+ All Categories
Home > Documents > 11 Eylül-Küresel Felakete Yerel Yorumlar

11 Eylül-Küresel Felakete Yerel Yorumlar

Date post: 02-Dec-2023
Category:
Upload: independent
View: 0 times
Download: 0 times
Share this document with a friend
147
1 ONUNCU YILINDA ONBİR EYLÜL: KÜRESEL FELAKETE YEREL YORUMLAR Derleyenler İsmail Aydıngün ve Ali Murat Özdemir
Transcript

1

ONUNCU YILINDA ONBİR EYLÜL: KÜRESEL FELAKETE YEREL

YORUMLAR

Derleyenler

İsmail Aydıngün ve Ali Murat Özdemir

2

Sunuş

Onbir Eylül 2001 tarihinde yaşanılanlar, söz konusu olayın vuku bulduğu andan itibaren

sürekli yorumlandı. Bu olayın ilk bakışta açık olduğu zannedilen failleri, mağdurları,

tasarlayanları, içeriği gibi unsurları üzerine sınırsız sayıda yorum yapıldı. Bu yorumlar

bazen taban tabana zıt ön varsayımlar ve değerleri içerdi. Anılan yorum bolluğu içinde

sabit olan yegâne şey, bu olayın tarihi değiştiren bir olay olduğuydu.

Başkent ve Hacettepe Üniversitelerinde çalışan akademisyenler olarak anılan yorum

denizinin içine yeni yorumlar eklemekten kaçınmamamızın nedeni, onbir Eylül’ün onuncu

yılında gerçekleştirilen uzun bir konferanslar serisi çerçevesinde konuyu ele almış

olmamızdır. Konferans serisinin gündeme gelmesinin ardındaki neden, Türkiye içinden

düşünen ve onbir Eylül olaylarını Türkiye’ye etkisiyle birlikte ele alan yazarların, olayı

Amerika Birleşik Devletleri ekseninden yorumlayan yazarlara oranının bir hayli düşük

olmasıydı. Konferans serisi neticesinde gelinen noktaya baktığımızda, olayın Türkiye

içinden düşünen yazarlarca ele alınmasının, konunun işleniş biçimi ve içeriği üzerinde

doğrudan esaslı ölçütler doğurmadığı, ancak Türkiyeli yazarların ilgilerinin/odak

noktalarının onbir Eylül’ün sınırsız sonuçları arasından ele alınabilecek hususların

seçiminde bazı ölçütler sunabileceği görüldü. Aynı şekilde, katılımcı yazarlar kitabın

nesnesi haline gelen olayı farklı perspektiflerden ele aldılar. Ancak, önceden belirli olan bu

dil ayrılığı meselesinin kitabı eklektik bir çalışmalar bütünü haline getirdiğini söylemek

zor. Anılan bu perspektif bolluğu, farklı söylemsel biçimlenmeler içinden bilgi üreten

insanların gerçekteki somutu nasıl ele aldığını takip etmek için yararlı bir derleme

stratejisine dönüşmekle kalmadı; aynı zamanda okuyucuya onbir Eylül ‘gerçeğinin’ hiç de

basit olmayan yönünü sundu.

Ortak etkinlik her iki üniversitenin mekânlarında gerçekleştirilirken, salt akademisyenler

değil aynı zamanda çoğu siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplinlerinde eğitim gören

öğrenciler de etkileşime girdiler ve yer yer düşünce sürecine olumlu etkileri olan

tartışmalar yaşandı.

Elinizde bulunan çalışma uzun bir hazırlık sürecinin ardından ortaya çıktı. Konu bütünlüğü

ve makaleler arası akışkanlığı sağlamak amacıyla çalışmaları konferansın tartışmalar

ekseninde beliren özgün serimlemesine uygun şekilde sunduk. Amacımız, konuyu önce

teorik düzlemde ele almak ve ardından bu teorik arka planı göz önünde tutmak suretiyle

onbir Eylül’ün Türkiye’yi ilgilendiren somut açılımlarını gündeme getirmekti.

3

İlk makale, onbir Eylül’ün ulus devlet, demokrasi, küreselleşme, güvenlik, özgürlük, dinsel

kimlikler alanlarında düşünme kipliklerimize etkilerini araştırmaktadır. Bu bağlamda,

onbir Eylül’ün öncesi ve sonrası arasında bir kopuş ilişkisi gören Funda Gençoğlu

Onbaşı’nın çalışması, onbir Eylül’ün hem var olan maddi koşullar üzerinde hem de

zihniyet dünyamızda yarattığı etkilere odaklanmaktadır.

İkinci makale, onbir Eylül’ün devlet biçimine etkisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu

kapsamda sorunu ele alış sürecimizde sık sık başvurup ‘apaçık’ saydığımız kavramlar,

özellikle de son zamanlarda Weberci perspektifler dışında ele alınmayan devlet kavramı

yoğun olarak tartışmaya açılmıştır. Makale, devlet biçimiyle emperyalizm arasındaki

bağlantıyı kurduktan sonra onbir Eylül’ün devlet biçimi üzerindeki etkilerini ele

almaktadır. Devlet biçimi tartışmalarının ekonomi politiğe taşınması ve ardından Orta

Doğu’nun merkezde bulunduğu bir küresel ekonomi politik çözümlemesinin sunulması,

makaleyi ilgi çekici kılmaktadır. Bu bağlamda, devletin uluslararasılaşması sürecinde Irak

saldırısının, hem stratejik hammadde satıcısı ülkeler hem de Türkiye için ne ifade ettiği

tartışılmaktadır.

Emel Oktay’ın çalışması, onbir Eylül sonrasında Amerikan kamu diplomasisinin

belirleyenlerini ve dönüşüm sürecini incelemektedir. Bu alandaki dönüşümün bilgisi,

doğrudan konuyla ilgilenenlerin yanı sıra ideoloji alanının uluslararası ilişkiler disiplini

üzerindeki etkilerini takip etmek isteyenler için de önemli imkânlar barındırmaktadır.

Çalışma, Soğuk Savaş sonrası değişen kamu diplomasisi anlayışı ve ‘yumuşak güç’

kavramı üzerine eğildikten sonra kamu diplomasisinin teröre karşı nasıl araçsallaştırıldığı

hususunu irdelemekte, Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel ölçekli politikalarının

belirleyenlerini anlayabilmek için önemli ipuçları vermektedir.

Anar Somuncuoğlu’nun yazısında onbir Eylül’ün Amerika Birleşik Devletleri’nin iki

Asyalı (ve olası) rakibi üzerindeki etkileri ele alınmaktadır. Yazara göre, onbir Eylül’ün,

Rusya ve Çin’in küresel rekabet alanında edindikleri pozisyonlar üzerindeki etkisi

belirleyici olmamakla birlikte önemlidir. Buna göre, onbir Eylül’ün her iki ülkenin küresel

egemenlik mücadelesindeki olumlu etkileri olumsuzlardan fazladır. Asya’nın jeo-politiği

irdelenirken bölgede kaim başat güçlerin karşılıklı ilişkisi göz ardı edilmemelidir.

Somuncuoğlu’nun çalışması bu eksiği gidermeye yönelmiştir.

Dördüncü makale, onbir Eylül’ün göç ve göç politikalarına etkisi üzerinde yoğunlaşmakta,

bu etkileri özellikle Avrupa Birliği’nin göç politikaları çerçevesinde ele almakta, Avrupa

Birliği’nin güvenlikleştirme ve ekonomikleştirme ikilemi arasında sıkışan göç

4

politikalarını irdelemektedir. Zuhal Yeşilyurt Gündüz, Avrupa’nın sömürge geçmişinin

bugün göç veren başta Afrika ülkeleri olmak üzere birçok ülkenin yoksulluğunun nedeni

olduğunu, ayrıca günümüzün neo-sömürgeciliğinin de yoksul ülkelerin büyümesini,

kalkınmasını ve gelişmesini engellediğini; Avrupa Birliği’nin ısrarla sürdürmekte olduğu

Ortak Tarım Politikasının Afrika ülkelerini rekabet etmekten uzaklaştırdığını ve birçok

Afrika ülkesinin rekabet edebileceği nadir sektörlerden biri olan tarım sektörünün

ürünlerini satmalarını engellediğini; dolayısıyla özellikle Kuzey Afrika’yı yoksulluktan da

öte açlıkla yüz yüze bıraktığını vurgulamaktadır. Yazara göre, Avrupa Birliği, göçmenlerle

ve mültecilerle değil göçün nedenleri ile mücadele etmelidir. Bu mücadelenin, Avrupa

Birliği’nin göçle ilgili algısını değiştirmekle başlayabileceğini vurgulayan Yazar, Avrupa

Birliği’nin göçü güvenlikleştirmekten vazgeçerek yeniden güvenliksizleştirmesi gerektiğini

savlamaktadır. Güvenlikleştirme bir inşa süreci olduğuna göre, eğer istenirse, aynı şekilde

güvenliksizleştirme de inşa edilebilir. Bu inşanın gerçekleştirilmesi açık bir iltica ve göç

politikasının sağlayacağı vurgularla yapılabilir.

Son yazı, kitabın değindiği konuların önemli bir kısmına ve onbir Eylül’ün etki yaptığı

bütün coğrafyalara dokunarak yerini hak etmektedir. Yerini hak etmekten kasıt,

konuşmacının/yazarın, yazarların ortak düşüncelerini özetlemesi değil, değinilen konulara

ya da mekânlara büyük ölçüde temas etmesidir.

İsmail Aydıngün ve Ali Murat Özdemir

5

İÇİNDEKİLER

ONBİR EYLÜL: NEYDİ, NEYİ DEĞİŞTİRDİ?

Funda Gençoğlu Onbaşı

ONBİR EYLÜL VE YENİ DEVLET BİÇİMİ

Ali Murat Özdemir

ONBİR EYLÜL SONRASI AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ

KAMU DİPLOMASİSİ

Emel G. Oktay

ONBİR EYLÜL’DEN SONRA ORTA ASYA: TEK

KUTUPLULUKTAN ÇOK KUTUPLULUĞA

Anar Somuncuoğlu

ONBİR EYLÜL SONRASINDA AVRUPA BİRLİĞİ VE GÖÇ:

GÜVENLİKLEŞTİRME VE EKONOMİKLEŞTİRME İKİLEMİ

Zuhal Yeşilyurt Gündüz

ONBİR EYLÜL SONRASI KÜRESEL DEĞİŞİMLER

C. Sencer İMER

6

YAZARLAR VE EDİTÖRLER HAKKINDA BİLGİ

İsmail AYDINGÜN

Doç. Dr. İsmail Aydıngün, Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Bölümü öğretim üyesidir. Lisans eğitimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde tamamlayan

Dr. Aydıngün, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Ankara Üniversitesi’nde yapmıştır.

Çalışma alanları arasında; Orta Asya ve Kafkasya, Sovyet sonrası milliyetçilikler, etnik/

milli kimlik oluşumu, etnik göç, sürgün halkları (Ahıska Türkleri, Kırım Tatarları),

etnisite, milliyetçilik, diaspora, siyaset sosyolojisi, Türkiye siyasi tarihi yer almaktadır.

Zuhal Yeşilyurt GÜNDÜZ

Doç. Dr. Zuhal Yeşilyurt Gündüz, Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası

İlişkiler Bölümü’nde 2001 yılından bu yana çalışmaktadır. Lisans, yüksek lisans (1995) ve

doktorasını (2000) Bonn Üniversitesi’nde tamamlamıştır. İlgi alanları; Türkiye-Avrupa

Birliği bütünleşmesi, kadın ve toplumsal cinsiyet, Avrupa Birliği-Akdeniz Ortaklığı, göç,

HIV/AIDS’in güvenlikleştirilmesi, İslam’ın güvenlikleştirilmesi, Avrupa Birliği’nde

yabancı düşmanlığı ve İslamofobi, kadın ve su, Avrupa Birliği’nde neoliberalizm’dir.

C. Sencer İMER

1942 yılında Ankara’da doğan Sencer İmer, 1960 yılında Ankara Kurtuluş Lisesi’nden,

1968 yılında Berlin Teknik Üniversitesi’nden yüksek mühendis olarak- mezun olmuş,

1974’te aynı üniversiteden doktor unvanını almıştır. Matematik ve felsefe öğrenimi de aynı

üniversitede yapmış, akademisyen olarak devam etmiştir. Çalışma hayatını Türkiyede

sürdürmüş, Birleşmiş Milletler’de, Devlet Planlama Teşkilatı’nda danışmanlıklar yapmış,

Özal hükümeti zamanında Başbakana, bazı bakanlara danışmanlıklar, Demir Çelik Genel

Müdürlüğü, Erdemir, Asil Çelik’te Yönetim Kurulu Başkan vekilliği, Kardemir’in

kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmış, akademik hayatta da Ankara Üniversitesi

Siyasal Bilgiler Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı,

Aksaray Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğretim üyeliği ve İktisadi ve İdari

Bilimler Fakültesi Dekanlığı görevini yapmış olup, sonuncusunu bugün hala

sürdürmektedir. Mühendislik, iktisat, uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi alanlarında yurt

içi ve yurt dışı birçok yayını bulunmaktadır. Çalışma alanları; Türkiye ekonomisi, su

politikaları, doğal kaynaklar ekonomisi ve çatışma çözümleri’dir.

7

Emel G. OKTAY

Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra

yüksek lisans derecesini İngiltere’de Reading Üniversitesi’nden almıştır. Doktorasını

Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlayan Doç. Dr. Oktay, 2005-

2007 yılları arasında Hollanda Clingendael Enstitüsü’nde Kıdemli Araştırmacı olarak

bulunmuştur. Doç. Dr. Oktay’ın Balkanlar, Karadeniz ve Avrupa Birliği Komşuluk

Politikası üzerine çeşitli ulusal ve uluslararası yayınları bulunmaktadır.

Funda Gençoğlu ONBAŞI

Yrd. Doç. Dr. Funda Gençoğlu Onbaşı, Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve

Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Bilkent

Üniversitesi’nde tamamlayan Dr. Gençoğlu Onbaşı, doktora çalışmasını Orta Doğu Teknik

Üniversitesi’nde yapmıştır. Çalışma alanları arasında; demokrasi kuramı, sivil toplum

kuramı ve pratiği, kadın ve siyaset, Türk modernleşmesi, siyasi partiler yer almaktadır.

Ali Murat ÖZDEMİR

1968 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Sussex Üniversitesi

Hukuk Çalışmaları Merkezi’nde Uluslararası Ticaret Hukuku üzerine yüksek lisans yaptı.

ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden Siyaset Bilimi doktorası aldı. İş

hukukunun ekonomi politiği üzerine olan tezi, 2005’te Mustafa Parlar Vakfı yılın tezi

ödülüne layık görüldü. Doçentliğini sosyal politika alanında aldı. Hâlen Hacettepe

Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. Deneme, makale, kitap

bölümü, kitap ve tezden müteşekkil çalışmaları siyaset felsefesi, ekonomi politik, sosyal

politika ve hukuka sosyolojik yaklaşım başlıkları altına yerleştirilebilir.

Anar SOMUNCUOĞLU

Dr. Anar Somuncuoğlu 1975’te Kazakistan’da doğdu. Orta öğrenimini Kazakistan’da

tamamladıktan sonra 1997’de Gazi Üniversitesi, Ekonometri Bölümü’nden, 2000’de

Hacettepe Üniversitesi İktisat yüksek lisans programından mezun oldu. 2009’da Ankara

Üniversitesi Uluslararası İlişkiler doktora programını tamamladı. 2000-2010 yılları

arasında ASAM, TUSAM ve 21. Yüzyıl Enstitüsü’nde çalışan Dr. Somuncuoğlu hâlen

Hacettepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim görevlisidir.

8

ONBİR EYLÜL: NEYDİ, NEYİ DEĞİŞTİRDİ?

Funda Gençoğlu Onbaşı

Giriş

Onbir Eylül olaylarının nedenleri ve sonuçlarına dair yüzeysel bir literatür araştırmasının

bile ortaya çıkarabileceği gibi bu konuda çok farklı görüşler dile getirilmektedir. Yine de,

üzerinde genel bir uzlaşının varlığından söz edilebilecek görüş onbir Eylül 2001 gününün,

dünya toplumlarının siyasal ve toplumsal yaşamlarında ve zihniyet yapılarında üzerinde

durmaya değer değişiklikleri beraberinde getirdiği, aynı zamanda pek çok insanın kişisel

yaşamlarında da iz bırakan önemli ve tarihî bir gün olduğu görüşüdür.

Çalışmamla ilgili araştırmalarım esnasında en çok dikkatimi çeken noktalardan biri, onbir

Eylül ile ilgili kitapların ve makalelerin birçoğunda yazarların söze onbir Eylül 2001

tarihinde ikiz kulelere gerçekleşen saldırının haberini ilk aldığında kendisinin ne yapmakta

olduğunu, nereden nereye gitmekte olduğunu anlatarak başlaması, olaylardan haberdar

olduğunda ilk tepkisinin ne olduğunu, neler düşünüp neler hissettiğini, kimlerle konuşmak

ihtiyacı hissettiğini okuyucularıyla paylaşarak başlamasıydı. Aslında bu durum belki de

pek çoğumuz için geçerlidir. Pek çoğumuz o sırada nerede olduğumuzu, ne yapmakta

olduğumuzu hep hatırladığımız için onbir Eylül 2001, zihinlerimize ve kişisel

hafızalarımıza kazınan tarihî bir gün oldu.

Onbir Eylül olaylarının önemi konusunda genel bir görüş birliğinden söz edilebilse de

atfedilen bu önemin nedenlerine dair yorumlarımız kayda değer farklılıklar göstermektedir.

Bu çalışma, bu farklı yorumları gözden geçirmeyi ve bunu da iki ana başlık altında

yapmayı amaçlamaktadır: İlk olarak, öncelikle onbir Eylül’ü anlamak, anlamlandırmak

için başvurulan farklı anlatıların, farklı yorumların yani “onbir Eylül neydi?” sorusuna

verilen farklı yanıtların üzerinden kısaca geçilecektir. Tabii ki onbir Eylül’ün herkes için

geçerli olan tek bir anlamı ya da tek bir açıklaması yok, olması da mümkün değil; böyle bir

konuda farklı anlatıların, farklı yorumların, farklı yaklaşımların olması gayet olağandır. Bu

farklı yaklaşımların üzerinden geçtikten sonra içlerinden en ‘meşhuru’ olarak medeniyetler

çatışması tezi/tartışması biraz daha detaylı bir biçimde incelenecektir. İkinci ana başlıkta

ise ‘onbir Eylül neyi değiştirdi?’ sorusuna odaklanılacak ve bu soru çerçevesindeki analiz

şu saptama temelinde şekillenecektir: Onbir Eylül sonrası dönemde dünyanın farklı

yerlerindeki farklı toplumlar-siyasi sistemlerinde, hukuki yapılarında ya da ekonomilerinde

gözlemlenen değişimler ve süre giden savaşlar gibi-gerçekten gözle görülür, elle tutulur

9

nitelikte ve çok önemli bir dizi maddi değişim yaşamış olsa da onbir Eylül’ün asıl büyük

ve önemli sonucunu, etkisi veya bir şeyleri değiştirebilme potansiyelini düşünce

biçimlerimizde, zihniyet yapılarımızda yarattığı etkide gözlemlemek mümkündür. Onbir

Eylül’ün en büyük mirası galiba bizi bazı çok hayatî tartışmalarla, bazı kavramlar hakkında

yeniden düşünme çabasıyla baş başa bırakmış olmasıdır. Bu, bütün bunlar gündemimize

onbir Eylül ile geldi demek değildir. Tabii ki bu kavramlarla daha önceden de meşguldük,

fakat onbir Eylül bazı şeyleri bir kez daha sorgulamamıza, bazı soruları yeniden ve yeniden

sormamıza neden oldu. Örneğin ulus devlet, demokrasi, küreselleşme, güvenlik, özgürlük,

dinsel kimlikler gibi. Aslında onbir Eylül’ün onuncu yılında hâlen bu sorgulama, yeniden

düşünme, akıl yürütme sürecinin içindeyiz. Bunun da bizi nereye götüreceğini şimdilik

bilemesek de sürekli sorular sorduğumuz, bazı şeyleri sorguladığımız bu süreci mutlaka

karamsar bir bakış açısıyla belirsizlik, güvensizlik, umutsuzluk ve kafa karışıklığı ile

karakterize olan bir süreç olarak değil, iyimser bir bakış açısıyla yorumlamak da mümkün

olabilir. Sonuçta daha iyi bir dünyaya ulaşabilmek, öncelikle var olan dünyaya dair bazı

sorgulamaları gerektirmez mi?

Çalışmamın son iki bölümünde onbir Eylül’ün hem var olan maddi koşullar üzerinde hem

de zihniyet dünyamızda yarattığı etkiden söz edeceğim ve bizi hangi sorularla,

tartışmalarla baş başa bıraktığı sorusuna yanıt vermeye çalışacağım. Tabii ki burada belli

başlıklar altında değineceğim hususların her birinin müstakil birer araştırma ve uzmanlık

konusu olduğunun farkında olarak amacımın aslında hepimizi bazı sorular etrafında

yeniden düşünmeye davet etmek olduğunu belirtmek isterim.

Onbir Eylül Neydi? Farklı Anlatılar, Farklı Yorumlar

Onbir Eylül 2001 günü neler olduğunu Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin CNN

resmi sitesinde yayınlanan açıklamalarından hatırlayacak olursak olaylar şöyle gelişti:

Onbir Eylül 2001 Salı günü ABD’de dört yolcu uçağının ikisi New York’taki Dünya

Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri Washington D. C.'de Pentagon’a çarptı.

Sonuncu uçak ise yolcular ve uçağı kaçıranlar arasındaki mücadeleden sonra 150 mil

uzakta, Pennsylvania kırsalında düştü. İlk saldırı yerel saatle sabah 08.48’de güney kule

olarak adlandırılan kuleye gerçekleştirildi. Olayın hemen ardından birçok televizyon kanalı

kameralarını olay yerine yerleştirmişler ve yayına geçmişlerdi. İşte bu sırada ikinci uçak

kuzey kuleye çarpıp binanın diğer tarafından parçalanarak çıktığında ne yazık ki bu

neredeyse hepimizin gözleri önünde gerçekleşmiş ve birçok kamera tarafından farklı

açılardan kaydedilmiş oldu. Hepimizin zihinlerine kazınan imaj da bu görüntüler oldu. İlk

10

saldırıdan tam bir saat sonra, 09.45’te ise üçüncü bir uçağın Pentagon’a yani ABD’nin

askeri gücünün simgesi olan binaya çarptığı haberi geldi.

Bütün bunların yarattığı panik ve korku, vurulan ikinci kulenin saat 09.58’de inanılmaz bir

şekilde bütün katların, gerçekleşen patlamalar neticesinde üst üste yıkılması ile yok olması

ve bir toz ve duman bulutunun ortalığı kaplaması ile daha da arttı. Bundan yalnızca on

dakika sonra kaçırılan dördüncü bir uçağın Pennsylvania’da düştüğü haberi geldi. Bu

uçağın hedefi anlaşılamadı. Bu esnada da vurulan ilk kule enkaza dönmüştü. İki saatten

daha az bir süre içinde yaşanan bu travmatik olaylar zinciri hem ABD’yi hem de dünyanın

başka bölgelerini derinden etkileyecekti. Amerikan hükümetinin araştırmasına ve onbir

Eylül Komisyonu Raporu'na göre yolcu uçakları Usame Bin Ladin'in lideri olduğu El

Kaide terör örgütünün 19 üyesi (ki bunların 15’i Suudi Arabistan uyrukluydu) tarafından

kaçırıldı ve eylem gerçekleştirildi. Peki, tüm bu olanlar neyin işaretiydi, neyin

göstergesiydi, bu olanların bir tanımını, izahını yapmak mümkün müydü?

Onbir Eylül’ün ne olduğunu izah etmeye çalışan ve ana akım ABD yaklaşımı olarak

adlandırabileceğimiz ilk yaklaşım1, onbir Eylül akşamı ABD Başkanı Bush’un olayı “bizim

yaşam tarzımıza, bizim özgürlüğümüze saldırıldı” şeklinde özetleyişinde ifadesini bulan bir

yaklaşımdır. Bu yaklaşımdaki temel iddia ya da varsayım şudur: Amerika’nın ve

Amerikalıların temsil ettiği bir takım değerler vardır ve bu değerlerin en temelinde özel

hayatın mahremiyetinin ve bireysel hak ve özgürlüklerin çok önemli yer tuttuğu açık ve

özgür bir toplum anlayışı ile bu açıklık ve özgürlük ortamında kendini güvende hissetmek

yatar (Gehman, 2002: 11). Aslında bu yaklaşım ‘neden bizden nefret ediyorlar?’ sorusuyla

şekillenmiş bir yaklaşımdı ve onbir Eylül’ü bir ‘değerler çatışması’ (clash of values) olarak

yorumluyordu. Bunun izlerini Başkan Bush’un 20 Eylül 2001’de Kongre’de yaptığı bir

konuşmada sürebiliriz. Bush onu dinleyenlere şöyle sesleniyordu:

Amerikalılar soruyor: Bizden neden nefret ediyorlar? Bizim bu salonda doğru bulduğumuz şeyden yani

demokratik yöntemlerle seçilmiş bir hükümetten nefret ediyorlar... Din özgürlüğümüzden, konuşma

özgürlüğümüzden, oy kullanabilme, toplanabilme ve birbirimizle aynı fikirde olmama özgürlüğümüzden

nefret ediyorlar. Bu teröristler sadece yaşamları sona erdirmek amacıyla değil bir yaşam tarzını tahrip etmek

ve sona erdirmek için öldürüyorlar... Bize karşı duruyorlar çünkü biz onların yolunda bir engel teşkil

ediyoruz. (www.whitehouse.gov)

1Burada bahsi geçen farklı yaklaşımları kategorileştirirken Ian Markham’ın (2002: 210-219)

sınıflandırmasından faydalanılmakla birlikte daha farklı bir şema kullanılmıştır. Markham bu farklı

yaklaşımları ‘Ana akım Amerikan yorumu’, ‘İsrail yanlısı Yahudi pozisyonu’, ‘Arap yanlısı Filistin

pozisyonu’ ve ‘Hristiyan köktendinciliği’ şeklinde gruplandırmaktadır.

11

Buradaki vurgunun Amerikalıları diğer toplumlardan ayırt eden en temel özellik olarak

çoğulculuğa atfedilen değer olduğunu söylemek mümkündür. Aslında bu, Amerikalıların

kendilerini nasıl gördüklerine, nasıl algıladıklarına (self-perception) dair bir anlatı olarak

nitelendirilebilir. Burada göze çarpan, en temelde Amerikalıların kendilerini özgürlükle,

ilerlemeyle, gelişmiş olmakla yani iyi olan ve iyilikle eşleştirirken (ve bunu da

Amerikalıların bir grup göçmen topluluktan dünyanın en ileri ulusunu yaratmış olmalarına,

dünya savaşlarında gidişata müdahale ederek Avrupa’nın totaliter rejimlerin kontrolüne

geçmesine engel olmuş olmasına vs. atıfta bulunurken) ona duyulan nefreti ise iyiliğe karşı

duyulan nefret olarak sunmalarıdır. Sonuç olarak, bu bakış açısından onbir Eylül, iyi ile

kötünün savaşı olarak sunulmaktadır. Bu durum Başkan Bush’un olaylar sonrasında ABD

tarafından atılacak adımların ipuçlarını dünya kamuoyuyla paylaşırken sarf ettiği ve tarihe

geçen şu cümlesinde de en açık ifadesini bulmuştur: ‘Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle’.

İkinci bir yaklaşım, onbir Eylül’ü ABD’nin Orta Doğu politikasının, özellikle İsrail-Filistin

meselesinde izlediği politikaların bir sonucu olarak açıklar. Bu yaklaşımın temel savı,

böyle bir eylemin gerçekleşmesi ve bunu gerçekleştiren terörizmin beslenebilmesi için

elverişli ortamı yaratmada ABD’nin belli bir sorumluğunun olduğu düşüncesidir. Bu bakış

açısıyla, ‘Batıya karşı Arap öfkesi’nin (Markham, 2002: 215) kökenleri, özellikle 1948’de

İsrail devletinin kurulmasından sonra çok sayıda Filistinlinin yerlerinden edilmesi ve

mülteci kamplarında yaşamaya başlamasında aranır. İsrail ilk kurulduğunda 700 bin

Filistinli yerlerinden edilmişti, 1967’de 300 bin kişi Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden

taşındı ki bunların bazıları ikinci kez yer değiştiriyordu. 1995’e gelindiğinde ise mülteci

kamplarında yaşayanların sayısı 991,577 olmuş, 2,181,000 kişi de Ürdün’e yerleşmişti

(Markham, 2002: 215). Böylelikle nüfus dağılımı İsrail lehine olacak şekilde değişmiş

oluyordu. Bu durumda, 1948-2001 arasında geçen sürede siyasi olarak hiçbir ilerleme

kaydedilememiş, ekonomik olarak sonuç giderek artan bir yoksulluk olmuş, kültürel alanda

da bütün bunların sorumluları olarak görülenlere karşı bir soğukluk ve düşmanlık hâkim

olmaya başlamıştı.

Bir üçüncü bakış açısı olayların tamamen din referanslı bir yorumunu içerir. Burada göze

çarpan aslında tüm dinlerin gelenekselleşmiş biçimlerinde olan takdiriilahî anlayışının belli

bir yorumudur. Yani olup biten her şeyin gerçekleşmesine izin veren Tanrı’dır, olanlar o

istediği için olmuş ve olmaktadır. Tanrı’nın neden böyle bir onbir Eylül gibi bir felaketin

gerçekleşmesini istemiş olabileceği sorusu sorulduğunda ise bu bakış açısından yanıt,

Amerikan halkının işlediği günahlarda aranmaktadır. Markham’ın (2002: 219) belirttiği

12

gibi bu günahların neler olduğu konusunda farklı görüşler dile getirilmiştir. Örneğin, bazı

dindarlar için bu günahlar kürtaj savunucularının, feministlerin, homeseksüellerin,

putperestlerin, seküler bir dünya görüşünü savunanların işlediği günahlar iken bazı

dindarlar için bu günahlar büyük sermayenin ya da çevreye zarar verenlerin işlediği

günahlar olabilmektedir.

Onbir Eylül olaylarının ardından komplo teorilerinin gerek gündelik gerek siyasi

yaşamlarımızda önemli yer tutmuş olması, özellikle internet üzerinden geniş bir kesime

ulaşan ve takipçi bulan bu bakış açısını da burada bir dördüncü yaklaşım olarak anmamızı

gerekli kılmaktadır. Burada ayrıntılarına girmenin mümkün olmadığı bu yaklaşımda öne

sürülen temel iddia, ABD’nin aslında sadece kendi çıkarları doğrultusunda, daha açıkçası

Orta Doğu’daki ve Orta Asya’daki enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek amacıyla

Irak ve Afganistan’a saldırmayı planladığı, gerçekleştireceği saldırıları meşrulaştırmak,

onlara bir zemin hazırlamak amacıyla da onbir Eylül saldırılarının ABD’nin kendisi

tarafından, kışkırtma amaçlı planlanıp gerçekleştirildiği şeklindeki iddiadır.

Onbir Eylül’e ilişkin farklı açıklamalar, farklı yorumlar başlığı altında beşinci olarak

‘medeniyetler çatışması’ tezi karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi aslında

en çok yankı uyandıran, belki de hem en çok desteği hem de en çok tepkiyi aynı anda

çeken bu yorum olmuştur. Onbir Eylül olaylarından yıllar önce Amerikalı siyaset bilimci

Samuel Huntington tarafından öne sürülen bu tez birçok yorumcu tarafından olayları

açıklamak amacıyla bir başvuru kaynağı olurken, birçokları tarafından da son derece

sorunlu bir bakış açısını temsil ettiği yönünde eleştirilere maruz kalmıştır. Hem ilk

yayımlandığı dönemde hem de onbir Eylül sonrasında yaratmış olduğu büyük ilgiye

istinaden bu yaklaşım biraz daha yakından ve biraz daha detaylı incelenmeyi hak eder

görünmektedir.

Onbir Eylül ‘Medeniyetler Çatışması’mıydı?

1990’lı yılların ikinci yarısında siyaset bilimi ya da uluslararası ilişkiler öğrencileri için

Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ ve Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’

tezleri ile tanışmamış olmak neredeyse imkânsızdı. Dünyanın her yerinde ciddi

tartışmalara yol açmış bu tezler içinde yaşadığımız-ve bazılarına göre yeniden oluşmakta

olan-‘dünya düzenini’ anlamlandırmak konusunda bize yol gösterme iddiasındaydılar. Bu

tezler ilk bakışta birbirine neredeyse taban tabana zıt argümanlar öne sürüyor gibi

görünseler de daha yakından bakıldığında birbirini destekleyen, hatta tamamlar nitelikte

olduklarını fark etmek çok da zor olmamaktadır. Fukuyama, Soğuk Savaş’ın sona ermesini

13

liberalizmin ve ona eklemlenmiş değerlerin doğruluğunun, haklılığının ve yerindeliğinin

ispatlanmış olması şeklinde yorumluyor ve artık ideal olanı, doğru olanı aramaktan

vazgeçip Batı dünyası tarafından temsil edilen liberal değerlerin zaferini ilan etmemiz

gerektiğini öne sürüyor, aynı anda artık ideolojilere de bu anlamda ihtiyacımızın

kalmadığını, aynı ortak paydada insanlığın buluşması gerektiğini ve de buluşacağını

söylüyordu. Huntington ise gelecekte medeniyetler arası savaşların insanlık tarihine

damgasını vuracağını iddia ediyor ama aşağıda da gösterileceği gibi satır araları

okunduğunda asıl çatışmanın Batı ve onun temsil ettiği değerler ile bunun dışında kalan

bütün aktörler arasında gerçekleşeceğine dair öngörüsü hemen fark edilebiliyordu. Bu

noktada iyi, doğru ve haklı olanın hangisi olduğuna dair tercihini hangi taraftan kullandığı

hiçbirimiz için bir sır olmasa gerek.

