaşamsal tehditler olarak inşa edildiklerini çarpıcı bir dille ifade etmektedir. ‘Dışarıdaki
düşman’ (the enemy outside), düzeni ve huzuru bozan ‘içerideki düşmana’ (the enemy
inside) dönüşmekte/dönüştürülmektedir (Aradau, 2001: 2). Şüphesizdir ki, bu yeni düşman
olgusu bir siyasi karar ve toplumsal ve siyasi inşa (construction) süreci ile oluşmaktadır.
Mülteciler konusu isteğe bağlı olarak insani bir mesele olarak sunulabilir ve şefkat,
merhamet, insanlık gibi duygular geliştirilebilir. Cenevre Mülteciler Konvansiyonu
12
European Council. The Hague Programme: Strengthening Freedom, Security and Justice in the European
Union. 2005/C53/01. OJ C53/1, 3.3.2005.
http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cms_data/docs/pressdata/en/ec/82534.pdf
117
bağlamında iltica bir insan hakkı olarak kabul edilebilir ya da bir güvenlik tehdidi olarak,
dolayısıyla dışlama, tehlike ve sınırlamayı da beraberinde getirerek inşa edilebilir. Jef
Huysmans, o yüzden dışarıdan gelenlerin nasıl tanımlandıklarının ve nasıl sunulduklarının
önemini vurgulamaktadır: “Onlar, toplumu uzun vadede güçlendirebilecek pozitif değerler
olarak mı tanımlanmaktadırlar, yoksa oluşmuş refahtan pay kapmaya çalışan ‘sahtekârlar’
olarak mı? (Huysmans, 2006: 2).
Siyasi söylem bağlamında göç kamu düzenine, kültürel kimliğe ve devlet içi istikrara
yönelik tehlike olarak sunulmaktadır (Huysmans, 2000: 752). Göç ve güvenlik arasında
oluşturulan bu bağa göç-güvenlik-bağlantısı (migration-security nexus) adı verilmektedir
(Huysmans, 2006: 15).
Soğuk Savaş sonrasında yaşanan büyük değişimler ve istikrarsızlıklar tüm dünyada yeni
kitlesel göçlere neden olmaktadır. Bu mülteci akınları siyasetçilerin ilgilerini, insani
nedenlerden ziyade kitlesel göçlerin yaratacağı varsayılan ulusal istikrarsızlık ve
uluslararası güvensizlik bağlamında çekmektedir (Huysmans, 2006: 15).
Göç konusunda korku söylemi, sadece aşırı sağcı partiler ve sözcüleri tarafından değil,
bazen bizzat BM yetkilileri tarafından da dile getirilmektedir. Örneğin, BM Mülteciler
Yüksek Komiserliği uzmanı Jonas Widgen, 1 Ekim 1991 tarihinde, göç baskılarının
Güney’de ve Kuzey’de daha önceden görülmemiş siyasi, toplumsal, sosyal ve ekonomik
sorunlar yaratacağını ve denetimsiz kitle göç hareketlerinin toplumsal bağ, uluslararası
dayanışma ve barışı tehdit edebileceğini belirt(ebil)miştir.13
Maggie Ibrahim, göçün güvenlikleştirilmesini ‘yeni ırkçılık’ (new racism) olarak
nitelendirmektedir. ‘Eski’ türdeki ırkçılık biyolojik farklılıklara ve sözde ‘üstünlüğe’
dayandırılırken, ‘yenisi’ kültürel farklılıklara atfedilmektedir. Bu bağlamda kültürel
farklılıklar dışlama amacıyla (kötüye) kullanılmaktadır. Bu düşünce iki temel üzerine inşa
edilmektedir: Ortak değerler fikri ve ‘öteki’nden korkmak. Kültürel çoğulculuk bu görüşte
önlenemez biçimde etnisiteler arası çatışmayı ve dolayısıyla istikrarsızlık ve devlet
birliğinin yıkılmasını getirecektir. Bu bağlamda devletin birliğini (sanki toplumlar
tamamıyla tek tip ve tekdüzeymiş gibi) sözde korumak amacıyla göçmenin devlete
13
“Migratory pressures will pose unprecedented political, social and economic problems for governments in
both South and North. (…) Uncontrolled mass migration (...) could threaten social cohesion, international
solidarity, and peace.” Jonas Widgen (1990). International Migration and Regional Stability, International
Affairs. C. 66, No. 4. October 1990, s. 749.
118
getirdiği ‘tehlikeyi’ gidermek için göçmenler ‘güvenlikleştirilmektedir’ (Ibrahim, 2005:
164-166).
Göçmenlerin güvensizlik ile bağlandırılması Jef Huysmans’a göre halkın belirli
kesimlerini ‘tehlike’ olarak addederek onları dışlayan radikal bir siyasi stratejiyi
içermektedir (Huysmans, 2000: 771). Göçmenlerin toplumsal birliğe yönelik bir tehdit
oluşturdukları söylemi defalarca, farklı farklı kişiler (başta siyasetçiler olmak üzere),
birimler, kurumlar tarafından tekrarlandıkça daha fazla meşruiyet ve kabul görebilmektedir
(Ibrahim, 2005: 183).
Verena Stolcke, ‘kültürel köktenciliğin’ (cultural fundamentalism) tehlikeleri konusunda
bizleri uyarmaktadır. Göçmenler, sadece ve sadece ‘kültürel açıdan farklı’ oldukları için
‘tehdit’ olarak sunulmakta ve ‘ulusal birliğe yönelik tehdit’ oluşturmakla
suçlanmaktadırlar. Göç karşıtı tartışmalar artık ‘ırk’” koruma çabalarından ‘tarihe
dayandırılan homojen ulusal kültürü’ koruma çabalarına dönüştürülmüştür (Fekete, 2006:
8). Başta aşırı sağ olmak üzere-fakat asla sadece onlarla sınırlı kalmayarak, merkez sağ
partiler, kitle iletişim araçları, çeşitli sivil toplum kuruluşları vs.-göçmenlerin farklı
kültürel kökenlerini ‘tehlike’ olarak addederek, göçmenlerin entegrasyonunu ‘siyasi tehdit’
(political threat) olarak değerlendirmekte ve bundan korkmaktadırlar. Ulus devlet, bu
bağlamda aidiyet duygusu, bağ ve ortak tek bir dil, kültür, din, inanç gibi unsurlara
dayandırılmaktadır (Fekete, 2006: 9). Bu görüşün tehlikesine Avrupa ve bizzat Almanya
fazlasıyla aşinadır. Nazi dönemine ait bu söylemin tekrar ifade edilebilmesi, demokratik
liberal değerlerle asla örtüşmemektedir.
Avrupa’nın genelinde aşırı sağın artış göstermesi de bu tehlikeye yönelik önemli bir
işarettir. Avrupa’da artan bir şekilde aşırı sağ partiler seçimlerde yüksek oy oranlarına
erişebilmekte ve hükümeti oluşturan koalisyonların parçası olabilmektedirler. Burada,
politikaları fazlasıyla etkileyebildikleri şüphe gerektirmeyen bir gerçektir. Fakat en az
bunun kadar önemli bir konuya Angus Roxburgh dikkati çekmektedir. Merkez sağ partiler
radikal sağ partilerin seçimlerde gösterdikleri zaferlerden etkilenip onların söylemini
almakta ve daha fazla sağ uçlara kaymaktadırlar. Roxburgh’e göre, merkez sağ partilerin
aşırı sağ fikirlerden etkilenmesi ve popülist söylemi kabul etmesi de en az radikal sağ
partilerin yükselişi kadar tehlikelidir (Roxburgh, 2002: 17).
Onbir Eylül 2001
119
Avrupa Birliği üye devletlerinde göçün güvenlikleştirilmesi söylemi, zamanla daha
kısıtlayıcı ve sınırlayıcı göç yasalarına dönüşmüştür. AB, iltica talebinde bulunanlar için
işleri zorlaştırmak amacıyla çok fazla önlem almış (Gibney, 2005: 3) ve Soğuk Savaşın
bitimiyle başlatmış olduğu göçü güvenlikleştirme ve içe kapanma sürecini zamanla daha
da artırmıştır. Özellikle de onbir Eylül terör saldırıları sonrasında üye devletler göç
yasalarında yaptıkları kısıtlayıcı değişiklikleri güvenlik endişelerini neden göstererek
kolaylıkla meşrulaştırabilmişlerdir. Onbir Eylül’den sonra gerçekleştirilen Madrid ve
Londra saldırıları bu tartışmaları daha da alevlendirerek göç politikalarında daha da büyük
değişimlere neden olmuştur. Bu değişimlerin temel amacı sınır kontrolüdür. Günümüzde
bazı AB üyeleri, dünyanın en katı göçmen yasalarına sahip olan ve ‘yasadışı’ göçe karşı en
fazla kısıtlayıcı önlem alan ülkelerin arasında yer almaktadırlar.14
Oysa unutmamalıyız ki, göç yasaları bir devletin misyonu, duruşu, değer yargılarıyla ilgili
çok merkezi önem taşımaktadır. Göç yasaları çok önemlidir çünkü onlar adeta bir ayna
görevini üstlenirler ve sahiplendikleri değer yargılarını açıkça gösterirler. Dolayısıyla, göç
yasalarıyla ilgili kararlar diğer birçok karardan daha fazla bir sınav niteliği taşımaktadır.
Bir devletin göç yasaları o devletin ve halkının neye inandığını, nelere değer verdiğini, ne
denli ‘insan odaklı’ olduğunu ya da olmadığını ve inandıkları için ne denli çaba sarf
etmeye hazır olduğunu en açık biçimde sergilemektedir (Legomski, 1993: 335).
Göçün güvenlikleştirilmesi için gerçekleşen ‘tehdit üretimi’ sürecinde (process of ‘threat
fabrication’) söylem çok büyük önem taşısa da bu inşa sadece söylemle
gerçekleşmemektedir. Söylem, söylem dışı uygulamalarla da desteklenmektedir.
Göçmenler tüm korkuların merkezi olarak sunulduklarından dolayı, göç ve yasa dışılık da
birbiriyle bağlantılandırılmaktadır. Bunun yanı sıra kimliğe yönelik ‘tehdit’ de suç, terör,
uyuşturucu gibi konularla birleştirilmektedir. Claudia Aradau, ‘göç karşıtı savaşın’ (anti-
migration war), polisin suça karşı mücadelede kullandığı silahlarla, yani artırılan
kontrollerle, denetim, gözetim ve istihbarat toplamayla sürdürüldüğüne dikkati
çekmektedir (Aradau, 2001: 6).
Güvenlikleştirme ile birlikte ‘biz’ ve ‘onlar’ arasında ‘içeridekiler’ ve ‘dışarıdakiler’
şeklinde sınırlar örülmektedir. Daha da kötüsü; dayanışma, etik değerler ve kaygılar ya da
insan hakları gibi konular ‘güvenlik’ konusunun yanında önemsizleşmekte, böylece yeni
14
Aristide Zolberg (2006). The Age of Border Control, http://www.tidsskriftetpolitik.dk/index.php?id=74
ve International Helsinki Federation for Human Rights Report on Intolerance and Discrimination against
Muslims in the EU. Developments since September 11, March 2005, http://www.ihf-
hr.org/viewbinary/viewdocument.php?doc_id=6237
120
gelen ve gerekli belgelere sahip ol(a)mayan mültecilerin ve göçmenlerin hayatları
tehlikeye atıbilmektedir. Ayrıca, uzun zamandır Avrupa ülkelerinde yaşayan göçmenler de
‘ötekileştirilmektedir’. Özetle, güvenlikleştirme; mültecilerin hayatlarını, insan haklarını,
barışçıl bir arada yaşamayı, özgürlüğü ve adaleti tehlikeye sokmaktadır (Buonfino, 2004:
24). Vakti zamanında Avrupa Birliği’ni ‘Özgürlük, Adalet ve Güvenlik Alanı’na
dönüştürmeyi hayal eden AB, onbir Eylül sonrasında ‘özgürlük’ ve ‘adalet’ten adeta
vazgeçip ‘güvenlik’ konusunu göç politikasının merkezine koymuş ve ‘güvenliğe’
odaklanmıştır.
Avrupa’da Göç-Yeniden Ekonomikleştirme mi?
“Fazlasıyla sahip olduğumuz göçmenlerden ziyade, bizim arzu ettiğimiz göçmenler”. Bu
slogan, zamanın Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy tarafından ifade edilmiş ve kabul
görmüştür. Bu beyan en yeni eğilimi de içermektedir: ‘arzu edilen göçmenler’ (desirable
immigrants). Arzu edilen göçmenler; çok bilgili, çok yetenekli, çok birikimli, kısaca kabul
etmeye değer ve katma değer yaratacak insanlardır (Schmid, 2006). Bu söylem, eski
anlayışın yenileştirilmiş halini, yani göçün yeniden ekonomikleştirilmesi, yani kabiliyetli
göçmenlerin AB nüfusunu ve istihdamını yeniden canlandırabilmeleri, ekonomik
kalkınmayı sağlayabilmeleri ve AB’nin küresel rekabet gücünü artırabilmeleri ümidiyle
kabul edilmelerini teşkil etmektedir (Buonfino, 2004: 37-38).
Avrupa Komisyonu’nun tahminlerine göre AB nüfusu yaşlanma ve düşük doğum oranları
sonucunda 2030 yılında 20 milyon, 2050 yılında ise 65 milyon göçmene ihtiyaç
duyacaktır. Eğitim düzeyi yüksek göçmenlerin % 55’i ABD’ye, sadece % 5’i AB’ye
gitmektedir. Beyin gücünü Avrupa’ya çekebilmek ümidiyle Avrupa Komisyonu’nda
Özgürlük, Güvenlik ve Adalet’ten sorumlu Komiser Franco Frattini 23 Ekim 2007
tarihinde anlamlı bir öneride bulunmuştur: ABD’deki Green Card emsalinden esinlenerek
bir Blue Card önerisi, yani bilgi düzeyi yüksek göçmelere yönelik iki yıllık çalışma izninin
verilmesi. Öneriye göre, göçmenlerin Avrupa ülkelerinde kalışları kesinlikle belirli bir süre
ile sınırlı olmalı ve geri dönmeleri zorunlu hale getirilmelidir. AB üyeleri ne kadar süreli
ve ne kadar sayıda göçmeni kabul edecekleri konusunda egemen devletler olarak kendi
kararlarını verebileceklerdir. Frattini’ye göre bu model herkes için avantajlarla doludur:
Yasal göç teşvik edilirken ‘yasa dışı’ göç azalacak, bu sayede Avrupa ülkeleri ihtiyaç
duydukları nitelikli çalışanlara erişebilecekler ve iş piyasalarını doldurabileceklerdir.
Gönderen devletler ise göçmenlerin evlerine gönderecekleri dövizlerden kazanacak,
121
göçmenlerin Avrupa’da bulundukları sürede öğrendiklerini döndüklerinde uygulamaları
sonucu yine kazançlı çıkacaklardır (Schröder, 2007).
Dünya Bankası verilerine göre dünyadaki 200 milyon göçmen, çalıştıkları devletlere iki
trilyon dolar katkı sağlamaktadır. 2005 yılında göçmenler geldikleri ülkelerine 167 milyar
dolar göndermişlerdir. Kayıtlara geçmeyen yollarla giden meblağlar da dâhil edilirse bu,
gelişmiş ülkelerin yaptıkları kalkınma yardımı ya da doğrudan yatırımdan çok daha fazla
bir miktardır (Schlein, 2007).
Gittikleri ülkelere bu kadar çok fayda sağlamalarına rağmen bir o kadar olumsuz bakışlar
ve davranışlarla mücadele etmek zorunda kalan göçmenlerin geldikleri ülkeler açısından
temel sorunların başında beyin gücü göçü bulunmaktadır. Oldukça zor koşullarda okul,
üniversite ve teknik eğitim alan ve büyük maliyetler sonucu yetişen eğitimli ve birikimli
insanların AB’ye gitmeleri kendi ülkeleri bakımından-en azından belirli bir süre için-bir
kayıptır. Ayrıca, AB tarafından göçmenlerin metalaştırılması, onlara sadece iyi eğitimli, işe
yarayacak, belli bir süre kullanılıp sonrasında gönderilecek adeta nesneler (!) olarak
bakılması, onların aslında ‘insanlar’ olduklarının unutulması da son derece sorunludur.
Faslı uluslararası ekonomi hukuku uzmanı Prof. Dr. Tajeddine El Husseini bu tür önerileri
‘yeni bir sömürge ve ayrımcılık şekli’ olarak değerlendirmekte, Kuzey ülkelerinin beyin
göçü konusundaki ısrarını büyük bir hata, hatta büyük bir “suç” olarak nitelendirmektedir
(Kubosova, EU Observer, 29 Ekim 2007). Bu görüşe katılmamak mümkün değildir.
Güvenlikleştirmeye Devam
Avrupa’da göçmenlerin hâlâ ötekileştirildikleri, dışlandıkları ve tehdit olarak sunuldukları
dikkate alınırsa, AB içinde ekonomikleştirme başlangıç aşamasında varlığını gösterse ve
AB ihtiyaç duyduğu an istediği zaman, istediği kişileri, istediği süreler için göçmen olarak
kabul etse de, genel eğilim göçün hâlâ güvenlikleştirilmesidir.
Buna dair en somut örneklerden biri, AB’nin-her ne kadar sınır güvenliği devletlerin
egemenliği kapsamında değerlendirilse de-sınır güvenliğini sağlamak amacıyla 2005
yılında bir ihtisas ve koordinasyon ajansı olarak oluşturduğu Frontex ile ilgili
gelişmelerdir. 2011 yılının başında Yunanistan, Türkiye’den mültecilerin geçişini
engellemek amacıyla Meriç bölgesinde 13 kilometrelik bir duvar örme kararı almıştır.
Aslında, 2009 ve 2010 yıllarında geçiş yapan insanların sayısında bir artış söz konusu
olmamıştır. Fakat Meriç’ten geçişler beş kat artış göstermiştir. Bunun nedeni, Frontex’in
Ege denizindeki kontrolleri nedeniyle geçişlerin Kuzeye kaymış olmasıdır. Birleşmiş
122
Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Türkiye Sözcüsü Metin Çorabatır, duvar örmenin
asla çözüm olamayacağını belirtmiştir: “Duvar da örseniz korunma ihtiyacı olan insanlar
başka bir yol bulup girebiliyor”. Çorabatır, ayrıca mültecilerin daha iyi yaşam şartları ve
daha özgür sığınma yasalarına sahip olan devletleri tercih ettiğini açıklamıştır. Oysa
Dublin 2 Anlaşmasıyla mültecilerin tüm işlemlerinin AB’ye ilk giriş yaptıkları ülkede
yapılması kararlaştırılmıştır. Bu bağlamda, Yunanistan’dan giriş yapmış olan fakat
Almanya’da yakalanan birinin Yunanistan’a geri gönderilmesi uygulaması mülteciler
açısından fayda sağlamamaktadır (“Çorabatır: Duvarla Sınır Korunmaz”, Bianet, 04 Ocak
2011).
Göçün güvenlikleştirilmesinin en acımasız örneklerinden biri Mayıs 2011’de yaşanmıştır.
Olaylar, adının aslında artık ‘Akdeniz’den ‘Ölüler Denizi’ne ya da ‘Cesetler Denizi’ne
dönüştürülmesi gereken denizde gerçekleşmiştir. Libya’da başlayan olaylar ve saldırılar
sonrasında Libya’dan kaçmak zorunda kalan ve Avrupa’ya sığınmaya çalışan 72 Afrikalı
mülteci denizde 16 gün mahsur kalmıştır. İtalyan sahil güvenlik görevlileri, askeri bir
helikopter ve NATO savaş gemisi yardım etmeyince Akdeniz sularında ölüme terk
edilmişlerdir. 72 kişiden 61’i açlık ve susuzluktan hayatını kaybetmiştir. Birleşmiş
Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Sözcüsü Laura Boldrini, “Akdeniz Vahşi Batı
haline gelemez. Denizde mahsur kalan insanları kurtarmayanlar cezasız kalmamalı”
demiş, bir önceki hafta da Avrupa’ya kaçmaya çalışan 600 (!) mülteciyi taşıyan bir
geminin Libya açıklarında battığını ve suda birçok cesedin yüzdüğünü açıklamıştır
(“Ölüme Terk Ettiler”, Milliyet, 10 Mayıs 2011).
Göçün güvenlikleştirilmesinin AB düzeyinde somut değişime neden olmasının örneği de eş
zamanlı yaşanmış, Arap baharının sürdüğü günlerde Avrupa Komisyonu Fransa’nın ve
İtalya’nın baskıları sonucu Kale Avrupa’sını daha da güçlendirme kararı almıştır. AB üyesi
olan ve olmayan 25 devleti ve 400 milyon insanı kapsayan sınırsız, gümrüksüz, kontrolsüz
dolaşım olanağı Schengen Bölgesi (Schengenland) bu kapsamda kurban edilmiştir. Nedeni
ise o dönemde İtalya’ya ulaşan 25 bin mültecidir. İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi onları
doğrudan AB’nin diğer ülkelerine ‘ihraç’ etme kararı almış, Fransa Cumhurbaşkanı
Nicolas Sarkozy ile birlikte Schengen alanında ulusal sınır kontrollerinin tekrar
güçlendirilmesini talep ettikleri bir mektup imzalamıştır. 1990’lı yılların başında
Balkanlarda yaşanan savaşlardan Almanya’ya kaçmak zorunda kalan 400 bin Boşnak ve
ayrıca İsveç’in kabul ettiği 80 bin Iraklı sayısı dikkate alındığında, günümüz İtalya’sına
ulaşan 25 bin mültecinin abartıldığı kadar çok olmadığı açıkça anlaşılacaktır. Tüm bunlara
123
karşın, Fransa ve İtalya’dan gelen yoğun baskılar sonucu Avrupa Komisyonu, üye
devletlere ulusal pasaport kontrollerini dilerlerse tekrar gündeme alma hakkı tanıyarak
Kale Avrupa’sını güçlendirmiş, liberal ‘Schengenland’ ve Cenevre Mülteciler
Konvansiyonu’na ise ciddi bir darbe vurmuştur. Guardian yazarı Ian Traynor, ‘çay
bardağında koparılan bu fırtınayı’ Avrupa’daki zamanın ruhuyla (Zeitgeist) uyumlu
görmektedir. Bu, son otuz yılda sağlanan en güçlü bütünleşme çabalarından biri olan
sınırsız ve kontrolsüz özgür dolaşımın önüne sınır koyarak ulus devletin Brüksel’e karşı
güçlenmesini sağlamaktır.15
Avrupa Birliği’nin entegrasyon sürecine bundan daha büyük
bir zarar verilebilmesi olanaksızdır. 14 Haziran 2011 tarihinde Schengen Antlaşması’nın
26. yılının16
‘kutlanması’ ise ayrı bir trajedidir.
Eleştirel Bakış
Güvenlikleştirme Arttıkça Güvenlik de Artar mı?
Avrupa’da göçün güvenlikleştirilmesi gerçekten de daha güvenli bir Avrupa Birliği ile
sonuçlanmakta mıdır? Gerçekte güvenlikleştirme, toplum için ‘daha fazla’ güvenlik
anlamına gelmemektedir, tam tersi, artan bir ‘güvensizlik’ söz konusudur. Göç olgusunun
durdurulması mümkün olmadığı gibi sınırların denetimi de bir illüzyondan ibarettir.
Dolayısıyla, ‘tehdit’ kendini yeniden üretmektedir. Göçmenler ise adeta kaçışı olmayan
tehditler olarak sunulmaktadır (Aradau, 2001: 4). Hatta bunun da ötesinde, göçü güvenlik
söylemine oturtmak son derece tehlikeli bir davranışı teşkil etmektedir çünkü görünen tek
çözüm ‘daha fazla güvenlik’ isteği, sonucu ise ‘daha fazla güvensizlik’ olmaktadır
(Aradau, 2001: 5). Uluslararası ilişkiler’deki ‘güvenlik ikilemi’ örneğindeki gibi
‘güvenlikleştirme ikilemi’nden bahsetmek dahi mümkün görünmektedir. Hatta sınır
kontrollerinin arttırılması ve yabancılara baskı uygulanması, aslında ‘koruma’dan ziyade
bazı seçmen kesimlerini güvenliği sağlamak için somut önlemler alındığı konusunda ikna
çabası olarak da görülebilmektedir.17
Kimin Güvenliği?
15
Ian Traynor. “Arabic exodus likely to lead to tighter border controls in Europe”. Guardian. 08 May 2011. 16
26th anniversary of Schengen: Statement of the European Commissioner for Home Affairs, Cecilia
Malmström,
http://europa.eu/rapid/pressReleasesAction.do?reference=MEMO/11/401&format=HTML&aged=0&l
anguage=EN&guiLanguage=en 17
Didier Bigo: To Reassure, and Protect, After September 11,
http://www.ssrc.org/sept11/essays/bigo_text_only.htm
124
Matt McDonald’in sorusu çok basit ve anlamlıdır: Güvenliğin böylesine, yani
mültecilerden, iltica talebinde bulunanların oluşturdukları ‘tehdit’ten devleti korumak
yerine mültecilerin, iltica talebinde bulunanların ihtiyaçları ve yaşadıkları tehditler ön
plana çıkarılamaz mı? (McDonald, 2005: 299) ‘Kimin güvenliği’ sorusuna yanıt aranırken,
göçmenlerin, mültecilerin ve iltica talebinde bulunanların güvenliği ve göç alan ülkenin ve
vatandaşlarının güvenliği karşı karşıya getirilmekte, bu durumda göç alan ülkelerin ve
vatandaşlarının güvenliği ağırlık kazanmaktadır.