Onbir Eylül olaylarının ardından en çok ismi anılan siyaset bilimci herhalde

Huntington’dır. 1993 yılında ilk yayımlandığında da büyük tartışmaya yol açan, desteği de

eleştiriyi de fazlasıyla alan ‘medeniyetler çatışması’ tezi gerek terörist saldırıları gerek

ABD'nin Afganistan ve Irak operasyonlarını açıklamak amacıyla sıklıkla gündeme

getirildi. Şubat 2002'de, İstanbul'da, yine Huntington'a atıfla Avrupa Birliği- İslam

Konferansı Örgütü ortak organizasyonuyla ‘Medeniyetler Buluşması’ başlığı altında bir

forum düzenlendi. Onbir Eylül'ün en önemli sonuçlarından biri, medeniyetler çatışması

zihniyetinin uluslararası ilişkilerde yeniden popülerleşmesi oldu ve Keyman'ın dediği gibi

Onbir Eylül sonrası dünya siyasal ve kültürel bağlamı ‘savaş’ ekseninde kurulmaya

başlandı:

Onbir Eylül sonrası dünyanın savaş ekseninde kurulma çabası uluslararası ilişkilerin siyasi boyutta

Schmitt'yan bir tarzda 'dost-düşman çatışması' temelinde, kültürel boyutta da S. Huntington'un 'medeniyetler

çatışması' tezi üzerinde tanımlanmasını içermektedir (Keyman, 2002: 20).

Huntington, kendi tezini Soğuk Savaş paradigmasının yerine geçmekte ya da geçecek olan

ve yeni dünya düzenini ifade edebilecek ‘yeni paradigma’ olarak sunuyordu. Hatta kendi

tezine cevaben yazılan makaleleri ve bu yazılarda öne sürülen karşı tezleri kabul

etmediğini, bir paradigmanın gündeme getirilen birkaç örnek olayla değil, ancak sunulan

alternatif bir paradigma ile geçersiz kılınabileceğini iddia ederek "Daha iyi bir fikri olan

var mı?" diye sormaktan da kendini alamıyordu (Huntington, 1993b: 191). Kısaca

hatırlamak gerekirse, Huntington şunu söylüyordu: SSCB’nin dağılmasından ve Soğuk

Savaş'ın sona ermesinden sonra siyaset ve uluslararası ilişkiler yeni bir döneme gelmiştir

ve bundan sonra insanoğlunu birbirinden ayıran ve anlaşmazlıklara neden olan konular

14

artık siyasi, ekonomik ya da ideolojik olmayacaktır. Ona göre artık çatışma medeniyetler

arasında olacaktır: "Medeniyetler arasındaki fay hatları (fault lines) geleceğin savaş

hatları olacaktır” (Huntington, 1993a: 22).

Huntington bu tezini güçlendirmek için nedenler saymaktadır: Birincisi ve en önemlisi,

medeniyet yüzyıllarla ifade edilen bir süreçte ortaya çıkan en temel kimliktir. Medeniyetler

birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din faktörüyle ayrılırlar ve bu

farklılıklar siyasi ideolojiler ya da rejimler arasındaki farklılıklardan çok daha derindir.

İkinci olarak, dünyanın giderek küçüldüğünü, artan iletişim ve etkileşim sonucunda

‘medeniyet bilinci’nin, dolayısıyla medeniyetler arası farklılıkların ve/veya benzerliklerin

kendini daha fazla hissettirdiğini ifade etmektedir. Üçüncü neden olarak da ulus-devletin

artık kimlik için bir referans noktası olmaktan uzaklaştığını, bundan doğan boşluğun ise

din tarafından doldurulmakta olduğunu iddia etmektedir. Huntington, bölgesel ve

ekonomik örgütlenmeleri ulus-devletin önemini yitirişine örnek olarak göstermekte ve bu

tür yapılanmaların ancak aynı medeniyete mensup milletler ya da topluluklar arasında

gerçekleşirse başarılı olacağını ileri sürmektedir. Bu arada, Huntington'a göre dünyada şu

anda varlığını devam ettiren sekiz medeniyet bulunmaktadır: Batı, Konfüçiyan, Japon,

İslam, Hindu, Ortodoks-Slav, Latin Amerika ve Afrika medeniyetleri.

Huntington'a yöneltilen eleştirilerden ilki, kendisinin ‘kardeş ülke sendromu’ dediği

durumla ilgilidir. Buna göre, bir devlet ya da grup farklı bir medeniyete mensup bir devlet

ya da grup ile savaşa girdiğinde kendi medeniyetinin mensupları tarafından diğer

medeniyete karşı desteklenecektir. Huntington, iş birliği ve koalisyonların artık siyasi

ideolojiler ve geleneksel güç hesaplamaları yerine kardeş ülke sendromu temelinde

yükselmekte olduğunu ileri sürmektedir. Ancak, böyle bir görüşün "devletlerin kaos

ortamından çıkış yolu bulmaya çalışırkenki doğal kaypaklığını, duygusuz ve soğukkanlı

tabiatını gözden kaçırmak" (Ajami, 1993: 2) olduğunu ileri sürmek de mümkündür. Bu

bağlamda örneğin Fouad Ajami, devletlerin sadece genel çıkarları doğrultusunda olması

halinde kardeşlik ve inanç birliği gibi konulara ilgi gösterdiğini, aksi takdirde bakışlarını

çok rahatlıkla başka taraflara yöneltebildiklerini söyleyerek çifte standartlara dikkat

çekmektedir (1993: 9). Benzer şekilde, devletlerin davranışlarını gündelik, kriz ya da

savaş dönemi kararlarını kültürel ve tarihsel belirleyenler yerine siyasi ve jeopolitik

öncüller tarafından şekillenen fırsatçı hareketler olarak niteleyen görüşler de yok değildir

(Weeks, 1993: 25; Mahbubani, 1993: 13). Bu görüşe göre medeniyet, kültür, kardeşlik gibi

15

kavramlar çifte standartları, ikilemleri meşrulaştırmak amacıyla el altında tutulan başvuru

kaynakları olmaktan öte gidememektedirler.

Huntington'a yöneltilen diğer bir grup eleştiri de anlaşmazlık ya da savaş için en büyük

potansiyelin aynı medeniyete mensup farklı gruplar arasında değil de farklı medeniyetler

arasında olduğuna inanmamız için yeterli neden olup olmadığı sorusunda

yoğunlaşmaktadır. Bu soruya olumlu yanıt vermek, en azından yakın tarihte tanık

olduğumuz büyük savaşlar ve anlaşmazlıklar dikkate alındığında, pek mümkün

görünmemektedir. Yirminci yüzyıl dünya tarihine şöyle bir göz atıldığında, Huntington'un

tezine ters düşen İkinci Dünya Savaşı, Çin-Tayvan anlaşmazlığı, İran-Irak savaşı gibi

birçok örnekle karşılaşırız. Bilindiği gibi bu savaşlar medeniyetler arası değil 'medeniyet

içi' savaşlardır. O zaman şu soruyu sormak kaçınılmaz olmaktadır: Mademki medeniyet

bilinci insanoğlunu birbirinden bu kadar keskin ve derin bir şekilde ayıracak potansiyele ve

güce sahiptir, o zaman neden şu ana kadar devletler arası ilişkilerde yaşanan en büyük

savaşlar bu sebepten doğmamıştır ve neden sadece şimdi ve bundan sonra böyle olacağını

düşünmemiz gerekiyor?

Buraya kadar yaptığımız inceleme, medeniyetler çatışması tezi etrafında şekillenen

tartışmanın ana hatlarını ortaya koymaktadır. Tartışmaya dair bu özet bilgi aynı zamanda

medeniyetler çatışması ‘zihniyeti’nin çözümlemesi için de önemli ipuçları barındırmakta

ve bu zihniyetin ‘oryantalizm’ olgusu temelinde eleştirel bir bakış açısı ile ele alınabilmesi

için ışık tutmaktadır. Bilindiği üzere, oryantalizm kavramı siyaset bilimi ve uluslararası

ilişkiler literatüründeki merkezî konumuna Edward Said'in (1978) önemli ve etkili

çalışmasının ardından sahip olmuştur. Said'in analizi, Doğu ile Batı arasındaki ilişkinin bir

güç ve Gramsci'nin kavramsallaştırmasıyla ‘hegemonya’ ilişkisi olduğunu iddia eder. Buna

göre, Aydınlanma sonrası dönemde Batı, Doğu'yu politik, sosyolojik, askeri, ideolojik,

bilimsel ve hayali olarak Batı gözüyle kurmuş ve yeniden kurmuştur (Said, 1978: 5-7). Bu

süreçte kendisini de Doğu olarak tanımladığı kimliğin karşısında konumlandırmış ve kendi

kimliğini de böylece kurmuştur. Bu noktada Keyman'ın ‘farklılıkları ötekileştirme süreci’

olarak verdiği ‘oryantalizm’ tanımı da gayet açımlayıcı olmaktadır (2002: 18). Bununla

kastedilen, ‘oryantalizm’in modern benlik ile öteki arasındaki ilişkiselliği sorgulamaması,

daha doğrusu göz ardı etmesidir. Diğer bir deyişle ‘oryantalizm’, "Batı dışı ötekinin Batılı

modern benliğin oluşumundaki katkısı, modern benlikle tarihsel ilişkisi, daha da önemlisi

modern benliğe dışsal değil aksine 'içsel' niteliği"ni göz ardı etmektedir” (Keyman, 2002:

21). Bu ilişkinin sonunda ulaşılan nokta ise, Batılı bir benlik ve Batı dışı öteki arasında

16

keskin bir ayrım ve birincisinde diğeri karşısında bir üstünlük duygusunun ortaya çıkması

olmuştur. Burada önemli bir nokta şudur: ‘Oryantalizm’, Batı ve Doğu arasındaki bu ayrım

üzerinde temellenirken yaptığı şey, farklı olan Doğu'nun açıklanması ya da anlaşılması

değil, tam tersine Batılı modern benliğin anlatılması ve onun normatif öncüllüğünün

meşruiyetinin sağlanması ve hegemonyasının kurulmaya çalışılmasıdır (Said’den aktaran

Keyman, 2002: 21-22).

Bu noktada tekrar Huntington'a dönerek medeniyetler çatışması tezi ile ilgili bir tespitte

bulunmak gerekmektedir. Huntington makalesinde her ne kadar sekiz medeniyet saysa ve

onlar arasında muhtemel bir çatışmadan bahseder gibi görünse de dikkatli okunduğunda

asıl derdinin Batı ve Batı dışı dünya arasında (the West v.s. the Rest) bir gerilim olduğu ve

burada Batı'nın tehdit edilen taraf olarak düşünüldüğünü görürüz (Huntington, 1993:

48).Bunun nedeni de, biraz önce bahsettiğimiz kendini Batı dışı özne karşısında üstün bir

konumda kurgulamış olması durumu ve hegemonya kurma çabasıdır. Huntington'un ‘Batı

ve diğerleri’ şeklindeki sınıflandırması hayli problemli görünmektedir. İlk olarak, yukarıda

‘oryantalizm’den söz ederken değindiğimiz benlik ile öteki arasındaki ilişkiselliğin nasıl

göz ardı edildiği gayet açık bir şekilde görülebilmektedir. Huntington medeniyetleri,

karşılıklı alışveriş, paylaşma, etkileşim olgularına hiç yer vermeden onları ‘kapalı ve

mühürlü varlıklar’ olarak kavramsallaştırmaktadır (Benhabib, 2002: 60). Jan Nederven

Pieterse, bir makalesinde bu konuyu ele almakta ve Avrupa uygarlığının iddia edildiği

kadar 'özgün' ve 'üstün' olup olmadığını sorgulamaktadır (1994). Pieterse, söz konusu

makalede batı dünyasındaki tarih anlayışının Avrupa narsisizmi ve emperyalizminin de

hızla geliştiği dönem olan 19. yüzyıl düşünceleri tarafından şekillendirildiğini ve bu

düşünce mirasının Avrupa uygarlığının nasıl diğer kültürlerin omuzlarında yükseldiğinin

görmezden gelinmesine neden olduğunu söyler (Pieterse, 1994: 130). Ona göre, Avrupa

medeniyeti dediğimiz şey, bazı tarihsel, siyasal ve coğrafi nedenlerden ötürü Batılı ya da

Avrupalı bir sentez görünümünde bugüne ulaşmış olsa da, aslında evrensel bir mirastır

(Pieterse, 1994: 144).

Huntington'un ‘Batı ve diğerleri’ şeklindeki sınıflandırmasında sorunlu olan diğer bir

husus, aynı zamanda Huntington'un kendi içinde tutarsızlığa düştüğü bir noktadır.

Gördüğümüz gibi Huntington, medeniyet bilinci olarak adlandırdığı şeyi kimliğin en temel

referans noktası olarak sunmakta ve medeniyetler arası farklılıkları geleceğin çatışmaları

için en büyük potansiyel olarak ele almaktadır. Ancak, yine gördüğümüz gibi,

Huntington'ın çalışmasının ana eksenini aslında Batı ve Batı dışı dünya arasındaki bir

17

gerilim ya da çatışma olasılığının yarattığı tedirginlik oluşturmaktadır. Ona göre Batı

dünyası şu anda gücünün zirvesinde olduğu ve Soğuk Savaş sonrası dönemde artık rakipsiz

de olduğu için diğer medeniyetlerin hedefi haline gelmiştir (Huntington, 1993: 33).

Huntington, bu bağlamda, Batı'nın ‘gücü ona yaklaşan, ancak değer dünyaları ve çıkarları

kendisininkinden farklı olan’ bu Batı dışı medeniyetlerle nasıl başa çıkabileceğine dair bazı

stratejiler de sunmaktadır ki bunların başında elbette ekonomik ve askeri gücünü korumak

gelmektedir (Huntington, 1993: 49). Burada dikkati çeken nokta şudur: Farklı

medeniyetlere mensup olsalar da Batı dışı dünyaya ait tüm gruplar, Batı medeniyeti ile

ilişkilendirildiğinde bir bütün olarak kavramsallaştırılmakta ve aralarında Batı'ya karşı bir

iş birliği öngörülmektedir. Bu durumda çok basit bir soru akla gelmektedir: Eğer

Huntington'un en temel iddiasında dile getirdiği gibi, medeniyetler arası farklılıklar bu

derece derin ve keskin ise ve iş birliği ve ittifaklar ancak aynı medeniyet içinde

gerçekleşmesi beklenen şeyler ise, Batı dışı dünyayı aralarındaki farkları yok sayıp bir

bütün olarak ele almak bir çelişki değil midir? Huntington Batı'nın üstün gücünü

dengeleyebilmek ve onunla başa çıkabilmek amacıyla böyle bir iş birliğinin mümkün

olabileceğini söylemekte, ancak bu yanıt pek de tatmin edici görünmemektedir.

Medeniyetler çatışması tezinin ‘Batı ve diğerleri’ sınıflandırması ile ilgili olarak dikkat

çekilmesi gereken son nokta, Huntington'un da bu çalışmasına kadar en önemli

temsilcilerinden biri olduğu ‘modernleşme ekolü'nün bugünkü durumuyla ilgilidir.

‘Oryantalist’ düşünce tarzının 20. yüzyıl versiyonu diyebileceğimiz bu akım, İkinci Dünya

Savaşı sonrası dönemde, özellikle 1950'li yıllarda ABD'de ortaya çıktı. Bu anlayış, Batı

medeniyetinin diğer medeniyetlere üstünlüğü noktasından hareket ediyor ve Batı dışı

toplumların geri kalmışlığının nedeni o milletin kültürel özelliklerinde aranıyordu.

‘Modernleşme ekolü'ne göre Batının bir model olarak kabul edilip onun değerleri ve

standartları esas alınarak yerel kültürün bu doğrultuda dönüştürülerek 'geliştirilmeye'

çalışılması, aynı yolun takip edilmesi (replication of the path) halinde diğer milletlerin de

'onun seviyesine yükselmesi' mümkündü. Modernleşme de mevcut durumdan Batılı

modele geçiş süreci olarak düşünülmekteydi. Bu zihniyetin altında yatan varsayım ise bir

milletin kültürel özelliklerinin istenilen doğrultuda değiştirilebileceği ve Batı medeniyetine

benzeyebilmesinin önünde engel teşkil eden 'eksikliklerinin' giderilmesinin, diğer bir

deyişle sosyal mühendisliğin mümkün olduğu varsayımıydı. Bu düşünce tarzı, Batıda

olduğu kadar Batı dışı dünyada da ülkelerini modernleştirme hedefi ile hareket eden yerel

18

seçkinler tarafından da içselleştirildi.2 Huntington'a dönecek olursak, ‘modernleşme

ekolü’nün en önemli savunucularından biri olarak, Batı dışı toplumların kültürel

yapılarının ve dolayısıyla davranış biçimlerinin batılı standartlar doğrultusunda

değiştirilebileceğini ve dahası değiştirilmesi gerektiğini savunan yazar, inceleme konusu

yaptığımız tezi ile bu konuda fikir değiştirmiş görünmektedir. Yani, artık geri kalmış Batı

dışı toplumların da gerekeni yaptıkları taktirde bir gün gelişmiş batı ülkeleri medeniyeti

seviyesine erişebilecekleri yolundaki inancını/umudunu kaybetmiş görünmektedir ki

medeniyetler çatışmasının nedeni de bu umutsuz durum olarak sunulmaktadır.3 Diğer bir

deyişle, medeniyetler arasındaki farklılıkların silinemiyor olması bir sorun haline

getirilmektedir.

Başta da değindiğimiz gibi, onbir Eylül olaylarının en önemli sonuçlarından biri,

medeniyetler çatışması zihniyetinin uluslararası ilişkilerde hâkim söylem haline gelmesi

oldu. Soğuk Savaş dönemi boyunca da dünya siyasetine hâkim olan, dost/düşman

çatışması ve güvenlik olgusu temelli uluslararası ilişkiler anlayışının tekrar kurulmaya

başlanması ile ‘bu anlayış gerçekten alternatifsiz mi’ diye sormak neredeyse ayıplanır hale

geldi. Fakat neyse ki şu soruyu soranlar da var: Farklı olanı ötekileştirmek ve böylece

dünyayı dost/düşman ayrımı temelinde kavramsallaştırmak yerine farklılıklar arasındaki

ilişkiselliğin altını çizerek dışlayıcı olmaktan uzaklaşan bir dünya görüşünün yaygınlık

kazanmasını imkânsız/hayalî görmek tek seçenek olmak zorunda mı?

Onbir Eylül’ün Sonuçları

Bir görüşe göre onbir Eylül her şeyi değiştirdi, onbir Eylül 2001’den sonra dünya asla

eskisi gibi olmadı; diğer bir görüşe göre ise hiçbir şeyi değiştirmedi, yani dünya onbir

Eylül’den önce nasıl bir dünya idiyse öyle olmaya devam etti. Onbir Eylül’ün onuncu

yılında dönüp bakıldığında ikisinin de dışında şunu söylemek mümkün görünmektedir:

Onbir Eylül 2001 önemli ve tarihî bir gündü ve yepyeni bir dünya yaratmış olmasa da

dünya toplumlarının önemli bir bölümünün siyasal ve toplumsal yaşamlarında ve zihniyet

2 Partha Chatterjee, bu içselleştirmenin söz konusu toplumlarda ortaya çıkan milliyetçilik akımlarını nasıl

etkilediği konusunu Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative Discourse, (Minneapolis:

University of Minneapolis Press, 1993) adlı çalışmasında yapmaktadır. bk. s. 1-3. Batı ve Doğu

milliyetçilikleri arasında bir ayrım yapan Chatterjee, doğu milliyetçiliğini kendilerini daha önce yabancısı

oldukları bir medeniyetle yüz yüze kalan ve dahası kendi geri kalmışlıklarını Batılı toplumlar tarafından

oluşturulan ve evrensel olarak sunulan standartlara göre ölçmek durumunda olan toplumlarda ortaya çıkan

milliyetçilik olarak tanımlar. Fakat ona göre bu durum bir paradoksa yol açmaktadır. Bir taraftan kendi

kültürel miraslarını değiştirip dönüştürmeye çalışırken diğer taraftan da özgünlüklerini korumak istemektedir

ve bu güç durum ancak devletin aktif bir şekilde bu süreçte rol almasıyla aşılmaya çalışılmaktadır. 3 Bu noktada değerli hocam Ayşe Kadıoğlu'nun oryantalizmi “öteki’nden korkmak” olarak tanımlamasını

hatırlamadan geçemiyorum.

19

yapılarında önemli, üzerinde durmaya değer değişiklikleri beraberinde getirdi. Bu bölümde

daha çok onbir Eylül’ün getirdiği ya da neden olduğu bu maddi ya da gözle görülür

sonuçlara değineceğiz. Ancak, en başta da belirtildiği üzere, bu yazıda vurgulanmak

istenen asıl mesele, onbir Eylül’ün derin izler bırakan esas etkisinin düşünce biçimleri,

diğer bir deyişle takip eden dönemin zihniyet dünyası üzerinde olduğu fikridir. Bu husus

sonuç bölümünde ayrıntılarıyla ele alınacaktır.

Onbir Eylül ve Amerikalıların Kendilerine ve Dünyaya Dair Algılarındaki Değişim

Onbir Eylül saldırıları ve sonrası kesinlikle sadece ABD ile sınırlı olmayan, dünyanın

başka yerlerindeki ölümler ve acılarla örülen bir öykü olsa da son tahlilde olay ABD’de

gerçekleşmişti, en basit ifadesiyle ABD’ye karşı bir saldırıydı ve son tahlilde ABD

açısından bazı şeylerin hatırlatıcısıydı. Çoğu gözlemcinin ya da araştırmacının üzerinde

anlaştığı husus bu olayın ABD toplumu üzerinde travmatik bir etkisinin olduğu ve

Amerikalıların kendilerine dair algıları ve yaşam tarzı üzerinde önemli ve kalıcı etkiler

yaratmış olmasıdır. Bunun en önemli nedeni Noam Chomsky’nin ( 2002 ) ifadesiyle onbir

Eylül 2001 itibarıyla ABD’nin 1812’den beri ilk kez kendi topraklarında saldırıya uğruyor,

tehdit ediliyor olması, yani bu tarihe kadar hep silahların gerisinde olan ABD’nin onbir

Eylül’de silahların hedefi olmasıdır.

Immanuel Wallerstein, onbir Eylül sonrası yazdığı bir yazıda Amerikalıların kendilerine ve

dünyaya dair nasıl bir algıya sahip olduklarını ve onbir Eylül’ün bunu nasıl değiştirdiğini

çok çarpıcı bir biçimde dile getirir: Ona göre Amerikalılar hep başkalarının kendilerinde

olan birçok şeyin daha azına sahip olduklarına ve bu ‘az-lık’ (less-ness) halinin pek çok

alanda kendini göstermekte olduğuna inanırlar (Wallerstein, 2002: 348). Örneğin

Amerikalılar, diğer ülkelerin daha az modern olduğunu düşünürler, bununla da en çok

teknolojik gelişmişliği kastederler (ev eşyalarında, uzay araştırmalarında kullanılan

ekipmana, askeri teknolojiye kadar); bunun sonucunda Amerikalılar Amerika’da hayatın

daha rahat olduğunu, Amerikalı şirketlerin rekabet gücünün daha fazla olduğunu ve bir gün

birileri tarafından sürüklenebilecekleri savaşları kesinlikle kazanacaklarını düşünürler;

toplumsal yaşamın daha verimli olduğuna, iş yaşamında, siyasette, kamu yönetiminde her

şeyin olması gerektiği gibi gittiğine, sorunlara çabucak yaratıcı çözümler bulunduğuna ve

başkalarının bu konularda onlar kadar becerikli olmadığına inanırlar (Wallerstein, 2002:

346-7). Bu ‘az-lık’ durumu, onlara göre sadece materyal değil ayrıca kültürel boyutu da

olan bir durumdur. Örneğin, Amerikalılar daha özgürdür, daha çoğulcudur, gurur duyduğu

20

bir etnik karışımı vardır, 1945 sonrası dönemde yüksek kültürün de merkezi olmuştur

(Wallerstein, 2002: 346-7). Wallerstein bu algıyı şöyle özetler:

Bütün bunları Amerikalıların onbir Eylül’e kadar çok fazla dile getirmedikleri ama kalbimizde hep

düşündüğümüz/hissettiğimiz tek bir ifadeyle özetleyecek olursak: biz dünyanın geri kalanından daha

medeniyiz.... Biz sadece Amerikalıların değil herkesin en yüksek emellerini temsil ediyoruz. Biz özgür

dünyanın lideriyiz, çünkü biz dünyadaki en özgür ülkeyiz...” ( 2002: 348).

Bu noktada Wallerstein, Amerikalıların kendilerine dair bu algıları ile Usame Bin Ladin’in

saldırılardan sonra yaptığı açıklama arasında taban tabana bir uyuşmazlığın olduğunu

hatırlatır. Bu açıklamasında Usame Bin Ladin şöyle demektedir:

Bugün Birleşik Devletler’in tattığı şey bizim on yıllardır tattığımızın yanında çok küçük bir şey. Bizim

insanlarımız bu aşağılanmayı ve horlanmayı seksen yıldan fazla bir süredir tadıyor. Kılıç seksen yıl sonra

ABD’nin üstüne düştüğü zaman, riya çirkin başını havaya kaldırıyor ve Müslümanların kanıyla, onuruyla ve

kutsal mekânlarıyla oynayan bu katillerin ölümünün yasını tutuyor. Bu insanları tarif etmek için

kullanılabilecek en hafif ifade ahlaken bozulmuş olduklarını söylemektir (7 Ekim 2001).

Wallerstein’ın belirttiği gibi, işte bu noktada Amerikalılar iki büyük şoku birden yaşamak

zorunda kaldılar: Birincisi, kendilerini hep daha iyi ve diğerlerinde olmayan birçok şeyin

sahibi olarak görürken başkalarının-üstelik kendilerinde olan her şeyin daha azına sahip

birilerinin-onları hiç de öyle görmediklerini, hatta onların ahlâken bozulmuş, çürümüş bir

toplum olduklarına dair bir inancın var olduğu gerçeği ile karşılaştılar. Tabii ki bu tür sözel

saldırılar daha önce de olmuyor değildi fakat bu kez bu saldırı ve meydan okuma sadece

sözel değildi, fiziksel bir saldırıya dönmüştü ve ikinci şok da bu saldırının en azından ilk

başlarda başarılı olmasıydı (Wallerstein, 2002: 349). Bunun sonucunda ortaya çıkan şey ise

Amerikalıların şu duygusuydu: “Bizim bu tür eleştirileri/saldırıları görmezden gelebilecek

durumda olmamız gerekiyordu, çünkü biz incitilemez durumdaydık, fakat şimdi öyle

olmadığımızı keşfetmiş bulunuyoruz”(Wallerstein, 2002: 349).

Bu nedenlerle Wallerstein, onbir Eylül sonrası tamamen değişen ve bir daha asla aynı

olmayacak bir şey varsa onun Amerika’nın ruh hali (the American psyche) olduğunu

söyler: “Çünkü hiç düşünülmeyen, hiç akla gelmeyen bir şey gerçekleşmiştir ve hiç

düşünülmeyen şey bir kere oldu mu o artık düşünülür hale gelir.” Benzer şekilde, New

York Times yazarı Thomas Friedman da ( 2002) onbir Eylül sonrası yazdığı çok satan

kitabında kendisinin doğup büyüdüğü Amerika ile çocuklarının yetişeceği Amerika’nın

aynı olmayacak olmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmektedir.

Onbir Eylül ve Terörizm Olgusu

21

Başkan Bush, onbir Eylül sonrasında ABD’nin atacağı adımları ‘teröre karşı savaş’ olarak

tanımlamıştı. Onun zihnindeki terör kavramının içeriğinde ne olduğunu bilmek pek

mümkün olmasa da onbir Eylül sonrası dönemde hem terör olgusunun içeriğinin hem de

terör kavramı etrafındaki tartışmaların farklı boyutlar kazandığını görmek mümkündür. Bu

durum birkaç faktörle yakından bağlantılıdır: Öncelikle, onbir Eylül’ün ardından

uluslararası terör olgusu gündemin merkezine oturdu, çünkü ortada gerçekten de ‘küresel’

sıfatını hak eden bir grup vardı. Terörizm, terörist eylem gibi kavramların neyi anlatıyor

olabileceğine dair varsayımlar radikal biçimde değişmek zorunda kaldı. Uluslararası

düzeyde örgütlenmiş yapıların oluşturabileceği tehdidin boyutlarının farkına varılması ve

bu boyutlarının daha da büyüyebileceği ihtimali onbir Eylül sonrası dönemde bütün

devletler için ciddi bir olasılık ve/veya kaygı olarak artık hep var olacaktı. Şunu da

belirtmek gerekir ki onbir Eylül saldırıları terörizmin aşırı uçlardaki bir örneğiydi. Bu

çapta bir hasar ve ölüm daha öncesinde görülmüş şey değildi ve o günden bu yana da

böylesi bir örnek görülmedi, ancak bunun olabileceği ihtimali artık hep var olacaktı.

Ayrıca, onbir Eylül ile beraber gündeme gelen siber terör kavramı bundan sonra terörizm

tartışmalarının ayrılmaz bir parçası oldu. Terörist eylemin geleneksel askeri yöntemlerle

değil de sivil teknolojinin kitlesel imha amacıyla kullanılması yoluyla gerçekleşmiş olması

bir ilke işaret ediyordu.

Olaylar dikkatimizi yeniden toplamamıza neden oldu ve olup bitenleri farklı bir şekilde görmeye, daha önce

ikincil meseleler gibi gözüken şeylere dikkat etmeye teşvik etti. Bilişim teknolojilerinin hızlı gelişiminin

doğurduğu coşkunun arasında çok az gözlemci burada yatan siber terör potansiyelini fark edebilmişti

(Calhoun vd., 2002: 5).

Onbir Eylül olayları, internet ve diğer gelişmiş iletişim teknolojilerinin gündelik hayat

pratikleri yanında farklı kullanımlarının da olabileceğini acı bir şekilde göstermişti. Bu iki

olgunun-uluslararası terör ve siber terör olgularının-gündemin merkezine oturması,

özellikle ABD’de ve Avrupa Birliği’nde iç güvenlikle ilgili önlemlerin daha önce hiç

görülmemiş boyutlara varmasına neden oldu. Bu anlamda çok daha katı politikalar

izlenmeye başlandı.

Onbir Eylül ve İç Güvenlik

Onbir Eylül’den sonra ABD’nin iç güvenlik önlemlerini daha önce görülmemiş

derecelerde arttırdığını ve yasal sisteminde de buna uygun değişiklikler yaptığını

görüyoruz. Bunlar arasında en göze çarpanlardan birkaç örnekle bu noktayı açmaya

çalışabiliriz:

22

* Daha önce olmayan bir kurum, Yurt Güvenliği Ofisi (Office of Homeland Security)

kuruldu, görevi de ülkeye teröristlerin girişini engellemek olarak tanımlandı.

* Yurtseverlik Yasası (Patriot Act) çıkarıldı. Bu yasa, örneğin ‘terörist eylemleri

onaylayan ya da onaylayan bir gruba dâhil olan’ kişilerin ülkeye sokulmaması ya da sınır

dışı edilebilmesini, terörist eylem tanımının ‘tehlikeli aletler kullanan yabancıları’ içine

alacak şekilde genişlemesini, başsavcı ABD vatandaşı olmayan bir kişinin ‘makul

sebeplerle’ ulusal güvenliği tehdit ettiğine kanaat getirirse o kişinin belirsiz bir süreliğine

tutuklanabilmesini ve hem ABD vatandaşı olanların hem olmayanların kitle iletişim

araçlarını kullanışlarının gözetimi ve denetiminin (surveillance) genişlemesini içeriyordu.

* Elektronik iletişim daha sıkı denetlenmeye/takip edilmeye başlandı. İletişim

teknolojilerindeki gelişme sayesinde olayın ardından yetkililerin eylemi gerçekleştirenler

arasındaki iletişimin özel ve belki de çoktan silinmiş olduğunu zannettikleri ayrıntılarına

ulaşmış olması da farklı soruları beraberinde getirdi. Çünkü bu durumun farkına varılması,

güvenlik birimlerinin rutin gözetim ve denetim olarak tanımlanabilecek faaliyetlerinin

alanlarını giderek daha fazla genişletme çabası içine girmelerini de beraberinde getirdi.

* Göç yasaları katılaştırıldı ve geçici vizelerle ülkede bulunan yabancılar daha yakından

takibe alındı. Usame Bin Ladin’in kısa süre de olsa bir dönem Oxford’da bulunmuş olması,

Muhammed Atta’nın Almanya’da okumuş olması, İspanya ve Fransa’da, hatta Malezya ve

Singapur’da örgüt bağlantılarının olması, eylemi gerçekleştirmiş olanların bazılarının belli

bir süredir ABD’de yaşıyor olması, bu sertleşmenin arkasında yatan pratik gerçekler olarak

dillendirilebiliyordu.

Onbir Eylül sonrası dönemde sadece ABD’nin değil AB’nin güvenlik politikalarında da

belli bir değişim gözlenmektedir. Hatta bazı araştırmacılara göre güvenlik politikalarındaki

bu farklılık, AB’nin hukuki çerçevesinde bir paradigma kaymasına işaret edecek kadar

ciddidir (Wouters ve Naert, 2004). 2003 sonunda hukuksal iş birliği konusunda alınan bir

kararla, üye ülkelerden birinde bir kişi hakkında alınan tutuklama kararının diğer ülkelerce

de tanınması ve geçerli olması ilkesi benimsenmiştir. Hâlbuki bu karar öncesinde bir

devletin sınırları içinde alınan tutuklama kararının diğer ülkelerde de geçerli olması

mümkün değildi. Wouters ve Naert’e göre önceki uygulama, devletlerin birbirine şüphe ve

güvensizlik ile yaklaştıkları bir dönemi sembolize ederken, bu yeni uygulama, devletler

arasındaki ilişkilerin devletlerin birbirlerine duydukları yüksek itimat temelinde

şekillenmeye başladığını göstermektedir (Wouters ve Naert, 2003: 11). Fakat, devletlerin

birbirlerinin aldığı kararlara bu kadar güvenmeye başlamasının olası bir neticesi insan

23

haklarının ve adaletin korunmasının, demokratik denetim ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin

tehlikeye düşmesi olabilir (Wouters ve Naert, 2003: 22). AB ve güvenlik politikasındaki

değişimden söz ederken kendi hukuki yapısındaki bu paradigma değişiminin yanı sıra AB

ile ABD arasında 2003 yılında imzalanan Karşılıklı Yasal Yardım Antlaşması’nı (Mutual

Legal Assistance Agreement) da hatırlamak gerekir. Bu da şüphelilerin banka hesap

bilgilerinin paylaşımından ortak soruşturma ekiplerinin kurulmasına, ifadelerin video-

konferans yöntemiyle alınmasına dek farklı iş birliklerini mümkün kılan bir antlaşmadır.