Kimin güvenliği? Şiddet ve baskıdan kaçmak zorunda kalan mültecinin mi, yoksa sürekli
devam eden mülteci akınları karşısında iş rekabeti, refah devleti, kültürel bağ gibi
endişeleri karşısında Avrupa’daki toplumların güvenliği mi? (Hammerstad, 2000: 399)
Aslında yanıtı basittir: Tehdit altında olanlar göçmenlerdir; savaş, zulüm, şiddet ve açlıktan
kaçmak için sınırları aşmak zorunda kalan. Oysa bizzat göçmenler, mülteciler ve iltica
talebinde bulunanlar ulaştıkları devletlerin halkları ve siyasetçileri tarafından tehdit olarak
gösterilmekte ve/veya sunulmaktadırlar (Ibrahim, 2005: 169).
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2006 yılına ait The State of the World’s
Refugees başlıklı raporunda bunu açıkça eleştirmiştir. Özellikle onbir Eylül olaylarından
sonra devletler açısından gelişen yeni güvenlik kaygıları sonucu iltica uygulamalarının
güvenlikleştirilmesini vurgulamış ve artan biçimde mültecilerin ve iltica talebinde
bulunanların güvensizliğin kurbanları olarak değil, bizzat güvensizlik belirtileri olarak
görülmelerini de kaygıyla ifade etmiştir (Hammerstad, 2000: 399).
Kale Avrupa’sı Avrupa Değerlerine Karşı
AB üyelerinin çoğu, özellikle onbir Eylül 2001 sonrasında göç yasalarını eşgüdümlü olarak
öylesine sıkılaştırmış, öylesine katı hale getirmiştir ki birçok mülteci iltica talebinde dahi
bulunamaz hale gelmiştir. Bunun sonucunda tüm AB ülkelerinde iltica talebinde
bulunanların sayısı azalmıştır. Bu tutumun sadece caydırma amaçlı olduğu ortadadır.
Mültecilerin sorunlarının ve göç etmek zorunda kaldıkları sorunun çözümüne yönelik bir
çaba maalesef söz konusu olmamıştır (Thraenhardt, 1997, 147-148).
Bu tutum ve davranış, Avrupa Birliği’nin normlarıyla çelişmektedir. Bir taraftan ‘insan
hakları’na önem vermek, öte yandan göç konusunda böylesine baskıcı politikalar
uygulamak birbiriyle uyumlu davranışlar olarak değerlendirilemez. Dolayısıyla, AB’nin
liberal imajı ve göçe karşı baskıcı politikaları arasında bir tutarsızlık söz konusudur.
125
AB üye devletleri ve komşularının iltica ve mülteciler konusunda uzlaşıya vardıkları ender
konuların başında ‘güvenlik’ ve ‘denetim’ önlemleri gibi negatif unsurlar gelmektedir.
Açıkça ifade etmek gerekirse, merkezinde sadece göç kontrolünün bulunduğu, fakat göç
olgusunun temel nedenlerine, sebeplerine ve kaynağına inmeyen bir göç politikası
başarısızlığa mahkûmdur. İnsan haklarını korumanın çok uzağında kalan Avrupa hukuku,
iltica talebinde bulunanların korunmasına dair standartları erozyona uğratmaktadır. Bunu;
talepleri hızlandırılmış biçimde işleme koyarak, başvuruları hızlıca ‘temelsiz’ ve
‘istismarcı’ başvurular olarak ilan ederek, başvuruları daha ilk aşamada reddetmenin
yollarını bularak (Statham ve Gray, 2005: 17) ve bir üye devletteki iltica başvurusu
reddedilen bir kişinin diğer üye devletlere başvurma hakkını elinden alarak
gerçekleştirmektedir.
Bu durum ise AB’yi bir ikileme sürüklemektedir: Üye devletlerin insanların hareketliliğini
ve ülke sınırlarına girişlerini sınırlama çabaları serbest pazarlar, açık sınırlar ve insani
değerler ile nasıl örtüşebilir ve bir araya getirilebilir? (Gammeltoft-Hansen, 2006: 1)
Liz Fekete Avrupa’yı bu konuda açıkça eleştirmektedir: Öyle bir çağda yaşıyoruz ki,
zengin, gelişmiş devletler dışarıda gerçekleşen insan hakları ihlallerini açığa çıkarır ve
şikâyet ederken eş zamanlı olarak kendi standartlarını kendi ülkelerinde, özellikle de
uluslararası hukukun verdiği yükümlükler dikkate alınırsa yerine getirmemektedirler
(Fekete, 2005: 64). ‘Mültecilere karşı savaş’ (the war on refugees), işkence, zulüm ve onur
kırıcı davranışı ve cezalandırmayı yasaklayan 1951 Cenevre Konvansiyonuna rağmen
sürdürülmektedir (Fekete, 2005: 65). Rodier de Avrupa’nın göçmenlere karşı savaş ilan
ettiğini belirtmektedir. Son yıllarda göç politikası-ne pahasına olursa olsun-Frontex’in
uygulanması ile sınırlı kalmıştır. Bu prosedürler ise verimsiz, maliyetli, tehlikeli ve
insanlık dışıdır (Vivar Mompel, 2006).
Saplantı Olarak Caydırma
‘Kale Avrupa’sına girişi engelleyerek caydırma politikası izlemek, AB için adeta bir
saplantı haline gelmiştir (Schmid, 2006). Caydırmanın ilk araçları olarak katı vize
politikaları, mültecileri getirenlere yönelik cezalar ve yasal yollarla
gelmeyenlerin/gelemeyenlerin geri gönderilmesi gibi yasal prosedürler teşkil etmektedir.
İkinci aracı ise AB üye devletlerinin sınır kontrolleri bütçelerindeki ciddi artışlardır. Sınır
denetimleri için bir milyar doların üzerinde bir ‘yatırım’ söz konusudur (Gammeltoft-
Hansen, 2006: 1). Pahalı ve ileri teknolojiyle donatılmış cihazlar, gözetleme araçları,
uydular, radarlar, termal kameralı ve hareket sensörlü yer altı keşif kablolu elektronik
126
gözetleme kuleleri, AB’yi göçmenlerden ‘korumak’ amacıyla kullanılan teknolojik
mucizelerden (!) sadece birkaçıdır. Bunların yanı sıra SIS (Schengen Bilgi Sistemi),
EURODAC (Biyometrik Tanıma Sistemi) ve VIS (Vize Bilgi Sistemi) gibi büyük veri
tabanları, iltica talebinde bulunanların, mültecilerin ve göçmenlerin verilerini toplama ve
paylaşma amacıyla geliştirilmiştir. Ayrıca, sınır denetimi personeli sayısında da büyük bir
artış söz konusudur.
Bu durumda, daha çok mülteci gözetimlerden kaçabilmek için daha da tehlikeli yollar
aramaktadır. Alman insan hakları sivil toplum örgütü ProAsyl’ün tahminlerine göre son
birkaç yılda beş bin insan Akdeniz’de boğulmuştur (Leidel, 2004).
AB; Fas, Tunus, Libya ve Mısır gibi Cenevre Mülteciler Konvansiyonu’nu imzalamamış
olan devletlerle Avrupa’yı göçten ‘korumak’ ve ‘istenmeyen’ göçmenleri uzak tutmak
konusunda iş birliği anlaşmaları imzalamıştır. Bu anlaşmalarla AB, dış sınırlarını
güçlendirmekte ve sınır denetim görevini komşu devletlere ve göçün kaynağı ülkelere
devrederek dışsallaştırmaktadır. Örneğin, İtalya’nın isteği üzerine Libya’da göçmenler ve
mülteciler için onları doğrudan Akdeniz’in güney sahillerinde tutabilmek amacıyla
kamplar oluşturulmuştur. İtalya ve Almanya bu ‘kabul kampları’ konusundaki ısrarlarını
sürdürmektedirler. İtalya, ayrıca, helikopter ve gemiler göndererek ve yerel polislere
eğitim vererek Libya’ya sınırını kontrol etmek konusunda uzun yıllar yardım etmiştir
(Schmid, 2006).
İnsan hakları örgütleri ise bu durumdan büyük endişe duymaktadırlar. Nasıl olur da Libya
gibi insan hakları konusunda son derece sorunlu olan bir devlet mülteciler için ‘uygun
mekân’ olarak değerlendirilebilir? (“Human Rights Group Slams EU Asylum Plans”.
Quantara.de - Dialogue with the Islamic World, 01 October 2004)
Göçe Bakış
Günümüz Avrupa Birliği, insanların ortak evinden ziyade Kale Avrupa’sına
benzemektedir. Kale Avrupa’sı çok maliyetlidir, pahalıdır, ticareti kısıtlamaktadır ve daha
da önemlisi özgürlükleri ve insan haklarını sınırlandırmaktadır. Aristide Zolberg, serbest
liberal piyasaya en çok önem ve değer veren ülkelerin başında gelen Avrupalı devletlerin,
konu insanların sınırları aşmasına gelince bizzat en fazla kontrol, denetim ve sınır talep
edenler olmalarının ironik durumunu vurgulamaktadır. Küreselleşme karşısında ulusal ya
da bölgesel sınırlamalar ve kontrol rejimleri oluşturma isteği, özellikle liberal gelenek ve
127
uluslararası insan hakları sistemi de dikkate alındığı takdirde anlamsızlaşmaktadır
(Zolberg, 2006).
Avrupa’nın tarihi göç ve hareketlilik tarihidir. Geçmişte milyonlarca Avrupalı ABD’ye,
Kanada’ya, Yeni Zelanda’ya, Avustralya’ya göç etmiş, günümüzde de binlerce Avrupalı
özellikle iklimi daha ılıman bölgelere göç etmeye devam etmektedir. Bu süregelen ve
devam eden olguya tehdit gözüyle bakmanın anlamsızlığı ortadadır.
Sonuç
Avrupa, birçok Afrika devletindeki yoksulluğun ve göç baskısının oluşumundaki
sorumluluğunu unutmuş gibi görünmektedir. Sömürge geçmişi, günümüzde çok sayıda
devletin yoksulluğunun temel nedenidir. Ayrıca, günümüzün neo-sömürgeciliği de nice
devletin büyümesini, kalkınmasını ve gelişmesini engellemektedir (“Human Rights Group
Slams EU Asylum Plans”. Quantara.de - Dialogue with the Islamic World, 01 October
2004). Avrupa Birliği’nin ısrarla sürdürmekte olduğu Ortak Tarım Politikası, AB
bütçesinin neredeyse yarısına mal olmakla kalmamakta, Afrika pazarlarını perişan etmekte,
onları rekabet etmekten uzak tutmakta ve tarım ürünlerini satmalarını engellemektedir ki
tarım, bu ülkelerin bazılarının rekabet edebilecekleri ender sektörlerden birini
oluşturmaktadır. AB, böylece Afrika’nın kalkınmasının önüne engel koymaktadır. Bunun
yanı sıra Avrupalı balıkçıların Akdeniz’in batı sahillerinde aşırı balık avlamalarından
dolayı Kuzey Afrika’yı yoksulluk, balık ve gıda kıtlığı ve açlıkla karşı karşıya
bırakmaktadır (Zeiler, 2006).
Avrupa Birliği’nin yapması gereken, göçmenlerle ve mültecilerle değil, göçün sebepleriyle
mücadele etmektir. AB ekonomik büyüme ve demokrasiyi desteklemelidir. Bir milyar
dolarlık denetleme ‘yatırımı’ yerine bu paranın çok daha verimli kullanılabileceği yerler
düşünülebilir.
Bunun ötesinde AB göç ile ilgili algıları değiştirmeli ve göçü güvenlikleştirmeden
vazgeçerek yeniden güvenliksizleştirmelidir (desecuritization). Güvenlikleştirme bir inşa
süreci olduğuna göre, güvenliksizleştirme de aynı şekilde inşa edilebilir, tabii AB
istedikten sonra. Bu ise açık bir iltica ve göç politikasının sağlayacağı faydalar
vurgulanarak yapılabilir. Zaten yapılmak zorunda da, çünkü ancak açık bir iltica ve göç
politikası Cenevre Mülteciler Konvansiyonu ile uyumlu olabilir (Zeiler, 2006).
Avrupa Birliği aslında sadece Tampere Zirvesi’ndeki vaadini yerine getirse, göç
bağlamında birçok şey değişebilir ve daha iyiye gidebilir: “Avrupa Birliği göçe yönelik
128
daha kapsayıcı bir yaklaşım sergilemeli, menşe ve geçiş ülkelerin siyasi, insan hakları ve
kalkınma konularına yönelmelidir. Bu ise yoksullukla mücadeleyi, yaşam koşullarının ve
istihdam olanaklarının geliştirilmesini, çatışmaların önlenmesini ve demokratik devletlerin
güçlendirilmesini ve insan haklarına saygının, özellikle de azınlıklar, kadınlar ve çocuklar
bağlamında dikkate alınmasını gerektirmektedir.”18
Bir İnsan Hakkı Olarak Göç
Ulrich Beck, günümüz Avrupa’sında esnekliğin, hareketliliğin ve değişim arzusunun ne
kadar benimsendiğini vurgulamaktadır. Küresel dünyada sermayenin, hizmetlerin,
ürünlerin hareketliliği olağan kabul edilirken, söz konusu kişilerin serbest dolaşımı olunca
bazıları için mümkün olan hareketlilik birçoğu için olanaksız, tehlikeli ve hatta tehditkâr
olarak değerlendirilmektedir. Yani bir insan daha güvenli, daha iyi bir yaşam umuduyla
sınırları geçtiği an suçlu muamelesi görmekte ve göç etme bir suç olarak ifşa edilmektedir
çünkü bu eylem hareketlilik, serbest dolaşım, serbestlik olarak algılanmamakta, tam tersi,
Avrupa’nın sınır sistemini tehdit eden bir unsur olarak güvenlikleştirilmektedir. Oysa
Beck’e göre ulus aşırı göçü ulus içi göç gibi, yani çok olağan bir şey gibi değerlendirmek
gerekir. Beck bunun da ötesine geçerek, göçün belki de bir insan hakkı olduğunu ifade
etmektedir (“Recht auf Migration”. Zeit Online 18/2007).