Onbir Eylül ve Yabancı Düşmanlığı ve İslam Fobisinin Yükselişi

Craig Calhoun vd.’nin ifadesiyle;

Bütün bu olaylar sırasında gazete okuyucuları Hindistan’da Suudi Arabistan’dan daha çok Müslüman

olduğunu, belki de Amerika’da Yahudilerden daha çok Müslüman olduğunu (rakam tartışmalı olsa da) ve

birçok Avrupa ülkesinde Müslümanların en büyük azınlık grubunu oluşturduklarını keşfettiler (Calhoun vd.:

14).

Bu tuhaf ‘keşif’le birlikte İslam’a duyulan ilgi ve merak, fakat bir o kadar da korku ve ön

yargının ortaya çıkması, onbir Eylül’ün önemli sonuçlarından bir diğeri olarak hayatımıza

girmiş durumdadır. Müslümanlara karşı ayrımcılığın onbir Eylül sonrası dönemde arttığını

birçoğumuz belki kişisel gözlemlerimiz, belki de duyduklarımız ve okuduklarımızla

hissedebiliyoruz. Fakat yapılmış olan bazı önemli çalışmalar ve araştırmalar Müslümanlara

karşı güvensizlik, düşmanlık ve önyargıların arttığına dair somut örnekleri de öne sürüyor.

Zuhal Yeşilyurt Gündüz’ün 2007 ve 2010 tarihli iki ayrı makalesinde İnsan Hakları

Uluslararası Helsinki Federasyonu’nun (The International Helsinki Federation for Human

Rights) 2005’te yayınladığı ‘Avrupa Birliği’nde Müslümanlara Karşı Tahammülsüzlük ve

Ayrımcılık-Onbir Eylül’den Günümüze Gelişmeler’ (Intolerance and Discrimination

against Muslims in the EU-Developments since September 11) raporuna atıfla verilen

örnekler arasında Belçika ve Avusturya’da iki partinin Müslüman göçmenleri bir güvenlik

tehdidi olarak tanımlaması; Almanya’da İslam’ı terörizmle eşleştirenlerin oranının % 80

olduğunu gösteren araştırma sonuçları; ‘Fransa’nın İslamlaştırılmasına dur demek’

gerektiğini söyleyen milliyetçi Le Pen; Danimarka’da ‘Müslümanların olmadığı bir

Danimarka’ sloganı ile kampanya yürüten Denmark Progressive Party sayılabilir. Yine,

Yeşilyurt Gündüz’ün makalesinde söz ettiği Hollywood filmleri üzerine yapılan bir

araştırma 900 filmin sadece % 5’inde Arapların ‘normal’ insanlar olarak gösterildiğini,

onun dışında sürekli olarak dinci fanatikler, kaba, vahşi, acımasız kişiler olarak

resmedildiğini ortaya koymaktadır.

24

Belki ilginç, belki de beklendik şekilde Avustralya’daki Müslümanlar hakkındaki bir

araştırmanın sonuçlarına göre de Müslümanların 2/3’ü onbir Eylül’den sonra karşılaştıkları

ırkçılığın artış gösterdiğini, bunların da 1/3’ü de önceki dönemlere göre ‘çok daha fazla

ırkçılıkla karşılaştığını’ ifade etmiştir. (Poynting, 2004: 6). Bu araştırmada, ayrıca

Müslümanlar açısından bu durumun hem bireysel hem de topluluk düzeyinde tecrübe

edilmekte olduğu, özellikle kadınların maruz kaldıkları mağduriyetin erkeklere kıyasla

daha yüksek düzeyde olduğu ortaya çıkmıştır (Poynting, 2004: 17). Müslümanların

yaşadığı tecrübeler fiziksel şiddete maruz kalmak ya da bununla tehdit edilmekten iş

yerinde aktif ayrımcılığa, sözlü tacizden kamusal alanda kişinin rahatsız, huzursuz

hissetmesine neden olacak muamelelere (alışveriş merkezlerinde, sokakta yürürken, araba

kullanırken, toplu taşıma araçlarında, okullarda, resmi kurumlarda, iş yerinde, eğlence

mekânlarında yaşanmış örnekler sıralanmaktadır) ve medyanın yaklaşımına kadar çok

geniş bir yelpazede ele alınmaktadır. Bunların en önemli sonuçlarından birisi ise

Müslümanların devlet kurumlarına olan inançlarını ve güvenlerini yitirmeleri ve büyük

oranda bu yüzden ya da yaşanılanlarla ilgili olarak fazla bir şeyin yapılmayacağı ya da

yapılamayacağı düşüncesiyle pek çok durumda maruz bırakıldıkları ayrımcılığı resmî

olarak şikayet etmemeleri olmuştur (Poynting, 2004: 17-18). İkinci olarak, bu

tecrübelerden dolayı Müslümanların kamusal alanlarda yer almaktan çekinmeye

başlamaları, kendi kabuklarına çekilmeleri bir sonuç olarak tespit edilmiştir (Poynting,

2004: 18). Son olarak da bu söylenenlerin hepsiyle yakından bağlantılı olarak Müslüman

vatandaşların büyük bir kısmı için ırkçılık, suiistimal ve şiddet, korkuyla şekillenmiş bir

gündelik yaşamın parçası haline gelmektedir (Poynting, 2004: 17).

Onbir Eylül, Uluslararası Hukuk ve Amerikan Hegemonyası

Aslında belki de onbir Eylül’ün en önemli sonuçlarından biri, çok taraflı kurumlara ve

uluslararası hukuka duyulan ihtiyacı çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarmasıydı. Sonuçta

uluslararası hukuk ve uluslararası kurumların gerekliliği ve değerinin anlaşılabilmesi için

sahte pasaport düzenlemekten yasa dışı para transferlerine kadar çeşitli suçlar işlemiş olan

ve en azında alenen herhangi bir ulus devletin desteğini almadan, onların dışında hareket

eden terörist grupların şiddet içeren eylemlerinden daha geçerli bir gerekçe ne olabilir?

(CC, PP, At: 13). Fakat beklenenin aksine, onbir Eylül’ün en önemli sonuçlarından birisi

bu yönde atılmaya başlanan çekingen adımların neredeyse tamamen durması oldu. Çok

taraflı kurumlara öteden beri mesafeli duran ABD yönetimi buna şiddetli karşı çıkmayı ve

bir ittifak oluşturmaya dair küçük girişimleri dışında büyük oranda kendi yanıtını askerî

25

yöntemlerle vermeyi tercih etti. Teröre karşı kolektif bir savaş ilan ettiğini söylese de

ABD’nin bu manevrası ile onbir Eylül sonrası dönem, terör ve terörist eylemlerle

mücadele etmek için uluslararası hukuk ve uluslararası kurumların gerçek anlamda inşa

edilmesi ihtimalinin daha önce olmadığı kadar uzak olduğu bir dönem oldu.

Evelyn Goh (2003: 77), onbir Eylül olaylarının Amerikan gücü ve Amerikan dış politikası

bakımından incelendiğinde bir ‘dikotomi’ ile karşılaştığımızı öne sürer: Onbir Eylül

saldırıları ve sonrasında yaşananlar ABD’nin sert gücünü pekiştirir ve bu anlamdaki

üstünlüğünü daha da sorgulanmaz hale getirirken ‘ABD’nin yumuşak gücünün en hayati

dayanakları’ olarak “Amerikan değerlerinin ve kültürünün çekiciliği, ABD

hegemonyasının şefkatli (benign) olduğuna dair algı ve Amerikan gücünün kullanımının

bariz meşruiyeti”ni olumsuz yönde etkilemiştir (Goh, 2003: 80).

Bu konuda ABD’nin takındığı tavrın somut ifadesi Afganistan ve Irak savaşları oldu ve

küresel siyasette ABD hegemonyasının yeniden tanımlandığı, yeniden şekillendirildiği bir

döneme girilmiş oldu. Anataol Lieven’in deyişiyle “Onbir Eylül saldırılarının en önemli

sonuçlarından biri, Birleşik Devletler’in statükoya bağlı, mevcut devletlerin ve mevcut

uluslararası düzenin temel ögelerinin korunmasına daha fazla önem veren bir dünya

hegemonu olmaya doğru kayması olmuştur” (Lieven: 245). Buradaki farkı, ABD’nin hiçbir

kaynaktan (başka devletler ya da devlet dışı örgütlenmelerden) ciddi bir meydan okumayla

karşılaşmadığı bir dönem ile beklemediği bir anda beklemediği bir güç tarafından ciddi

biçimde sarsıldığı bir dönem arasındaki fark olarak okumak da mümkün olabilir. Bu farkın

en büyük sonucu, birinci durumda uluslararası hukukun, uluslararası örgütlerin gelişimine

ilişkin daha yüksek umutların varlığından söz edilebilecekken onbir Eylül ile birlikte bu

gidişatın neredeyse bıçakla kesilmiş gibi yarıda kalması olmuştur. ABD’nin Birleşmiş

Milletler Sözleşmesi’nin (United Nations Charter) 51. Maddesince düzenlenen ve

‘Birleşmiş Milletler üyesi bir devlete silahlı bir saldırının gerçekleşmiş olması koşuluna

bağlı’ olan öz savunma (self-defence) ilkesini “Taliban’ı da içine alacak şekilde

genişletmesi” (Byers, 2002: 411), “Onbir Eylül olaylarının güç kullanımı hakkındaki yasal

sınırlandırmalarda önemli derecede bir gevşemeye” ve bu nedenle de “uluslararası hukuk

sisteminde önemli bir değişikliğe” işaret ettiği şeklinde yorumlanabilmektedir (Byers,

2002: 413).

Onbir Eylül ve Türkiye

26

Onbir Eylül’ün Türkiye üzerindeki etkileri, biri daha umutlu ve iyimser, diğeri daha

karamsar olmak üzere iki farklı bakış açısıyla değerlendirilmektedir. İlkine Fuat

Keyman’ın şu değerlendirmesi örnek olarak gösterilebilir:

Onbir Eylül sonrası dünyada bugüne kadar yapılan tartışmalar ortaya çıkarmıştır ki, hem terörizme karşı

küresel savaşta hem de demokratik bir dünya yönetiminin ortaya çıkmasında süper ve büyük güçler kadar,

demokratikleşme ve modernleşme düzeyleri yüksek, kendi bölgelerindeki barış ve istikrara katkı sağlayacak

orta büyüklükteki ülkelerin de önemi artmıştır. Bu ülkeler’“kilit ülke’ kimliğinde ve konumundadırlar ve bu

konumları sadece güvenlik eksenindeki önemlerinden değil, aynı zamanda kendi içlerindeki

demokratikleşme, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve modernleşme alanlarındaki istikrar ve model olma

niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Hindistan, İran, Brezilya vb. ülkeler gibi, Türkiye de bir kilit ülke

konumundadır. Eğer Soğuk Savaş dönemi Türk dış politika kimliği süper güçler arası ‘tampon ülke’ ise,

bugünün dünyasında bu kimlik ‘kilit ülke’ kimliğidir.

Farklı bir bakış açısıyla da yükselen İslam fobisinin ve yabancı düşmanlığının Türkiye’nin

AB üyeliğini iyice uzak bir ihtimal haline getirmiş olduğu da öne sürülebilmektedir.

Aslında her iki bakış açısı da yeteri kadar ikna edici gözükmektedir. Çünkü özellikle 2011

yılının ilk aylarına damgasını vuran farklı Orta Doğu ülkelerinde yaşanan değişim

süreçlerinde, hem bu ülkelerdeki değişim taraftarlarının görüşlerinde hem de bu olaylar

zincirine dair dünya genelinde yapılan değerlendirmelerde Türkiye’nin model ülke ya da

kilit ülke kimliğinin sıklıkla vurgulandığı göz önünde bulundurulduğunda ilk yorumun

haklılığı, diğer yandan Türkiye-AB ilişkilerinde son birkaç yıldır yaşanan duraksama göz

önünde bulundurulduğunda ikinci yorumun yerindeliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Sonuç: Yeniden (ve hep) Düşünmemiz Gereken Ne Çok Şey Var

Peki, bütün bu olanlar ne anlama geliyor? Nasıl yorumlayacağız? Neleri tartışmaya devam

edeceğiz? Başta da belirtildiği gibi onbir Eylül’ün asıl izleri zihniyet dünyamıza kazındı.

Bizi çok önemli birçok soruyla ve hayli karmaşık meselelere dair derin tartışmalarla baş

başa bıraktı. Bütün bu tartışmaların kaynağında onbir Eylül’ün yattığı şeklinde

yorumlamak durumunda değiliz, ancak onbir Eylül’ün bu soruları kendimize bir kez daha

sormamıza, bu kavramlar üzerinde tekrar düşünmemize neden olduğunu söylemek çok da

hatalı olmayacaktır. Çünkü yukarıdaki bölümün göstermeye çalıştığı gibi onbir Eylül

sonrası olayların gelişimi belli kavramlara ve belli siyasal ve toplumsal olaylara-ki bunlar

arasında en önemlileri ulus devletlerin siyaseti, küreselleşme, din (özellikle İslam),

güvenlik kavramı ve demokrasi olgusudur-belli bir bakış açısının hâkim olması sonucunu

beraberinde getirdi. Şimdi ise bizim payımıza düşenin onbir Eylül sonrası iyice pekişen bu

27

bakış açılarını eleştirel bir bakış açısıyla sorgulamak ve bu kavramları yeniden düşünmek

olduğunu önermek istiyorum.

Doğal olarak ilk tartışma konuşu Westphalia devletler sistemi olmakta ve onunla ilgili

olarak bazı sorular zihinlerimizi meşgul etmektedir: Ulus devletlerin devri sona mı erdi,

eriyor mu, erecek mi? Sınırların eski önemini yitirdiği bir dünya bir ihtimal olarak hala var

mı, yoksa onbir Eylül sonrası dönemde ulus devlet kendini yeniden mi yarattı? Çoğu

analiste göre onbir Eylül sonrasında yaşanan olaylar Westphalia modelinin direnişini

sembolize eder. Örneğin, saldırıların hemen akabinde “teröre karşı savaş” başlığı altında

başlatılan Afganistan savaşı, aslında tam da realist paradigmanın temelini oluşturan

jeopolitik ya da ekonomik çıkar temelli devlet davranışı ve devletlerin tek taraflı ya da

‘sıfır toplamlı’ güç arayışına bir örnektir (Bacık, 2004: 11). Bu durumda, hegemonyasını

yeniden inşa etmiş görünen realist paradigmanın yerini idealizm nasıl alabilir ya da alabilir

mi? Alamayacağını baştan kabul mü edeceğiz yoksa hayalî olmakla ‘suçlanmayı’ giderek

daha fazla insanın göze mi alması gerekiyor? Yani devletlerin sadece çıkarlarına uygun

hareket ettiklerini, yapmamız gerekenin dünyayı daha iyi bir dünya nasıl olabilir sorusunu

sorarak değiştirmeye çalışmak yerine var olan dünyada kendimize ‘iyi’, diğerlerinden

‘daha iyi’ bir yer bulmak olduğunu ve gücün asla eşit paylaşılamayacak bir şey olmanın

yanı sıra aynı zamanda sıfır toplamlı olduğunu kabul ederek bizim güçlenmemizin

başkalarının kötüleşmesi, yoksullaşması, güçsüzleşmesi pahasına olacağını, ancak bunları

göze alarak, hatta hiçe sayarak ‘başarılı’ olabileceğimizi düşünmeye ve bütün bunları da

insan doğasının bencil, çıkarcı ve açgözlü olduğu iddiasına dayandırmaya devam mı

edeceğiz? Yoksa gücün mutlaka sıfır toplamlı bir şey olmak zorunda olmadığını, birlikte

de daha iyiye doğru gidebileceğimizi, iş birliği ve dayanışmayla hep beraber

güçlenebileceğimizi ve bunlara aslında belki de her zamankinden daha çok ihtiyacımız

olduğunu, bunu da uluslararası hukuk, uluslararası örgütler sayesinde başarabileceğimize

inanmaya devam edebilir miyiz?

Robert Keohane, uluslararası hukuk ve uluslararası örgütlerin ne kadar gerekli ve yararlı

olduğunu vurgulamakla beraber aslında bu kavramların ‘şiddetin kendisinin küreselleşmiş

olması gerçeğine’ bir yanıt olarak bu kadar gündeme getirilmekte olduğunu öne sürer.

Yani bugün “İç güvenliği ve insan haklarını tehdit eden terörist ağların kendileri sınır

tanımaz niteliktedir” ve “şiddetin bu yeni biçimi bizi devletler, dünya siyaseti ve adalet

arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yeniden düşünmeye ve

demokrasilerin vatandaşlarını korkudan ne kadar koruyabildiklerini sorgulamaya

28

zorlamaktadır” (aktaran Calhoun vd.: 18). Ayrıca, onbir Eylül saldırıları, sonuçta sadece

Amerikalılara ya da New Yorklulara karşı işlenmiş bir suç olarak görülmeyip küresel bir

bakış açısıyla insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak da düşünülebilir. Burada vurgulanan iç

içe geçmişlik durumu ise hukuk ve adalet içi küresel kurumların önemi açısından

anlamlıdır. David Held’in yaptığı gibi bu olayların öyle ya da böyle ama eninde sonunda

sadece bir suç olarak tanımlamanın tek seçenek olmadığı ve aslında bu olayların içinde

barışçıl ve kozmopolit bir birliktelik için bir potansiyel taşıdığı da söylenebilir (Calhoun

vd.: 18).

Üzerinde düşünülmesi gereken ikinci bir mesele, son yıllarda siyasi tartışmaların ve

hayatımızın en önemli parçası haline gelmiş olan küreselleşme olgusudur. Küreselleşme,

onbir Eylül sonrası dönemde daha çok uluslararası terör ve teknolojik gelişmelerle

bağlantılı siber terör kavramıyla ilintili olarak tartışıldı, ancak küreselleşme sadece

teknoloji ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla ilgili bir süreç değil, kapitalist

modernleşme ve küresel eşitsizlik arasındaki ilişkinin sorgulanmasını zorunlu kılan bir

süreç olarak da düşünülmelidir. Küresel ekonomiyle eklemlenme, küresel pazarlara dâhil

olma sürecinde yeni/farklı iş bölümlerine, sanayileşmeye, sermayenin, emeğin ve doğal

kaynakların yeni kullanım biçimlerine kapılarını açmış olmaktan dolayı ülke

ekonomilerinin geçirdiği büyük dönüşüm gözden kaçırılmamalıdır. Bu yönden

bakıldığında küreselleşme serbest ticaret, piyasalar ve özel mülkiyet kavramlarının

merkezde olduğu ekonomik sistemlerin uygulanması anlamına gelir. Bu yapısal dönüşüm

birçok yerde çoğu zaman gelir dağılımında dengesizlikleri ve temel ihtiyaçların

karşılanması bakımından ayrışmaları ve eşitsizlikleri, zenginin, yoksulun daha da

yoksullaşması pahasına zenginleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu, hem ulusal düzeyde

hem de küresel düzeyde dünya toplumların karşılaştığı en temel sorundur.

Kapitalist üretim ilişkilerinin küresel temelde doğurduğu eşitsizliklerin doğrudan bir

yansıması kültürel boyutta karşımıza çıkar. Küreselleşme kavramına mesafeli duran

eleştirel yaklaşımlarda sıklıkla karşımıza çıkan ‘kültürel işgal’ kavramıyla ifade edilmek

istenen, dünyadaki pek çok insan için küreselleşmenin karşılıklı olarak birbirine

eklemlenen farklı kültürleri anlatmaktansa belli bir modelin (Batılı ya da Amerikalı)

hâkimiyetini anlatır hale gelmesidir. Küreselleşme, belli bir kültürel ve ideolojik içeriğin,

küreselleşmenin ekonomik ya da teknolojik boyutuyla beraber yerküreye yayılması ile

özdeşleştirilmektedir. Bu anlamda, dünya toplumların tecrübe ettiği şey aslında ‘kültürel

işgal’ yerine Gramsci’den mülhem ‘hegemonya’ kavramıyla anlamlandırabileceğimiz bir

29

meseledir. Gramsci’nin ‘ideolojik ve ahlaki liderlik’ olarak tanımlayarak, baskı ve

zorlamadan çok rıza ve iknaya dayalı olduğunu özellikle vurguladığı hegemonya

kavramından hareket eden bir çözümleme, hegemonyanın bir kere ve sonsuza kadar

kurulmuş olmayıp sürekli yenilendiği/yeniden yaratıldığına dikkat çekecek ve var olan güç

ilişkilerini görünür kılarken alternatifler için mücadeleyi de öngören bir çözümleme

olacaktır.

Onbir Eylül sonrası dönemde yeniden gündeme gelen bir başka konu ise din ve dinsel

kimlikler olmuştur. Yukarıda da açıklandığı üzere, Huntington’un çalışmalarından

esinlenen yorumlarda özellikle İslam ve sekülerleşme arasındaki ilişki sorgulanmış, hatta

Ernest Gellner gibi bazı yazarlar İslam’ın sekülerleşemez bir din olduğunu iddia

etmişlerdir. Burada vurgulanan nokta ise modernleşmeyle sekülerleşme ve rasyonelleşme

arasında doğrudan bir ilişkinin olması ve sekülerleşmenin de modernleşmenin de belli bir

rotayı izlemesi gerektiğidir. Fakat bu durumda da, eleştirel bakan gözler için şu türden

sorular kaçınılmaz olmaktadır: Modernleşme kuramının temel varsayımlardan biri olarak

modernite ilerledikçe insanların bireysel, toplumsal, siyasal yaşamlarında dinin rolünün

giderek azalacağı, dinin ancak bireysel bir vicdan meselesi olarak kalacağı yönündeki

beklenti ne kadar yerinde ve doğrudur? Özcü bir biçimde tanımlanmış ‘modern’,

‘modernlik’ tanımlarından hareket etmek, bunu yaparken de dinin siyasal ve toplumsal

yaşamdan tümüyle dışarılanmasını modernleşmenin olmazsa olmazı olarak ortaya koymak,

dünya toplumlarını buna dayanarak ‘ölçmek’ ve ‘değerlendirmek’ ne kadar doğrudur?

Benzer bir biçimde, dinlerin özcü tanımlarından yola çıkmanın sakıncaları da

vurgulanması gereken bir noktadır. İslam, Hristiyanlık, Musevilik ya da başka bir dini

homojen bir bütün olarak görmek, evrensel, standart, sabit bir tanımını yapmak ve bu

çerçevede düşünerek örneğin ‘İslam’ ve kökten dincilik, ‘İslam’ ve demokrasi, ‘İslam’ ve

sivil toplum, ‘İslam’ ve terörizm gibi başlıklar altında sorular sormak ne kadar sağlıklıdır?

İslam’ın aşırılıkla, radikalizmle eşleştirilmesi, Müslümanların teröristler olarak

tanımlanmaya başlanması dünya barışını engelleyen faktörler değil midir? Dinlerin tek bir

yorumu mümkün müdür? Her dinin daha ılımlı ve daha köktenci yorumları olabileceği gibi

her dinin kendi içinde mezhep farklılıkları barındırdığını, hiçbir dinin inananlarının tek bir

blok halinde hareket etmediğini belirtmek gerekir. Tıpkı kendini Batı karşıtlığı üzerinden

tanımlayan ‘Müslümanlar’ diye bütüncül bir kategorinin olmaması gibi.

Onbir Eylül sonrası dönemde sorgulamamız ve üzerinde düşünmemiz gereken bir başka

kavram da güvenliktir. Onbir Eylül sonrasında, özellikle ABD’de ve AB’de dinsel ve etnik

30

azınlıkların ve yasal ya da yasa dışı göçmenlerin birer iç güvenlik tehdidi olarak

tanımlanmaya ve çok sıkı denetim altına alınmaya çalışıldığını ve toplumdan bu olgulara

bakışının da bu doğrultuda yeniden şekillendiğini, önemli ölçüde değiştiğini yukarıda

örnekleriyle belirtmiştik. Fakat şimdi tam da bu durumu sorgulamak gerekiyor. Önemli ve

öncelikli olan ulusal güvenlik mi, toplumsal güvenlik mi yoksa insan güvenliği midir?

Peki, insan kendini ne zaman güvende hisseder? Örneğin, kendini güvende hissetmesi için

bazı hak ve özgürlüklerinden feragat etmek zorunda olduğu söylendiğinde kendini güvende

hissedebilir mi? İki kavram yani özgürlük ve güvenlik birbirini dışlayan iki kategori midir?

Güvenlik kavramının çok fazla öne çıkarılması birçok toplumsal, kültürel, siyasal olgunun

güvenlikleştirilmesine, yani bir güvenlik ‘sorunu’ olarak etiketlenmesine neden olmaz mı?

Bireysel ve toplumsal yaşamlarımızın bir parçası olan çok sayıda olayın güvenliğimizi

tehdit eden unsurlar olarak tanımlanması sürekli olarak güvensizlik hissini pekiştirmez mi?

Bütün bu soru(n)lar ister istemez bizi demokrasinin böyle bir ortamda ne ifade ediyor

olabileceğini düşünmeye zorluyor. Örneğin, yukarıda bahsettiğimiz, ABD’nin kendisini ve

kendi sınırları içinde demokrasiyi korumak adına gerçekleştirdiğini söylediği eylemler

demokrasiyi gerçekten korur nitelikte midir? Ya da dünyanın başka yerlerinde demokrasiyi

daha olası/mümkün kılar nitelikte midir? Seyla Benhabib’in ifadesiyle bu süreçte ABD ve

diğer başka devletlerin güvenlikle ilgili olarak aldığı tedbirler farklılığa karşı güvensizlikle

yaklaşılmasına (distrust of dissent) yol açtı. Hâkim olanla farklılaşan, ona muhalefet eden,

onunla çekişen herkese şüpheyle bakmak ve potansiyel bir tehdit olarak görmek,

güvenmemek demokrasiyi sendeleten, duraksamasına, bocalamasına neden olan çok

önemli bir faktördür. Calhoun ve arkadaşlarının da altını çizdiği gibi, “Demokrasi, her ikisi

de önemli olsa da sadece toleransa ya da sadece yasal prosedürlere dayanmaz. Aynı

zamanda vatandaşların erdemlerine, bilgilendirilmiş bir kamusal yaşama ve bu anlamda

özgürlük ve öz yönetim koşullarına duyulan saygıya dayanır” (Calhoun vd., 2002: 15).

Aynı zamanda, demokrasiyi kurabilecek, pekiştirilebilecek, kurumsallaştırılabilecek bir şey

olarak ya da belli safhalardan geçilerek, belli kurumsal ve yasal düzenlemeler yapılarak

varılacak bir yer, gelecekte ulaşılmak üzere önceden tespit edilmiş bir hedef olarak

görmektense onu şimdiye ilişkin, şu anda tecrübe ettiklerimizle başa çıkabilmenin bir

yöntemi olarak görmek çok önemlidir. Böyle bir bakış açısı, demokrasiyi bir hükümet

biçimi, bazı koşulları yerine getirerek ulaşılabilecek bir hedef olarak görmekten ziyade

Sheldon Wolin’in (1996) kullandığı anlamda ‘firari/tutulmaz’ bir şey olarak

algılamaktadır.

31

Bu kavramlar ve meseleler, tartışma konusu yapıldıklarında ortaya dökülüveren soruların

çokluğundan da anlaşılacağı üzere zor ve yorucu meselelerdir. Fakat durumun bu olması,

bu karmaşık meseleleri yeniden ve yeniden düşünüyor olmamız, işin içinden öyle kolay

kolay çıkamayacağımızı görmemiz, kısa ya da uzun vadede sorunlarımızın büyük kısmına

belki de çözüm imkânı göremiyor olmamız bizi karamsarlığa mı sürüklemeli, yoksa bu

yeniden düşünmek, kafa yormak belki de daha iyi bir dünyanın yaratılması ve bunun

paylaşımcı ve katılımcı bir şekilde gerçekleşebilmesi için atılacak adımların ilki, hatta en

önemlisi olarak mı görülmeli? Belki de ikincisi. Belki de son on yıldır insanlığın bu yönde

bir dayanışmaya ve iş birliğine en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerden birinde yaşıyoruz.

32

KAYNAKÇA

Ajami, Fouad (1993). "But They Said We Will Not Hearken". Foreign Affairs. C. 72, No

4, s. 2-9.

Benhabib, Seyla (2002). "Kutsal Olmayan Savaşlar". Doğu Batı. Yıl 4, Sayı 20, s. 51-65.

Byers, Michael (2002). “Terrorism, The Use of Force and International Law after 11

September”. International and Comparative Law Quarterly. C. 51, Nisan, s. 401-414.

Chomsky, Noam (2002). 11 Eylül ve Sonrası Dünya Nereye Gidiyor? İstanbul: Om

Yayınevi.

Craig Calhoun, Paul Price and Ashley Timmer (2002). “Introduction”. (Der.) Craig

Calhoun, Paul Price and Ashley Timmer. Understanding September 11, New York: The

New Press, s. 1-24.

Firedman, Thomas (2002). Longitudes and Attitudes Exploring the World after September

11. New York: Farrar Straus Giroux.

Gehman, Heidi (2002). “September 11: The Terrorist Attack on America”. (Der.)

Markham, Ian ve Abu-Rabi, İbrahim M. September 11: Religious Perspectives on the

Causes and Consequences. Oxford: Oneworld Publications, s. 1-20.

Goh, Evelyn (2003). “Hegemonic Constraints: The Implications of 11 September for

American Power”. Australian Journal of International Affairs. C. 57, No 1, s. 77-97.

Gramsci, Antonio (1991). Selections from the Prison Notebooks of Antonio Gramsci.

Edited and translated by Quintin Hoare and Geoffrey Nowell Smith. London: Lawrence

and Wishart.

Huntington, Samuel P. (1993). "If Not Civilizations, What? Paradigms of the Post-Cold

War World". Foreign Affairs. C. 72, No 5, s. 186-194.

Huntington, Samuel P. (1993). "The Clash of Civilizations?" Foreign Affairs, Vol.72, No

3, s. 22-49.

Keyman, E. Fuat (2002). "Globalleşme, Oryantalizm ve Öteki Sorunu: 11 Eylül Sonrası

Dünya ve Adalet". Doğu Batı, Yıl 4, Sayı 20, s. 11-32.

Lieven, Anatol (2002). “The Secret Policeman's Ball: The United States, Russia and the

International Order after 11 September”. International Affairs. C. 78, No 2, s. 245-259.

Mahbubani, Kishore (1993). "What The Rest Can Teach The West". Foreign Affairs. C.

72, No 4, s.10-14.

Markham, Ian (2002). “9.11: Contrasting Reactions and the Challenge of Dialogue”. (Der.)

Markham, Ian ve Abu-Rabi, İbrahim M. September 11: Religious Perspectives on the

Causes and Consequences. Oxford: Oneworld Publications, s. 206-228.

Pieterse, Jan Nederveen (1994). "Unpacking the West: How European is Europe?" (Der.)

A. Rattansi, S. Westwood. Racism, Modernity, Identity. Cambridge: Polity, s. 129-149.

Poynting, Scott (2004). “Living with Racism: The Experience and Reporting by Arab and

Muslim Australians of Discrimination, Abuse and Violence since 11 September 2001”

Report to the Human Rights and Equal Opportunity Commission.

Said, Edward (1978). Orientalism. New York: Vintage Books.

Wallerstein, Immanuel (2002). “America and the World: The Twin Powers as Metaphor”.

(Der.) Craig Calhoun, Paul Price and Ashley Timmer. Understanding September 11, New

York: The New Press, s.345-360.

Weeks, Albert (1993). "Do Civilizations Hold?" Foreign Affairs. C. 72 No 4, s. 24-25.

33

Wolin, Sheldon (1996). “Fugitive Democracy”. (Der.) Seyla Benhabib. Democracy and

Difference Contesting Boundaries of the Political, Princeton: Princeton University Press, s.

31-45.

Wouters, Jan ve Naert, Frederik, (2004). “Of Arrest Warrants, Terrorist Offences and

Extradition Deals. An Appraisal of the EU’s Main Criminal Law Measures against

Terrorism after ‘11 September’”. K.U. Leuven Faculty of Law Institute for International.

Law Working Paper. No 56. https://www.law.kuleuven.be/iir/nl/onderzoek/wp/WP56e.pdf

Yeşilyurt-Gündüz, Zuhal (2010). “The European Union at 50-Xenophobia, Islamophobia,

and the Rise of the Radical Right. Journal of Muslim MinorityAffairs, C. 30, Sayı 1, s. 35-

47.

Yeşilyurt-Gündüz, Zuhal (2007). “Europe and Islam: No Securitization, Please!”

International Policy Analysis, s. 2-7.

34

ONBİR EYLÜL VE YENİ DEVLET BİÇİMİ

Ali Murat Özdemir

Giriş

Biçim işlevi belirler (Jessop, 1990). Devlet olarak adlandırabileceğimiz yoğunlaşmış

ilişkiler alanını, bu alana giren talepleri imkânsız kılan ya da imkân dâhiline sokan, bu

taleplerin dilini ve üretimi belirleyen biçim konusundan ayrı düşünemeyiz. Devletlerarası

düzlemdeki eşitsiz güç ilişkilerinin analizi de biçim sorununun dikkatle ele alınmasını

gerektirirler. Devletlerarası düzlemdeki eşitsiz güç ilişkileri gündeme geldiğinde,

emperyalizm tartışmaları su yüzüne çıkar. Günümüzde eşitsiz güç ilişkilerini konu alan

çalışmaların Onbir Eylül’ü takip eden olaylar dizisinden etkilenmemeleri kolay değildir.