18
“The European Union needs a comprehensive approach to migration addressing political, human rights and
development issues in countries and regions of origin and transit. This requires combating poverty,
improving living conditions and job opportunities, preventing conflicts and consolidating democratic states
and ensuring respect for human rights, in particular of minorities, women and children.” European Council.
Tampere, October 15-16, 1999, presidency conclusions, itern 11. (Yazarın kendi çevirisidir)
129
KAYNAKÇA
Angenendt, Steffen (1999). Asylum and Migration in the EU Member States: Structures,
Challenges and Policies in Comparative Perspective. (Der.) Steffen Angenendt. Asylum
and Migration in the European Union. Bonn.
Aradau, Claudia (2001). Migration: The Spiral of (In)Security. Rubikon, E-journal. March
2001, http://venus.ci.uw.edu.pl/rubikon/forum/claudia1.htm
Beck, Ulrich. Werner Perger’in gerçekleştirdiği söyleşi (2007): “Recht auf Migration”
(Göç Hakkı), Zeit Online 18/2007, http://images.zeit.de/text/online/2007/18/migration-
beck
Bigo, Didier. To Reassure, and Protect, After September 11,
http://www.ssrc.org/sept11/essays/bigo_text_only.htm
Buonfino, Alessandra (2004). “Between Unity and Plurality: The Politicization and
Securitization of the Discourse of Immigration in Europe”. New Political Science. C. 26,
No. 1.
Buzan, Barry, Ole Wæver ve Jaap de Wilde (1998). Security. A New Framework for
Analysis. Boulder/London: Lynne Rienner.
Castles, Stephen ve Mark J. Miller (2009). The Age of Migration. International Population
Movements in the Modern World. Palgrave Macmillan, 4. Baskı.
“Çorabatır: Duvarla Sınır Korunmaz”. Erhan Üstündağ. Bianet, 04 Ocak 2011,
http://bianet.org/bianet/dunya/126986-corabatir-duvarla-sinir-korunmaz
Ette, Andreas ve Thomas Faist: The Europeanisation of national policies and politics of
Immigration: research, questions and concepts.
http://www.fes.de/aktuell/focus_europa/5/Docs/FES_Tuerkei_Beitrag_Thomas_Faist.pdf
European Council. Presidency Conclusions of the Tampere European Council. 15-16 Ekim
1999. SN 200/99. Brussels WEB
http://ec.europa.eu/councils/bx20040617/tampere_09_2002_en.pdf
European Council. The Hague Programme: Strengthening Freedom, Security and Justice
in the European Union. 2005/C53/01. OJ C53/1, 3.3.2005.
http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cms_data/docs/pressdata/en/ec/82534.pdf
Fekete, Liz (2005). “The Deportation Machine: Europe, Asylum and Human Rights”. Race
& Class. C. 47, No. 1.
Fekete, Liz (2006). “Enlightened Fundamentalism? Immigration, Feminism and the
Right”. Race & Class. C. 48, No. 1.
Gammeltoft-Hansen, Thomas (2006). Filtering Out the Risky Migrant. Migration control,
risk theory and the EU. AMID Working Paper Series. 52/2006.
Gibney, Matthew J. (2005). Beyond the Bounds of Responsibility: Western States and
Measures to Prevent the Arrival of Refugees. Global Migration Perspectives. No. 22.
Geneva: Global Commission on International Migration,
http://www.gcim.org/gmp/Global%20Migration%20Perspectives%20No%2022.pdf
Hammerstad, Anne (2000). Whose Security? UNHCR, Refugee Protection and State
Security After the Cold War. Security Dialogue. C. 31, No. 4.
http://esa.un.org/migration
http://europa.eu/legislation_summaries/justice_freedom_security/free_movement_of_perso
ns_asylum_immigration/l33081_en.htm
http://hdr.undp.or/aboutus
130
http://www.iom.int
http://www.iom.int/jahia/Jahia/about-migration/facts-and-figures/lang/en
Human Development Report (1994). New Dimensions of Human Security.
http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1994 2. Bölüm: New Dimensions of Human
Security, http://hdr.undp.org/en/media/hdr_1994_en_chap2.pdf
Human Development Report (2002). Deepening Democracy in a Fragmented World.
http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr2002/
“Human Rights Group Slams EU Asylum Plans”. Quantara.de - Dialogue with the Islamic
World, 01.10.2004, http://www.qantara.de/webcom/archiv.php/_c-593/start-40/page-
44/i.html?PHPSESSID=5
Huysmans, Jef (2000). “The European Union and the Securitization of Migration”. Journal
of Common Market Studies. C. 38, No. 5.
Huysmans, Jef (2006). The Politics of Insecurity: Fear, Migration and Asylum in the EU.
London and New York: Routledge.
Ibrahim, Maggie (2005). “The Securitization of Migration: A Racial Discourse”.
International Migration. C. 43, No. 5.
International Helsinki Federation for Human Rights Report on Intolerance and
Discrimination against Muslims in the EU. Developments since September 11, March
2005, http://www.ihf-hr.org/viewbinary/viewdocument.php?doc_id=6237
Kubosova, Lucia (2007). African States Fear Brain Drain through EU Blue Card. EU
Observer, 29.10.2007, http://euobserver.com/9/25054/?rk=1
Legomski, S. H. (1993). “Immigration, Equality, and Diversity”. Colombia Journal of
Transnational Law. No. 31.
Leidel, Steffen (2004). Europe’s Invisible Walls. Quantara.de - Dialogue with the Islamic
World. 16.07.2004, http://www.qantara.info/webcom/show_article.php/_c-476/_nr-184/_p-
1/i.html?PHPSESSID=20b1bf37f1bd-fdf5cf093e1ce2eaebc6
Maerker, Alfredo (2001). Zuwanderungspolitik in der Europaeischen Union.
Europaeisierte Lösungen oder Politik des kleinsten gemeinsamen Nenners?. Aus Politik
und Zeitgeschichte. (B 8/2001), http://www.bpb.de/publikationen/0Y0H6N.html .
McDonald, Matt (2005). “Constructing Insecurity: Australian Security Discourse and
Policy Post-2001”. International Relations. C. 19, No. 3.
Mülteci Kimdir? http://www.unhcr.org.tr/MEP/index.aspx?pageKey=MulteciKimdir
“Ölüme Terk Ettiler”. Milliyet, 10 Mayıs 2011, http://dunya.milliyet.com.tr/olume-terk-
ettiler/dunya/dunyadetay/10.05.2011/1388142/default.htm
Roxburgh, Angus (2002). Preachers of Hate: The Rise by Stealth of the Far Right. London.
Schlein, Lisa (2007). World Bank Report: International Migration as Challenge and
Opportunity. Qantara.de-Dialogue with the Islamic World. 27.09.2007,
http://www.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-476/_nr-482/i.html?PHPSESSID=5
Schmid, Bernhard (2006). Unqualified Migrants Not Wanted. Quantara.de - Dialogue with
the Islamic World. 03.03.2006, http://www.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-
476/_nr-535/i.html?PHPSESSID=
Schröder, Daniela (2007). Europe Opens its Gates – Slowly. Quantara.de - Dialogue with
the Islamic World. 27.09.2007, http://www.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-
478/_nr-683/i.html?PHPSESSID=
131
Statham, Paul ve Emily Gray (2005). The Politics of Immigration and Asylum Policy in
Western Europe. Briefing Paper. Centre for European Political Communications. European
Political Communication. Working Paper Series. Issue 12/05.
Thraenhardt, Dietrich (1997). Zuwanderungspolitik im europaeischen Vergleich. (Der.)
Steffen Angenendt. Migration und Flucht, Bonn.
Traynor, Ian: “Arabic exodus likely to lead to tighter border controls in Europe”,
Guardian, 8 May 2011, http://www.guardian.co.uk/uk/2011/may/08/arabic-exodus-border-
controls-europe
Vivar Mompel, Mariona: Fortress Europe fights Immigration, cafebabel, European current
affairs magazine. 20.10.2006,
http://www.cafebabel.com/en/printversion.asp?T=T&Id=8502
Wæver, Ole (1995). Securitization and Desecuritization. (Der.) Ronnie Lipschutz. On
Security. New York: Columbia University Press.
Widgen, Jonas (1990). International Migration and Regional Stability, International
Affairs. C. 66, No. 4.
Zeiler, Stefanie (2006). EU Makes Africa Its Deputy Sheriff. Quantara.de - Dialogue with
the Islamic World, 24.11.2006, http://www.quantara.de/webcom/show_article.php/_c-
478/_nr-531/i.html
Zolberg, Aristide (2006). The Age of Border Control,
http://www.tidsskriftetpolitik.dk/index.php?id=74
132
ONBİR EYLÜL SONRASI KÜRESEL DEĞİŞİMLER1
C. Sencer İMER
Onbir Eylül hadisesini ele alırken bir hatıramı naklederek başlamak istiyorum. Onbir Eylül
2001 tarihinde o malum olay cereyan ettikten sonra beni Işık televizyonuna davet ettiler.
Ben Işık televizyonunda önceki yıllarda Avrasya Gündemi adında bir program
yapıyordum. Her hafta bir büyükelçiyi, bir yetkiliyi çağırıyorduk ve Avrasya Bölgesi’nde
olan değişimleri, geleceğe yönelik projeleri konuşuyorduk. Tabii, bu sebeple de bana o
zamanki program yöneticisi şu soruları sordu: “Ne oluyor?” dedi. “Şimdi bunu nasıl
değerlendireceğiz? Ne olacak?” Bahsettiğim konuşma onbir Eylül’den bir veya iki gün
sonra oldu. Bu olduğunda dedim ki; “Bu hadise bana tarihteki bazı hadiseleri hatırlattı”.
Onlardan birincisi Reichstag, Alman Parlamento Binasının yakılması hadisesi. Naziler
tarafından yakıldı, biliyorsunuz. Sonradan ortaya çıktı. O dönemde suç komünistlerin
üzerine atıldı. Çünkü Hitler o dönemde parlamentoda ekseriyeti elde edememişti. Elde
edebilmek için böyle bir hadiseye ihtiyacı vardı. Hem ülke birliğini sağlamak hem de kendi
gücünü pekiştirmek için. Bu, hepinizin bildiği gibi kesinleşmiş bir hadisedir.
İkinci hadise hemen bundan sonra (Amerika’da cereyan eden bunlara benzeyen çok
hadiseler var ama) Pearl Harbor baskını olmuştu. Sonradan onbir Eylül-Pearl Harbor
ilişkisinin irdelendiği bazı kitaplar çıktı, Yeni Pearl Harbor (New Pearl Harbor) diye.
Benim daha o zaman dikkatimi çekmişti. Ben orada dedim ki bu hadise bana
Reichstag’dan sonra Pearl Harbor’u hatırlatmıştır. Çünkü Amerikan kamuoyu II. Dünya
Savaşına girme konusunda hükümetle aynı tarafta değildi, tıpkı Vietnam’da olduğu gibi.
Vietnam’da da benzer bir olay cereyan etmiştir, biliyorsunuz. Amerikan kamuoyunun bir
şekilde bu hadisenin yanında yer alması ve ondan sonra da yapılacak uygulamaların
kamuoyu tarafından desteklenmesi gerekiyordu. Tarihçiler Pearl Harbor baskınını
değerlendirirken, Hitlerin Reichstag’ı yakışını değerlendirdikleri gibi kesin
konuşamıyorlar. Çünkü orada Amerika Birleşik Devletleri’nin yüksek çıkarları söz
konusudur. Dolayısıyla, gerek Amerikalı gerek Avrupalı tarihçilerin bir kısma açıkça şunu
söylemekteler: “Pearl Harbor’da yapılan Japon baskını Amerikalar tarafından önceden
haber alınmıştı fakat gereken reaksiyon gösterilmedi”. Yani Pearl Harbor feda edildi.
Hatta Pearl Harbor’da ortadan kalkan filonun zamanı geçmiş ve hurdaya dönmüş
gemilerden oluştuğu iddiası da bunlar arasında yer almaktadır. Fakat esas olan nedir? Pearl
1 26 Mayıs 2011 tarihinde Başkent Üniversitesi’nde yapılan konuşma.