Devletlerarası düzlemdeki eşitsiz güç ilişkileri gündeme geldiğinde öne çıkan hususlardan

bir diğeri de uluslararası hukuk olacaktır.

Klasik emperyalizm yorumları, büyük kapitalist devletler (emperyalistler) arasında rekabet

fikri üzerinden gelişiyordu. Bu devletler içerisinde temsilini bulan tekelci sermaye, diğer

devletlerde temsilini bulan diğer tekelci sermaye gruplarına karşı kendi ulusal devletini

kullanıyordu. Uluslararası hukuka Marksist yaklaşımların önemli bir bölümü, bu hukuk

alanını, kendi dönemlerini açıklamakta hiçte yetersiz olmayan klasik emperyalizm

teorilerinin betimlediği ilişkiler sisteminin düzenlenmesi faaliyeti olarak tasavvur ettiler.

Bugün, klasik emperyalizm teorileri, aralarında: a-İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı

dünyasını şemsiyeleyen Amerikan hegemonyasının belirmesi; b-Tekil kapitalist ülkelerin

(emperyalizm teorisine göre birbirleriyle şiddetli rekabet halinde olmaları gerekirken, bir

türlü beklenen ölçütlerde rekabete girmeyen) ordularını bir çatı altında toplayan

NATO’nun ortaya çıkması; c-İçeride Fordist toplumsal uzlaşmanın, dışarıda

uluslararasılaşan kapitalizmin düzenlenmesi için tebarüz eden kuruluşlardan ve bunların

yarattığı hukuktan oluşan yeni düzenleme biçimlerinin gündeme gelmesi; d-Sovyet sonrası

dönemde sermaye ilişkisinin kapsayıcılığını arttıran düzenlemelerin ortak kapitalist akıla

binaen gerçekleştirilmesi gibi kalemlerin bulunduğu güçlü gerekçelerle siyasal tahayyülü

belirlemekten uzak görünmektedirler.

Anılan açıklama sıkıntısı ve hacmi gün geçtikçe artan küreselleşme tartışmalarıyla ilişkili

olarak, Marksist teori içerisinden bir seri yeni emperyalizm yorumu türetilmiştir.1 Güç

1 Bu yorumlar üzerine yapılmış bir çalışma için bk. Özdemir (2010).

35

Buyruk Düzen (Özdemir, 2011) başlıklı çalışmanın son sözünden beslenen bu çalışmada,

Louis Althusser (2002; 2003; 2006; 2009) ve Bob Jessop’un (1982; 1985; 1990; 2002;

Jessop ve Sum, 2006) devlet yaklaşımlarına, emperyalizm çalışmalarına devlet teorisinin

eklenmesi gerekliliğini savunan Leo Panitch ve Sam Gindin’e (2003; 2004; 2006) ait

devletin uluslararasılaşması tezini eklemlendirerek oluşturulan özgül bir yorum

çerçevesinde, Onbir Eylül’ün devlet biçimi açısından etkileri değerlendirilecektir. Bu

satırların yazarı okuyucuya, Althusser ve Jessop çizgilerine mündemiç siyaset

felsefelerinin (sırasıyla, Marksist Yapısalcılık ve Eleştirel Realizm)-en azından bu

çalışmada yürütülen tartışma kapsamında-uyumlu varsayıldıkları,2 ancak Panitch ve

Gindin’in dayandığı siyaset felsefesinin benimsenmediğini,3 onların çalışmalarının seçilen

açıklama kipliğine uygun bir şekilde yeniden yazıldığını belirtmek durumundadır.

Anılan amaç doğrultusunda ilerlerken ilk etapta, çalışmada kullanıldığı haliyle devlet

tanımı, önce devletin ne olmadığı daha sonra da devletin nasıl anlaşılması gerektiği

soruları sorularak, belirgin bir hale getirilecektir. Ardından biçim vurgusunun önemi

üzerinde bir takım saptamalar yapılacak ve biçimin yayılış sürecinin dinamikleri ele

alınacaktır. Son olarak, devletin uluslararasılaşması süreci bağlamında Irak saldırısının,

hem stratejik hammadde satıcısı ülkeler hem de Türkiye için ne ifade ettiği tartışılacaktır.

Uluslararasılaşma Sürecinin Nesnesi Olarak Devlet

Uluslararasılaşma sürecinin, birisi sermaye ilişkisi diğeri de devlet olan iki nesnesi

bulunmaktadır. Sermaye ilişkisinin uluslararasılaşması süreci üzerine zengin bir kaynakça

bulunmaktadır. Uluslararasılaşma sürecinin nesnesi olarak devlet aynı ilgiye mazhar

olmamıştır ve bu bağlamda ele alınması, irdelenmesi, kavramsallaştırılması önemlidir.

Devlet teriminin pek çok perspektif içerisinden edindiği pek çok anlamın yarattığı kargaşa

ile uğraşabilmek için genel bir tanım yapmak gerekmektedir.4 Böyle bir teşebbüse,

öncelikle bu çalışmada kullanıldığı haliyle, kavramın dışladıkları ile başlamak anlamlı

görünmektedir. Öyleyse soralım: Devlet ne değildir?

Devlet bir organizma değildir. Organizma olarak devlet kavramsallaştırmasını, ana-akım

siyaset teorilerine mündemiç eklektizmin bütün versiyonlarında bulmak mümkündür.

Platonik devlet anlayışı, kavramın tarihini araştıranlar için iyi bir başlangıç noktası

sunacaktır. Buna göre devlet, her durumda kendi –verili- (bir ineğin ota ihtiyaç duyması

2 Marksist Yapısalcılık ve Eleştirel Realizm arasındaki ilişkilerin tartışması için bk. Özdemir (2008).

3 Bu konuda daha geniş bir açıklama için bk. Özdemir (2010).

4 Burada kısaca ana hatları özetlenen yaklaşımın bütünsel bir dökümü ve savunusu için bk. Özdemir (2008).

36

durumunda olduğu gibi doğasına mündemiç) organik çıkarlarını gütmeye meyilli bir

organizmadır. Aynı damardan ilerlersek, devlet tarafından cisimleştirilen siyasi düzenek,

içinde bulunduğu toplumla bir bütün teşkil eder. Çıkış noktanız böyle bir devlet

kavramsallaştırmasına dayandığında -tıpkı bir insanın ya da hayvanın kolları ve bacakları

arasında çıkar çatışması bulunmaması durumunda olduğu gibi- devlet olarak adlandırılan

bütünlük, yalnızca kendi verili (organik ve çatışkısız) menfaatini kollayan bir entite olarak

algılanacaktır. Dahası, anılan söylemin taşıyıcıları pek çok durumda, söz konusu

bütünlüğün (devletin) zaman ve mekân bağımlı bir tür özel rasyonaliteyi (piyasada işlem

yapan bağımsız bireyin hesap mantığını), zamandan ve mekândan bağımsız olarak

içselleştirdiğini ön varsaymak durumunda kalacaklardır.

Devlet sivil toplumun dışında ve karşısında konumlanmış bir organizma ya da alan

değildir. İster liberal ister muhafazakâr olsun, bütün burjuva yaklaşımları, politik toplumun

(devletin) karşısına diktikleri sivil toplumu, müstakil ve organik bir bütün olarak

kavramsallaştırmaktadırlar. Teorizasyonu yapanların tercihine göre, sivil toplum bazen bir

özgürlükler alanı ve muhalefet odağı, bazen de politik toplum tarafından gözetilmesi ve

düzenlenmesi gereken kötü eğilimli, huysuz bir varlık olarak kurgulanmaktadır.

Bugünün kuramsallaştırma çabalarının önemli bir kısmında, kötü adamın devlet olduğunu

hatırlatalım. “Kötü adam devlet” yaklaşımı içerisinden bakıldıkça, devlet denilen

organizmayı oluşturan bireyler (bürokratlar) kendi kültürlerini alt nesillere aktaran

müstakil bir grup olarak algılanırlar. Buna göre bürokrasi bir temsil gerçekleştirmez, bir

dolayım içermez: Kendi hesabına bir sınıftır. Hem de kendinde değil kendisi için (eyleyen)

bir sınıf!5 Anmakta olduğumuz açıklama kipliği içerisinden bakıldıkta, (derin) bürokrasi,

kendi özgün rasyonalitesi ve müstakil gelenekleri ve talepleriyle, kendisi için eyler.

Politik toplumu (ve dolayısı ile sivil toplumu) bir organizma olarak algılamaya meyilli bu

yaklaşıma göre, bürokratlar bir kale haline getirip kendilerinden olmayanlara karşı

savundukları devleti, halkın (sivil toplumun!) iradesine karşı kullanıp kendi menfaatini

takip etmektedirler. Bugün burjuvazinin organik entelektüellerinin önemli bir bölümü,

yukarıdaki satırlarda tasvir edilmiş bulunan (ve pek çok metinde ceberut sıfatının

yardımıyla ne olduğu ve nasıl tavır gösterilmesi gerektiği hususları hemen açıklanan)

devleti ve onu kontrol altında tutmayı bilen (derin) bürokratları, piyasa düzeninden

kaynaklanan bütün sıkıntıların sebebi gibi tasvir etmektedirler. İthamlar bununla da bitmez,

5 Eski Marksistler Webercileşirken, duhul ettikleri yeni söyleme, kendi geçmişlerinden getirdiklerini hediye

etmekten çekinmemektedirler.

37

burjuvazinin organik entelektüelleri, toplumsal çelişkilerin şiddet biçimine büründüğü her

noktada bilen ve eyleyen devleti esas fail konumuna yükseltirler. Toplumun kendiliğinden

tepkileri de yine aynı fail (kötü adam devlet) tarafından örgütlenir. İdeolojilerin müstakil

etkileri ve bu ideolojileri gündeme getiren söylem dışı unsurlar (koşullar) bir kenara

itilerek kurulan anlatı, politik toplumun tek taraflı kararları üzerinden biçimlenir.

Konturları kısaca çizilen bu hikâye, kapitalist devletin burjuva diktatoryasının kurulması,

sürdürülmesi ve tahkim edilmesi sürecindeki işlevlerinden yola çıkmaz: Kötü çocuk

devletin kendisi için eyleyişini anlatır. Hikâyeyi böyle düzenleyenler-kendi içlerinde

çelişkiye düşerek-yüceltmekte ısrarlı gibi göründükleri sivil toplumu, son derece aciz, pasif

ve devlet ne ister ise onu yapan bir entite haline getirmektedirler. Kısaca, verili haliyle

burjuva devlet teorisi/ideolojisi, sivil toplum - politik toplum karşıtlığına sıkışıp kalmıştır.

Demokratikleşme hedefi de, piyasa rasyonalitesi ekseninde tavır geliştiren organizma-

devletlerin, organizma sivil toplumların ve bu sivil toplumların içerisinde mevcut

kendiliğinden-muhalif varoluş hallerinin düşünüp taşınarak bulduğu bir çözüm haline

gelmektedir.

Devlet sınıflardan ve bu sınıflar arasında mevcut gerilimlerden azade bir varlık biçimi

değildir. Devlet sınıflı bir toplum olan kapitalist toplumun devletidir. Şiddet, öncelikle

kapitalist devlette temsilini bulan çıkarlar tarafından üretilen devlet iktidarının, burjuva

diktatoryasının kurulması, sürdürülmesi ve tahkim edilmesi sürecindeki kullanımının bir

türevidir. Bununla sınırlı değildir belki, ancak şiddetin kullanıldığı bütün düzlemler,

kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminde araçsallaştırılır.

Diğer yandan bu devlet, ideal kolektif bir kapitalist değildir. Genel olarak sermayenin

(verili bir mekân ve zamanda sermayenin para sermaye, üretken sermaye, ticari sermaye

uğraklarının toplamının) önceden verili (kendi telosunu gerçekleştirmeye çalışan) somut

bir çıkarlar listesi bulunmamaktadır. Sermaye ilişkisinin artı-değerin temellüküne

odaklanmış olması ve toplumsal zenginliklerin eşitsiz bölüşümünü hedeflemesi durumu;

sermayenin kendine ait tutarlı ihtiyaçlar listesiyle birlikte ortada dolanan bir

organizmaymış gibi düşünülmesine yol açmamalıdır. “Genel olarak sermaye” kendi adına

talepleri olan bir özne değildir. Birçok tikel sermayenin eylemlerinin etkisi olarak

mevcuttur. Dolayısıyla, bir organizmaymış gibi davranıp, -kendi dışında bir entite olarak-

devleti araç konumuna indirgeyerek eylemez. Sermaye hep tikel formuyla, somut

varoluşuyla, zaman ve mekân bağımlı somut talepler ve stratejiler üretir.

38

Diğer yandan, devlet çok kaynaklı ve çok eksenli kuvvetlerin tesadüfî bir bileşkesi de

değildir. Devleti, açıklanması gerekeni verili sayarak, sermayenin yeniden üretimindeki

işlevi üzerinden tanımlayamasak da, bu işlevinin (aposteriori olarak) göz ardı edilmesi

mümkün olmamaktadır. Her şeyden önce, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet

veriliyken, sermayenin yeniden üretimini gerçekleştirecek koşullara odaklanmamış, bu

koşulları oluşturmaya çalışmayan bir devlet tasavvur edilemez. Bu bağlamda devlet,

sermayenin yeniden üretimi temel ekseninde bir araya gelmiş ve işleyişi çelişkilerden muaf

olmayan yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin toplamıdır demek yanlış

olmayacaktır.

Devlet zamandan ve mekândan bağımsız değildir. Devlet farklı tarihsel dönemlerde farklı

sistemler etrafında şekillenebilir, ancak kapitalist üretim ilişkilerinin giderek artan

oranlarda baskın hale geldiği bir dönemde, kapitalist sistem tarafından şekillendirilir.

Meseleyi böyle ortaya koymak, kapitalist sistemi, kendi içindeki diğer (geleneksel, değer-

biçime sorunsuz olarak tahvil edilemeyen) sistemleri tek yanlı olarak etkileyen mutlak

unsur olarak ele almak anlamına gelmez. Kapitalist toplumsal ilişkilerin azgelişmiş

toplumlarda –diğerleri yanında- yanaşma ilişkileri ile birlikte yürüdüğünü, örneğin

ihalelerin tarikat ya da hemşerilik bağları üzerinden dağıtıldığını, ihaleler sonucu üretilen

mal ve hizmetlerin piyasa değerlerinin devlete kesilenden (fatura edilenden) daha düşük

olduğunu ve benzeri örnekleri kendimize hatırlattığımızda, mütehakkim sistemin kendisine

çektiği dini ya da başka anlam sistemleri tarafından etkilendiğini, ancak bu unsurları kendi

ekseninde yeniden biçimlendirerek kendi mantığını onlara dayattığını saptamak kolay

olacaktır.

Sermaye birikiminin dinamiği değer-biçim düzleminde şekillenir. Kapitalist toplumsal

formasyonlarda, yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin birliği, kapitalist devletin

biçiminde alt belirlenmiştir.6 Ancak biçim, farklı karşılaşmaların öngörülemez etkilerinin

gerçekleşmesi sürecini kolaylaştırdığı gibi, bu karşılaşmaların önkoşullarını da

belirleyecektir: Kimse size ilgili alım satım sözleşmesinin içeriğini nasıl dolduracağınızı,

bir dilekçeye hangi somut talepleri ekleyebileceğinizi söyleyemez. Ancak sözleşme

formunun kendisi, pek çok yolla eylemlerinizi sınırlar. Sözleşmeler özel mülkiyeti, malı

piyasaya getirenin kural olarak onun maliki olduğunun kabulünü, anlaşmazlık durumda

6 Alt belirlenim klasik epistemolojide eldeki verilerle farklı sonuçlar üreten iki veya ikiden fazla teorinin

işletilebilmesinin mümkün olması haline işaret eder. Althusserci kullanımı ile altbelirlenim kavramı (köken

felsefesinin sonuçları öncüllerde veren erekselciliğinin aksine, ancak ilk şekillenmeyi belirleyebilecek bir

başlangıçlar felsefesine vurgu yaparak) bizi başlangıçların tahmin edilemez doğasına, olasılıkların farklı

karşılaşmaların önceden bilinemez etkileri üzerinden maddileşeceği geçeğine karşı uyarıyor.

39

yargı ve icra düzeneklerini, özel mülkiyetin korunması esasında gerçekleştirilen

yapılanmaları ve benzeri hususları verili kabul eden bir bağlamın ürünüdürler. Her şey

sözleşmeye konu olamaz. Sözleşmenin tarafları hukuk önünde eşit sayılacaklardır.

Sözleşmenin konusu hukuka (genelde alım satıma ya da yapma ve yapmama

yükümlülüklerine) uygun olmak durumundadır. Sözleşmeye konu edimin tedariki için

duyduğunuz ihtiyacı karşılayacak bir iş ilişkisi içerisinde değilseniz, tarikatlara ve benzeri

değer-biçim-dışı destekleyici oluşumlara başvurabilirsiniz. Ancak ilgili tarikatın ve benzeri

dayanışma mekanizmasının işleyebilmesi için, bunların ilgili toplumdaki iktidar ve

sermaye ilişkilerini destekleyecek şekilde konumlanması gerekir. Aynı şekilde dilekçe

formatı, bireysel talebinizin ne olması gerektiği hususunu belirleyemese de, talebin

bireysel bir talep olması ve ilgili kurumun verdiği hizmet kapsamında yazılması

gerekliliğini dayatır. Su ve kanalizasyon idaresinden, herkese bedelsiz öğle yemeği

verilmesini talep edemezsiniz. Taleplerinizi sunduğunuz kurumsal ve örgütsel bileşke,

sermaye ilişkisinin yeniden üretilmesi ekseninde, bu işlevle doğrudan bağlantısı olsun

olmasın, bir seri koşullanmış mal ve hizmeti sağlarken, şiddet yanı sıra meşruiyet de

üretecektir. Yani, ilgili devlet aygıtlarında yapılan üretimin her zaman dokunulabilir ve

dokunulamaz ürünleri olacaktır. Dokunulamaz ürünler ilgili kapitalist toplumda üretim

ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinde sayısız işlev görürler. Bu işlevler devleti

oluşturan aygıtlar toplamının belirli ölçekte içsel birliğini ve tutarlılığını gerektirir. Bir

başka deyişle, sermayenin üretim ve dolaşımına yön vermek için birikim stratejilerine

ihtiyaç duyulduğu oranda (stratejilere ihtiyaç vardır zira sermaye bir kullanım kılavuzu ile

gelmez), devlet müdahaleleri, devletin belirli ölçekte içsel birliğini ve tutarlılığını ön

varsaymak ve sağlamak önkoşullarıyla mümkün olabileceklerdir.

Devlet kapitalizmin ihtiyaçlarına göre kendi enerjisini kendi başına üreterek işleyen

düzenleyici bir makine değildir. Birikimin koşullarını sağlamak ya da istikrarlı olmayan

uzlaşma dengelerini yönetmek eylemi, yalnızca iktisat ekseninde işleyen politikalara değil,

kamuoyu oluşturmak için -gerektiğinde tavizlerle desteklenmiş gerektiğinde şiddet içeren-

daimi ideolojik, hukuki ve siyasi müdahalelere gereksinim duyacaktır. Bu müdahaleler

tarafların sahiplendiği ideolojiler (cumhuriyet projeleri, örgütlenme ilkeleri, şiddet

mekanizmaları vs.) ekseninde gerçekleşir.

Geldiğimiz noktada Devlet ne değildir? sorusuna vermeye çalıştığımız cevapların bizi bir

yerlere getirdiğini savlayabiliriz. Şimdi soruyu tersten soralım: Devlet nedir? Anılan

40

sorunun cevabı öncelikle bir devlet çizimini/şemasını gerektirecektir. Daha sonra –çizilen

bu şema üzerinden- devlet üzerine morfolojik, işlevsel ve karma tanımlar üretilebilecektir.

Çizime başlamadan önce küçük bir uyarı: Takdir edilir ki devleti şematize eden bir çizim

üzerinden üretilen sonuçların, somuttaki gerçek (real in concrete) ile zihindeki somut

(concrete in thought) arasındaki mesafeyi mükemmelen daraltacağını savlamak mümkün

değildir. Bourdieu’ye (1977) göre, dünya hakkındaki bilgi inşa ederken kullandığımız

metafor, sinopsis ve analoji gibi bilişsel aygıtlar, düşüncenin iletilmesini

güçlendirebileceği gibi içeriğini de sakatlayabilir. Metafor kullanımı, örneğin altyapı-

üstyapı fiziksel metaforu, analiz edilen toplumsal üretim ilişkisinin iletiminde ve bunun

bilgisinin toplumsal dolaşımında belirli kolaylıklar sağlamıştır. Ancak bunun yanı sıra

kompleks toplumsal kurum (hukuk, adalet vs.) ve örgütlerin (devletin ideolojik aygıtları,

devletin baskı aygıtları) analizinde, devrimci stratejilerin uygulanmasında belirgin ve

tanınmış zorluklar/sıkıntılar üretmiştir. Kompleks bir bilginin istatistik, temsilî şema,

diyagram ya da birleşik bir referans çerçevesine sıkıştırılması olarak tanımlayabileceğimiz

sinopsis de böyle bir zararlı etkiyi haizdir. Diyagramların basitleştirip zamansız ve iki

boyutlu bir düzleme taşıdığı entiteler ve bunlar arasında kurulan ilişkilerin gerçek

toplumsal ilişkiler düzlemine uymama ihtimali oldukça yüksektir. Bu diyagramlar zaman

ve mekân algısının inşasında hemen hemen her zaman sorun çıkartırlar. Öyleyse bilişsel

aygıtların tatbikinde çok dikkatli davranılmalı, ‘yanlış bir berraklık’ duygusunun teorik

sakıncaları üzerine önceden hazırlıklı olunmalıdır (Bourdieu, 1977). Althusser’deki

(2002) ‘apaçıklık’ kavramına benzeyen Bourdieucü ‘yanlış berraklık’ kavramı çoğu kez

baskın ideolojilerin ellerinde karşı araçlara dönüşebilir. Bu nedenle her zaman şemaların ya

da diyagramların önüne toplumsal gerçekliğin teorik inşası konulmalı, verdiğimiz şema

üzerinden ürettiğimiz sonuçlara da şüphe ile yaklaşılmalıdır. Şimdi devam edelim.

Devleti nasıl tasavvur etmeli? Burjuva ideolojileri içerisinde mümtaz bir yeri haiz liberal

söylemin yaptığı gibi, kâğıdın ortasına bir yuvarlak çizip, bu yuvarlağı kalınca bir çizgiyle

ikiye ayırdıktan sonra sol tarafına politik toplum (devlet), sağ tarafına da sivil toplum

(piyasa düzeni) yazmak suretiyle değil.

Devleti nasıl tasavvur etmeli? Öncelikle, iç içe geçmiş iki çember hayal edelim.

Çemberlerimizi kesik çizgilerle çizelim, zira hiçbir toplumsal bütünlük diğer toplumsal

bütünlüklerden tamamen izole edilemez. Dıştaki çember ilgili toplumsal formasyonun

kendisini diğerlerinden ayıran sınıra denk düşmektedir. Dıştaki çember aynı anda devletin

41

diğer devletler karşısındaki sınırını da oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, devleti diğer

devletlerden ayıran sınırlar aynı anda ilgili toplumsal formasyonun sınırlarını da oluşturur

(iki sınır arasında örtüşme olduğunu varsayıyoruz). Şu durumda, dış çemberi, toplumsallığı

oluşturan diğer ilişki setlerini (yoğunlaşmış özgün iktidar ilişkileri alanı olarak) devletten

ayırmak için kullanamayız. Bu nedenle çizdiğimiz sınırları (dış çemberi) dış çeper olarak

ele alalım ve mevcut çemberimizin içerisine -yine kesik kesik çizgilerle yapılmış- bir

ikincisini ekleyelim. Yani, paragrafın başında da söylediğimiz gibi, birisi diğeri içerisine –

kesik çizgilerle- çizilmiş iki yuvarlak7 tahayyül etmeliyiz. Merkezdeki (içerideki) yuvarlak

siyasal iktidarın üretildiği yapılaşmış ilişkiler seti olarak devleti oturtacağımız alanı

oluşturacaktır. Öyleyse daha en başından, elimizde bir gösteren ancak iki gösterilen

bulunmaktadır: İlgili toplumsal formasyonun mekânsal uzamını oluşturan sınırları

kaplayan devlet (dış çember) ve yoğunlaşmış özgün iktidar ilişkilerinin biçim belirlenimli

alanı olarak devlet (merkezdeki çember). Ancak daha önce anlatılanlardan

çıkarsayabileceğimiz gibi, bu alanın (merkezdeki çemberin) içerisi yekpare olmayacaktır.

Merkezdeki çemberin içerisine devletin aygıtlarını (Althusser) ya da yapısal biçimlerin

örgütsel ifadelerini temsil eden (Düzenleme Okulu ve/veya Jessop) küçük kutucuklar

çizmek durumundayız. Ekleyelim: Merkezde bulunup devleti temsil eden bu alan

düzenlediği kadar düzenlenilmeye de açık olduğundan, ne merkezdeki çemberin içindeki

kutucuklar ne de yoğunlaşmış bir siyasi ilişkiler alanı olarak devleti (merkezdeki çember)

içeren alan sabit değil.

Kesik kesik çizgilerimiz hem göreli bir sınırı imlemekte, hem de devleti oluşturan –görece-

istikrarlı yapıcıklara yönelik taleplerin geçmesi için özgün şekillenmeleri olan geçitlere

denk düşmektedirler. Bir başka deyişle, merkezdeki sınır çizgiciklerinin arasında bulunup,

daha geniş toplumsal ilişkiler alanı içerisinden gelen taleplerin içeri girmesini sağlayan

geçitlerimizin biçimi önemli. Dolayısıyla, her talep içeri giremiyor. Ancak belirli biçimlere

bürünebilen –dönüştürülmüş- talepler bu geçitlere sığabileceğinden, biçim içeriği

belirliyor. Kısaca, içeri girebilmek bile bir dert. Biçim tarafından yapılan müdahalenin her

kutucuk için aynı ölçüde olmadığını da belirtelim. Stratejik önemi haiz bazı kutucuklar

daha da talepkâr.

7 Yuvarlaklık konusunda ısrarcı değiliz; çizimimiz yerine göre kare, küp ya da üçgen formunu da alabilir.

Çizim zorlukları aşılabilecekse anılan formlar üç boyutlu olarak da hayal edilebilir. Bu son seçenek,

kuşbakışı kesik kesik verilen çizgilerin ima ettiği boşlukların özgül biçimini gündeme getireceğinden belki de

en makbulüdür.

42

Daha geniş toplumsal ilişkiler alanında doğup, merkezdeki biçim belirlenimli

yoğunlaştırılmış ilişkiler alanına duhul eden talepler, devletin bütününe değil, devletin

içerisinde mevcut yapıcıklardan birisinin ya da birden fazlasının –ama hiçbir durumda

tümünün değil- içine girer. Ancak daha geniş toplumsal ilişkiler alanından doğan taleplerin

sahipleri, talep üretebilme kapasitelerini (mevcut toplumsal konumlarını) merkezdeki

yoğunlaştırılmış güç ilişkileri alanı üzerinden (bu alan içerisinde çıkarlarının diğer

çıkarlardan daha iyi temsil ediliyor olmasından) edinmiş olduklarından, merkezde bulunan

alanla, daha geniş toplumsal ilişkiler alanı arasındaki ilişkinin tek yönlü olduğunu

tasarlamanın doğru olmadığını saptayalım. Bir başka deyişle, liberal söylemin savladığının

aksine, devlet ve sivil toplum terimlerinin göndergeleri (referent) büsbütün ayrı alanlara

denk gelmezler. Hatırlayalım, devleti temsil eden alanın içerisine çizdiğimiz kutucukların

çeperlerini de kesik çizgilerden oluşturmuştuk. Bu kutucuklar içerisinde toplumsal sınıflar

ve dolayısıyla bu sınıfların –kendi aralarındaki ilişkileri de çelişkiden muaf olmayan-

fraksiyonları temsil edilmektedir.

Temsil sorunu çağdaş devlet teorisinin en çetrefilli alanlarından birisini oluşturmaktadır.

Sınıfların devlet içerisindeki temsili nasıl gerçekleşmektedir? Temsilin sınıf fraksiyonları

ile devlet memurları ve diğer personel arasında kurulan ve pek çok durumda doğrudanlık

içermeyen, iktisadi, siyasi ve ideolojik ilişkiler üzerinden çeşitli mekanizma aracılığı ile

gerçekleşeceği söylenebilir.

Benimsemiş olduğumuz perspektife göre temsilin gerçekleşmesinde ideoloji alanı

diğerlerine göre daha belirleyici olacaktır. Bir başka deyişle, temsil ilişkisi –pek çok

durumda-, taleplerin sahipleriyle muhatapları arasında kurulan doğrudan ilişkiler üzerinden

yürütülen sınıfsal bir diyaloga dayanmaz. Bürokratların “ben falanca sınıfın falanca

fraksiyonunun temsilcisiyim, o yüzden şu talebi geri çevireyim şu talebi kabul edeyim”

kabilinden laflarla üretim ilişkileri ile ilişkiye geçeceğini tasavvur etmek anlamlı değildir.

Her şeyden önce, yoğunlaştırılmış güç ilişkileri alanına giren talepler bireysel haklara

tekabül eden (ve bu nedenle kendi kolektif sınıf içeriklerini görünmez hale getiren)

formülasyonlar içerirler. Talebin sahibi genellikle, falanca sınıfın falanca fraksiyonunun

üyesi olarak değil, bireysel kapitalist A ya da vatandaş B formatı içerisinden konuşacaktır.

Kolektiviteler adına konuşulmasına imkân tanınan kısıtlı durumlarda da karşımıza sınıf

isimleri değil, kültürel grup aidiyetinin çıkması kuvvetle muhtemeldir. Diğer yandan, neo-

liberal dönemde, sermaye fraksiyonlarının giderek artan ölçütlerde, kendi örgütleri

ağzından kendi sınıfsal (kolektif) menfaatini açıkça ifade ettiğini, bu menfaatin –yine-

43

giderek artan ölçütlerde doğrudan devlet politikasına tahvil edildiğini, işçi sınıfı için

bahsettiğimiz eğilimin tersinin gerçekleşiyor olduğunu gözlemlemek mümkündür.

İkinci olarak, varsaydığımız temsil ilişkisinin taraflar arasında önceden imzalanmış bir

anlaşmaya dayandığını varsayamayız. Pek çok durumda, temsil edilen ve temsilci olaydan

önce değil sonra oluşur. Farazi temsil ilişkimiz her olayda yeniden üretilir. Temsilci –

genelde- içinden konuştuğu söylemin belirleyici etkisiyle, somut durum karşısında somut

tepkiler üretir, somut çözümleri ‘keşfeder’.8 Keşfetme edimini tırnak içerisine alıyoruz

çünkü ilgili sorun karşısında “keşfedilen” çözüm, sınırsız seçenekler içerisinden keyfi

olarak bulunmuş bir cevaba denk gelmez. Belirli bir zaman ve mekânda neyin rasyonel,

neyin saçma olduğunu belirleyen yargılar (söylemler) “keşfetme ediminin” içeriğini ön

belirlerler. Hemen ekleyelim: Bu yargılar da havada uçuşmaz, kendi göndergeleri

(referent) ile kurdukları zorunlu ilişkinin türevidirler.9

8 Keşif (chance discovery) kavramını Lipietz’in (1987) kullandığı anlamıyla kullanıyoruz. Lipietz’in

kullandığı haliyle terim, yapıların dönüşümünde öznenin oynayabileceği rolü ve bu rolün sınırlılıklarını ve

potansiyellerini kavramlaştırabilmek maksadını gütmektedir. Althusserci Marksizm’in takipçilerinin,

Althusserci Marksizm’de pasif bir şekilde bulunan trager’in (Althusserci Marksist teorinin içerisinde

insanlar, yapıda içerilmiş ilişkilerin dayanağı biçiminde ve yapının belirli etkileri olarak (bireyselliklerinin

biçimleri halinde) görünürler (Balibar, 2007: 576)) eylemliliğini arttıracak ve kapasitesini tanıyacak şekilde

Trager’i dönüştürmeye çalışmışlardır. 9 Burada söylem dışının belirleyiciliğinden bahsetmekteyiz. Pozisyonumuzun anlaşılması için anılan husus

esaslı önemi haiz olduğundan uzun bir dipnot düşme gerekliliği duyduk: Yapısalcı dilbilimine göre, dilin bir

gereklilik olarak birtakım ilişkilere ifade kazandırdığı fikri külliyen yanlıştır. Dil nesnelere verilen isimlerin

toplamından oluşmaz. Dünyayı aynı şekilde düzenleyen iki dil sistemi bulmak imkânsızdır. Bütün dillerin

yapılarını belirleyen bir yapılar yapısı yoktur (bk. Benton ve Craib, 2008; Eagleton, 2004, 2004a). Bu

noktadan hareketle aktörlerin nesnelere verdiği anlamların keyfiliğine ulaşan inşacılığın (belirli noktalarda

post-yapısalcılıkla örtüşen) vargısı, Saussurecü dilbiliminin temel ayrımının yanlış bir yorumuyla

desteklenmektedir (Sturrock, 2003: 35-36). Şöyle ki: Saussure göstergenin; gösteren ve gösterilen olmak

üzere iki kısımda incelenmesini önerirken göstergeyi soyut bir nesne olarak kurgulamıştı. Bu soyut nesne;

dilin nesnesiydi ve doğrudan somuttaki gerçekle rabıtalı değildi; keyfiydi. Bir başka deyişle gösterdiği şey

tarafından belirlenmiyordu. Bunun kanıtı, göstergelerin farklı dillerdeki çeşitliliğinde bulunabilirdi. Bir dilde

üç gösterge ile kastedilen-şey/gönderge (referent) bir başka dilde bir gösterge ile adlandırılabilirdi. Ancak

buradaki keyfî olma durumu, dilin kullanıcılarının mevcut göstergelerin yerine yenilerini önerebilme

keyfiyetine ya da göndergenin (referent) istenilen durumda başka başka göstergelerle irtibatlandırılması

keyfiyetine denk düşmüyordu. Söylem dışının (real in concrete) etkisini göz ardı etmek için kullanılamazdı.

İnşacılığın ya da post-yapısalcılığın esaslı hataları, kastedilenle (göndergeyle), gösteren arasındaki ayrımın

göz ardı edilmesinde yatmaktadır (Sturrock, 2003: 35-36). Öyleyse aktörlerin nesnelere verdiği anlamlar

temelinde eylediklerini ve bu anlamların da sosyal olarak inşa edildiğini savlarken göndergenin

zorlayıcılığını (söylem-dışının söylem üzerindeki etkisini) göz ardı edemeyiz: Sosyal inşa süreçleri bir norm

ya da yargı seti yerine bir başka norm ya da yargı setinin rahatlıkla koyulabileceği anlamında “öyle de olur,

böyle de olur” gibi ifadelerle anlaşılamaz. Önce “Neden o norm seti değil de bu norm seti?” diye

sorulmalıdır. Küçükbaş hayvanlara verilen ad her dilde farklı olabilir. Hareketli üretim araçları (büyük ve

küçükbaş hayvanlar) üzerindeki mülkiyetin belirleyici olduğu (ya da bir dönem olmuş olduğu) toplumlarda

bu hayvanların yaşlarına, cinsiyetlerine ve birçok başka özelliklerine göre çok sayıda isim taşıyacağını ama

bu hayvanlarla işi olmayan (ve geçmişte de işi olmamış) toplumların küçükbaş hayvanların tümü için bir ya

da iki isim kullanacağını bilebiliriz. Küçükbaş hayvana verdiğiniz isimler değilse de bizatihi sosyal inşa

süreçleri; üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin verili bir toplumda, verili bir zamanda, içinde bulundukları

gelişmişlik düzeyi ile alakalıdır. Biri diğerini doğrudan belirlemiyor olsa da üretim ilişkileri göz önüne

alınmadan (göndergenin önemi tam olarak idrak edilmeden) sosyal inşa süreçleri hakkında fikir yürütmek

44

Öyleyse temsil her durumda değil ama genellikle ideolojiler üzerinden dolayımlanır. İlgili

ideolojinin taşıyıcısının gerçekleştirdiği (temsil etme ya da edilme) eylemin(in) sınıfsal

etkisini hesaplayabilmesi dahi gerekmez. Ancak sürekli yanlış (ilgili aygıt içerisinde temsil

edilmeyen) taraf için “keşifler” yapan taşıyıcının, kariyer imkânının (mesleki geleceğinin)

pek de parlak olacağı söylenemez. Daha önceden vurguladıklarımızdan açıktır ki, sermaye

hiçbir zaman “genel olarak sermaye” formunda temsil edilmez. Farklı fraksiyonların-bazen

birbiri ile esaslı olarak çelişen-farklı talepleri olacaktır. Sermayenin fraksiyonları

arasındaki çetrefilli ilişkide, taleplerin, birikim stratejileri üzerinden içerik kazanacağını

söylemek mümkündür. Örneğin Türkiye’de Ortadoğu eksenli sermaye grupları ile

kurulacak ilişkiyi merkeze alarak, kendi dar iktisadi çıkarlarını aşmaya yönelmiş sermaye

gruplarıyla alakalı talepleri temsil eden kimseler tarafından domine edilmiş devlet

aygıtlarında, yeni-Osmanlıcı bir söylemin diğerlerine üstün gelebileceğini, bu aygıtın

içerisine giren taleplerin de bu söylemi destekleyen-bu söylem içerisinden konuşan-

grupların işine yarayabileceğini söylemek mümkündür. Türkiye’nin Avrupa Birliği

perspektifinin de, ilgili grupların ve uluslararası almaşıklarının küresel sisteme eklemlenme

tarzlarıyla ilişkili içinde gelişeceğini ummak yanlış olmayacaktır. Avrupa ve Amerika

Birleşik Devletlerinde ağırlıklı olarak temsil edilen sermaye grupları ile almaşıklık

ilişkisine giren diğer sermaye fraksiyonları ise, farklı birikim stratejileri önereceklerdir.

Farklı fraksiyonlara ait farklı birikim stratejilerinin her durumda bir diğerini dışlaması

gerekmediği gibi, bir hükümetin bir fraksiyonu kollarken geliştirdiği politikaların,

diğerlerine yaramayacağı da söylenemez. Burjuvazinin çeşitli fraksiyonları tarafından

mümkün değildir. Kısacası trene ne isim verirseniz verin, tren geçerken demiryolunun üzerinde durmayın!

Tekrar edelim: ortaya konulan ayrım (gösterge ile gönderge arasındaki ayrım) bir kez atlandığında, söylem

dışı ile söylem arasındaki ilişki görünmez hâle gelir: Göstergeler her dilde keyfî (herhangi bir zorunluluk

durumuna tekabül etmeden) oluşur ama bu durum gösterge ile kastedilen şey (gönderge) arasındaki ilişkinin

maddiliği üzerinde etki doğurmaz. Bir başka deyişle bir çoban toplumu öküze bin türlü isim verebilir ama bu

insanlar öküzü bir üretim aracı olarak kullanacaklar ise; sütünü sağıp etini yiyecekler, derisinden de ayakkabı

yapacaklar ise; öküzün anlamı isimlerinden bağımsız olarak -örneğin takası imkân dâhiline sokacak olan

evrensel eşitleyici olarak- mevcut olacaktır. Bu bağlamda gösterenler gösterilenlerden önce mevcut

olmayabilir, ancak bu kural kastedilene (göndergeye) tatbik edilemez: O gösterene de gösterilene de

önceldir ve söylemin tutarlılığının ölçütü olarak söylem dışını her daim teorik hesaplara dâhil eder.

Anılan karışıklığın (gönderge -referent- ile gösterge -sign- arasındaki karışıklığın) sürekli tekrarı, bizi

söylemler arasında mutlak doğru olanın saptanılmasının imkânsızlığından yola çıkılarak oluşturulan

çoğulculuk fetişizmine getirmektedir. Öyle ya, yapının dışına çıkılıp da farklı yapıları değerlendirmek için bir

kriter geliştirilemiyor ise, kimseye bir doğru diretilemiyor ise, bütün farklılıkları bir arada bulundurmak

meziyet olacaktır. Peki, ama hangi düzlemde gerçekleşecek bu bir aradalık? Üretim araçları üzerindeki özel

mülkiyetin kutsiyeti tabanında mı? Tabanın vazgeçilmezliği veri ise; çoğul bir yan yana duruş mu, yoksa

tikelin üzerine eklenmiş hiyerarşik bir dizilim mi vardır? Görüldüğü gibi çoğulculuk olarak sunulan şey de

aslında bir tikelliği önvarsaymak durumundadır.

45

taşınan, benimsenen ve yeniden üretilen çeşitli söylemleri vardır.10

Anılan söylemler, salt

birikim stratejilerinin tatbik edilmesi işinde değil, burjuvazinin ilgili fraksiyonlarının

burjuva-olmayan toplum kesitlerini denetim altına almaları süreçlerinde de işlev

göreceklerdir. Bir sınıf fraksiyonu bu söylemler seti içerisinden yalnızca bir tanesini

seçmek durumunda değildir. Osmanlıcı söylem pek ala sol-liberal demokrat11

söylemle,

muhafazakâr-dinci söylemlerle, milliyetçilikle, neo-liberal söylemin belirli tikel unsurları

ve benzerleri ile eklemlenebilir, özgün durumda özgün etkiler doğurabilir.

Daha geniş toplumsal ilişkiler alanından kaynaklanan talepler temsili gerçekleştiren

bürokratların (ve diğer kamu çalışanlarının) bulunduğu kutucuklara çeşitli yöntemlerle

girerler. Bu yöntemlerin bazıları kurumsallaşmış (ve dolayısı ile yasal) ilişkilere

dayanırken, bazıları da atipik, informel (kartvizit sahibi yakınımdır) ya da illegal (parti,

dernek vs. gibi örgütlere ya da bireye verilen bazı “teşvik” türleri) olacaktır.

Gelinen aşamada bir devlet tanımına geçilebilir. Sorumuzu tekrar soralım: Devlet nedir?

Marksist teori içerisinden –her durumda birbirlerini desteklemeyen, hatta pek çok durumda

çatışan- çeşitli tanımlamalar yapılmıştır (bk. Jessop, 1990). Bunlardan perspektifimizle

ilişkili üçünü vermeyi tercih ediyoruz. İlki morfolojik bir tanımdır: Devlet sermayenin

yeniden üretimi temel ekseninde bir araya gelmiş ve işleyişi çelişkilerden muaf olmayan

yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin toplamıdır. İkinci tanım işlev üzerinden

yapılabilir: Devlet, sermayenin değerlenmesinin koşullarını sağlama almak ya da

sermayenin toplam karlılığını arttırmak; ardından, kurmaca/kurgusal bir meta olarak emek

gücünün yeniden üretiminin koşullarını güvenceye almak işlevleriyle donatılmış örgütsel

ve kurumsal düzenektir.

İki tanımın ortak noktalarından ilerleyip karma bir tanım sunmak da mümkündür. Bu

durumda, devlet kendisi içerisinde temsil bulan çeşitli sınıfların güçlerinin kesiştiği

noktada iktidarını kullanabilen yapılaşmış bir ilişkiler setidir denilebilir. Devlet iktidarı

devletin bütünü tarafından kullanılmaz. Yapısal biçimler içerisine giren talepler bu

biçimleri oluşturan örgütler içerisinde mevcut sınıfsal temsil oranları ile bağlantılı olarak

10

Burjuvazinin toplumsal iktidarının sağlanmasında bir değil birçok ideoloji istihdam edilir. Sermaye cephesi

farklı diskurlara ait farklı önerilerden buketler oluşturur ve bu buketleri dönemsel ve mekânsal olarak

yeniden ve yeniden ‘aranje’ eder. Bu nedenle ortada bir değil birden ziyade söylemin bulunduğunu

vurgulamak gerekir. 11

Kapitalizmin güler yüzlü versiyonunun her şeye rağmen istenilirliği dışında ortak bir şeyleri olmayan post-

yapısalcılardan Durkheimcı esintiler içeren cemaatçi (communitarian) yaklaşımlara; metodolojik

bireycilikten Marksist olmayan yapısalcılığa; bilinmezcilikten üretimin eşgüdümü sürecinde piyasanın

vazgeçilmezliği üzerine soldan soldan neo-klasik matematiksel ve de bilimsel izahata; Polanyi

yorumculuğundan Giddensçı 3. yolculuğa kadar pek çok ‘sol’ duyarlılık biçimi saptamak mümkündür.

46

değişip (içerik değiştirip), devlet iktidarına tahvil olurlar. Sisteme giren talepler yapısal bir

belirlenime tabidirler. Bu nedenle devletin biçimi, kendisini oluşturan sınıflı toplumsal

yapı üzerinde etki doğurur. Devlet denildiğinde, biçim belirlenimli (form determined) bir

ilişkiler seti ile karşı karşıya bulunmakta olduğumuzu, devleti oluşturan aygıtların tümünün

aynı düzeyde iktidar üretmediğini (bazı aygıtların kontrolünün diğerlerinin kontrolünden

daha önemli olduğunu ve dolayısı ile iktidar stratejilerinin buna göre belirlendiğini)

saptayabiliriz.12

Ayrıcalıklı bir yapısal biçim olarak devlet, yalnızca düzenleyen değil, kendisi de

düzenlenmeye muhtaç bir yapılar bütünlüğünün meydana getirdiği bir sistemdir. Devlet

denilen ilişkiler sisteminin kendisine giren talepler karşılığında yapısal/stratejik seçiciliği

vardır. Bir başka deyişle sisteme giren her talep aynı şekilde karşılanmaz. Bazı talepler hiç

giremezlerken bazı talepler de içeri girmek için dönüşmek durumundadırlar. Tahakküm

altında bulunan gruplar kendi taleplerini mütehakkim grubun dili (ideolojisi) ile uyumlu

hale getirmek durumundadırlar. Örneğin emekçi sınıflar kendi kolektif taleplerini –gitgide

artan ölçeklerde- [bireysel] haklar lisanı içerisinden yapmaya zorlanırlar. Diğer yandan,

taleplerin sisteme girebilmeleri için bürünmeleri gereken lisan onların içeriğini de belirler.

Sistemin içerisine girmeden önce –girebilmek için- belirli dönüşümlere uğramış talepler

girdikten sonra da girdikleri devlet aygıtlarının içerisinde mevcut temsiller tarafından

dönüştürülürler.

Neticede, devlet organik ve ön verili bir bütünlüğü haiz olmadığı gibi, her türlü sosyal

talebe de aynı ölçüde açık değildir. Anılan bu seçicilik hem devlet içerisinde mevcut

sınıfsal temsillerden, hem de devletin biçiminden kaynaklanmaktadır. Şu ana kadar ortaya

konulanlardan açıktır ki, biçimin başlı başına hem yerel hem de küresel ölçeklerde sınıf

dengeleri üzerinde etki doğurma kapasitesi bulunmaktadır.

Biçimin Yayılış Süreci Üzerine

Burjuvazinin en uygun kabuğu diyebileceğimiz bir devlet biçimi yoktur. Her kapitalist

devlet kendi zaman ve mekân bağımlı dinamikleri içerisinden sınıf iktidarını gerçekleştiren

bir form edinmiştir. Ancak tarihsel somut yapılanması içerisinde her kapitalist devletin

ortak yanları bulunmaktadır. Bu devletler: a-Tüzel kişilikler olmak; b-Hukuk önünde

eşitlik prensibini gerçekleştirmek maksadına yönelik örgütlenmeler oluşturmak; c-

Hukukun üstünlüğü ilkesinin dönemsel olarak değişen gerekliliklerini yerine getirmek.

12

Bu paragrafta verilen devlet tanımı esas olarak Louis Althusser ve Bob Jessop’un düşüncelerine

dayanmaktadır.

47

(Örneğin 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ortalarına kadar bu ilke, yönetenlerin de

yönetilenlerle aynı hukuk kurallarına aynı şekilde tabi olması anlamına gelmekteyken,

Yirminci Yüzyılın ortalarından itibaren, -Amerikan hegemonyası döneminde sermayenin

uluslararasılaşmasıyla uyumlu olarak- küresel düzlemde geçerli kabul edilen üstün hukuk

ilkelerine uymak anlamını edinmiş, “milli irade” ile uyuşmadığı durumlarda bile, insan

hakları ve mülkiyetin kutsiyeti üzerine birçok değeri küresel yükümlülük haline getiren

süreçleri başlatmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra söz konusu süreçleri

oluşturan dinamiklerin zorlayıcılığı gözle görülür biçimde artmıştır) ç-Sözleşme

ideolojisine bağlı kalmak; d-Tabi sınıfların kolektif haklara dayalı hak talep etme lisanını

bireysel haklar lisanına tercüme etmek; e-Sermaye birikimini sağlayacak ve arttıracak

düzenlemeler yapmak; f-Emekçi sınıfları kapitalist çalışma ilişkisinin dinamiklerine göre

biçimlendirmek; g-İlkel birikim süreçlerini özel mülkiyetin güncel biçimlerine (örneğin

anonim şirket mamelekine) tahvil edecek donanımı gerçekleştirmek ve süreci organize

etmek; h-Metalaşma süreçlerini yönetmek, gibi ortak işlevlerini gerçekleştirmek

zorunluluğu altındadırlar.

Devlet sayılan bu işlevlerini gerçekleştirirken engellerle karşılaştığı noktada –geçici-

uzlaşmalar gerçekleştirecektir. Bunlar arasında en bilineni, altın çağ (bk. Hobsbawm,

1996) olarak adlandırılan 1945-1970 arası dönemde ortaya çıkan uzlaşı neticesinde, emek

cephesinin bazı kolektif haklarının anayasallaşması –anayasalar düzeyinde tanınması-

durumudur (bk. Hardt ve Negri, 2003). Söz konusu uzlaşmanın koşulları değiştiğinde,

sömürü arttırıcı yöntemler içeren sermaye cephesi talepleri, günümüzde olduğu gibi,

anayasal uzlaşıyı yavaş yavaş ortadan kaldıracaktır. Anılan dönemin araştırılması

sürecinde, altın çağ olarak adlandırılan dönemin düzenleme kipliğinin yanı sıra, Sovyetler

Birliği’nin mevcudiyeti nedeniyle liberal devletin işlevlerine getirilen sınırlamaları da göz

önünde bulundurmak gerekir.

Uzlaşının koşullarının ve Sovyet mevcudiyetinin ortadan kalkması sonucu, küresel ölçekte

liberal devlet biçimini oluşturan tekil unsurların dünyanın çeşitli bölgelerindeki politika

üreticiler tarafından “keşfedilmeye” başlandığını gözlemlemek mümkündür. Düz bir

okuma, toplam etkileri liberal devlet biçiminin kendisini dayatması ile neticelenen sınırsız

tekil kararı, tutarlı ve özgün bir öznenin (bir organizma gibi tahayyül edilen devletin ya da

genel olarak sermayenin) faaliyeti olarak ele alabilir. Oysaki hatırlayalım, ne genel olarak

sermaye ne de devlet özne/aktör/fail değildir. Devlet iktidarı devletin bütünü tarafından

kullanılmaz: Bir devlet özne yoktur. Devleti oluşturan aygıtlar düzeneğinin her bir

48

müstakil bölümü de özne değildir. Bunlar, temsillerin gerçekleştiği sosyal yapılardır. Aynı

şekilde kendi ortak çıkarlarını oluşturan talepler listesini önceden bilip cebinde taşıyan ve

fraksiyonlardan azade bir sermaye adamı da yoktur. Fail, liberal devlet biçimi altında

eskiden olduğundan farklı bir dayanışma gösteren ve Batı ittifakını oluşturan unsurların

içerisinde ağırlıklı olarak temsil edilen menfaatin sahipleri olacaktır. Bunların hepsinin

sürekli bir beraberlik oluşturmak suretiyle, belirli talepleri üretmeleri beklenemese de;

bunların bir kısmının belirli durumlarda bir araya gelerek, etkin talepler üremeleri

kaçınılmazdır.

Farklı tikel sermaye gruplarından kaynaklanan talepler, yer yer bir araya gelerek yer yer de

tek başına; yer yer hegemon devletin aygıtları içerisinde oluşan siyasal iktidarı

desteklemek suretiyle belirleyerek, yer yer de farklı kapitalist devletlerin dış işleri

politikalarını harmonize edecek keşifleri imkân dâhiline sokacak tedbirlerin alınmasını

sağlayarak, siyasal iktidarı -devlet başta olmak üzere- yapısal biçimler dolayımı ile

üreteceklerdir. Taleplerin her durumda sermaye gruplarından kaynaklanması da

gerekmemektedir. Farklı menşei olan farklı talepler, sermayenin talepleri ile yine bir seri

kurum ve örgüt dolayımı ile uyumlu hale gelecektir. Uyumlu hale getirme sürecini

belirleyen eylemler bazen doğrudan, bazen de ideolojik ortamın ürettiği keşifler

dolayımıyla gündeme gelecektir. Muhatap devletler ve diğer sosyal yapılar (örneğin

uluslararası örgütler) bu taleplere uygun cevapları verebilirlerse, taleplere muhatap olan

toplumsal formasyonun yapısı dönüşecektir. Bu durumda uyum (harmonisation) için ek

kuvvete ve örgütlü siyasal eyleme gerek kalmayacaktır.

İlgili taleplere “uygun” cevaplar verilemez ise, reddedilen münferit taleplerin yarattığı

tepkiler birleşip, daha örgütlü taleplerin üretilmesine yol açabilecektir. Anılan bu ikinci

durumda, Lenin döneminde varit emperyalizmin aksine, artık bir tek devletin içerisinde

diğer rakip devletlerin sermayelerine karşı örgütlenmiş durumda bulunmayan sermaye

grupları, ilişki içerisinde bulundukları bir seri devlet (ve dahi uluslararası örgüt)

dolayımıyla, muhatap devletin sorun çıkaran aygıtlarında temsil edilen menfaate ve bu

temsili imkân dâhiline sokan biçime karşı talepler üreteceklerdir (bk. Panitch ve Gindin,

2003; 2004; 2006).

Bu son hususu biraz daha açalım: Sermaye gruplarının siyasal iktidar içerisindeki

temsilinde, Amerikan hegemonyası olarak adlandırabileceğimiz dönemde esaslı

dönüşümler gerçekleşmiştir. Lenin’in Birinci Dünya Savaşı’ndan önce tespit ettiği gibi,

sermaye yoğunlaşıp, merkezileştikçe, ulusal devletin kabuğu içerisine sığamıyordu. Daha o

49

zaman bile bir devlet yetmiyordu. Faaliyetin sınırları genişletilebilmeli, öncelikle benzer

mevzuat ve örgüt yapısına sahip siyasal düzlemleri kapsayacak şekilde (İkinci Dünya

Savaşı’nı takip eden uluslararasılaşma dalgası), daha sonra uyumlu mevzuat ve örgüt

yapılarını yaratarak, yani siyasal/ülkesel düzlemi dönüştürerek ilerlenebilmeliydi. Sermaye

faaliyetinin sınırlarının genişletilmesine imkân verecek şekilde devlet biçimin

değiştirilmesine yönelik talepler, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Almanya ve

Japonya’ya dayatılan koşullarda olduğu kadar, 1970’lerle birlikte yeni sanayileşen ülkelere

önerilen ya da bu ülkelerin devlet görevlileri tarafından keşfedilen politika setlerinde, 1982

Meksika krizinden sonra IMF’nin koşul bildirici yeni rolünde (Structural Adjustment),

Avrupa Birliği’nin Sovyet Sisteminden kopan yeni devletlerin tanınması hususunda

çıkardığı direktifinde ve politik pratiğinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin zoraki uyum

programlarını oluşturan politikalarda ve daha nice örnekte siyasal etkilerini açığa

vurmuşlardır. Sayılan dönüşümler, farklı sermaye birikim dinamiklerinin

gözlemlenebileceği farklı dönemlerde gerçekleşmiş ve her birisi sayısız farklı çelişkilerin

dönemsel ve mekânsal belirleyiciliğine (üst belirlenime) tabi olmuşlarsa da; ortaya çıkan

neticelere baktığımızda, sermayenin devleti oluşturan ve sürekli dönüşüme tabi olan

aygıtlar içerisindeki temsilinin zaman içerisinde sürekli arttığını savlamak mümkündür.13

Tasvir edilen dönüşümün neticesinde, sermaye gruplarının faaliyeti (sömürgeler dâhil)

ulusal sınırları aştıkça, bir sermayenin birden çok devlete ve bir devletin de birden çok

sermayeye bağımlılığı artacaktı; arttı da. Farklı siyasal ortamlarda hareket edip, bu

ortamları dönüştürecek talepler üreten haliyle sermaye, en başından salt iktisadi ilişkiler

üzerinden anlaşılamayacak bir olguydu. Marx onun kapitalist devlete bağımlılığını (siyasi

ve iktisadi olanın iç içeliğini) ortaya koymuştu. Bu süreç, yukarıda da belirttiğimiz gibi,

kendisini yürütecek uluslararası kurum ve örgütler açısından Amerikan Hegemonyası

döneminde, bir önceki dönemle kıyaslanamayacak ölçüde yoğunlaştı. Sermayenin

kapitalist devlete bağımlılığı olgusunun birden çok kapitalist devlete bağımlılık olarak

yeniden tanımlanması gerekti. Süreç aynı anda tersinden de işliyordu: Kapitalist devletler

işlevlerini yerine getirebilmek açısından gitgide birden çok (farklı ulus devletler içerisinde

merkezlenmiş) sermayeye bağımlı hale geliyorlardı. Karşılıklı bağımlılık süreçlerinin

küresel koordinasyonu –kapitalizmin küresel siyasi, ideolojik ve iktisadi ilişkiler ağının

13

Bu noktada Harvey’in (2004) uyarısını hatırlatalım: Ona göre devletin uluslararasılaşması, sermayenin

uluslararasılaşması sürecinin bağıl türevi değildir. Bir başka deyişle, devletin ve sermayenin

uluslararasılaşma süreçleri bir ve aynı mantığın inkişafı esnasında ortaya çıkan olaylar değil, iki ayrı güç

mantığının çelişkili ve uzun süreli ilişkisinin ürünüdürler.

50

ürettiği etkinin neticesi olarak- genellikle hegemon devletin iktidarının kullanımıyla

gerçekleştiriliyor; bu bağlamda hegemon devlet diğer ülkelerdeki yapısal dönüşümleri

imkân dâhiline sokan ilişki ağlarının merkezine yerleşip, koordinasyonun siyasi odağı

haline gelirken, aynı dönüşümü kendisi de deneyimliyordu.

Hegemon devlet dolayımı ile meydana getirilen biçimsel dönüşümlerin tarihini İkinci

Dünya Savaşı’yla başlatmak mümkün olsa da, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, anılan

dönüşümlerde esaslı bir ivmenin ortaya çıkmasına neden olduğundan, 1990 tarihini ayrıca

vurgulamak gerekmektedir. 1990 sonrasında artarak ortaya çıkan dönüşümlerin bir

ayağında azgelişmiş ekonomiler ve Sovyet sonrası dönemde oluşan devletler

bulunmaktadır. Chimni (2008: 58-59) de, kapitalist dünya ekonomisinin gelişme ve

yayılma dinamiklerinin gereği olarak, biçimsel demokrasilerin evrensel bir form haline

getirilmesi sürecinin, Sovyetler Birliğinin çöküşünün ardından hızlandığını ve anılan

sürecin uluslararası hukuk normları aracılığı ile dayatıldığını belirtmektedir. Chimni bu

bağlamda, 16 Aralık 1991 tarihinde Avrupa Birliğinin çıkardığı “Doğu Avrupa’da ve

Sovyetler Birliğinde Ortaya Çıkan Yeni Devletlerin Tanınması İçin Yönerge”yi örnek

göstermektedir. Daha önce Hümanist-Marksist tutumu incelerken değindiğimiz yönerge,

bağımsızlığına yeni kavuşmuş Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği coğrafyasında

mukim devletlerin, tanıma işleminden önce, diğerleri arasında, “hukukun üstünlüğü,

demokrasi, insan haklarına” bağlılık ölçütlerini (burjuva devlet biçiminin temel

belirleyenlerini) karşılayıp karşılamadıklarının tetkikini şart koşmaktaydı. Aynı metinde

‘demokratik yönetişim hakkına’ yapılan vurgu, merkez kapitalist devletler içerisinde temsil

bulan sermayenin kolektif çıkar ve taleplerine, biçim dönüşümünün bütün uğraklarının

sürekli gözetim altına alınması imkânını sağlıyordu (Chimni, 2008: 58-59).

1990’lardan sonra hızlanan ve hegemon devlet dolayımı ile meydana getirilen biçimsel

dönüşümlerin muhatabının yalnızca çevresel toplumsal formasyonlar olmadığını belirtelim.

Bu dönüşümlerin diğer ayağında gelişmiş kapitalist ekonomiler bulunmaktadır. Muhatap

yeri geldiğinde Almanya veya Japonya olabilir. 1990’lardan başlayarak birbirini takip eden

Amerika Birleşik Devletleri hükümetleri, iktisadi benzeşim ve yakınsaklığın (convergence)

piyasa eliyle gerçekleşmesi sürecinin mevcut yapısal ve davranışsal farklılıklar nedeniyle

istenilen [biçimsel] sonuçların elde edilmesinde yeterince etkin olamadığını belirterek,

zorla uyum (forced harmonisation) stratejilerine geçilmesini öneren raporlar doğrultusunda

hareket etmeye başladılar. Buna göre Amerika Birleşik Devletleri gelişmiş bir ekonomiye

sahip olsun olmasın ticari ortaklarını, piyasa ilişkilerini destekleyecek kurumsal

51

değişikliklere zorlayacak, kabul edilmediği takdirde, korumacılık başta olmak üzere bir

seri müeyyide ile desteklenen karşı önlemler uygulayacaktı. Bu yaklaşımın en bilinen

örneklerinden birisi Japon tarafında acı tatlar bırakmış olan Yapısal Engeller Girişimi

(Structural Impediments Initiative) olarak bilinen müdahaledir. Adı geçen bu ikili

görüşmelerde, Amerika Birleşik Devletleri Japon Ekonomisinin kurumsal yönetiminin

önemli yönlerini değiştirmeye çalışmış, bir ölçüde de başarılı olmuştur (Gilpin, 2001:194).

Burada dikkat edilmesi gereken husus, hegemon devlet dolayımı ile diğer devletlerden

talep edilen değişikliklerin –önceki dönemden farklı olarak- yalnızca hegemon devleti (bu

devlet ve almaşıklarını oluşturan aygıtlarda üstün olarak temsil edilen) merkez alan

sermaye grupları için değil; bütün sermaye grupları açısından elverişli ortamın yaratılması

ile neticelenmesidir. Hegemon devlet içerisinden siyasal iktidara tahvil edilen talepler,

belirli biçimlerin tesisini hedefliyor; bu bağlamda hegemon devlet, sermayenin küresel

ölçekte yeniden üretiminin koşullarını tesis ediyordu. Ortaya çıkan yeni devlet biçimi,

sermayenin tikel devletler içerisinde temsilini arttırıyor ancak hangi sermaye grubunun

hangi tikel devlet içerisinde ne şekilde temsil edileceğini belirleyemiyordu.14

Öyleyse, sermayenin farklı fraksiyonları arasında ortaya çıkması olası ihtilafların çözümü,

devlet biçimde ön belirlenmez. Bir başka deyişle, fraksiyonlar arasında ortaya çıkan somut

iktisadi-politik çekişmelerin ucu hep açıktır. Devlet biçim anılan bu ucu açık olma

durumunu sağladığı ölçüde (ve bu nedenle) etkin olacağından; onun yayılması süreci, aynı

zamanda sermaye içindeki gerilimlerin ve ittifakların yayılması sürecidir.

14

Hegemon devlet dolayımı ile diğer devletlerden talep edilen değişikliklerin bütün ilgililer açısından

elverişli ortamın yaratılması durumu, hukuki düzenlemenin doğasından kaynaklanmaktadır. Hukuk normları

herhangi bir somut olayı düzenlemeyi hedeflemezler. Aynı şekilde kanunlar genele hitap eder (seslenir), isme

kanun çıkarılamaz. Bir başka deyişle yasaların belirli bir grup adına akdedilmesi düşünülemez. Bu nedenle

normlarla yüz yüze kalacak olanlar hiçbir zaman somut bir A olayının taraflarından birisi olarak

kurgulanamaz. Norm, yurttaşlara ya da düzenlenen ve bu suretle de bir biçime kavuşmuş ilişkiyi

gerçekleştirebilecek herkese seslenir. Bir başka deyişle evrenseldir. Anıldığı haliyle evrenselleştirme ve

biçimselleştirme “... ancak hukukun soyut olması koşuluyla, yani her türlü içerikten gerçekten soyutlanması

koşuluyla imkan kazanır ve her türlü içerikten soyutlanmanın, hukukun içeriği üstünde, yani tam da zorunlu

olarak soyutlandığı içeriğin üstünde etkili olmasının somut koşuludur.” (Althusser, 2003: 65). Bu durumda

soyut normların bir tek amaç için kullanılmasını garanti edebilecek bir usul bulunması olanaksız hale gelir.

Normlar eğilimsel olarak belirli pozisyonlardaki kimseleri korusalar da, koşulları oluştuğunda bu

pozisyondaki kimselere karşı olarak da kullanılabilme yeteneğini de içerirler. Diğer yandan hukuki

düzenlemeye konu olarak zorunlu olarak soyutlanan içeriğin her zaman ekonomik pratikleri/uygulamaları

içermesi beklenemez; çünkü kapitalist üretim ilişkileri salt ekonomik uygulamalara indirgenemez. Bu

kapsamda hukuk mülk sahiplerini, mülk sahiplerinin ellerinde birikmiş olan değeri, bu değerin kullanılışını

ve bu yolla çalışma ve çalıştırma hakkı kapsamında emeğin yeniden ve yeniden temellükünü evrensel bir

insan hakkı olarak tanıdığı ölçüde, düşünce özgürlüğünü, seyahat özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü ve

diğerlerini de bir ölçüde düzenlemektedir. “Bu nedenle de, hukukun somut nesnesi, tam da bu ilişkileri

soyutladığı için, kapitalist üretim ilişkileridir” (Althusser, 2003: 66).