133
Harbor’dan sonra Amerikan kamuoyu derhal bu müessif hadise karşısında Roosevelt
Hükümeti’nin yanında yer aldı ve Amerika’nın II. Dünya Savaşı’na girmesini destekledi.
Bildiğiniz gibi, II Dünya Savaşı Amerika’nın liderliğinde kazanıldı. Eğer Amerika II.
Dünya Savaşı’na girmemiş olsaydı ki Amerikan kamuoyu bunu istememekteydi, o zaman
dünya tarihinin ve Avrupa tarihinin akışı çok başka olacaktı. Avrupa’da Almanların
sağladığı başarılar, özellikle Sovyetlere, Fransa’ya ve İngiltere’ye karşı sağladığı başarılar,
teknolojik ve askeri başarılar çok başka bir noktaya gidebilecekti. Amerika’nın savaşa
girişi tarihin akışını değiştirmiştir. Şimdi Pearl Harbor baskınının yeri, II. Dünya
Savaşı’nın akışında ve ondan sonraki dünya olaylarında nasıl önemli ise onbir Eylül
hadisesi de bence aynı mahiyette cereyan etmiş bir hadisedir.
Onbir Eylül hadisesinden önce özellikle Soğuk Savaşın sona ermiş olması nedeniyle bir
düşmanlık ilkesine ihtiyaç vardı. Soğuk Savaş sürecinde Batı tarafından ifade edildiği
şekliyle düşmanlık ilkesi komünizm idi. Aynı ilkenin Doğu tarafından ifadesi kapitalizmdi.
Düşmanlık ilkesi Sovyetlerin dağılmasıyla ortadan kalktı. Çünkü bugün Çin’deki
komünizmin-eğer isterseniz-hangi ölçüde bir komünizm olduğu tartışmaya açıktır.
Dolayısıyla bu ortadan kalkınca yeni bir düşmanlık ilkesine ihtiyaç duyuldu. Bu düşmanlık
ilkesi terörizm olarak ilan edildi, bu terörizme de bir sıfat eklendi. Eklenen sıfat ‘İslami
terörizm’di. Sanki başka ideolojilere mensup insanlar terörizmle meşgul olmazlar, yalnız
bunlar olurlarmış gibi bir ifade kullanıldı. Onbir Eylül hadiseleri de bu söylediğimiz
terörizm, İngilizce tabiriyle ‘War on Terrorism’ yani terörizmle savaşı destekleyebilecek
olaya ihtiyaç gösteriyordu, yani bir Pearl Harbor’a ihtiyaç vardı.
İşte bu cereyan eden olay, Pearl Harbor’ın yaptığı etkinin aynısını yapmıştı diye açıkladım,
2001 senesinin onbir Eylül’ünü takip eden günlerde. “Peki, Ne Olacak?” dediler. Olacak
şey çok açık: “Pearl Harbor’dan sonra ne olduysa şimdi de aynısı olacak”, dedim. Yani
Amerika, hükümetinin arkasında birleşecek ve dünyada yapılacak yeni bir savaş
harekâtının içerisinde yer alacak. “Peki, bu nereye yönelik olacak?” diye sordular: “Adı
konduğu üzere ‘İslami terörizm’e yönelecek yani İslam coğrafyasını vuracak”, diye
yanıtladım. “Dolayısıyla bunun olacağı hedefler bellidir. Bunlardan biri zaten önceden
hafifçe dokunularak ortaya çıkarılmış olan Irak’tır. İkincisi İran olabilir ama Afganistan da
olabilir. Bu bölgede olacak olan bir çatışmadan bahsediyoruz”, dedim.
Mesele kontrol ile ilgili bir durumdur. Hakikaten bu açıklamayı yaptığım tarihte ne
Türkiye’deki televizyonlarda ne de Batıdaki televizyonlarda bu tür açıklamalar duydum.
Ama birkaç ay geçtikten sonra, 2002 Ocak ayında, yavaş yavaş kritik sesler yükselmeye
134
başladı ve Pearl Harbor’dan bahsedildi. Hatta 2006 senesinde çıkmış olan David Ray
Griffin’in New Pearl Harbor kitabı, benim söylediğim şeyleri olduğu gibi ama 2006
senesinde ortaya koyuyor. Reichstag’a hiç değinmemiş. Reichstag da çok önemli. Ama
burada başka hadiseler de var. Amerikan siyasi tarihinden örnekler olarak baktığımız
zaman İspanya-Amerika savaşındaki hadise akla gelebilir. Adını andığım yazar, İspanya-
Amerika örneğinin yanı sıra Pearl Harbor’dan bahsetmiş. Vietnam’a olan angajman
dolayısıyla Tonkin’de yapılan hadiseyi anlatmış. Netice olarak da bunu ilişkilendiriyor.
Burada Henry Kissinger’in bir ifadesi kullanılmış. Kissinger onbir Eylül’ün hemen
akabinde aynen şöyle söylüyor: “The Goverment should be charged with a systematic
respond that one hopes with end the way that we attack pearl harbor ended with
distruction all the system that is that responsible for it. Çok açık olarak diyor ki; “Bu
sisteme karşı olan düşman ortadan kaldırılmalıdır”. Yani ‘İslami terörizm’, bu bölgede
düşman olarak algılanan unsurdur. Pearl Harbor’da olanın aynısını Kissinger ifade ediyor.
Zaten Henry Kissinger’ın çok önemli ifadelerinden bir tanesi de esas hadiseyi işaret
etmektedir, ben ona değinmek istiyorum. Şimdi burada bir hegemonya mücadelesi ile karşı
karşıyayız. Amerika’nın yeni dünya imparatorluğunun ya da yeni dünya düzeninin bu
çerçevede anlaşılması lazım. Amerika, Sovyetlerin ortadan kalkmasından sonra mutlak güç
olarak ortaya çıkabileceğini zannetti. Fakat bazı gelişmeler bunu engelledi. ‘Çok şükür ki
engelledi’, diyelim. Çünkü dünyadaki çok taraflı gelişmeler tüm insanlığın hayrına olur.
Tek bir imparatorluğun oluşması insanlığın hayrına olmaz.
Amerika’nın mutlak güç olarak ortaya çıkmasını engelleyen gelişmelerden en önemlisi
Çin’deki kalkınma hareketidir. Çin Halk Cumhuriyeti, özellikle 2000’li yıllardan itibaren
giderek artan büyük bir ekonomik büyüme ortaya koydu. Yıllık büyümesi % 10-% 12
arasında olmaktadır ve şu anda reel değerlerle ölçüldüğünde Çin ekonomisi dünyanın
ikinci büyük ekonomisi olmuştur. 2010 itibarıyla Japonya’yı geçmiştir. Ondan bir sene
önce de üçüncü ekonomiyi, Almanya’yı geçmişti. Almanya böylece dördüncü ekonomi
haline gelmiştir. Çin ikinci ekonomi olarak bunu yaptı. Ayrıca ihracatta dünya liderliğini
sürdürmektedir ve üretim potansiyeli olarak Amerika’yı fersah fersah geçmiş durumdadır.
Şu anda temel sanayilerden biri olan, sanayinin bel kemiğini oluşturan demir-çelik
endüstrisinde Çin’in bir senede üretmiş olduğu çelik miktarı 2010 itibarıyla 600 milyon
tondur. Şöyle düşünelim: Çin’deki 600 milyon ton üretime karşılık ikinci üretici Japonya
120 milyon ton üretmektedir. Üçüncü üretici ABD senelerden beri 90 milyon ton
üretmektedir. İkisini topladığınız zaman 210 milyon ton eder. Avrupa Birliği’nin 27
135
ülkesini toplarsanız o da 200 milyon ton eder. Bunları da topladığınız zaman 410 milyon
ton eder. Rusya Federasyonu’nu buna ekleyebilirsiniz, 60 milyon ton. Hala yetişmedi.
Buna ek olarak Hindistan ve diğerlerini de eklerseniz hala yetişmedi. Bu çelik yenmez,
içilmez. Ne olur bu çelik? Altyapı olur, üstyapı olur; makine ve donanımlar olur. Silah
sistemleri olur ve dünya pazarlarını işgal eder. Şu anda olan budur. Siz isteseniz de bu
böyledir, istemeseniz de bu böyledir. Amerika’nın bunu durdurması da mümkün değildir.
Şimdi bu söylediğim gelişme 19. asırda İngiltere tarafından yapılan gelişmeyi anımsatır.
19. asırda İngiltere kitle-çelik üretim yöntemini keşfederek büyük atılım yapmıştı. İngiltere
1857’lerden 1890’lara kadar dünya lideri durumundaydı. Ondan sonra da yakayı
Almanlara kaptırdı. Almanlar liderliklerini Amerikalılara kaptırdı. Avrupa’da Almanya’nın
bir numara olması I. Dünya Savaşı’nın ve II. Dünya Savaşı’nın çıkışıyla çok yakın
ilişkilidir. Amerika dünya Lideri olmuştur 1900’dan itibaren. Ne zamana kadar? Sovyetler
Birliği 1970’li yılların sonunda Amerika’yı geçip ardından yıkılıncaya kadar. Yani 19. asır
İngilizlerin, 20. asır Amerikalıların asrı olmuştur. 21. asır çok açık olarak bir Çin asrı
olacak ifadesi doğru bir ifadedir.
Burada önemli unsurlardan biri enerji tüketimi meselesidir. Enerji tüketimi açısından
bakıldığında dünyada ikinci büyük enerji tüketen ülke Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Birincisi
Amerika’dır. Amerika’da kişi başına tüketilen enerji 11 ton taş kömürü eşdeğeri bir
enerjidir. 300 milyon kişi ile çarpanız üç milyar ton civarında bir taş kömürü enerjisine
tekabül eden bir enerji tüketir Amerika. Çin ise 2,5 milyar ton tüketmektedir. Fakat tabii,
kişi başına böldüğümüzde Amerika’nın çok çok altındadır. Eğer Çin, kişi başı tüketimini
iki tonun, dünya ortalamasının biraz üzerine çıkarırsa (ürettiği diğer şeyler için de, yaşam
standartları açısından da gerekli) o zaman Amerika’yı geçmiş olacaktır. Yani farz edelim
üç tona çıkarmış olsa Amerika’yı haydi haydi geçer. Türkiye şu anda yılda 2-3 ton taş
kömürü/kişi diliminde bir yerde bulunuyor. Almanya altı tonda bulunuyor. Almanya kadar
kişi başı enerji tüketse Çin Amerika’yı üçe katlayacaktır. Tüketilen bu enerjinin tüm
dünyada % 90’nı fosil enerji kaynaklarıdır. Önümüzdeki yirmi yılda da böyle kalmaya
devam edecektir. Yapılan bütün çalışmalar, gerek Avrupa Birliği’nin gerek Amerika’nın
raporları göstermektedir ki önümüzdeki yirmi yılda da enerji tüketimi % 90 civarında bu
fosil kaynaklara bağlıdır. Alternatif kaynakları ne kadar artırırsanız % 10’u geçmemektedir
toplam enerji içinde. Elektrik enerjisinde artış olabilir. Ancak, bu artışın toplam enerji
içindeki yeri önemli miktarlara ulaşmaz.
136
Böyle baktığımız zaman Çin’in fosil kaynakları açısından enerji ihtiyacını karşılayabilmesi
için yeni bazı girişimlere, bunun için de dış politikada yardıma ihtiyacı var. Çin’in kendi öz
kaynakları Doğu Türkistan’da yoğunlaşmış vaziyette. Çin’in Doğu Türkistan’dan
vazgeçmesi düşünülemez. Onun sıcak karnı Doğu Türkistan’dır. Uranyum kaynakları da
Doğu Türkistan’dadır. Dolayısıyla Çin’in buradan vazgeçmesini düşünmek mümkün
değildir. Onun için orayı Çinlileştirmeye çalışmaktadır. Toplam Çin toprakları içinde Doğu
Türkistan’ın payı aşağı yukarı % 20 civarındadır. Yani sekiz milyon kilometre kare içinde
1,8 milyon kilometre kare Doğu Türkistan’dadır.
Enerjinin yanı sıra önem arz eden ikinci husus su ihtiyacıdır. Su açısından zengin
kaynaklar Tibet Bölgesindedir. Tibet, neredeyse bütün su kaynaklarının çıktığı noktadır.
Çin, su üzerindeki hâkimiyetini Tibet’i kontrol etmek suretiyle sağlamaktadır.