52

Sermayenin farklı fraksiyonları arasında ortaya çıkması olası ihtilafların çözümü devlet

biçimde ön belirlenmez dedik. Buna bir de sermaye içerisindeki rekabetin hiçbir zaman

salt piyasa vasıtaları ile çözülemeyeceği saptamasını ekleyelim. Sermaye grupları

içerisinde temsil imkânı buldukları devlet aygıtlarını ve bunlar dolayımı ile edinilen

iktidarı –rakipleri karşısında- kendi pozisyonlarını güçlendirmek için kullanırlar. Ancak,

kapitalist toplumsal formasyonlar içerisinde etkin normların evrensel olma gerekliliğinden

ötürü, sermaye birikiminin yoğun olduğu ve kurumsallığın geliştiği toplumsal

formasyonlarda, bu kullanım hiçbir zaman doğrudanlık içermez; sıkıntı yaratan somut

iktisadi sorunun kendisini, doğrudan devlet iktidarını kullanarak, taraflardan birisi lehine

çözme seçeneğini barındırmaz.15

Aksi takdirde, her sermaye grubunun içerisinde yüzmek

durumunda kaldığı sıvı kirlenecek, devlet en temel işlevi olan sermaye birikiminin

koşullarını sağlamak “görevini” yerine getiremeyecektir. Kapitalist siyasi düzenekler farklı

gruplara ait istekler karşısında eşit mesafeyi koruyabildikleri ölçüde, tüm bu farklı

grupların menfaatini gerçekleştirebileceklerdir. Bu nedenle, farklı gruplar arasındaki

mücadelede çelişen talepler, pek çok durumda ideoloji üzerinden dolayımlanacaktır.16

Şu ana kadar yüksek bir soyutlama düzeyinde uluslararasılaşma sürecinin nesnesi olarak

devleti incelemiş bulunuyoruz. Önce devletin ne olmadığı daha sonra da devletin nasıl

15

Bunun yerine ilgili devlet aygıtları içerisinde üstün temsili bulunan grup, daha az temsil edilen gruplara

karşı hukukun seçici uygulamasını talep edebilir, örneğin Sayıştay benzeri bir denetleyici aygıtı husumet

içerisinde bulunduğu sermaye grubunun üzerine yönlendirebilir. Ancak bu son durum da kendine has

istikrarsızlaştırıcı etkiler doğuracak, ilgili ülkenin sermaye çekiciliğini azaltabilecektir. 16

Bir örnek verelim: Amerika Birleşik Devletleri içerisinde temsilini bulmuş banka sermayesi, körfez

devletleri tarafından doğrudan idare edilen ve Petro-dolarlarla yüklü bankalara doğrudan hangi yatırım

kararını alacaklarını (hangi tahvillere ya da portföylere yatacaklarını) dikte ettiremez. İlgili Amerikan

bankalarının Amerika Birleşik Devletleri dış işleri ve savunma bakanlıkları üzerinden böyle bir zoru

dayatabildiğini düşünelim. Ortaya çıkan şey bankacılık olmayacaktır; bu şey, bankacılık olmamakla

kalmayıp, Amerika Birleşik Devletleri içerisinde etkin temsil bulan gruplara ait bankaların piyasa değerlerini

ve bunun da ötesinde, banka ilişkisini imkân dâhiline sokan değerler ve önvarsayımlar silsilesini yer ile

yeksan edecektir. Amerika Birleşik Devletleri içerisinde temsilini bulmuş banka sermayesi, körfez devletleri

tarafından doğrudan idare edilen ve Petro-dolarlarla yüklü bankaların belirli tahvilleri ve/veya portföyleri

almalarına ihtiyaç duyabilir. Arap bankalarının tercihine mazhar olması istenilen kağıtlar, tercih edilmeleri

durumunda varsayımsal değerlerini ya koruyacaklar ya da beklenilenden daha az kayba uğrayacaklardır.

Ama bu topla tüfekle sağlanabilecek bir sonuç değildir. Öyleyse, ne yapmalıdır? Yatırım kararlarını alacak

olan Arap bankalarının yöneticileri ikna edilebilir. Ama –yine- doğrudan değil. Yatırım kararı bu kararı

alacak olanlar için –çeşitli alternatifler arasından yapılan- bir seçim ya da sıkıntıları aşmak için derin derin

düşünürken aniden ortaya çıkan türden bir “keşif” olmalıdır. Bu keşfin koşulları toplumsal güç ilişkileri

dizgesi ile bağlantılı/ilintili olarak gelişir. Burada rastlantısallığa yer vardır. Bir başka deyişle ilgili keşfi

yapabilecek olanları yapmayacak olanların önüne geçirebilecek bir düzenek bulunmaz. Her şeyden önce

keşfin kendisinin; zamanının ve -keşiften önce- keşfi yapabilecek olanın kimliğinin belirlenmesi mümkün

değildir. Bu öne geçirme işlemi her şeyi bilen ve gören kötü adamlar (özneler) tarafından kurulacak

mükemmel düzeneklere binaen gerçekleştirilemez. Buna kimsenin gücü yetmez. Her keşif bir sorular

dizinine muhtaçtır. Sorular ise sorunsallar içerisinden türetilir. Belirli bir sorunsalı/paradigmayı egemen

kılmak gerekmektedir. Ancak bu durumda da paradigma yayıcı özneler bulunmaz. Her söylem/paradigma

toplumsal bir ilişkiler sistemi ile bağlantılı olarak gelişir. Bu nedenle farklı gruplar arasındaki mücadelede

çelişen talepler pek çok durumda ideoloji üzerinden dolayımlanacaktır.

53

anlaşılması gerektiği soruları soruldu ve bunlara yanıtlar arandı. Uluslararasılaşma süreci

ekseninde, devlet biçimin etkisi ve yayılış sürecinin dinamikleri ele alındı. Müteakip alt

başlıkta Irak saldırısının devletin uluslararasılaşması süreci bağlamında, hem stratejik

hammadde satıcısı ülkeler hem de Türkiye için ne ifade ettiği tartışılacaktır.

Devletin Uluslararasılaşması Sürecinde Irak Saldırısı

Onbir Eylül, tıpkı Türkiye’nin oniki Eylülü gibi, Irak’ta devlet biçiminin dönüştürülmesi

için yapılmış talepleri cevaplayan (aynı eksende biçimlenen ve “devlet biçiminin

değiştirilmesi istemi” gibi bir başlık taşımayan münferit talepleri siyasal iktidara tahvil

eden) bir müdahaledir. En başından belirtelim: Savaş, devlet biçiminin dönüştürülmesi için

mevcut yegâne müdahale biçimi değildir. Daha önce piyasalar yolu ile yakınsaklaşma,

uyum ve zorla uyum başlıkları altında farklı müdahale biçimlerini gördük. Belirli tarihsel

koşullar oluştuğunda, insani müdahale, önleyici saldırı (önleyici meşru müdafaa) gibi yeni

uluslararası hukuk teknolojileri dolayımıyla bu sayılanlara silahlı müdahaleler de

eklenilebilir.

Devlet yapısı Sovyetler Birliği’nin bulunduğu bir dünyada şekillenmiş ve uluslararası

işbölümüne stratejik hammadde satıcısı olarak eklemlenmemiş bulunan azgelişmiş

kapitalizmlerin önemli bir kısmının, yapısal uyum reçeteleri, yakınsaklaşma ya da zorla

uyum yöntemlerinin kullanımı ile yeni devlet biçiminin gerektirdiği kurum ve örgütleri

edinerek (dönüşerek) uluslararası sisteme eklemlenmiş bulunduklarını saptamak

mümkündür. Dönüşüm süreci içerisinde ortaya çıkan değişiklikler, yer yer darbe ‘keşfini’

yapan askeri bürokratlar, yer yer de “demokratikleşme süreçlerini” gündeme getiren ve

tatbik eden politika yapıcıların ‘keşifleri’ dolayımı ile realize edilmiştir. Anılan keşiflerin

bir kereliğine ortaya çıkmasının biçimsel dönüşüm için yeterli olmadığını, biçimsel

dönüşümün bir süreklilik arz ettiğini ve dolayısı ile müteakip keşifleri gerektirdiğini de

burada hatırlatalım.

Dönüşümün (yeni devlet biçimini adapte etmenin) nispeten zor olduğu azgelişmiş

kapitalizmler, genelde stratejik hammadde satıcılarının arasından çıkmaktadır.

Önümüzdeki dönemde, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan hegemonyası ile

sorunları olan kısmı için (Venezüella, İran), -bunlar kendi ‘iç’ kuvvetleri ile değişmediği

sürece- zorlayarak uyum yönteminin çok ötesine giden talepler gündeme gelecektir. Bir

başka deyişle, bu devletler, merkez kapitalist ülkelerin devlet aygıtları içerisinde

seslendirilen talepler doğrultusunda dönüşmeye zorlanacaklardır. Irak saldırısı, söz konusu

talepler karşılanmadığında ve ‘iç’ kuvvetler işe karışmadığında olacakların tam bir

54

habercisidir. Benzeri saldırıların siyasi ve mali yükü, saldırıda kullanılacak araçların

‘gelişmesine’ ve dönüşmesine yarayacak, ancak –saldırgan ülkeler içerisinde ve karşısında

güçlü bir muhalefetin yokluğunda- saldırının kendisini sorgulayacak bir boyuta

ulaşmayacaktır. Ancak aynı geleceğin, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan

hegemonyası ile sorunları olmayan kısmı (Suudi Arabistan, Bahreyn vs.) için de sorunlar

getireceği belirtilmelidir.

Bu son hususu biraz daha açalım: Sovyetler Birliğinin var olmadığı bir dünyada

yaşayabilme imkânı bulan stratejik hammadde satıcısı az gelişmiş kapitalist toplumsal

formasyonlarda devlet içerisinde temsilini bulan güçlü çıkarlar, birikimin küreselleşen

gerekliliklerine ayak uydurmak için gerekli düzenlemelerin ‘keşfedilmesinde’ fayda

görmediklerinde iş çetrefilleşmektedir. Anılan durumun (fayda görmeme halinin) söz

konusu ülke içerisinde sınıf oluşumunun özgün dinamiklerinden kaynaklandığı ve her ülke

için farklı tarihsel süreçlerden kaynaklan farklı dinamiklerin söz konusu olacağını

vurgulayabiliriz. Ancak genel bir açıklama önermek gerekirse; 1990 öncesinin uluslararası

işbölümüne stratejik hammadde satıcısı olarak eklemlenen ülkelerde kapitalistleşme

süreçlerinin, ilgili hammaddenin kaynağı, işlenmesi ve taşınması süreçlerinde metalaşma

eğilimlerini desteklemediği, devlet içerisinde temsil edilen (kapitalistler) ve eden

(bürokratlar) ayrışımının tam anlamda gerçekleşmediği, devlet yöneticilerinin aynı

zamanda kapitalist dünyaya mal satan girişimlerin de yönetici ve sahipleri olduğu ya da bir

şekilde bunların kontrolünü ellerinde tuttukları gerçeğinden hareketle, bu ülkelerdeki

yönetici sınıfın metalaşma süreçlerini ve iktisadi olanla siyasi olan ayrımını doruğa

çıkartacak olan biçimsel dönüşümlerin önünde direndiklerini söyleyebiliriz.17

Bu tarz (biçim değişimi önerilerine direngen) toplumsal formasyonlarda, devlet içerisinde

temsil edilen ve devlet olan kapitalist grubun (ya da yönetici sınıfın), hem kendi içerisinde

hem de yatırımları dolayımı ile içerisinde temsil edildiği ülkelerde ürettiği taleplerin

karşısına dizilen uluslararası ve üstü kapitalist talepleri belirleyen dinamiklere bakmak,

Ortadoğu merkezli çatışmanın anlaşılması için gerekli ikinci adımı oluşturmaktadır. Anılan

dinamikler küresel ölçekte sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşullarında

bulunabileceklerdir. Genel olarak sermaye (ki bir özne değildir) a- gelecekte üretilecek

artı-değere yönelerek (üretken sermaye formunda); b- geçmişte üretilmiş bulunan artı-

değere yönelerek (genellikle küresel ölçekli özelleştirme furyaları esnasında edinilen

17

Kuşkusuz ki bu açıklama söz konusu ülkelerin bütününe şamil kılınamaz. Örneğin Venezüella’da

hammadde üretiminin devletleştirmesi süreci Chavez’le başlamış, devletleştirme süreci mülkiyetin el

değiştirmesi ile sonuçlandığı oranda örgütlenme üzerinde bir etkide bulunmamıştır.

55

birikimle); c-daha önceden alım-satıma konu olmamış, dolayısı ile metalaşmamış

varlıkların bulunduğu alana girerek genişletilmiş yeniden üretimini gerçekleştirir. İlk

durum, aşırı karların elde edildiği geçici dönemlere tekabül eder. 1990’larda gelişen

bilgisayar sektörü ve bağlantılı değerlenme alanları bu ilk duruma örnek teşkil eder. İkinci

durum, azgelişmiş kapitalist toplumsal formasyonların kapitalist sınıflarının (ve

uluslararası almaşıklarının) talepleri dolayımı ile “keşfedilen” ve Sovyetler Birliği’nin

yıkılmasından sonra yıkıcı boyutlara varan özelleştirme politikalarına tekabül etmektedir.

Üçüncü durum, ilkel birikim alanlarını içermekte ve anılan ilkel birikimin

gerçekleştirilebilmesi için mutlaka devlet biçimde dönüşümü gerektirmektedir. Devlet

biçimindeki dönüşüm, ikinci ve üçüncü durumların (ama ağırlıklı olarak üçüncü durumun),

stratejik hammadde satıcılarının Amerikan hegemonyası ile sorunları olmayan kısmı

(Suudi Arabistan, Bahreyn vs.) için de gündeme gelmesini garantiler.

Anılan nedenlerle, hammadde satıcısı az gelişmiş kapitalist toplumsal formasyonlarda

devlet içerisinde temsilini bulan kapitalist çıkarlar, Batı merkezli sermaye gruplarının

hammadde üretim süreçlerinde geriye doğru metalaşma talepleri dayattığı durumda,

küresel kapitalizmin gerekliliklerini yerine getirme enerjilerini kaybederler. Hammadde

üretim süreçlerinde geriye doğru metalaşma talepleri şişede durdukları gibi durmayacak,

ilgili toplumsal formasyonlarda verili iktidar yapılanmasının tümünü dönüştüreceklerdir.

Bir başka deyişle, hegemon devlette siyasi temsilini bulan menfaatle uyumlu -yerel ya da

uluslararası- sınıf çıkarlarını ifade eden talepler, hammadde üretim süreçlerinde geriye

doğru metalaşma taleplerini içerdikleri ölçüde, “azgelişmiş” devletlerin hukuk düzenleri ve

buna bağlı olarak bütün iktidar yapılarının köklü dönüşümü hedefleyeceklerdir.

Bir üst paragrafta belirtilen hususu açalım: Anılan bu talepler, -diğerleri arasında- stratejik

hammaddelerin üretim sürecinin bütün aşamalarının –geriye doğru- metalaştırılmasını, bir

başka deyişle bu maddelerin çıkartıldığı ocakların, onları çıkaran kuruluşların, onları

çıkartan işgücünün hukuki statüsünün yeniden düzenlenmesini içerir. Artık ilgili

hammaddeyi varillere koyup, bitmiş ürün formatında dünya pazarlarına sürmek yeterli

değildir. Varillerin yanı sıra, hammaddeyi çıkaran devlet işletmesinin anonim şirket

benzeri bir yapıya dönüştürülmesi (medeni hukukun, borçlar hukukunun, ticaret

hukukunun dönüştürülmesi); bu işletmede çalışan kamu görevlilerinin statülerinin işçiye

çevrilmesi (iş hukukunun, göç mevzuatının, vatandaşlık hukukunun gözden geçirilmesi);

bu işletmeye ait mülkün özel mülkiyet haline getirilmesi (kadastro işlemleri, imar planları

ve toprak mülkiyetinin batıyla uyumlu hale getirilmesi); şirketlere ait varlıkların

56

hisselendirilip piyasada satışa sunulabilmesi (finans sistemi); bütün bu-yeni-metalaştırılan

varlıkların küresel alım satıma tabi olabilmesi istenmektedir. Hâlihazırda fazla gibi

gözükebilecek isteklerin/taleplerin karşılanması daha önce hesaba konu olmamış

dönüşümleri tetiklemek durumundadır. Gündeme gelebilecek dönüşümlerin arasında, ilgili

azgelişmiş toplumsal formasyonda günlük hayata doğrudan etkisi zayıf olan kar transferi,

fikri mülkiyet hakkı, bankacılık sistemi ve benzeri konular yanı sıra; hak süjesinin yeniden

formülasyonu,18

yargılama, seçim alanlarında olduğu gibi, gündelik yaşama doğrudan

müdahale eden konular da bulunmaktadır. Bu istek listesi sonsuza kadar uzatılabilir, ancak

sunduğumuz hali bile söz konusu azgelişmiş stratejik hammadde satıcısı toplumlara

dayatılan yapısal dönüşümün içerdiği değişikliklerin büyüklüğünü ve ilgili toplumlar[ın

sınıf yapıları] üzerindeki etkilerini tahayyül etmeye başlayabilmek için yeterlidir.

Öyleyse anılan dönüşüm, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan hegemonyasıyla

sorunu olsun olmasın bütününde, verili iktidar ilişkilerini, mevcut yönetici sınıfların

çıkarlarını da zedeleyebilecek şekilde, yerle yeksan edecektir. Değişiklikler ilgili toplumsal

formasyonlar içerisinde varit hak tanımını değiştirecektir. Yüksek düzey soyutlamalar

içeren önermelerimizle, stratejik hammadde satıcısı ülkelerin, kapitalist üretim

ilişkilerinden ve buna karşılık gelen düzenlemelerden hiç nasiplenmediğini, ulusal

düzenlemelerinin bütünü ile prekapitalist özellikler sergilediğini ima etmiyoruz. Ne işgal

öncesi Irak ne de günümüzün İran’ı, vatandaşlık eksenli sosyal politikalara, medeni

kanuna, ticaret ve borçlar kanunlarına, petrol yasalarına ve bir ölçüde nesnel kararlar

üreten modern-benzeri mahkemelere yeni kavuşacak değillerdir. Bunlar, uluslararası

işbölümüne kendi koşulları içerisinden katılan, mevcut pre-kapitalist üretim ilişkilerini -

kapitalist dünya sistemi ekseninde yeniden ürettikleri ölçüde- dönüştürmüş, azgelişmiş

kapitalist toplumsal formasyonlardır. Burada ima ettiğimiz şey, kapitalist üretim

ilişkilerinin derinleşmesiyle, pre-kapitalist unsurlarla kapitalist unsurların eklemlenme

tarzının günün koşullarına uygun şekilde yeniden biçimleneceğidir. Bu bağlamda, hak

kavramın tanımındaki dönüşümün, kavramın içerdiği yetkileri; taşıyıcısının özelliklerini;

hakkın ileri sürülebilmesinin koşullarını (kullanıcısının özelliklerini); bir çıkarın toplumsal

bağlamı içerisinden kopartılarak yalıtılabilmesi için gerekli düzenlemelerin dönüşümünü

(örneğin devlet mülkiyetindeki topraklar üzerindeki hammadde işletmelerinin

18

Kapitalist üretim ilişkilerinin işletilmesini sağlayan normlar, bu ilişkilerin taşıyıcıları arasında ayrım

yapmazlar. Biçimsel ve geneldirler. Gerçek kişi taşıyıcının cinsiyeti, taşıdığı ilişkinin düzenlenmesi sürecinde

önem arz etmez. Bu durumda hem borçlar hukuku hem de medeni hukuk, hukuk önünde eşitlik prensibi

doğrultusunda şekillenir. Anılan sebeplerle hak süjesinin yeniden formülasyonu azgelişmiş toplumu

oluşturan kişilerin gündelik yaşamlarına doğrudan müdahale edecektir.

57

özelleştirilmesi için gerekli bireysel tapulama işlemlerini); karşıt menfaat sahipleri

arasındaki uzlaşmazlığın çözümü için gerekli kuralların küresel düzlemde geçerli kurallarla

uyumlaştırılmasını; kuralların akdedilmesini imkân dâhiline sokan iktisadi ve ideolojik

yapıların kimlik ve etnisite üzerinden yeniden biçimlendirilmesini; temsil kurumunun yeni

anlamlar edinmesini; tahayyül edilen bir topluluk olarak temsil edilenin (ulusun) yeniden

biçimlendirilmesini; temsilcilerin meşruiyetini sağlayan söylemin dönüşümünü,

belirleyeceğinden bahsetmekteyiz. Sayılan unsurları, ilgili toplumsal formasyonun

insanlarının kolektif toplumsal varlıklarının bireysel zenginliklere dönüştürülüp,

uluslararası alım ve satıma açılması durumundan ayrı olarak ele almak mümkün değildir.

Bu unsurlar, yeni devlet biçimi altındaki stratejik hammadde satıcılarını, aynı toplumların

Sovyet öncesi dönemdeki biçiminden kesin çizgilerle ayırmaktadır.

Devlet biçimindeki dönüşüm, Batı için, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan

hegemonyası ile sorunları olmayan kısmı için her zaman istenebilir olsa da, her zaman

gündemde değildir. Gündeme gelebilmesi için, sermayenin yüksek karları temellük etmeye

muktedir fraksiyonlarının gelecekte üretilecek artı-değere yönelme koşullarının zorlaşması,

bir kriz durumunun ortaya çıkması beklenmelidir. Böyle bir kriz, Sovyetler Birliği’nin

olmadığı bir dünyada ortaya çıktığında, yıkıcılık potansiyelleri de güçlenecektir.

Konjonktürün anılan şekilde biçimlendiği günümüzde, stratejik hammadde satıcılarının

Amerikan hegemonyası ile sorunları olan kesimi birincil hedef olmayı sürdürecek olsalar

da; gündem (devlet biçiminde dönüşüm talepleri) kendisini Amerikan hegemonyası ile

sorunları olmayan (ya da görece az olan) kesim için de dayatacaktır. Hele hele Amerikan

hegemonyası ile sorunları olmayan ülkelerin yönetici sınıfları, kendi sınıf iktidarlarını,

direnmek durumunda kaldığı taleplerin sahipleri ile kurduğu karmaşık ilişkiler üzerinden

sürdürmekteyseler, işler daha da karmaşıklaşacak, doğrudan hayır demek iktidarını yitirmiş

bulunan ülkelerin direnişi, çoğu kez yer değiştirmiş tepkilere binaen gerçekleşecektir. Yer

değiştirmiş tepkinin bir örneği, ilgili stratejik hammadde satıcısının yönetici sınıflarının,

sonuçta devlet biçiminin değiştirilmesiyle sonuçlanacak taleplere karşı, içinde temsil

imkânı bulduğu bir üçüncü ülke üzerinden çıkartabileceği sorunlarla tavır göstermesi

durumunda bulunabilir.19

Sermayenin küresel ölçekli krizi, anılan stratejik hammadde satıcısı devletlerin tümünün

makbul devlet biçimi karşısında uyumsuzluğunu daha da görünür hale getirecek, devlet

19

Türkiye’nin son dönem Ortadoğu politikası arkasındaki sıkıştırılmış taleplerin önemli bir bölümünün, bu

bölge sermayesi ile bağlantı içerisinde düşünülmesi gerekir.

58

biçimin değiştirilmesi, uluslararası toplumun en acil talebi olarak ilgili –uyumsuz-

azgelişmiş toplumsal formasyonların karşısına dikilecektir. Devlet biçimindeki dönüşüm

ilkel birikim süreçlerini gündeme getirdiği ölçüde, sermayenin üretken yatırımlara bağlı

(gelecekte üretilecek artı-değeri hedefleyen) değerlenme süreçlerini de kolaylaştıracaktır.

Gelinen noktada, Türkiye için küçük bir not düşmek uygundur: Türkiye’de devlet

biçiminin dönüşümü Amerika Birleşik Devletleri ve almaşıkları içerisinde yoğun olarak

temsil edilen sermaye çevrelerinin ve bunların Türkiye’deki almaşığı olan sınıf

fraksiyonlarının içerik kazandırdığı politikaların ürünüdür. Ancak devlet biçimindeki

dönüşüm, yukarıda da belirttiğimiz gibi, hangi sermaye öbeğinin belirleyici olacağı

sorusuna kendiliğinden bir yanıt üretmez. Tekrar edersek: Sermayenin farklı fraksiyonları

arasında ortaya çıkması olası ihtilafların çözümü devlet biçimde ön belirlenmez. Batı

merkezli sermaye tarafından biçimi değiştirilmiş bir devletin içeriği, pekâlâ Ortadoğu

merkezli –ve devlet biçimdeki dönüşümler konusunda en az İran kadar isteksiz- sermaye

grupları tarafından doldurulabilir.

Bir an için, Türkiye’nin dış politika üreten merkezlerinde, Ortadoğu merkezli sermaye

gruplarından mütevellit taleplerin, Amerika Birleşik Devletleri merkezli grupların talepleri

karşısında öncelikli bir konum elde etmiş olacağını varsayalım. Ortadoğu merkezli

sermaye gruplarından mütevellit talepler, Amerikan bonolarına yatırım yapmaya

endekslenmemek kabilinden güncel mülahazaların somut açılımlarına (Türkiye’de kayıt

dışı sektöre yönelmek, ortaklıklar gerçekleştirmek) denk gelebilirler.20

Aynı talepler,

Ortadoğu’ya çeşitli proje isimleri altında önerilen devlet biçimini benimsememe

özgürlüğünü kullanabilmek için gerekli adımları şekillendirebilirler. Örneğin, İran’da

mevcut devlet biçiminin savaş yolu ile değiştirilmesi yönündeki taleplerce oluşturulan

politikaların karşısında yer alan grupların talepleri, Türkiye Brezilya ve İran dış işleri

bakanları arasında uranyum takası hususundaki mutabakat metninin biçimlenmesinde rol

sahibi olabilir. Muhakkak ki, içeriği varsayımsal olarak tespit edilen taleplerle belirli bir

mutabakat metni arasındaki ilişki, Hume’cu anlamıyla bir nedensellik ilişkisi kurularak

kanıtlanamaz. Varsayımsal taleplerimizin devleti oluşturan yapılar bütünlüğü içerisine

hangi somut formda girdiği dahi kolaylıkla gösterilemez. Hatırlayalım: Temsil eden, temsil

edileni hiç görmemiş, hiçbir surette iletişime geçmemiş olabileceği gibi, mutabakat metnini

oluşturan otoritelerin üretim ilişkileri ile girdiği ilişki bambaşka bir anlatıya dayanabilir.

20

Aynı şekilde 2007’de olduğu gibi, doların düşmesi, dolar rezervi olan ülkelerde (doların değer biriktirme

işlevine dayalı hesaplar yapan dünyada) ve öncelikle Ortadoğu ülkelerinde dolardan kaçış yönünde güçlü

talepler üretebilir (Dunn, 2009: 281).

59

Ancak Ortadoğu’da belirli bir devlet biçiminin sürdürülmesi ya da değiştirilmesi

yönündeki talepler, çelişkinin devam ettiği süre içerisinde, devamlı tekrarlanacak, farklı

söylemler ve talepler dizgisi içerisinde kendilerini yeniden üreteceklerdir.

Amerika Birleşik Devletleri merkezli grupların talepleri ise, pek çok durumda ortakları

olan (ve siyasal yönetimleri desteklenen) Ortadoğu merkezli grupların, yeni yatırım

araçları aramak, dolardan başka paraları kullanmak, eski devlet biçimini ve bu biçim

altında yeniden üretilen ilişkileri sürdürmek gibi hedeflerden (taleplerden) vazgeçmesi,

yeni devlet biçimini oluşturacak kurumsal ve örgütsel değişikliklerin yapılması, İran’a

karşı politikaların desteklenmesi ve kendi yatırım kalıplarında sabit kalınması gibi biçimler

alabilecektir. Filistin, uranyum zenginleştirme programı, Lübnan ve benzeri başlıklar, bu

taleplerin biçimlenmesi sürecinin hammaddelerini oluşturacaktır. Belirlenimsizlik ilkesi

uyarınca, mevcut uluslararası anlaşma metinleri ve diğer uluslararası hukuk normları,

tarafların taleplerini aktüel hale getirecek ve somutlaştıracaktır. Bunu demekle, anılan

bütün konu başlıklarının salt belirli çelişkilerin ifade edilebilmesi için icat ve inşa

edildiklerini söylemiyoruz. Bu başlıklar kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi

sırasında oynadıkları roller nedeniyle var olmazlar. Filistin başta olmak üzere pek çok

çekişme konusunun kendi özgül tarihleri vardır. Ancak bütün bu konular kapitalist üretim

ve güç ilişkilerinin yeniden üretimi ekseninde yeniden biçimlenirler. Kimse “petrol

olmasaydı da Ortadoğu yine bu şekilde olurdu” diyemez herhalde. Bir başka deyişle

apriori değil aposteriori bir işlevselcilikten bahsetmekteyiz. Diğer yandan, karşı karşıya

gelen21

ve çelişen taleplerin yapısal sorunlardan kaynaklandığını ve ısı yaratacaklarını

söylemek için siyaset felsefesiyle uğraşıyor olmak gerekmemektedir. Yükselen bu ısı farklı

şekillerde düşebilir: Birinci senaryoda Ortadoğu sermayesinin Türkiye’nin devlet aygıtları

içerisindeki temsili esaslı ölçüde azaltılır. Bu sonucu doğuracak farklı izlekler mevcuttur.

Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin “başarıyla” hitama ermesi durumunda ortaya

çıkacak sonuçlar anılan izleklerden bir ya da birkaçını oluşturabilir. İkinci senaryoda Batı

merkezli sermaye gruplarından kaynaklanan (ya da onların oluşumunda ve

biçimlenmesinde etki sahibi oldukları) taleplerin ve bu talepleri Türkiye içerisinde yeniden

üreten grupların siyasi varlığı zayıflayabilir. Burada da farklı izlekler anılan ikinci

senaryonun gerçekleşmesinde etkin olabilir. Ancak belirtmek gerekir ki bu durumda Batı

21

Varsayımsal senaryomuz içerisinde basitleştirilerek iki gruba indirgenen çıkarların ima ettiği karşı karşıya

olma halinin, savaş halindeki iki ordunun karşı karşıya olması gibi tahayyül edilmemesi gerekir. Burada karşı

karşıyalık metaforunu anlamlı kılan, farklı gruplarca üretilen taleplerden bir kısmının çelişmesi, aynı siyasal

iktidar bağlamında aynı anda karşılanamaması durumudur.

60

ile Türkiye arasında ortaya çıkacak olan gerilim “ulusalcı” olarak nitelendirilen yazının

iddia ettiği gibi “göstermelik” bir gerilim olmayacaktır. Zira Türkiye’nin Ortadoğu’da

geriye doğru metalaşma süreçlerini destekleyerek mevcut Ortadoğu hükümetlerinin içten

desteğini edinmesi mümkün gözükmemektedir. Arap Baharı olarak adlandırılan süreçlerin

başarıya ulaşması durumunda da yeni-Osmanlıcılık gibi söylemlerde biçimlenmeye

başlayan stratejilerin hedeflerine ulaşmaları zor gözükmektedir.

Sonuç

Silahlı kuvvetleri evine gönderildikten, devletin memurları (Nuremberg’den farklı olarak)

ne hukukun evrensel ilkelerine ne de yerel hukuka aykırılık içine sokulabilecek herhangi

davranışlarla itham edilmeden işlerini kaybettikten; anayasa hukuku ve idare hukuku

alanlarına giren önemli değişiklikler doğrudan işgalcinin kontrolü altındaki organlar

tarafından basit kararnamelerle hukuki bağlayıcılık kazandıktan; geçimlik tarımı da içeren

ekonomi politikaları işgalcinin tercihi ile belirlendikten sonra Irak’ta ortaya çıkan yeni

devlet biçiminin (bk. Sponeck, 2006), Irak’ın maruz kaldığı türden doğrudan müdahalelere

maruz kalmayan (ama örneğin yapısal uyum programlarının yararını ve finansal

liberalizasyonun nimetlerini keşfeden politikaların egemen olduğu) devletlerde ortaya

çıkana çok ama çok benzemesi manidardır.

Dönüşüm (moda haline gelmiş bulunan ifadesiyle değişim (change) ne Irak’la sınırlıdır ne

de Irak’ta kullanılan “yönteme” bağlıdır. Bu bağlamda Irak’ta yaşanılanlara ve Birleşmiş

Milletler Güvenlik Konseyi’nin Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin taleplerini

yerine getiren vekil haline gelmesine etkin muhalefet yapılmaması durumu, bu devletin

biçiminde meydana gelen değişikliklerin başka süreçlerle başka ülkelerde meydana gelen

değişimlerle uyumlu olmasından, bu uyumun (küresel ölçekte kapitalist devletler içerisinde

menfaati ağırlıklı olarak temsil edilen çevrelerce) istenmesinden/talep edilmesinden

kaynaklanmaktadır. Söz konusu dönüşüm, bazen insani müdahale bayrağı altında çıplak

silahlı şiddetin, bazen yapısal uyum programları altında piyasanın uyguladığı şiddetin,

kısacası farklı şiddet biçimlerinin etkisiyle şekillenen öznesiz bir sürece22

denk

gelmektedir.

Anılan saptamalar ışığında onbir Eylül’ün, burjuva devlet biçiminin uzun yayılış süreci

içerisinde önemli bir momente/uğrağa denk düştüğü söylenebilir. Bu uğrağı

saptayan/betimleyen çalışmalar-bilerek ya da bilmeden-uluslararası işbölümüne stratejik

22

Burada öznesiz süreçten kasıt aktörlerin bulunmadığı süreç değil, aktörlerin bilinçli eylemlerinin sonuçları

doğrudan belirleyemediği-üst belirlenime tabi-bir süreçtir.

61

hammadde satıcısı olarak katılan azgelişmiş kapitalist devletlerde biçimsel dönüşümün,

darbe, ayaklanma, yakınsaklaşma, uyum, zoraki uyum seçeneklerinin ötesinde, doğrudan

saldırı suretiyle de gerçekleşebileceğini, Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyanın

sakinlerine hatırlatmaktadır. Bize düşen bu uğrağa denk düşen kapitalist iktidarın

özelliklerini ifşa etmek, bu dönemde politika yapıcıların eylemlerini mümkün kılan

ideolojik koordinatları belirlemek (bk. Zizek, 2001; 2004), yeni normların normalliği ve

meşruiyeti üzerine üretilen külliyatın etkisini kırmak, kapitalist dönüşümü açıklayıp

anlatabilecek terimleri üretmektir.

62

KAYNAKÇA

Althusser, Louis (2002). Marx İçin (çev. A. Işık Ergüden). İstanbul: İthaki.

Althusser, Louis (2003). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İstanbul: İthaki.

Althusser, Louis (2006). Yeniden Üretim Üzerine (çev. A. Işık Ergüden-Alp Tümertekin).

İstanbul: İthaki.

Althusser, Louis (2009). Yazılar IV (çev. Alp Tümertekin). İstanbul: İthaki.

Althusser, Louis (2010). Yazılar V (çev. Alp Tümertekin). İstanbul: İthaki.

Balibar, Etienne (2007). “Tarihsel Materyalizmin Temel Kavramları Üzerine” L.

Althusser, E. Balibar, R. Establet, P. Macharey, J. Ranciere (Der.). Kapital’i Okumak (çev.

A. Işık Ergüden). İstanbul: İthaki, s. 495-661.

Benton, Ted ve Craib, Ian (2008). Sosyal Bilim Felsefesi. Bursa: Sentez.