Dikkat ederseniz ABD Çin’i rahatsız etmek istediğinde hemen iki noktaya temas eder. İlk
olarak Dalai Lama’yı Beyaz Saray’a çağırır, ikinci olarak bizim ABD’deki Doğu Türkistan
temsilcisiyle bir görüşme yapar. Hemen Çin’den protestolar yükselmeye başlar. Tabii,
böyle bir durumla karşılaştığı zaman petrol ve doğal gaza yeterli miktarlarda sahip
olamayan Çin’in ihtiyaç duyduğu potansiyelin % 70’ini içeren Orta Asya ve Orta Doğu’ya
ilgisini anlayabiliriz. Bu yer tutma meselesi önümüzdeki yüzyılda kritik bir önem
taşımaktadır. Bu yüzden Çin’in büyümesini engelleyecek husus enerji teminindeki
zorluklar olacaktır. İşte, Henry Kisinger bunu ifade ediyor ve diyor ki; “Biz Çin’in
yükselişini durduramayız fakat yavaşlatabiliriz”. Yapılan, Çin’in yükselişinin
yavaşlatılması hareketidir. Ondan sonra Amerikalılar, ‘Allah Kerim, Çin’i
yavaşlatabilirsek bu arada belki başka imkânlar organize edebiliriz’, diyebilirler.
Olaylara şu ana kadar izah edilen şekilde baktığımız zaman, Pearl Harbor olarak
vasıflandırdığımız onbir Eylül hadisesini ‘İslami terörizm’ ile bağlantılı olarak açıklamak
kolaylaşır. Enerji kaynaklarının yoğun olduğu bu bölgede, enerjinin ve bundan başka
kaynakların kontrol altına alınması şartını yerine getirmek için yapılması gereken
operasyonlardan ilkinin Afganistan’da yapılması gerekiyordu. ‘Niçin?’ Çünkü Afganistan,
birincisi stratejik olarak öyle bir yerde bulunuyor ki bu bölgeyi kontrol etmelisiniz. Zaten
Afganistan suni icat edilmiş bir kelimedir. Daha önceki adlandırmalarda bölgenin bir kısmı
Türkistan olarak bilinirdi. Diğer bir kısmı da Peştunların yaşadığı bölgedir. Dolayısıyla,
Afganistan suni yaratılmış bir yerdir. Tıpkı Orta Asya’da Stalin’in suni olarak çizdiği
sınırlarla yarattığı Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi devletler veya bizim
bölgemizde Kuveyt, Irak Libya vs. gibi çizilmiş suni sınırlarla, cetvelle çizilmiş sınırlarla
137
yaratılmış devletlerde olduğu gibi. Hemen belirtelim, Batı emperyalizmi ile Doğu
emperyalizmi arasında emperyalist bakış açısından bir fark yoktur. Neticede yapılan
işlemler aynı tekniklerle gerçekleştirilmiştir. Afganistan’a hâkim olduğunuz takdirde, o
bölgeye coğrafi olarak-tepe noktasından güneye doğru-Hindistan’ı kontrol edebilirsiniz.
Doğuya doğru Çin’i kontrol edebilirsiniz. İçeriye doğru orta Asya’yı kontrol edebilirsiniz.
Aşağıya doğru İran’ı kontrol edebilirsiniz. Bu çok önemli. Bütün geçiş yollarını ve stratejik
noktayı tespit etmiş olursunuz.
İkincisi, küresel ölçekte ihtiyaç duyulan boru hatlarının gerçekleştirdiği sevkiyatta merkezi
konumda bulunan Afganistan’ın yabancı kontrolü altında olması Çin tarafından
istenebilecek bir şey değildir. O yüzden Pakistan ile Çin arasındaki iş birliği gayet doğal
bir iş birliğidir. Pakistan varlığını Çin’e dayayarak kendi iç düzenini kurtarmaktadır. Çin
de Pakistan’ı desteklemek suretiyle menfaatini savunmaktadır. Dikkat ediniz, tüm İslam
coğrafyasında nükleer teknolojiye sahip tek ülke Pakistan’dır. Pakistan, bu teknolojik
donanımı Çin’den almıştır. İki tane 300 MegaWaltlık santrali vardır. Bunu Çinliler 1970’li
yıllarda kurmuşlardır. Pakistan, santrallerden çıkan atıklarla nükleer silahlarını imal
etmiştir. Zenginleştirme tekniklerini Çin’den, kısmen de Kuzey Koreliler’den
öğrenmişlerdir. Kuzey Kore de netice olarak Çin ve Rusya kökenlidir. Pakistanlılar bütün
bu sayılan gelişmeler neticesinde füze atış sistemleri ile caydırıcı güce sahip olmuşlardır.
Hindistan ise bu konuda Amerika’dan destek görmektedir. Rusya’dan da belli ölçüde
destek görmüştür. Demek ki burada, Afganistan’ın stratejik olarak önemini, enerji akış
yolu olarak önemini görebiliriz.
Afganistan ile ilgili olarak belirtilmesi gereken bir diğer husus da uyuşturucu meselesidir.
Afganistan-çok önemli, belki dikkatten kaçıyor, kimse onun üzerinde konuşmuyor-en fazla
uyuşturucu yetiştirilen yerdir ve buradan yetiştirilen uyuşturucular % 90 civarında dünya
piyasalarını işgal etmektedir. Bunun güzergâhı da, bildiğiniz üzere, Türkiye üzerinden
İngiltere’ye, oradan da diğer taraflara uzanmaktadır. Birçok istihbarat örgütü de bu
kaynakları örtülü olarak kullanmaktadır. Yani burada istihbarat örgütleri ile çeteler
arasında, mafya teşkilatları arasında, devletler arasında, sermaye grupları arasında çok
yakın ilişkiler vardır. Dün Aksaray Emniyet Müdürü’nün yaptığı bir açıklamayı aktarmak
istiyorum. 150 kiloluk bir parti ele geçirmişler Aksaray’da. Orası geçiş yolu olduğu için.
Bir kg eroin 20 bin Euro civarında. 20 bin Euro ile 150 kg çarparsanız üç milyon Euro
yapar. Bu yakalanan miktar esasen ufak bir şey tabii. Bunu Adli Tıp Kurumu’na veriyor,
onlar da ilaç sanayisine veriyor. Bu arada oradan başka yerlere de ulaşıyor olabilir. Yani
138
söyleyeceğimiz şey şudur: Bundan beslenen çevreler vardır. Zaten Rusya’nın oraya
girmesi de bir noktada aynı sebeplerle olmuştur. Rusya bu partiyi kaybedince ki onu
kaybettirmek için oraya organize edilen Taliban grubunu organize eden de bildiğiniz gibi
ABD’dir. Yani sonuçta kendi organize ettiği grupları, bu terör örgütlerini istediği yerde
kullanabilmektedir. Bu, bütün ülkelerin başvurduğu bir taktik ve tekniktir tabii. Şimdi
böyle baktığımız zaman da Afganistan’ın işgali ve kontrol edilmesinin gerekli olduğunu
görüyoruz ve Afganistan’dan Amerikan askerlerinin çekileceği iddiası ne kadar güçlü
olursa olsun orasının bir şekilde kontrol edileceğini söylüyoruz.
Bu arada, bundan sonraki hedefin Pakistan olacağını düşünüyorum. Birinci sebep: Bu
coğrafyada bu teknolojiye sahip olan bu ülkenin bu imkândan mahrum bırakılması gerekir
ki hâkimiyet devam edebilsin. Aynı zamanda, Afganistan’da yapılan harekâtın da sağlıklı
olarak devamı buna bağlıdır. Dolayısıyla, Bin Ladin’in öldürülmesiyle veya öldürüldü
iddiasıyla-böyle söylersek daha doğru söylemiş oluruz, çünkü daha önce öldürüldüğünü
iddia edenler var, hatta bu konuda birçok güvenilir ispatlar var-yeni harekât başlamıştır.
Pakistan büyük tehdit ve tehlike altında bulunmaktadır. Zaten suni olarak yaratılmış bir
devlettir. Orada orduyu hallettiğiniz zaman Pakistan diye bir şey kalmaz; paramparça hale
getirilebilir.
Şimdi İran’a doğru yavaş yavaş mesele yaklaşıyor, böyle gördüğümüzde. Diğer taraftan,
Irak’ın işgali birinci harekâtta zaten hazırlanmıştır, ikinci harekâtta da neticelendirilmiştir.
Bu neticelendirilirken de her türlü yöntem kullanılmıştır. Irak ordusunun üst makamdaki
subaylarına dışarıda bir maaş ödemek, tazminat ödemek gibi unsurlar da Irak ordusunun
teslim olmasında çok önemli rol oynamıştır. Bunu da burada belirtmiş olalım. Yani
istediğiniz takdirde çok güçlü olduğunu zannettiğiniz orduyu, üst tabakayı kontrol altına
almak suretiyle rahatlıkla elden çıkarabiliyorsunuz. Tabii burada NATO’nun da çok
önemli bir rolü var. Çünkü NATO burada bir uzantı olarak, yani Amerika’nın yetmeyen
asker gücü, insan gücü olarak yani materyal olarak devreye girebilir. Böyle bir NATO’ya
ihtiyaç var. Ancak, eski NATO artık fonksiyonunu yitirmiş durumda. Yani saldırmazlık
paktı olarak düşünülen, üye ülkenin kendisini güvencede hissetmek için güvenlik esası
olarak kabul edilen bir NATO artık bugün bir dünya jandarması durumuna getirilmiştir. Bu
durum Türkiye’nin çıkarlarıyla hangi ölçüde örtüşmektedir? Bu, yeniden düşünülmesi
gereken ve tartışılması gereken bir konudur.
1964 senesinde biz Kıbrıs’a 1. Harekâtı yaptığımızda-yapma durumunda olduğumuzda
diyelim daha doğrusu-ki biliyorsunuz bu oradaki soydaşlarımızı korumak için yapılan bir
139
harekâttı. Bu harekât, Menderes’in ve Fatin Rüştü Zorlu’nun imzaladıkları Londra ve
Zürih anlaşmaları sayesinde olmuştur. Bunu da burada yâd etmek lazım. Her şey,
yaptıkları her şey kötü olmamıştır. Bunu burada söylemek lazım. O zaman bu anlaşmaya
dayanarak soydaşlarımızın hakkını korumak istediğimizde, o tarihte Amerikan büyükelçisi
İnönü ve İnönü’nün Sanayi Bakanı Muammer Erten ile görüşmek istiyor. Harekâtı haber
almışlar. Engelleyecekler ve burada bu hadisede şöyle bir ifade kullanılıyor: Büyükelçi
diyor ki “Bu Türk devletinin güvenliği sorunudur”. Çünkü bu mesajda, yani Amerika’dan
gelen mesajda, “Türkiye, kendi haksız bir davranışıyla bir tecavüze maruz kalırsa NATO
otomatik olarak işlemez”. İnönü’ye söylüyorlar bunu. Yani İnönü’ye gönderilen bu mektup
diyor ki; siz şayet böyle bir harekât yaparsanız bunun akabinde de size karşı bir harekât
olursa-Rusya’yı başka birini kastediyorlar-o zaman NATO sistemi otomatik olarak
işlemez. Yani “sizin güvenliğinize biz karışmıyoruz”, diyorlar. O zaman şunu söylüyor
İnönü: “Hâlbuki biz NATO’ya, bir tecavüze uğradığımız zaman güvenliğimizi sağlamak
için girdik. Böyle bir tecavüz vaki olursa NATO anlaşmasının hükümleri otomatik olarak
uygulanmaya geçer. NATO böyle yorumlanmaya başlanırsa biz tecavüze uğradığımız
zaman menfaatleri gerektirmiyorsa bin türlü bahane bulurlar. NATO müttefikimiz bizi
Sovyetler ile tehdit ediyor. Öncelikle biz bu sorunu çözmeye mecburuz”. Biz bu sorunu
çözemedik. Biz güvence altında olduğumuzu zannediyoruz, fakat biz güvence altında
değiliz, tam tersine biz oraya güç tahsis etme durumunda kalıyoruz. Türkiye bir tehdit
altında olduğu zaman da karşı tarafın menfaatleri tehdit altında olduğu zaman da NATO
sizi korumuş oluyor. Hâlbuki esas mesele bu değildi. Bildiğiniz gibi bizim NATO’ya
girişimiz ve o müttefik grubunda yer alışımız, Sovyet tehdidinden çekindiğimiz içindi. O
zaman İnönü Muammer Erten’e talimat veriyor: “Biz NATO’nun Sovyetlere en yakın
kanadı olalım. Bunu Moskova’ya anlatın”. Erten bunu Moskova’da anlatıyor. Anlattıktan
sonra derhal Türkiye’de on proje yapılmasına karar veriliyor. Bunlardan biri İskenderun
Demir Çelik, diğeri Seydişehir Alüminyum, öbürü PETKİM, Aliağa Rafinesi, Paşabahçe
Cam Fabrikası, Bandırma Borik Asit Fabrikası ve bazı şeker ve çimento fabrikaları.
Ben size şunu söyleyeyim: Türkiye’nin bugün ikinci bir PETKİM’i yoktur. Yani
kurulmamıştır. Ne özel teşebbüs kurabilmiştir ne yabancı sermaye kurabilmiştir.
Rafineriler de keza öyle. İkinci bir İskenderun Demir Çelik de yoktur. İkinci bir
ERDEMİR de yoktur. Aynı şeyi alüminyum için de söyleyebilirim. Demek ki Türkiye,
temel sanayileri ve sahip olmadığı teknolojileri, tıpkı Mustafa Kemal döneminde olduğu
gibi dışarıdan almış, sonra da geliştirmiştir. Eski Sanayi Bakanı Şahap Kocatopçu-
140
kendisiyle askerî hükümet döneminde çalışmak şerefine nail olmuştum. Kendisi uzun
zaman Paşabahçe’nin de Genel Müdürlüğünü yapmıştı-bana şunu anlattı: “Biz pencere
camı üretemiyorduk. Ruslar bunu bize öğrettikten sonra biz pencere camı yapmaya
başladık”. Şimdi Türkiye cam sanayinde Avrupa’da sayılı ülkelerden biri haline geldi.
Yani Türkiye belli teknolojileri Batı’dan alamadığı için Doğu’dan alarak bu hale gelmiştir.
Bandırma’daki Asit Borik Fabrikası Sovyetler’in talimatıyla Polanyalılar tarafından
kurulmuştur. Türkiye, dünyadaki rezervin % 70’ine sahiptir. Bu tesis Türkiye’ye büyük bir
katma değer sağlamıştır. Artık boru, bor madeni olarak satmak yerine bazı türevler şekline
dönüştürmektedir. Bu kuruluşun geçen seneki cirosu 1,4 milyar lira, kârı 700-800 milyon
lira civarındadır. Bu önemlidir. Ben Genel Müdür’ü tebrik ettim. Çünkü Bandırma’daki
fabrikada çalışarak bunu öğrendikten ve onun üzerine koyduktan sonra bu hale gelmiştir.
Yani camda da bu böyledir, çelikte de bu böyledir, başka işlerde de bu böyledir. Batılılara
kalsaydı biz bunlara hiçbir zaman sahip olamayacaktık. Çünkü yaşam standartlarını belli
bir ölçüde tutabilmek için katma değerin kendilerinde kalmasını haklı olarak istiyorlar.
Şimdi böyle baktığımız zaman da kelimeler kifayetsiz kalıyor. Oranın genel müdürüne de
şöyle söyledim: “Dikkat edin, eğer biraz daha bu işleri devam ettirirseniz başka yollarla,
para operasyonlarıyla burayı da özelleştirme yöntemiyle kaybedebilirsiniz.” “Hocam ona
gücümüz yetmez” dedi. Bakalım, ne olacağını beraberce göreceğiz.
Şimdi bu çerçeveye koyduğumuzda demek ki enerji politikaları çerçevesinde Çin’in,
Japonya’nın, Avrupa Birliği’nin enerji ihtiyacını kontrol etmek, Irak harekâtının amacını
da açıkça ortaya çıkıyor. Ama bunu yapmak yetmiyor. Diğer petrol kaynaklarının olduğu
yerlerin de kontrol altına alınması gerekiyor. Çin’in bölgedeki faaliyetleri çok başarılı. Çin,
özellikle Afrika kıtasında çok önemli manevralar yaptı ve altyapı yatırımlarına girdi. Aynı
şeyi orta Asya’da da yapıyor. Her yerde Çinlileri görüyoruz. Demir yolları yapıyorlar,
yollar yapıyorlar, tesisler işletiyorlar, madenleri çıkartıyorlar vs. Bu ülkeler Çin’e karşı
büyük bir ticaret açığı veriyor. Çin bundan hiç rahatsız değil. Zaten biliyorsunuz ki Çin
Amerika’nın da devlet tahvillerini satın alıyor, bu şekilde ABD’ye de aynı politikaları
uygulamaya devam ediyor.
Çin böyle giderek bu büyüme hızıyla on yıl içinde en geç reel olarak söylüyorum, satın
alma paritesi değil, Amerika’yı yakalamış ve geçmiş olacaktır. Satın alma paritesi ile Çin
ABD’yi şu anda zaten geçmiştir. Dolayısıyla, Amerika’nın böyle bir durumda sermaye
çevrelerinin, özellikle silah sanayinin ve petrol sanayinin mutlaka böyle bir gelişimine
ihtiyacı vardır. Bunlara baktığımızda onbir Eylül’ün nereye oturduğunu çok açık
141
görüyorsunuz. Yani New Pearl Harbor, yeni Pearl Harbor tabiri ki onu ben
kullanmamıştım, o zaman söylediğimiz şeyin ne kadar doğru bir tespit olduğunu görmüş
oluyoruz.
Şimdi, o zaman, bizim civarımızda meydana gelen, arkasından Kuzey Afrika ve Orta
Doğu’da domino etkisi gibi ortaya çıkan ayaklanmalar da buraya tam olarak oturuyor.
Çünkü bunları aynı planın parçaları olarak görmek mümkün. Bazı yorumcular ve
siyasetçiler şimdi şunu da söyleyeceklerdir: “Efendim şimdi buradaki insanlar hürriyeti
çok seviyorlar, demokrasiyi çok seviyorlar, onun için bunlar böyle bir takım içerden gelen
hoşnutsuzluk sebebiyle ayaklanıyorlar”. Orta Doğu’daki karışıklıkların yalnız iç
etmenlerle açıklanmasının mümkün olduğunu düşünmüyorum. Dış etmenlerin burada bunu
harekete geçirecek unsurların çok akıllıca kullanıldığını, yani sosyal bilimlerin politikada
çok iyi bir araç olarak-hem de ölçülebilir şekilde-yapıldığını görüyorum. Biliyorsunuz,
sosyal bilimler ölçülemediği için bir takım handikaplara sahipti. Ünlü İngiliz fizikçisi Lord
Kelvin’inin ifadesi ile “Bir şeyi ölçülebilir yapıyorsanız biliyorsunuz demektir”. Ölçülebilir
yapmak için bir şeyleri mukayese ederek ölçülebilir hale getirmek lazım. Bunu yapmak
kolay bir şey değil gayet tabii. Ama anlaşılan sosyal bilimler, özellikle uluslararası ilişkiler
bu alanda büyük ilerlemeler kaydetti. Mesela Sudan’ın parçalanması olayı. Güney
Sudan’ın kuzeyden ayrılması ki Hristiyanların oranı Güney Sudan’da % 25’i geçmez. Buna
rağmen bu olmuştur. Aynı şekilde, Darfur Bölgesi’nin Sudan’dan ayrılması şeklinde
cereyan eden parçalanma hareketi şu anda devam etmektedir. Orası da petrol ve su
kaynaklarının olduğu yerdir. Orada ikisi de Müslüman olduğu halde farklı etnik yapılar
ortaya çıkarılmaktadır. Yani ‘siyah’ kökenli ile Arap kökenli arasındaki kültür farklılığı.
Bir başka deyişle, demek ki etnik ve dini farklılıklar ortaya çıkarılarak bir parçalanma
stratejisi izlenmekte ve burada çok akıllı bir şekilde yürütülmektedir.
Bu anlatılanları Libya örneğinde çok güzel görüyoruz. Doğuda Bingazi bölgesindeki aşiret,
Sinüzi aşireti ile öbür tarafta Kaddafi’nin mensup olduğu aşiretler arasındaki çatışma
netice itibarıyla. Libya beş milyonluk bir ülke. Kaddafi yönetimi sosyal imkânları
yaratıyor, eğitim sağlık hizmetleri bedava, işsizlik parası var, sanayileşme yapıyor,
Misurata’da çelik fabrikası kurdu. Meşhur o büyük “great man made river” dediğimiz su
projesini gerçekleştirdi. Suyu olmayan bir Libya’yı bugün su sahibi yaptı. Çünkü
Libya’nın altında yer altı su kaynakları olarak çok büyük su kaynakları var. Aşağı yukarı
Nil nehrinin debisi kadar. Libya’nın doğusunda, Büyük Sahra’nın altında da su kaynağı
var. Çok büyük bir imkân demektir bu. Dolayısıyla Libya bunu yaparak büyük bir projeyi
142
dünyada gerçekleştirdi. Böyle bir projeyi gerçekleştirmede Libya tektir. Bir de bu
yetmezmiş gibi Afrika ülkelerini birleştirip onlara doğal kaynaklarına sahip çıkmaları
konusunda çatı desteği verdi. Sudan’da mevcut Devlet Başkanına destek verdi. Bunlar tabii
ABD ve Batı’nın stratejilere hiçbir şekilde uymuyor, ayrıca bir de Çin’in oraya girip petrol
kaynaklarında pay sahibi olmaya başlaması da endişe verici boyutlarda görülüyor.
Peki, o zaman BM Güvenlik Konseyi’nde Çin niye veto hakkını kullanmadı, diye
sorabilirsiniz. Cevabı çok açık. Çin’in şu anda savaşa ihtiyacı yok. On-on beş sene daha
dişini sıkarsa, belli bir duruma geldikten sonra zaten savaşa ihtiyaç kalmayacak.
Dolayısıyla, mesele bu dönemi atlatmak. Yani onun için belli yerlerde belli fedakârlıklar
yapılabilir. Bence Libya olayında Çin’in veto kullanmaması, Güvenlik Konseyi’nde
tarafsız kalması bu şekilde açıklanabilir. Ama İran için Libya gibi bir durum olsa, acaba
bunu yapar mı diye sorarsanız orda büyük şüphem var. Onu yapmayacaktır. İran veya
Pakistan konusunda daha ciddi bir duruş sergileyecektir.
Böyle baktığımız zaman Türkiye’nin nereye oturduğu da kendi kendine hemen ortaya
çıkmaya başlıyor. Türkiye’de de etnik ve dini bölücülük yapılarak Kuzey Afrika ve Orta
Doğu’daki gibi aynı unsurlar kullanılmaya çalışılmaktadır. Terör örgütü PKK, bu iş için
gayet güzel bir enstrüman olarak kullanılmıştır ve kullanılmaya devam etmektedir. Bunun
siyasi aracı da vardır. İşte malum parti. Dolayısıyla, Güney Doğu’da itaatsizlik eylemleri
yapılması, bölgenin bir sopa olarak Türkiye’ye gösterilip yani ‘bizim dediğimizi yap, aksi
takdirde sen bilirsin’ denmesi olarak değerlendirilebilir. Gerektiği takdirde suçlayıcı kaset
de koyabilirsiniz, gerektiği takdirde adamları hapse de atabilirsiniz. Adam niçin
suçlandığını bilmeden tutuklu olarak kalabilir. Yani bu bir noktada yargının vs. nasıl
etkilendiğini de gösteriyor. Bunlar netice itibariyle çok vahim gelişmeler.
Bugün, Türkiye’nin büyük güç olduğu iddiası pompalanıyor. Yani kurbağa gibi şişip
patlamaya hiç gerek yok. Büyük güç olmadınız, siz şu anda 800 milyar dolarlık milli geliri
olan bir ülkesiniz. Eğer çalışırsanız bir şey olabilirsiniz. Üretim gücünüze bakmanız lazım,
istihdamınıza bakmanız lazım, nereye geldiğinize bakmanız lazım, teknolojinize bakmanız
lazım, bakmazsanız o zaman tabii Soros’un dediği gibi “en iyi ihraç kalemi asker” gibi bir
noktaya gelirsiniz. Hani İsviçreli Orta Çağ’da para kazanmak için paralı asker olurdu.
Vatikan’da, hâlen İsviçreli askerler Papa’yı korur. Türk İnsanının durumu buna
dönüşebilir. Tabii, savaşın özelleştirilmesine giriyoruz o zaman. Çünkü savaş şimdi
özelleştirilmiş bir sektör haline gelmiş bir vaziyettedir. Yani bir nokta da ekonomiye
önemli bir destek sağlayan, insanlara istihdam yaratan, bir sektör oluyor. Etik değerler,
143
Kant’ın dünyada ebedi barışı, barış çalışmaları, Birleşmiş Milletler teşkilatı, hepsi boşa
gitmiş oluyor. İnsan tabii bunları sormak zorunda kalıyor.
Esasen bunlar da çelişkileri ortaya koyan şeylerdir. Çünkü demokrasiden bahsediyorsunuz,
anayasadan bahsediyoruz. Burada bunu daha iyi söyleyecek arkadaşlarımız var ama
anayasa dediğimiz şey, Immanuel Kant’a göre de, özellikle ebedi barışın en önemli gerekli
şartlarından biridir ve bunun halkçı/sivil olması gerekir. Sivilden kastedilen halkın yaptığı
anayasadır. Toplumsal mutabakatla sağlanır. Cumhuriyetçi olmalıdır. Cumhuriyetçiliğin
tersi de despotik yapıdır. Bu, bir grubun hâkimiyeti olabilir, bir partinin hâkimiyeti olabilir,
bir despot kişinin hâkimiyeti olabilir. Yani şimdi biz % 51 ile anayasayı değiştirmeye
kalktığımızda doğru bir şey yapmış olmuyoruz. Ben buna ‘demokratik despotizm’
diyorum. Çünkü despotizm tabirini Kant kullanıyor da, demokratik despotizmi
kullanmıyor. Bunu ben söylüyorum.
Dolayısıyla, şu anda demokratik despotizme doğru gidiş var. Bu, oyun kartı gibi devrilen
domino etkisi içinde Kuzey Afrika’da ve Arap dünyasında olan çelişkili durumlar.
Bahreyn’deki durumla Libya’daki durumu karşılaştırırsanız tamamen çelişkili değil mi?