Bourdieu, Pierre (1977). Outline of a Theory of Practice. Cambridge: Cambridge

University Press.

Chimni, Bhagwati S. (2008). “An Outline of a Marxist Course on Public International

Law”, Marks, S. (Der.). International Law On The Left: Re-Examining Marxist Legacies.

Cambridge: Cambridge University Press, s. 53-92.

Dunn, Bill (2009). Global Political Economy. Londra: Pluto Press.

Eagleton, Terry (2004a). Edebiyat Kuramı Giriş (çev. Tuncay Birkan). İstanbul: Ayrıntı.

Eagleton, Terry (2004). Kuramdan Sonra (çev. Uygar Abacı). İstanbul: Literatür.

Gilpin, Robert (2001). Global Political Economy:Understanding the International

Economic Order. Princeton: Princeton university Press.

Hardt, Michael ve Negri, Antonio (2003). Dionysos’un Emeği: Devlet Biçiminin Bir

Eleştirisi (çev. Ertuğrul Başer). İstanbul: İletişim.

Harvey, David (2004). Yeni Emperyalizm (çev. Hür Güldü). İstanbul: Everest Yayınları.

Hobsbawm, Eric (1996). Kısa Yirminci Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı (çev. Yavuz

Alogan). İstanbul: Sarmal Yayınevi.

Jessop, Bob (1982). The Capitalist State: Marxist Theories and Methods. Oxford: Martin

Robertson.

Jessop, Bob (1985). Nicos Poulantzas: Marxist Theory and Political Strategy. Londra:

Macmillan Press.

Jessop, Bob (1990). State Theory: Putting the Capitalist State in Its Place. Pennsylvania:

The Pennsylvania State University Press.

Jessop, Bob (2002). The Future of the Capitalist State. Cambridge: Polity Press.

Jessop, Bob ve Sum, N. (2006). Beyond the Regulation Approach: Putting Capitalist

Economies in their Place. Northampton: Edward Elgar.

Lipietz, Alan (1987). Mirages and Miracles: The Crises of Global Fordism. Londra:

Verso. Özdemir, Ali Murat (2008). Sözün Mülkiyeti: Hukukun Ekonomi Politiği. Ankara: Dipnot.

Özdemir, Ali Murat (2010). Ulusların Sefaleti: Uluslararası Ekonomi Politiğe Marksist

Yaklaşımlar. Ankara: İmge.

63

Özdemir, Ali Murat (2011). Güç Buyruk Düzen: Uluslararası Hukuk Kuramında

Eleştirellik ve Emperyalizm. Ankara: İmge.

Panitch, Leo ve Gindin, Sam (2003). “Gems and Baubles in Empire”, Balakrishnan, G.

(Der.). Debating Empire. Londra: Verso, s. 52-61.

Panitch, Leo ve Gindin, Sam (2004). “Global Capitalism and American Empire”, Socialist

Register. s. 1-42.

Panitch, Leo ve Gindin, Sam (2006). “Theorizing American Empire”, Bartholomew, A.

(Der.), Empire’s Law: The American Imperial Project and the ‘War to Remake the World.

Londra: Pluto Press, s. 21-43.

Sponeck, Hans von (2006). “The Conduct of the UN Before and After the 2003 Invasion”,

Bartholomew, A. (Der.). Empire’s Law: The American Imperial Project and the ‘War to

Remake the World. Londra: Pluto Press, s. 71-85.

Sturrock, John (2003). Structuralism. Oxford: Blackwell.

Zizek, Slavoj (2001). “Have Michael Hardt and Antonio Negri Written the Communist

Manifesto of the Twenty-First Century?”, Rethinking Marxism. C. 13, No 3-4), s. 190-198.

Zizek, Slavoj (2004) Lenin Üzerine (çev. Nilgün Aras). İstanbul: Encore.

64

ONBİR EYLÜL SONRASI AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ

KAMU DİPLOMASİSİ

Emel G. Oktay

“Amerikan gelenekleri ve Amerikan ahlak anlayışı bizim gerçeğe sadık olmamızı gerektirmektedir, fakat

daha önemli neden, gerçeğin en iyi ve yalanların bizim için en kötü propaganda olmasıdır. İkna edici

olabilmek için inandırıcı olmalıyız; inandırıcı olabilmek için güvenilir olmalıyız; güvenilir olabilmek için de

samimi olmalıyız. Bu iş bu kadar basittir.”

Edward R. Murrow, Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı (USIA) Direktörü, Mayıs 1963

Giriş

Onbir Eylül 2001 terörist saldırılarının hemen ardından Amerika Birleşik Devletleri’ne

(ABD) neredeyse dünyanın bütün ülkelerinden destek mesajları gelmişti. Bununla birlikte

teröre karşı küresel mücadeleye giren Amerikan yönetimi ve kurumları kısa sürede bu

desteği yitirdiler. ABD’nin Avrupa kıtasındaki en yakın müttefikleri bile kendi

kamuoylarındaki değişimi takiben ABD’nin politikalarına sırt çevirdi. ABD’nin ‘yumuşak

gücü’, en çok ihtiyaç duyulan dönemde harekete geçirilememişti. Dış desteğe en çok

ihtiyaç duyulan dönemde Kamu Diplomasisi işletilemedi. Afganistan ve Irak müdahaleleri

en kötü savaş senaryolarını bile gölgede bırakacak şekilde ABD’nin dış kamuoyunda

olumsuz imajına katkıda bulundu. Irak’ta Abu Ghraib hapishanesinde Amerikan askerleri

tarafından mahkûmlara yapılan işkenceler, Guantanamo Üssü’nde bağımsız mahkemelerde

kendini savunma hakkından mahrum edilerek aylarca tutuklu bulunan insanlar, Müslüman

dünyası başta olmak üzere, farklı bir Amerika imajının gelişmesine ve pekişmesine yol

açtı.

ABD gibi bir süper güç bile Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte rehavete kapılmış, en büyük

düşmanı Sovyetler Birliği’nin tek bir kurşun bile atılmadan tarihe karışmış olmasının

verdiği zafer sarhoşluğu içinde Soğuk Savaş dönemi boyunca Komünizme karşı ideolojik

mücadelede büyük rol oynamış olan Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı’nı (United

States Information Agency-USIA) 1999 yılında lağvetmişti.

Aslında, ABD’nin Soğuk Savaş yılları boyunca edinmiş olduğu, bireysel hak ve

özgürlüklerin ve küresel barışın savunucusu olduğu yönündeki olumlu imajı, Soğuk

Savaşın bitişiyle hızla bozulmaya başlamıştı. Eylül 2001’den önce Başkan Bush ve ekibi

tarafından Kyoto Protokolü, Uluslararası Ceza Mahkemesi Anlaşması, Kimyasal Silahların

Yasaklanması, Antibalistik Füze Anlaşması gibi uluslararası anlaşmaların onaylanmaması,

65

yabancı kamuoylarında ABD’nin temel niyeti ve politikaları hakkında soru işaretleri

uyandırmıştı (Epstein, 2006: 2). Tek süper güç olarak dünya politikasında ve ekonomisinde

ezici üstünlüğünü koruyan ABD için bu imaj kaybı o dönemde önemli bir sorun olarak

görülmedi. Ne zaman ki ABD onbir Eylül terörist saldırılarıyla El-Kaide terör örgütüne

karşı asimetrik bir savaşın içine girdi, o zaman sadece askeri ve ekonomik gücün terörle

mücadelede yeterli olmadığını, süper güç bile olsa yabancı kamuoylarının ‘kalplerini ve

zihinlerini kazanmak’ için çaba göstermesi gerektiğini anladı.

Bu çalışmanın amacı, onbir Eylül 2001 saldırıları sonrasında Başkan Bush tarafından

‘Teröre Karşı Küresel Savaş’ sloganıyla başlatılmış olan mücadelede Amerikan kamu

diplomasisinin ne şekilde yer aldığını incelemektir. Bu çerçevede, öncelikle kamu

diplomasisinin tanımı yapılacak, Soğuk Savaş sonrası değişen kamu diplomasisi anlayışı

ve yumuşak güç üzerinde durulacak, kamu diplomasisinin gelişimi ve araçları incelenerek

onbir Eylül sonrasında kamu diplomasisinin Amerikan yönetim birimleri tarafından teröre

karşı mücadelede etkili bir şekilde kullanılıp kullanılmadığı değerlendirilecektir.

Kamu Diplomasisi Nedir?

İkinci Dünya Savaşının bitişinden sonra ortaya çıkan iki kutuplu yeni uluslararası sistemde

ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan tek kutuplu düzende uluslararası ilişkilerin

yönetiminde büyük değişiklikler yaşanmıştır. Öncelikle İkinci Dünya Savaşının hemen

bitişinde başlayan ve hızlanarak etkisini arttıran iletişim devrimi sonucunda, bilginin

dünyanın en uzak köşelerine ulaştırılması mümkün hale gelmiştir. Küreselleşme sonucunda

dünyanın herhangi bir yerinde olup biten olaylardan sadece hükümetler değil iç ve dış

kamuoyu da anında haberdar olmakta ve harekete geçebilmektedir. Son bir yılda Arap

ülkelerinden Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de yaşananlar, kısaca ‘Arap Baharı’ olarak

adlandırılan halk hareketleri, hükümet müdahalesine maruz kalmadan internet ve sosyal

medya üzerinden halkın örgütlenebilmesi ile büyük çaplı siyasi olaylara dönüşmüşlerdir.1

Onbir Eylül 2001 terörist saldırılarıyla, başta ABD olmak üzere, kamu diplomasisinin

politik ve akademik alanda pek çok ülkenin gündemine gelmesi daha önce yapılmış kamu

diplomasisi tanımlarının tekrar gözden geçirilmesine neden oldu. Parametreleri hızla

değişen uluslararası sistem, uluslararası ilişkilerde farklılaşan pek çok diğer kavram gibi

kamu diplomasisi kavramını da değişime uğrattı.

1 Bu makalenin hazırlandığı tarihte (Eylül 2011) bu ülkelerden Tunus, Mısır ve Libya’da halk hareketleri

sonucunda mevcut yönetimler devrilmişti.

66

Kamu diplomasisi kavramı, bugün üzerinde tartışılmakta olan anlamıyla ilk kez ABD’deki

Tufts Üniversitesi Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu Dekanı Edmund Gullion tarafından

1965 yılında kullanılmıştır. Yine, emekli bir diplomat olan Gullion tarafından Edward R.

Murrow Kamu Diplomasi Merkezinin kurulması ile akademik olarak uluslararası ilişkilerin

gündemine girmiştir. Bu merkezin çıkarmış olduğu el kitabına göre kamu diplomasisi

‘kamunun tavırlarının dış politikaların oluşturulmasında ve yürütülmesindeki etkisi’ ile

uğraşmaktaydı. Bu çerçevede kamu diplomasisi, uluslararası ilişkilerin geleneksel

diplomasi dışında kalan boyutlarını içine almaktaydı. Hükümetler tarafından diğer

ülkelerdeki yabancı kamuoylarının dostluğunun kazanılmaya çalışılması, bir ülkede

bulunan hükümet dışı çıkar gruplarının ve bunların çıkarlarının birbirlerini etkilemeleri, dış

ilişkilerde olup bitenin rapor edilmesi ve bunun politikaya olan etkisi, işi iletişim olan

diplomatlar ve yabancı muhabirler arasındaki iletişim ve kültürler arası iletişim süreçleri,

kamu diplomasisinin başlıca konuları arasındaydı.2

Küresel iletişim alanındaki çalışmalarıyla tanınan Hans Tuch, kamu diplomasisini “bir

hükümetin kendi ulusunun fikirlerinin ve ideallerinin, kurumlarının ve kültürünün, ulusal

hedeflerinin ve mevcut politikalarının anlaşılmasını sağlamak amacıyla yabancı halklarla

iletişim kurması süreci” olarak tanımlamıştır (Tuch, 1990: 3).

Yukarıda yapılan tanımlar itibarıyla, aslında büyük oranda propaganda ile

ilişkilendirilebilecek olan faaliyetlerin kamu diplomasisi adı altında sınıflandırıldıkları

görülmektedir. Bunun en önemli nedeni, propaganda sözcüğünün 20. yüzyıl boyunca yalan

ve yanlış bilgi üretilmesi ve aktarılması yoluyla kamuoylarının kandırılmasını hedef alan

uygulamalar sonucunda yüklenmiş olduğu olumsuz algılamanın ortadan kaldırılmasıdır

(bk. Jowett vd., 2006; Bektaş, 2002).

Kamu diplomasisi disiplinler arası bir alandır; iletişim, uluslararası ilişkiler, gazetecilik,

halkla ilişkiler, hukuk, psikoloji, kamu politikası gibi disiplinleri bünyesinde barındırır. İyi

bir kamu diplomasisi üretebilmek için mutlaka bu alanlarda çalışan kişilerin bilgi

birikiminden faydalanılması gerekir.

Kamu diplomasisinde temel amaç, sadece söz konusu mesajların yabancı kamuoylarına

verilmesi değil, karşılıklı iletişimin kurulmasıdır. Geri bildirime dayanmayan bir kamu

diplomasisi stratejisinin orta ve uzun vadede başarısız olma olasılığı yüksektir. Dolayısıyla,

kamu diplomasisi stratejileri belirlenirken hedef ülke veya ülkelere yönelik olarak

2 http://fletcher.tufts.edu/Murrow/Diplomacy

67

kamuoyu araştırmaları ile sık sık nabız yoklaması yapılmalıdır. Günümüzde bu nabız

yoklamalarına en iyi örnek, PEW Global Attitudes Survey adı altında yapılan kamuoyu

araştırmalarıdır.

En kısa şekilde ‘diplomatlar ve yabancı halklar arasındaki ilişki’ olarak ele alabileceğimiz

klasik anlamda kamu diplomasisi teriminin ne olduğu ve nasıl uygulanabileceği oldukça

tartışmalıdır. Onbir Eylül 2001 saldırılarından sonra ve ABD’nin Irak saldırısı ile kamu

diplomasisi konusu ABD’de en çok tartışılan konu olmuştur. Son on yıllık dönemde, başta

ABD olmak üzere pek çok düşünce kuruluşu bu alanda çalışmalar yapmış ve raporlar

yayımlamıştır. Bununla birlikte, yabancı halklara yönelik olarak hazırlanacak resmi

iletişimin hangi temeller üzerine dayanması gerektiğine ve bununla ilgili olarak uzun

dönemli eğilimlerin tespitine yönelik mekanizmaların etkili bir şekilde çalıştırılmasını

sağlayacak çalışmalar bulunmamaktadır.3

Kısaca, onbir Eylül’den sonra Amerikan yönetimi ve kurumları için kamu diplomasisinin

özellikle ‘teröre karşı küresel savaş’ sloganı altında ulusal güvenliğin sağlanmasında büyük

önem taşıdığı anlaşılmış, fakat bu konuda neler yapılması gerektiği üzerinde büyük

tartışmalar yaşanmıştır. Onbir Eylül saldırılarının üzerinden on yıl geçmiş olmasına karşın

ABD’nin, özellikle terörün kaynağı olarak nitelendirdiği radikal grupların yaşama olanağı

bulabildiği ülkelerin halklarına karşı bile başarılı bir kamu diplomasisi stratejisi

geliştirebildiğini söylemek mümkün değildir.

Geleneksel Diplomasi ile Kamu Diplomasisi Arasındaki Fark

Kamu diplomasisi yeni bir olgu değildir. İmaj geliştirilmesi, propaganda ve bugün kamu

diplomasisi olarak nitelendirebileceğimiz pek çok faaliyet neredeyse diplomasi kadar

eskidir. Antik Yunan’da, Roma’da, Bizans döneminde ve İtalyan Rönesans’ında bu

alandaki faaliyetlere oldukça sık rastlanmaktadır. 17. yüzyılda Fransızcanın lingua franca

(uluslararası diplomatik ve ticari dil) olması ve Fransız Devrimi’nin ideallerine (özgürlük,

kardeşlik, eşitlik) kitlelerin gönül vermiş olması, bu alandaki faaliyetlere örnek

oluşturabilir. Birinci ve İkinci Dünya savaşları sırasında enformasyonun öneminin artması,

özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında radyonun etkili bir şekilde kullanılması, Soğuk

Savaş boyunca hem ABD hem de Sovyetler Birliği iki kutup lideri ülke olarak

ideolojilerini yaymak amacıyla kamu diplomasisinin araçlarını kullanmaları, siyasi tarihin

önemli olaylarıdır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde sineması (Hollywood), müziği

3 ABD Dışişleri Bakanlığı’nda bu alanda önemli yapısal değişiklikler yapılmıştır. Bu konuya çalışmamızın

ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.

68

(Rock’n Roll) ve markaları (blue jeans, Coca Cola) ile ABD’nin Sovyetler Birliği

yıkılmadan çok daha önce demir perdenin gerisindeki halklara ulaşmış olduğu

bilinmektedir.

Bu çerçevede, geleneksel diplomasi (standart diplomasi) ile kamu diplomasisi arasındaki

farka bakıldığında, öncelikle geleneksel diplomasinin devletten devlete veya hükümetten

hükümete ilişkiler şeklinde ele alındığı görülmektedir. Resmi ilişkileri kapsaması

nedeniyle geleneksel diplomasi büyük ölçüde gizlilik içinde yürütülür. Kamu diplomasisi

ise daha açıktır (açık diplomasi) ve yabancı kamuoylarına yönelik olduğu için mümkün

olduğu kadar çok kişiye ulaşabilmenin yollarını arar. ‘Bir hükümet ya da uluslararası

kuruluşun diğer ülkelerin halkları ve vatandaşları ile resmi veya özel şahıs ya da kurumlar

aracılığı ile iletişim kurması’ olarak tanımlayabileceğimiz kamu diplomasisi, her türlü

iletişim yönteminden faydalanarak, özellikle eğitim ve kültür programları aracılığıyla geniş

bir alanda tanıtım ve yayın faaliyetlerini kapsar.

Geleneksel olarak bir ülkenin diplomatları, görevde bulundukları ülkelerde o ülkenin

yöneticileri ve diğer ülkelerin diplomatları ile iletişim kurarlar, halk ile iletişime

geçmezler. Bu anlamda geleneksel diplomasinin daha çok elitlere yönelik olduğu

söylenebilir. Diplomatların sahip oldukları bu anlayış daha çok siyasi ve ekonomik güç

temelli iletişim kurulmasına neden olur. Bu süreçte çoğu kez geleneksel diplomasinin

yüzyıllardır kökleşmiş kuralları da önlerinde engel teşkil eder. Kısaca, geleneksel

diplomasi herhangi bir ülkede piramidin tepesini hedefler; siyasi, askeri ve ekonomik elitle

ilişkiler kurmaya çalışır. Kamu diplomasisinde ise hedef piramidin alt kısmıdır; kadınlar ve

gençler, yani sokaktaki insan öncelikli hedef kitlesidir.

Geleneksel diplomasi devletlerin temsilcileri arasındaki ya da diğer uluslararası örgütlerle

ilişkileri kapsarken, kamu diplomasisi yabancı ülkelerdeki halkı, resmi olmayan grupları,

örgütleri ve bireyleri hedef alır (Melissen, 2007: 4). Geleneksel diplomasinin temel ajanları

egemen devletleri temsil eden ve onlar tarafından akredite edilmiş olan görevlilerdir ve

temel amaçları devletler arası ilişkilerde çıkabilecek sorunları en aza indirmek ve kendi

devletlerinin çıkarlarını en iyi şekilde korumaktır. Geleneksel diplomaside aktörlerin rolleri

ve sorumluluklarının sınırları açık olarak belirlenmiştir. Kamu diplomasisi genel olarak

uluslararası ilişkilerin geleneksel diplomasi dışındaki alanlarını kapsar.

69

Kamu Diplomasisi ve Yumuşak Güç

Kamu diplomasisi ile harekete geçirilmeye çalışılan, bir ülkenin sahip olduğu ‘yumuşak

güç’ olarak adlandırabileceğimiz ‘diğerlerini etkileme’ kapasitesidir. Melissen’in de

belirttiği gibi kamu diplomasisi yumuşak gücün en önemli araçlarından biridir (2007: 4).

20. yüzyılın önemli siyasi tarihçilerden E. H. Carr, 20 Yılın Krizi 1919-1939: Uluslararası

İlişkiler Çalışmalarına Giriş başlıklı kitabında ‘fikirler üzerindeki güç’ten bahsederek,

‘siyasi amaçlar açısından değerlendirildiğinde bunun askeri ve ekonomik güçten daha da

az önemli olmadığını’ vurgulamaktadır (1983).4 Yumuşak güç deyimi ilk kez Joseph S.

Nye tarafından 1990 yılında kullanılmış ve en basit şekliyle ‘kalpleri ve zihinleri

kazanmak’ olarak tanımlamıştır (1990a; 2004).

Nye, yumuşak gücü ‘birinin istediği sonuçlarını alabilmesi için başkalarının davranışlarını

etkileyebilmesi’ olarak tanımlamış ve karşılıklı bağımlılığın arttığı dünyamızda aslında

ihtiyaç duyulanın ‘sert güç’ten ziyade yumuşak güç olduğunu belirtmiştir (1990b).

Başkalarının davranışlarını etkilemenin üç yolu vardır: Birincisi, tehdit yoluyla birini bir

şey yapmaya zorlamak, ikincisi davranış değişikliğini sağlamak için bazı teşviklerde

(ödemelerde) bulunmak, üçüncüsü ise çekiciliğinizi kullanarak “başkalarının sizin

istediklerinizi istemesini sağlamak” ve bu yöntemle “işbirliğine yönlendirmek”tir (Snow,

2009:3).

Üçüncü yol, açıkça anlaşıldığı üzere ülkelerin ‘çekiciliği’ üzerinde kurulmuş olan

‘yumuşak güç’tür. Yumuşak güç bir ülkenin yaşam tarzının, kültürünün ve siyasi

değerlerinin cazibesinden kaynaklanmaktadır. Sadece askeri güç tehdidini ya da ekonomik

yaptırımları kullanarak (sert güç) diğerlerini değişime zorlamak değil, dünya siyasetinde

gündemi oluşturarak, değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve

fırsatlarına özenen ülkelerin kendisini izlemesini sağlamak önemlidir. Hem yumuşak hem

de sert güç bir arada birbirlerini destekleyecek şekilde kullanıldığında ortaya ‘akıllı güç’

(smart power) denen kavram çıkmaktadır (Nye, 2009).

Kamu Diplomasisinin Kaynakları ve Araçları

Bir ülkenin yumuşak gücüne katkıda bulunan unsurlar incelendiğinde; kullanılan dil,

yazarlar, yayıncılar, medya grupları, gazeteciler, sivil toplumun varlığı ve başarıları, siyasi

partiler ve politikacılar, özel sektör (şirketler, iş adamları), üniversiteler, akademisyenler,

4 İlk baskısı 1939.

70

sanatçılar ve sanatsal aktiviteler, müzik kanalları, hit olan parçalar, spor yarışmaları ve

sporcular üzerinde durulabilir.

Bu çerçevede, örneğin resmi düzeyde hükümetler tarafından düzenlenen konferanslar,

seminerler, öğrenci değişim programları, burslar, yardım programları, kısıtlı etkili olmakla

birlikte yaygın kamu diplomasisi uygulamaları olarak değerlendirilebilir. Benzer şekilde

sivil toplum örgütleri, düşünce kuruluşları, medya, üniversiteler, meslek kuruluşları, hatta

küçük ve orta büyüklükteki işletmeler (KOBİ) gibi toplumu etkileme gücüne sahip

hükümet dışı yapılanmalarla kendi karşıtlarının arasındaki iletişim kanallarının açılması ve

işbirliğinin arttırılması da ‘Yeni Kamu Diplomasisi’ adı altında değerlendirilmektedir (bk.

Melissen, 2007, 3-27).

Yumuşak güç açısından değerlendirildiğinde, bir ülkenin sahip olduğu ulusal kültür ve

fikirlerin evrensel değerlere ne kadar uyumlu olduğu öncelikli önem taşımaktadır. İkinci

olarak, bir ülke, ulusal kültürünü uluslararası alana taşıyarak diğer ülkelere yaymak için ne

kadar çok iletişim kanalına sahip olursa o kadar yumuşak güce sahip demektir. Üçüncüsü,

bir ülkenin güvenilirliği içeride ve dışarıda uyguladığı politikalarla artmaktadır (Snow,

2009: 4). Bu açılardan bakıldığında, ABD’nin ilk iki konuda güçlü olmakla beraber, onbir

Eylül’den sonra hem ülke içerisinde uyguladığı hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı politikalarla

hem de dış politikada Irak savaşı sırasında yaşananlardan ötürü üçüncüsünde dezavantajlı

konumda bulunmaktadır (Snow, 2009: 4). Örneğin, yapılan araştırmalara göre Arap ve

Müslüman ülkelerin halkları ABD’nin savunmakta olduğu evrensel değerleri

desteklemekle birlikte Amerikan hükümetlerinin politikalarını onaylamamaktadırlar

(Djerejian, 2003).5

‘Kültür diplomasisi’nin en önemli araçları olarak devlet kanalıyla uygulanan kültürel ve

dilsel alışverişi ve akademik değişimleri yaygınlaştırma amaçlı programlar sayılabilir.

Bugün en bilinenleri arasında ABD’nin vermekte olduğu Fullbright Bursları, Birleşik

Krallık (İngiltere) tarafından dağıtılan Chevening Bursları, Almanya’nın DAAD Bursları

sayılabilir. Dil enstitüleri arasında ise en yaygın olanları Amerikan Kültür Derneği, Fransız

Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü, İspanyolların Cervantes Enstitüsü’dür.

Uluslararası yayın yapan radyolar ve televizyonlar ülkelerin yumuşak gücünü göstermek

açısından büyük önem taşımaktadırlar. Gelişen teknoloji ile birlikte yayın ağını çok çeşitli

5 Edward Djerejian, Changing Minds Winning Peace: A New Strategic Direction for U.S. Public Diplomacy

in the Arab and Muslim World, “Report of the U.S. Advisory Group on Public Diplomacy for the Arab and

Muslim World”, October, 2003. http://www.publicdiplomacy.org/23.htm

71

alanlara taşıyan radyo kanallarının en ünlüleri arasında 43 dilde yayın yaparak 150 milyon

kişiye ulaşan BBC (Birleşik Krallık) ve 45 milyon kişiye ulaşabilen Radio France

Internationale sayılabilir.

Ekonomik güç, genel olarak değerlendirildiğinde bir ülkenin sert gücünün parçası olarak

sayılırken, özellikle küresel liberal düzende tüketim kültürünün önemli bir parçası olan

büyük şirketler marka açısından bağlı oldukları ülkelerin yumuşak gücüne büyük katkıda

bulunmaktadırlar. ‘Şirket diplomasisi’ olarak da adlandırılabilecek bu unsur, bir ülkenin

ekonomisinin gelişmişlik ve refah düzeyini yansıtması açısından büyük önem taşımaktadır.

Bir kişi bir ülkeyi yakından tanımasa da o ülkeye ait ne kadar çok marka ile tanışır, ürün

satın alır ve tüketirse o ülkeye karşı olumlu görüş oluşturma olasılığı da artar. Nitekim

Coca Cola, Nestle, Macintosh, Nokia, Toyota gibi markalar doğrudan markanın menşei

olan ülkelerle özdeşleşmişlerdir.

ABD’de Kamu Diplomasisinin Gelişimi

Başkan Woodrow Wilson, yabancı ülkelerdeki halklara ABD’nin 1. Dünya Savaşı

konusunda dış politikasının temellerini anlatmak amacıyla Nisan 1917’de Kamu

Enformasyon Komitesi’ni kurdu. Bu komite, çeşitli ülkelerde bürolar oluşturarak halkı

bilgilendirmeye çalıştı ve savaş bitince de ortadan kaldırıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında

Başkan Franklin Roosevelt, 1941’de, Pearl Harbour baskınının hemen öncesinde Dış

Enformasyon Servisi’ni kurdu. Bu birim, Avrupa ve Asya’da Alman ve Japon

propagandasına karşı haber yapmakla görevlendirildi. Bu birimin adı daha sonra

Amerikan’nın Sesi Radyosu (Voice of America) oldu.

Soğuk Savaş döneminde ise uluslararası kamuoyunu anlamak ve bilgilendirmek amacıyla

Başkan Dwight D. Eisenhower, 1953 yılında Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı’nı

(USIA) kurdu. Sloganı ‘Amerika’nın hikâyesini dünyaya anlatmak’ olan USIA’nın temel

hedefi, Soğuk Savaş döneminde Sovyet propagandası ile mücadele etmek ve komünizmin

yayılmasını önlemekti.6 Bu çerçevede, yabancı ülkelerle akademik ve kültürel alışverişin

sağlanması amacıyla Fulbright Programı oluşturulmuş, çeşitli ülkelerde kütüphaneler ve

kültür merkezleri açılmıştır. Bugün ABD’nin yumuşak gücüne kültürel açıdan katkıda

bulunan araçlar; uluslararası ziyaretçi programı ile geleceğin yöneticilerini yetiştirme

programı, bilgi merkezleri ile enformasyon sağlanması ve radyo (Voice of America, Radio

Free Europe, Radio Liberty, Cuba Broadcasting) yayınlarıdır. Bu çerçevede Wireless File

6 Burada ilginç olan husus, yasa ile USIA tarafından yabancı halklara yönelik olarak kullanılan bilgilerin

Amerikan halkını etkilemek için kullanılmasının, hatta halka duyurulmasının yasaklanmış olmasıdır.

72

isimli güncel bülten ile resmi açıklamalar, röportajlar, analizler ve makaleler dünya

halklarına ulaştırılmaya çalışılmıştır.7 Hollywood kaynaklı filmler ve animasyonlar ile

spordaki başarıları, özellikle NBA Basketbol Ligi’nin tüm dünyada izlenmesi, ABD’nin

yumuşak gücüne katkıda bulunan diğer unsurların arasında sayılabilir.

Başkan John F. Kennedy döneminde Amerikan Enformasyon Ajansı’nın altın yıllarını

yaşadığı söylenebilir. Ajansın başına, kişisel ilişkilere ve kişisel iletişime büyük önem

veren, dünyaca tanınmış gazeteci Edward R. Murrow getirilmiş, Ajans’ın görev tanımı

sadece yabancı halklara enformasyon sağlamak değil aynı zamanda “dış politikanın

oluşturulması çerçevesinde ABD Başkanına, dış temsilciliklerdeki yetkililere, dış

politikayla ilgili hükümet birimlerine ve ajanslara mevcut ve oluşturulabilecek politikalar,

programlar ve açıklamalar hakkında danışmanlık yapmak” olarak genişletilmiştir (Tuch,

1990) .

Başkan Jimmy Carter döneminde ise kamu diplomasisine ‘karşılıklılık’ prensibi

eklenmiştir. Bilginin sadece yabancı kamuoylarına yayılması ve onların ikna edilmesi

değil, aynı zamanda yabancı kamuoylarının da dinlenebilmesi, ne düşündüklerinin ve

kaygılarının anlaşılabilmesi amacıyla kaynak ayrılmıştır (Tiedeman, 2005: 18). Başkan

Carter döneminde kurumun yeniden yapılandırılmasına yönelik olarak ortaya konan

programda, Ajans’ın kesinlikle ‘gizli, kışkırtıcı ve propaganda amaçlı faaliyetlerde’

bulunmayacağı vurgulanmış, ‘yüce ve özgür bir toplumun kendisinin en iyi tanığı olduğu

ve fikirlerinin gücüne inancının tam olacağı’ belirtilmiştir (Tuch, 1990: 32).

Başkan Ronald Reagan yönetimi (1981-1989) sırasında ABD ile Sovyetler Birliği arasında

‘İkinci Soğuk Savaş’ olarak adlandırılabilecek yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde

komünizme karşı savaş her alanda genişletilmiş ve USIA’nın faaliyetleri ve bütçesi

arttırılmıştır. Başkan Reagan’ın daha saldırgan bir kamu diplomasisi oluşturmak amacıyla

verdiği talimatla Ulusal Güvenlik Konseyi altında ABD’nin ulusal güvenliği ile bağlantılı

olarak kamu diplomasisini güçlendirmek, organize etmek, planlamak ve koordine etmekten

sorumlu bir Özel Planlama Grubu kurulmuştur (NSDD-77, 1983).

Soğuk Savaşın bitişiyle bütçe düzenlemeleri çerçevesinde USIA 1999 yılında lağvedilerek

enformasyon, eğitim ve kültürel değişim gibi alanlardaki görevleri ABD Dışişleri

Bakanlığı’na devredilmiştir. Aynı tarihte, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Kamu Diplomasisi

ve Kamu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı kurulmuş, bünyesindeki Uluslararası

7 Soğuk Savaş döneminde Amerikan Kamu Diplomasisi ile ilgili olarak yasal ve finansal düzenlemeler ve

kurumların faaliyet alanları ile ilgili bilgi için bk. Nakamura vd., 2009.

73

Enformasyon Programları Bürosu ve Eğitim ve Kültür İşleri Bürosu ile resmi düzeydeki

kamu diplomasisi etkinlikleri yürütülmeye başlanmıştır (Makamura vd., 2009).

Uluslararası yayıncılık alanındaki sorumluluk ise özerk bir kurul olan Yayıncılık Yönetim

Kurulu’na verilmiştir (Epstein, 2006: 6).

Eylül 2001 Sonrası Amerikan Kamu Diplomasisi

Onbir Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yönelik saldırıların ertesi günü

Fransız Le Monde gazetesi ‘hepimiz Amerikalıyız’ başlığıyla çıktı. Aslında o günlerin ruh

hali içinde dünyanın pek çok ülkesinde insanlar Amerikan halkının karşı karşıya kaldığı

saldırı sonrasında samimi şekilde üzüntü hissetmişlerdi. Ancak, maalesef bu sempati uzun

ömürlü olamadı. Onbir Eylül saldırılarını takip eden dönemde Başkan George Bush’un

açıklamaları, özellikle teröre karşı savaşı ‘Haçlı Seferleri’ne benzetmesi, uluslararası

kamuoyunun tepkisini göz ardı ederek Afganistan ve Irak’ı işgali büyük tepki çekmiştir.