Bahreyn’de ekseriyet Şii. Bunlar mevcut Sünni azınlığın hâkimiyetine hayır diyor. Batı ses
çıkarmıyor. Oradaki % 15’lik grup idareye devam ediyor. Öbür tarafta Suriye’de tersi
durum mevcuttur. “Niçin?” Mevcut Suriye lideri Batının işine gelmiyor. ‘Onu indireceğiz,
biz kendi adamımız getireceğiz’. Bu davranış tarzları ekonomik çıkarlar ötesinde aynı
zamanda siyasi hâkimiyet bölgesi olarak çıkıyor.
Tabii; Türkiye kendi oynama hakkı sınırlarını, gücünü iyi tahmin etmeli, iyi bilmeli,
maceracı olmamalı. Ama Türkiye mutlaka kişiliğini koruyan, kendi çıkarlarını her şeyin
önünde tutan bir dış politika izlemeli; birinin borazancı başçısı veya birinin sopası, birinin
aleti haline gelmemeli. Buna gelmesi de Türk toplumuna zarar verir. Anayasanın % 51 ile
değişmesi bir noktada despotizmin oluşmasını sağlar. Biz bir taraftan Afrika’da despotizmi
yıkmaya çalıştığımızı iddia ediyoruz, öbür taraftan despotizmi buraya davet ediyoruz. Yani
bu anayasa meselesinde garip bir çelişki oluyor, değil mi? Kabul edilmesi pek mümkün
olabilecek şey değil. Birleşmiş Milletler teşkilatının çalışma şekli de böyle. Güvenlik
Konseyi’nde veto hakkı olan beş ülkenin varlığı böyle despotik bir yapı ortaya koyuyor.
Yani Kant’ın söylediği gibi üye devletlerin hür iradesine dayanan iş birliği değil; bazıları
birilerinden daha eşit oluyor. Özellikle o beş malum BM kurucu üyesi ülke ayrıcalıklı
oluyor. II. Dünya savaşının galipleri olduğu söylenen ülkeler. Artık zaman değişmiş
vaziyette.
144
Bütün bunları gördüğümüzde gelecek için şunları söylemek mümkün: ABD kesin olarak
önümüzdeki dönemde gücünü kaybediyor. Onun yerini yeni yükselen bir güç alıyor. Eğer
bir rasyonel yaklaşım olursa, savaş olmadan bu güç devir teslimi, dünya üzerinde başkanlık
değişimi gibi olur. İrrasyonel bir gelişme olursa, insanların irrasyonel davranışlarını da
hesaba katmak lazım, maalesef büyük bir çatışma, savaş bekleyebiliriz. Bu, tabii Çin’i bu
işin içine çekerek daha önceden olabilecek bir gücü ortadan kaldırma gayreti olur.
Avrupa’nın bu konuda Amerika ile aynı tarafta olmayacağını düşünüyorum. Avrupa bu
işlerden artık bıkmış durumda. Karşımızda ayrıca yaşlanan bir Avrupa var. Avrupa artık
emeklilik çağını iyi geçirmek istiyor. Yani dolayısıyla Avrupa’yı böyle maceralara
sokmamak lazım.
Türkiye, tabii aklını başına alıp böyle maceralar içinde yer almamalı. Ondan sonraki konu,
Türkiye’de cereyan edecek olaylar, bu söylediğimiz çerçeve içinde, yani ayaklanmalar,
huzursuzluklar şeklinde olacaktır. Dil birliğinin tehlikeye sokulması halinde orta vadede
bir parçalanma tehlikesinin var olduğunu düşünüyorum. Çünkü ülkelerin birliğini sağlayan
dil birliğidir. Aksi halde gevşek bir birliktelik olur. BM Genel Sekreteri Boutros Boutros
Ghali; 1990’lı yıllarda hatırlanacağı üzere “II. Dünya savaşı sonrasında elli devlet vardı,
şimdi iki yüz devlet var, ileriki bir tarihte iki bin devlet tane olacak” demişti. O zaman bu
durum gerçekleşmiş olur. Tabii, bu parçalanacak devletlere ABD ve Avrupa’daki
Almanya, Fransa gibi devletler dâhil olmayacaktır. Ama bazı Avrupa devletleri dâhil
olacaktır. Türkiye’nin parçalanmayan devletlerden olması gerekir. O bazılarından
olmamak için bazı politikalar izlememiz gerekir.
Benim görebildiğim şudur ki biz Libya’ya bir takım müteahhitler gönderiyoruz. Orada bu
adamlar inşaat faaliyetleri yürütüyorlar. Fakat yalnız inşaat faaliyetleri yaparak bir devletin
parçalanması önlenemiyor. İnşaat ekonominin bir parçası ama orada sosyal bilimlerle
uğraşan ve o aşiretlerin nabzını tutan adamlarımız olmamıştır. Orası hakkında yeni
bilgilere sahip değiliz. Dış İşleri Bakanlığı’nın bunu yapması zaten mümkün değildir.
Kadrosu bu işe kifayet etmez. Burada Türkiye’de var olan düşünce kuruluşları ve
üniversiteler bu işi yürütebilir. Her birinin bir bölgeye uzmanlaşması, oraları tanıması ve
bu konularda çalışmalar yapması gerekir. Belki bu şekilde biz bu aşiretler arası kavgayı
önleyerek Libya’nın barışını ve birlikteliğini sağlayabilirdik. O zaman kendi çıkarlarımıza
hizmet etmiş olurduk. Karşı taraf da onları çarpıştırarak kendi çıkarlarına hizmet ediyor.
En azından bir şansımız olurdu. Biz ne Sudan’da bu işlerle meşgul olduk, ne Libya’da.
İşler bittikten sonra, yumurta kapıya geldikten sonra bizim bir şeyler yapmamız lazım
145
diyoruz. Bu da İngilizce yayınları takip ederek, Almanca, Fransızca veya her neyse hangi
dildense yayın takip ederek olmaz. Orada yerinde bulunarak ve orada bunları inceleyerek
olur. Lawrence’i çok iyi etüt etmek gerekir. Bence Lawrence İngiltere’ye bu alanda çok iyi
hizmetler vermiştir. Bizim de başka türlü Lawrence’lere ihtiyacımız olduğunu
düşünüyorum. Yani Lawrence’i küçük göreceğimiz yerde Lawrence’den ders çıkarmamız
lazım. Ortalığı karıştırmak yerine bizim çıkarlarımız doğrultusunda Lawrence’in belki o
birleştirici özelliğini devreye sokmamız lazım. Benim görebildiğim budur.
İsrail’in konumu, bölge çıkarları bakımından fevkalade büyük önem taşıyor. O da kendi
çıkarları doğrultusunda bölgeyi şekillendirmeye çalışıyor. O küçük küçük devletçikler
meselesi biraz da İsrail’in arzusundan kaynaklanıyor. Malum, bayrağındaki iki çizgi bizim
bölgeyi de içerisine dâhil ediyor; Nil nehri ile Fırat nehri arasındaki bölge. İdeolojik yapıda
bir devlet olan İsrail bundan kurtulmuş değil ve maalesef bu ideolojik yapıya sahip olduğu
için başka türlü davranamıyor. İsrail içinde hiç aklı başında adamlar yok mu? Var. Ama
onların etkili olduklarını düşünmüyorum. Dolayısıyla, bu tip karıştırıcı ve parçalayıcı
politikaların İsrail’in kendisine de uzun vadede çok zarar vereceğini düşünüyorum.
İran’ı onlar ideolojik olarak büyük bir tehdit olarak görüyorlar. Çünkü İran onlara göre
İncil’den gelen, eski Ahit’ten gelen sebeplerle tehdittir. Onları dağıtır, yok eder, ortadan
kaldırır. O bakımdan İran’dan çok büyük endişe duymaktadırlar ve İran’ın mesela bu
nükleer meselede geçirdiği macera çok enteresandır. İsterseniz onu da çok kısa söylemiş
olayım: İran, Arapların petrolü silah olarak kullanmalarından sonra, 1973’ten sonra, petrol
birden üç dolardan on bir dolara çıkınca nükleer enerjiye önem vermeye başladı. Şu anda
dünyanın toplam birincil enerjisinin % 7 civarında bir kısmı nükleer enerjiden sağlanıyor.
Şu anda Çin’de 24 nükleer santral inşaat halinde. Çin’in başka çaresi yok. Mecbur. Şimdi
İran Şahı o zaman Amerika’nın en büyük müttefiki idi. Çünkü petrolleri Amerikan
şirketlerine, İngiliz şirketlerine vermişti. Hangi şartlarla verdiği ayrı bir konu. Gizli, zaten
bunlar malum gizli tutulur. Oradan elde edilen gelirler Amerika’ya gidiyor, oradan silahlar
geliyor, böylece İran ordusu silahları mükemmel ordu haline geliyor. Hem petrolü alıyoruz
hem silah satıyoruz. Her şey çok yerinde. Fakat tam bu böyleyken İran Şahı nükleer
maceraya girmek istiyor. Bir nükleer santral kurmak istiyor. Amerika’nın onayıyla 1974’te
Almanlar, Siemens şirketi orada bir santral inşaatına başlıyor. Şu anda santralin kurulduğu
yerden bahsediyorum: Buşehr. Santrali kurmaya başlıyorlar. Fakat İran Şahı bir hata
yapıyor. Yaptığı hata şu: Bir değil yirmi nükleer santral kurmak istiyor. Bu isteği sonunu
getirmiştir. Nitekim Humeyni birkaç sene sonra seferber olarak Paris’ten İran’a gelmiştir.
146
Geldikten sonra Şah oradan kaçmak zorunda kalmıştır: En büyük müttefikleri. Humeyni ve
etrafındakilerin çıkardığı fetvalar incelendiğinde görülecektir ki şeytan işi olduğu için
böyle nükleer santrallerle filan uğraşmak doğru değildir. Yeşillere benzeyen tarafları var
İslami devrimcilerin. Ondan sonra ideolojik yaklaşanlar bu işleri böyle görebilirler.
Dolayısıyla, böyle baktığımız zaman da Humeyni’nin bu yaklaşımı arkasından başlayan
Saddam saldırılarıyla adamların aklı başına gelmiştir. Sekiz senede bir milyonu aşkın genç
ölmüştür. Mezarlarını ziyaret ederseniz göreceksiniz. Genç genç çocuklar 18 yaşında, 19
yaşında. Resimlerini koymuşlar, mumlar yanıyor orada. Bir Milyonu aşkın kişi mezarda
yatıyor. Karşı tarafta da, Irak’ta da öyle. Bu genç insanlar bir hiç için öldüler. Bunun
üzerine İranlılar uyanıyor: ‘Biz şu nükleer santrali yapalım, bu teknolojiyi yapmamız
lazım’, diyorlar. Fakat nükleer santral teknolojisini alacak yer yok. Almanlar yapmıyor,
Avrupalılar yapmıyor, Amerikalılar yapmıyor, Kanadılar yapmıyor. ‘Ne yapacağız,
Ruslara başvuruyoruz’ dediklerini farz edebiliriz. Ruslar tabii diyorlar. 1995’te başlıyorlar,
şu anda 2011’deyiz. Kaç sene geçti hala çalışmıyor santral. Bu arada İran zenginleştirmeyi
yaptı Rusları da kızdırdılar. Çünkü Ruslar o zenginleştirmeyi tekellerinde tutarak,
zenginleştirilmiş uranyumu satmayı düşünüyorlardı. Hâlâ santral çalışmıyor, ne kadar
çalışmaz onu da bilmem. Çalıştıktan sonra başına neler gelir, onu da bilemem.
Gördüğünüz gibi burada çok ciddi bir çıkar kavgası oluyor. En basit teknolojilerden bakın,
biraz önce anlattım, pencere camından başladık, bu işler böyle yürüyor. Burada gelişmiş
ülkeler ile gelişmemiş ülkelerin birbirleri arasında devam eden bir paylaşım kavgası vardır.
Buna ek olarak gelen bir de sermayenin hâkimiyeti kavgası vardır. O büyük şirketlerin
hâkimiyeti meselesidir. Bu şirketler ulus devletleri bir kenara iterek kendi hâkimiyet
alanlarını genişletme hedefindedirler. Dolayısıyla, Amerika’da olanlar da mutlaka
Amerikan toplumunun çıkarları doğrultusunda cereyan eden olaylar değildir. Mesele karar
alma süreçlerine halkın katılımı meselesidir. Biz halkın katılım süreçleri söz konusu
olduğunda cumhuriyet diyoruz, onlar demokrasi diyor. Demokrasi değil de cumhuriyet
demek daha doğru olur. Bir cumhuriyet de despotik olmamalıdır. Zaten o zaman o devlet
cumhuriyet olmaz. Biz cumhuriyetin değerini bilmiyoruz. Biz hep demokrasiden bahseder
olduk. Bir türlü cumhuriyet kelimesi ağzımıza gelmiyor, aklımıza da gelmiyor. Onun için
anayasada bir bakıyoruz böyle seçilen bir meclis anayasa yapmaya kalkıyor. Çok vahim
esasen.