Kısa sürede Amerikan politikalarına karşı artan tepki ve nefret, Amerika’nın ulusal

çıkarları açısından büyük bir sorun haline geldi (Lord, 2008: 1).

Bu olumsuz kamuoyu karşısında ABD, kamu diplomasisinin önemini yeniden keşfetmiş

olmakla birlikte bu süreçte uygulamaya çalıştığı kamu diplomasisi stratejileri başarılı

olamamıştır. ‘Teröre karşı küresel savaş’ sloganı ile harekete geçen Amerikan yönetimi bu

savaşta uluslararası alanda destek bulamamış, tam tersine büyük tepki çekmiştir. Mart

2003’te ABD Irak’ı işgal etmeye hazırlanırken dünyanın dört bir tarafından yapılan

protesto gösterileri karşısında The New York Times gazetesi “yapılan gösterilerin

büyüklüğü bize aslında dünyada hala iki süper gücün bulunduğunu göstermektedir:

Birleşik Devletler ve dünya kamuoyu” diyerek çok yerinde bir gözlemde bulunmuştu

(Wyne, 2009: 45).

Tablo 1- 2000-2010 ABD Hakkında Olumlu Görüşler

Ülkeler 2000 (%) 2002 (%) 2007 (%) 2010 (%)

Arjantin 50 34 16 42

İngiltere 83 75 51 65

Almanya 78 60 30 63

Rusya 37 61 41 57

Türkiye 52 30 9 17

Ürdün - 25 20 21

Pakistan 23 10 15 17

Endonezya 75 61 29 59

Japonya 77 72 61 66

Kaynak: PEW Anketleri (2000, 2002, 2007. 2010)

74

Amerikan kuvvetlerinin Başkan Bush’un emriyle Irak’a saldırması ile başlayan süreçte

ABD, Avrupa Birliği ülkeleri de dâhil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde imaj

kaybına uğramış, işgalci gözüyle görülmeye başlanmıştır. Tablo 1’de de görülebileceği

üzere 2000 yılından itibaren ABD hakkındaki olumlu görüşler özellikle halkının çoğunluğu

Müslüman olan ülkelerde çok alt seviyelere inmiştir. Özellikle Türkiye ve Pakistan’da

Amerika hakkındaki olumlu görüşler ortalama % 20’nin bile altında olup sadece her 5

kişiden biri ABD hakkında olumlu görüşlere sahiptir.

Irak’ın işgalini takiben yükselen Amerikan karşıtlığı, ABD’nin teröre karşı açmış olduğu

küresel savaşta ulusal savunması açısından büyük bir sorun haline gelmiş neredeyse

Amerikan hegemonyasını tehdit etmeye başlamıştır (Van Ham, 2007). Bu tehdit, Amerikan

çıkarlarının korunabilmesi için kamu diplomasisinin öneminin kısa sürede anlaşılmasını

sağlamıştır. Başlangıçta, kamu diplomasisi Irak’a müdahale sürecinde bunun bir ön alıcı

savaş olduğu ileri sürülerek diğer ülkelerin desteğini almak amacıyla kullanılmaya

çalışılmıştır. Bu süreçte kaçınılmaz bir şekilde propaganda ve algı yönetimi gibi

yöntemlere de başvurularak Irak’ı demir yumrukla yöneten diktatör Saddam Hüseyin’in

elinde kitle imha silahları bulunduğu ve El-Kaide’nin bu silahları kullanarak dünyayı kana

bulayabileceği yolunda tüm dünyaya yalan ve yanlış haberler yayılmıştır (Rampton vd.,

2003). Irak savaşının uzun sürmesi Irak halkının büyük can kaybına uğramasına neden

olmuş, ülkede istikrarın bir türlü sağlanamaması sonucunda dünya kamuoyunda ABD’ye

yönelik tepkinin daha da büyümesi, Amerikan yönetimini Müslüman dünya ile daha yoğun

ve açık bir diyalog kurmaya yöneltmiştir (Van Ham, 2007: 57).

Bu çerçevede, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından terörizme karşı mücadelede tüm

dünyanın destek vermesini sağlamak amacıyla Response to Terrorizm ve Gateway to 9/11

Resources adlı iki internet sitesi kurulmuştur. Orta Doğu’nun Müslüman ülkelerine yönelik

olarak Amerika destekli televizyon kanalı El-Hurra ve Radio Sawa yayına başlamıştır.

ABD’de yaşayan Müslümanlara yönelik olarak da Islam in the US ve Muslim Life in

America isimli internet siteleri kurulmuştur. Özellikle Arap ülkelerinde ABD’nin imajının

düzeltilmesi amacıyla Müslüman gazeteciler Washington’a davet edilmiş, Arapça bilen

diplomatlar, hükümet yetkilileri ve üst düzey yöneticiler El-Cezire televizyonuna

röportajlar vermişler, Arap ülkeleriyle akademik değişim programları geliştirilmiş ve Arap

öğrencilere verilen burslar arttırılmıştır. Tüm bu çalışmalara karşın, Mayıs 2006’da

Government Accountability Office tarafından yayınlanan bir rapor, Müslümanları hedef

alan kamu diplomasisinin başarısız olduğunu göstermiştir. Rapora göre, ABD’nin

75

yürüttüğü kamu diplomasisi güçlü bir iletişim stratejisine sahip değildi. Raporda mesajların

yerine ulaştırılamaması, çalışmaların halkın tümüne hitap etmemesi, harekete geçmeden

önce gerekli araştırma ve analizlerin yapılmamış olması ve kamu diplomasisini

yürütenlerin hedef alınan halkın dilini bilmemeleri eleştiri konusu olmuştur (GAO Report,

2006).8

2007 yılında kamu diplomasisi alanında ilk ulusal strateji olarak ‘Stratejik İletişim ve

Kamu Diplomasisi için Ulusal Strateji’ başlıklı yeni bir strateji oluşturuldu. Bu stratejiye

göre ABD kamu diplomasisi yabancı toplumlara Amerika’nın derin değerlerinden gelen

fırsat ve umut vizyonunu sunmak, radikal unsurları tecrit etmek, Amerikalılar ile farklı

ülkelerden (inançlardan ve kültürlerden) insanlar arasındaki ortak değerleri vurgulamak

prensiplerini taşımalıydı.9

Başkan Obama Dönemi Kamu Diplomasisi

Ocak 2009’da babası Kenyalı bir Müslüman, annesi Amerikalı olan Barack Hussein

Obama’nın ABD Başkanı olarak göreve başlaması başlı başına bir kamu diplomasisi

stratejisi başarısı olarak görülebilir. Sekiz yıllık Başkan Bush döneminin politikaları

sonucu, özellikle nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde Amerikan karşıtlığı ülke

çıkarlarını zedeleyecek ciddi boyutlara ulaşmıştı. Başkan Obama da göreve geldiği ilk

günden itibaren bu imajın düzeltilmesi yönünde çaba harcamaya başladı. Beyaz Saray’daki

ilk haftasında ilk röportajını El-Arabiyya uydu televizyonuna vermişti. Biri Filistin-İsrail

meselesinde, diğeri Pakistan ve Afganistan konularında yetkili olmak üzere iki özel

temsilci atadı. Hillary Clinton dışişleri bakanı olarak ilk resmi ziyaretini en fazla

Müslüman nüfusa sahip olan Endonezya’ya gerçekleştirdi (Zaharna, 2009).

4 Haziran 2009’da Kahire’de yapmış olduğu konuşmada Obama, Başkan Bush’un ‘ya

bizdensin ya onlardan’ şeklindeki dışlayıcı yaklaşımının tam tersine, ‘ortak çıkarlar ve

saygı temelli yeni bir başlangıç’ arzusunda olduklarını belirtmiştir. Demokrat Başkan

Obama yönetiminin diğer bir farkı da, ABD’nin uluslararası alanda tek başına hareket

ederek başarısızlıklarının da bütün sorumluluğunu üzerine almasıyla sonuçlanan Bush

döneminin ‘tek taraflı’ dış politikasının tersine, dünya liderliğini ve meşruiyetini tekrar

kazanmak için ittifaklara, ortaklıklara ve kurumlara yatırım yapmak şeklinde

özetlenebilecek ‘çok taraflı’ dış politika anlayışının benimsenmiş olmasıdır.

8 Kamu diplomasisi konulu diğer raporlar için bk. http://www.gao.gov/search?q=Public+Diplomacy

9 Hughes, Karen, Undersecretary of Public Diplomacy and Public Affairs, U.S. National Strategy for Public

Diplomacy and Strategic Communication, June 2007.

76

Obama yönetiminin kamu diplomasisinin temelleri, Ocak 2009’da yapılan bir toplantıda

ortaya konmuş olan ve yeni yönetime tavsiyelerde bulunan White Oak adlı belgede

bulunabilir. Belge, kamu diplomasisinde, sadece Müslüman halkları, güvenlik ve terörizm

konularını ele alan dar bakış açısından ziyade daha çeşitli konular etrafında, belli bir

coğrafya, ülke ya da etnik grupla sınırlandırılmayacak şekilde ‘bütüncül’ bir kamu

diplomasisi stratejisi belirlenmesini önermektedir. Ayrıca, kamu diplomasisi ile ilgili kamu

kurum ver kuruluşlarının koordinasyonunun sağlanması, personel yapısının geliştirilmesi,

değişim programlarının genişletilmesi ve bütçesinin arttırılması konuları da gündeme

gelmiştir. Yeni bilgi teknolojilerinin kullanılmasının yanı sıra kişisel temasların da önemli

olduğunun üzerinde durulmuştur.10

White Oak tavsiye metninin en önemli özelliği, Obama yönetimi döneminde, daha önce

üzerinde durulan ‘yumuşak güç’ kavramından ziyade sert ve yumuşak gücün stratejik

birleşiminden oluşan ‘akıllı güç’ kavramının benimsenmesi olmuştur. Daha önce, 2006

yılında, ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından CSIS (Center for Strategic and

International Studies) tarafından hazırlanan ‘Daha Akıllı Daha Güvenli Amerika (A

Smarter More Secure America)’ başlıklı raporda ortaya konmuş olan bu strateji değişikliği

ihtiyacı, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından ‘Amerikan liderliğinin

sürdürülebilmesi için bütün diplomatik, ekonomik, askeri, siyasi, hukuki, kültürel araçlar

içinden en uygun olanlarının birleşiminin kullanılması’ gerektiği şeklinde ifade edilmiştir.

(Clinton, 2009).

1999 yılında Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı’nın (USIA) lağvedilmesinin ardından

kamu diplomasisi alanındaki faaliyetlerin sorumluluğunun ABD Dışişleri Bakanlığı

bünyesinde bulunan Kamu Diplomasisi ve Kamu İşlerinden Sorumlu Müsteşar

Yardımcılığı (Uluslararası Enformasyon Programları Bürosu ve Eğitim ve Kültür İşleri

Bürosu) ile özerk bir kurul olan Yayıncılık Yönetim Kurulu’na (Uluslararası yayıncılık

alanından sorumlu) verildiğinden daha önce söz edilmişti. 10 Mart 2010 tarihinde dönemin

Kamu Diplomasisi ve Kamu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Judith McHale

tarafından açıklanan ‘Kamu Diplomasisi: Birleşik Devletlerin Dünyayla Bağlılığının

Güçlendirilmesi’ (Public Diplomacy: Strengthening U.S. Engagement with the World)

başlıklı belge, özellikle 2012 mali yılı bütçe çalışmaları için stratejik hedefler ortaya

koymaktadır (Armstrong, 2010). Obama dönemi kamu diplomasisi stratejileri için yol

haritası olma niyetindeki bu belgede beş stratejik zorunluluk tanımlanmaktadır:

10

bk. http://mountainrunner.us/2009/02/white_oak_recommendations.html

77

1. Bilgilendirme, ilham verme ve ikna etmek amacıyla ön alıcı bir şekilde dünyaya

sunulacak hikâyenin şekillendirilmesi,

2. Karşılıklı güvenin ve saygının tesisini sağlayacak platformlar oluşturularak kişiler

arası ilişkilerin genişletilmesi ve güçlendirilmesi,

3. Şiddet yanlısı aşırı uçlarla savaşılması ve güvenilirliği yüksek yerel görüşlerin

desteklenmesi,

4. Yabancı halkların tavır ve fikirlerinin önceden tespit edilerek politika yapıcıların

daha iyi bilgilendirilmesi,

5. Daha etkili ve eşgüdümlü kamu diplomasisi elde edebilmek amacıyla yapıların ve

süreçlerin güçlendirilmesi için önceliklerin belirlenmesi (Armstrong, 2010).

Söz konusu strateji belgesi, Soğuk Savaş yıllarında ve onbir Eylül’ün hemen sonrasında

Bush yönetimi döneminde ‘dünyaya Amerika’nın hikâyesini anlatmak’ şeklinde

özetleyebileceğimiz gerekli mesajların gerekli yerlere ulaştırılması amacıyla yürütülen

faaliyetlerden çok, karşılıklı diyaloğa ve işbirliğine dayanan ‘yabancı halklarla angaje

olmayı ve işbirliğine gitmeyi’ ön plana alan bir kamu diplomasisi stratejisinin

benimsenmekte olduğunu göstermektedir (Fitzpatrick, 2011). Söz konusu strateji

değişikliğinin başarılı bir şekilde uygulanıp uygulanamayacağı ve dünyanın Amerika’ya

bakış açısını değişip değiştirmeyeceği büyük ölçüde Başkan Obama dönemindeki

uygulamalara bağlı olacaktır. 2010 yılının Pew Anketlerine bakıldığında, Başkan

Obama’nın yönetimi devralmasından sonra geçen kısa sürede bile ABD’ye yönelik olumlu

görüşe sahip olanların sayısında, özellikle Avrupa’da artış olduğu görülmektedir (bk. Tablo

1). Bununla birlikte, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Orta Doğu ülkelerinde 2001

öncesinin olumlu havasına dönmek hâlâ zor görünmektedir. Müslümanlar hâlâ ABD

politikalarına büyük kuşkuyla yaklaşmaktadırlar. Çünkü bölgede artış gösteren sadece

Amerika’nın askeri varlığı olmuştur.

Sonuç

Onbir Eylül 2001 saldırılarının 10. yıl dönümünün ardından ABD’de hâlâ ‘Neden bizden

nefret ediyorlar’ sorusuna yanıt aranmaktadır. Amerikan yönetimi geçen on yılda El-Kaide

terör örgütüne yönelik olarak yürütülen mücadele büyük ölçüde başarılı olmuş, terör

örgütünün lideri Osama Bin Laden Mayıs 2011’de öldürülmüştür. ABD Savunma Bakanı

Afganistan’a yaptığı ziyaret sırasında “El-Kaide örgütünü stratejik olarak yenmek üzere”

olduklarını söylemiştir (The Economist, 2011). Terör saldırılarının gerçekleştirildiği onbir

78

Eylül 2001 tarihinden bu yana Amerikan topraklarına herhangi bir saldırı olmamıştır.

Bütün bunlar ABD’nin sert gücünün başarıları olarak ön plana çıkmaktadır. Fakat

ABD’nin güvenliğini tam olarak tesis edebilmesi için yumuşak gücü de etkili olmalı,

‘kalpleri ve zihinleri kazanmalı’dır. Bu da ancak ABD’nin dış politika hedeflerinin ve

uygulamalarının karşılıklı diyalog sürecinde verdiği sözlerle uyumlu olmasıyla

mümkündür. Unutulmamalıdır ki en iyi kamu diplomasisi bile kötü bir dış politikanın

etkisini düzeltemez.

79

KAYNAKÇA

Armstrong, Matt “On Public Diplomacy: Stregthening US Engagement with the World”. 9

Mart 2010, http://mountainrunner.us/2010/03/mchale_framework.html#comment-7104

Bektaş, Arsev (2002). Siyasal Propaganda. İstanbul: Bağlam Yayınları.

Carr, Edward Hallett (1983). 1919-1939:Twenty Years Crisis. Basingstoke: Macmillan.

Clinton, Hillary R. (2009). Foreign Policy Address at the Council on Foreign Relations,

Washington D.C., July 15. http://www.state.gov/secretary/rm/2009a/july/126071.htm

Djerejian, Edward P. (2003). “Changing Minds Winning Peace: A New Strategic Direction

for U.S. Public Diplomacy in the Arab and Muslim World”. Report of the U.S. Advisory

Group on Public Diplomacy for the Arab and Muslim World, October.

http://www.publicdiplomacy.org/23.htm

“Ten Years On”, The Economist, September 3rd-9th 2011, s. 9.

Epstein, Susan B. (2006) “US Public Diplomacy: Background and the 9\11 Commission

Recommendations”. CRS Report for Congress, Updated May 1, 2006.

Fitzpatrick, Kathy R (2011). U.S. Public Diplomacy in a Post-9/11 World: From

Messaging to Mutuality. Los Angeles: Figuerora Press.

Ford, Jess T. (2006) .“US Public Diplomacy: State Department Efforts Lack Certain

Communication Elements and Face Persistent Challenges”, GAO-06-707T Report, 3 May.

Jowett, Garth S. ve O'Donnell, Victori (2006). Propaganda and Persuasion. 4th edition.

Thousand Oaks: Sage Publications, Inc.

Lord, Kristin M. (2008). “Voices of America: US Public Diplomacy for the 21th Century”,

Foreign Policy at Brookings. Washington D. C.: November.

Melissen, Jan (2007). “The New Public Diplomacy: Between Theory and Practice”,

Melissen, Jan (der.), The New Public Diplomacy: Soft Power in International Relations.

New York: Palgrave Macmillan, s. 3-27.

Memorandum for the Director, US Information Agency, From John F. Kennedy, White

House, 25 January 1963.

Nakamura, Kennon H. ve Weed, Matthew C. (2009), “US Public Diplomacy: Background

and Current Issues”. Congressional Research Service Report, December 18.

National Security Decision Directive (NSDD-77) Management of Public Diplomacy

Relative to National Security. Ronald Reagan, White House, January 14, 1983.

Nye, Joseph S. (1990a). Bound to Lead. New York: Basic Books.

Nye, Joseph S (1990b). “The Misleading Metaphor of decline,” The Atlantic Monthly.

March, s. 86-94.

Nye, Joseph S. (2004). Soft Power: The Means to Success in World Politics. New York:

Public Affairs.

Nye, Joseph S. (2009). “Get Smart: Combining Hard and Soft Power”. Foreign Affairs.

July/August.

Pew Kamuoyu Anketleri (2000, 2002, 2007,2010). http://pewresearch.org/

Rampton, Sheldon ve Stauber, John (2003). Weapons of Mass Deception: The Uses of

Propaganda in Bush’s War on Iraq. London: Constable and Robinson.

80

Snow, Nancy (2009). “Rethinking Public Diplomacy,” Snow Nancy ve Taylor, Philip M.

(Der.) Routledge Handbook of Public Diplomacy. New York: Taylor and Francis, s. 3-11.

Tiedeman, Anna (2005). Branding America: An Examination of US Public Diplomacy

Efforts after September 11, 2001. Yüksek Lisans Tezi, Tufts University, Fletcher School of

Law and Diplomacy.

Tuch Hans N. (1990). Communicating with the World: U. S. Public Diplomacy Overseas.

St. Martin’s Press.

Van Ham, Peter (2007). “Power, Public Diplomacy, and Pax Americana”, Melissen, Jan

(der.), The New Public Diplomacy: Soft Power in International Relations. New York:

Palgrave Macmillan, s. 47-66.

Zaharna, R. (2009). “Obama, US Public Diplomacy and the Islamic World”, World

Politics Review. March, s. 17-30.

81

ONBİR EYLÜL’DEN SONRA ORTA ASYA: TEK KUTUPLULUKTAN ÇOK

KUTUPLULUĞA

Anar Somuncuoğlu

Onbir Eylül 2001 saldırısı ABD’nin aktif dış politikasına meşruiyet yaratır yaratmaz Orta

Asya coğrafyası, dünya gündemine oturmuştur. Böylece yaklaşık on yıl önce Sovyet

askerlerinin terk ettiği Afganistan’a, Amerikan askerleri ayak basmıştır. Afganistan’ın

komşusu eski Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri bir anda savaşa komşu ülkeler haline geldi

ve adeta Zbigniew Brzezinski’nin tarif ettiği dev “güç boşluğu” (Brzezinski, 1997: 89)

Amerikan gücüyle doldurulmaya başlanmıştı. Orta Asya coğrafyası, onbir Eylül sürecinde

tek taraflı olarak askeri güç aracılığıyla tek kutupluluğu ilelebet kılma politikasının ilk

uygulandığı yer olmuştur. Ancak çok geçmeden aynı bölge, küresel çaptaki bir süper

gücün bölgesel güçlerin engeline takıldığı ilk bölge haline gelmiştir.

İkinci binyılın ilk on yılında Rusya ve Çin’in uluslararası arenada güçlerini artırmaları

onbir Eylül’den bağımsız olarak başlasa da, ABD’nin yaptığı hatalardan dolayı bu süreç

normalden daha hızlı gerçekleşmiştir. Bunun örneğini Orta Asya’da kolayca görmek

mümkündür. Bununla birlikte ABD’nin Orta Asya’ya doğru yaptığı hamlenin tamamen

başarısızlıkla sonuçlandığını söylemek mümkün değildir. Afganistan’a yerleşerek bölgesel

denkleme dâhil olan süper güç, Rusya’nın bölgedeki tartışmasız üstünlüğünü zedelemiştir.

Çin’in Orta Asya ile artan ekonomik ve enerji işbirliği de hesaba katıldığı zaman, bölgede

Rusya hesabına bölgesel birçok kutupluluğun oluştuğu söylenebilir.

Rusya’nın ‘Arka Bahçesi’

ABD Orta Asya hamlesini başlattığı sırada, eski Sovyet coğrafyası Rusya’nın etkisi altında

bulunuyordu. Buradaki devletler, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) adı altında gevşek

bağlarla birbirine bağlıydı. Açık denizlerden ve dünyanın gelişmiş bölgelerinden uzak

konumuyla Orta Asya bölgesi ise, tamamen Rusya’nın “arka bahçesi” görünümündeydi.

Orta Asya, yüzyıllardır adeta tarihin donduğu bir bölgeydi. 16. yüzyılda ticaret yollarının

değişmesiyle beraber dünya ticaretindeki kilit önemini kaybeden Orta Asya, yavaş yavaş

askeri, siyasi, ekonomik ve sosyal gerilemeye maruz kalmıştır (Togan, 1981: 112-113).

Uluslararası politika açısından bu gerilemenin temel sonucu, Orta Asya merkezli büyük

güçlerin tarih sahnesinden silinmesi olmuştur. Emperyalizm çağında ise Orta Asya’nın

bölge dışı büyük güçlerin nüfuzu altına girmesi kaçınılmazdı.

82

Avrasya düzlüklerinde “steplerin egemenliğinin” (Sander, 1999: 47) sona ermesi,

Rusya’nın güçlenmesi ile paralel yürümüştür. 16. yüzyılın ortasında Kazan, Astrahan ve

Sibir Hanlıklarının Rusya tarafından yıkılmasıyla Sibirya ve Orta Asya’nın kapıları Rusya

için açılmıştır. Rusya’nın askeri üstünlüğüne rağmen yüzyıllar devam eden bu yayılmanın

Orta Asya ve Sibirya’daki temel özelliği, önünde durabilecek hiçbir büyük gücün

olmamasıydı. Buna rağmen Rusya’nın genişlemesi yüzyıllara yayılmış, nihayet 19.

yüzyılın sonunda Rusya, Orta Asya hanlıklarını ortadan kaldırarak Afganistan hududuna

dayanmıştır. ‘Büyük Oyun’ olarak adlandırılan Rusya ve İngiltere arasındaki nüfuz

mücadelesi sonucunda Afganistan bir tampon ülke haline gelmiştir.

Afganistan üzerindeki ihtilafa rağmen, Orta Asya üzerindeki Rus egemenliği hiçbir güç

tarafından sorgulanmamış ve kayda değer dış engelle karşılaşmamıştır. Bu şartlar altında

20. yüzyılın sonuna kadar Rusya, ardından Sovyetler Birliği, bölgenin tek hâkimi olarak

kalmıştır. Şaşırtıcı değildir ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Orta Asya’da beş

bağımsız devlet ilan edilmesinden sonra da Rus karar vericileri buradaki nüfuzun devam

edeceğini düşünmüştür. Boris Yeltsin’in yönetimi öncelikle Rusya’nın durumuna

odaklanmış ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına önayak olmuştur.1 Ancak Yeltsin ekibinin

Rusya’nın yüzyıllar boyunca elde ettiği topraklardan bu kadar kolayca vazgeçmesinin bir

sebebi de, boşalttığı topraklarda kurulan yeni devletlerin zayıf ve Rusya’ya bağımlı olacağı

düşüncesiydi.

Yukarıdaki görüş özellikle Orta Asya açısından geçerli gibi görünüyordu. Rusya, İran,

Afganistan ve Çin arasında bulunan Orta Asya’nın, İran ve Afganistan’dan muhtemel

istikrarsızlığa ve Çin’den muhtemel baskıya maruz kalmamak için güvenlik alanında

ümitlerini Rusya’ya bağlayacağı düşünülebilirdi. Nasıl emperyalizm çağında Orta

Asya’nın herhangi bir Batılı gelişmiş gücün yakınında olmaması Rusya İmparatorluğu

tarafından kolayca kapsanmasına yol açtıysa, bugünkü şartlarda Rusya’nın hegemonyası

altında kalmak Orta Asya’nın kaderiymiş gibi görünüyordu.

Üstelik bu yeni hâkimiyet tarzında Rusya bölge nimetlerinden yararlanmaya devam

ederken sorumlulukları önemli ölçüde azalıyordu. Artık Sovyetler Birliği zamanında

olduğu gibi her yıl Orta Asya bütçelerine merkezi bütçeden para ayırmak gerekmiyordu.

1 8 Aralık 1991 tarihinde Belarus cumhuriyetinin başkenti Minsk’te Sovyetler Birliği’nin üç kurucu

cumhuriyeti olan Rusya, Ukrayna ve Belarus devlet başkanları, Sovyetler Birliği’nin lağvedildiğine ve

Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurulduğuna dair anlaşma imzalamıştır. Bağımsız Devletler

Topluluğu’nun Kuruluş Anlaşması (Соглашение о создании Содружества Независимых Государств), 8

Aralık 1991. bk. http://www.cismission.mid.ru/ii1_1.html

83

Buna karşılık Sovyet geçmişinden devam eden askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel bağlar

Orta Asya cumhuriyetlerini sağlam bir şekilde Rusya’yla birleştirmeye devam ediyordu.

Belki daha da önemlisi, Orta Asya dünya piyasalarına ve açık denizlere uzaktı ve ulaştırma

altyapısı (karayolları, demiryolları, boru hatları) sadece Rusya üzerinden geçiyordu. Bu

husus, Rusya’ya bağımlılığın aşılmasını son derece güç kılıyor, bölge ülkelerinin hareket

özgürlüğünü sınırlıyordu.

Coğrafyanın ve ulaştırma altyapısının oluşturduğu engel, kara ve demiryoluyla taşınabilen

hammaddeler için aşılabilir nitelikteydi. Ancak bu engel boru hatları aracılığıyla taşınan

petrol ve doğal gaz açısından hayati önem taşımaktaydı. Bu durum, enerji zengini Orta

Asya cumhuriyetlerinin- Türkmenistan ve Kazakistan’ın Rusya’ya siyasi olarak bağımlı

olması anlamına gelmekteydi. Bu nedenledir ki, 1990’lı yıllarda ABD tarafından ortaya

atılan Doğu-Batı enerji bağlantısı önerisi, her şeyden önce siyasi öneme sahipti.

Bölgedeki Rusya hâkimiyetini ilk sarsan gelişme, büyük Batılı enerji şirketlerinin bölgeye

girmesi olmuştur. Batılı büyük şirketler aracılığıyla bölgeye giriş yapan ABD, başlangıçta

Türkiye aracılığıyla bölgenin Batı ile ilişkilerinin gelişmesini tercih etmiştir. Ne var ki

Rusya ve İran’ın başta zannedildiği gibi engel olmadığı görülünce, ABD bölge

yönetimleriyle doğrudan ekonomik, siyasi ve askeri bağları geliştirmeye başlamıştır (Onis,

2001: 1). Orta Asya ve Batı arasında enerji bağlantısının kurulması hedeflenmiş, tasarlanan

şemada Türkiye’ye kilit rol biçilmiştir. Geliştirilmekte olan projelere göre Orta Asya doğal

gaz ve petrolü Hazar’ın altından Güney Kafkasya bölgesine, arkasından da Türkiye

üzerinden Avrupa’ya taşınacaktı. Ancak söz konusu projeler muazzam maliyete, Hazar

hukuki statüsünün çözümsüzlüğüne, Rusya ve İran muhalefetine takılıyordu. Gerçekleştiği

takdirde Orta Asya’da Rusya’nın nüfuzunu önemli ölçüde azaltma potansiyeline sahip olan

bu projelerin önündeki engellerin bugün de aynen devam ettiği belirtilmelidir.

1990’larda ulaştırma altyapısı faktörü dışında Orta Asya’nın Rusya’ya bağımlı olmasının

diğer bir sebebi, bölge ülkelerinin kendi dış güvenliklerini sağlayabilecek durumda

olmamalarıydı. 1990’larda milli ordularını inşa etmeye başlayan bölge devletleri,

Afganistan gibi yılların istikrarsızlık yuvasından ve “devrimci” İran’dan potansiyel tehdit

algılıyordu. Geçmişte bölgenin büyük kısmını işgal eden ve şimdi gücü giderek tırmanan

Çin ile baş başa kalmak da tedirginlik yaratıyordu. Bunun içindir ki 1990’lı yıllar boyunca

Orta Asya devletleri Rus sınır muhafızlarının Orta Asya’nın dış sınırlarında görev

yapmalarına izin vermiştir. Kendisini dünyadan tecrit eden Türkmenistan hariç 1999’a

kadar bütün Orta Asya devletleri, Rusya’nın kurduğu ortak savunma alanı içerisinde

84

bulunuyordu. Ancak 1990’ların sonunda Afganistan’daki durumdan dolayı Orta Asya

devletlerine hayati tehdit yöneldiği sırada Rusya’nın çözüm getirememesi, gerçek manada

Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu sarsmıştır.

ABD’nin Askeri Girişi

Sovyetler Birliği’nin çekilmesinden sonra kalıcı istikrara kavuşamayan Afganistan, değişik

silahlı grupların mücadele alanı haline gelmiştir. 1990’lı yılların ilk yarısında Özbek ve

Türkmenlerin yaşadığı Afganistan bölgelerinde istikrarın korunması, Orta Asya

cumhuriyetleri için bir tampon bölge yaratmıştı. Bununla birlikte Afganistan’da

Tacikistan’daki kadar Taciklerin yaşaması2 ve silah dolu Afganistan’dan sınır geçişlerinin

kontrol edilememesi 1992-1997 İç Tacik Savaşı’na istikrarsızlaştırıcı bir unsur katmıştı.

Yine de 1990’ların ortasına gelindiğinde Tacik milis güçleri Afganistan’ın güneyinde

yükselen radikal dinciliğe karşı Orta Asya’yı koruyan bir ara bölge oluşturmuştu.

Rusya’nın Afganistan işgali sırasında Pakistan’daki medreselerde yetişen gençler arasında

ortaya çıkan radikal dinci Taliban hareketi 1990’lı yılların ikinci yarısında Afganistan’ın

en büyük etnik grubu Peştunlar arasında yayılmıştır. Dahası Orta Asya devletlerinin

Taliban’dan algıladıkları tehdidi hiçe sayan ABD, Pakistan üzerinden Taliban’ın

yayılmasını dolaylı olarak desteklemekteydi (Nojumi, 2008: 97-109).

1990’ların sonunda Taliban’ın Afganistan’ın neredeyse tamamını ele geçirmesi, Orta Asya

güvenliği açısından acil durumu doğurmuştur. 1998’de Kuzey Afganistan’ın başkenti

durumundaki Mezar-ı Şerif şehri, Taliban tarafından ele geçirilmiş, Taliban’a karşı Özbek,

Tacik, Hazara ve Türkmen milis güçlerinden oluşan Kuzey İttifakı birçok yenilgiye

uğramış, Özbek güçleri dağıtılmış, Kuzey İttifakı’nın kontrolünde sadece Tacikistan’la

sınır bölgeler kalmıştı (Maley, 2002: 227-231). Kuzey Afganistan’ın çoğu kısmını ele

geçiren Taliban, başta Özbekistan olmak üzere Orta Asya cumhuriyetlerini yıkmaya

amaçlayan Özbekistan İslami Hareketi’nin (ÖİH) militanlarının Afganistan’da üslenmesine

izin vermiştir. Böylece 1999’da Kırgızistan ve Özbekistan’da saldırılarda bulunmaya

başlayan teröristler için Afganistan’da güvenli bölgeler oluşturulmuştur. Netice itibariyle

2000’a gelindiğinde korkulan olmuş, Afganistan’daki istikrarsızlık Orta Asya

cumhuriyetlerine doğru yayılmaya başlamıştır.

2 Bugün iki tarafta yaklaşık olarak yedişer milyon Tacik’in yaşadığı tahmin edilmektedir.

http://data.worldbank.org/country/afghanistan

https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/af.html

https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ti.html

85

Mezar-ı Şerif’in düşmesi ve Kuzey İttifak güçlerinin yenilmesiyle, 1990’ların ilk yarısında

Orta Asya devletleri ve Rusya’nın destekledikleri güvenlik şeması çökmüştür. Kuzey

Afganistan, Orta Asya cumhuriyetlerini Afganistan’daki istikrarsızlıktan koruyan ara bölge

görevini yitirmiştir. Bu güvenlik şemasına bel bağlayan ve terörist saldırıların başlıca

hedefi haline gelen Özbekistan yönetimi, zor durumda kalmıştır. Özbekistan kadar olmasa

da, aynı şeyi diğer Orta Asya cumhuriyetleri açısından da söylemek mümkündür. 1999-

2000 terörist saldırılar sırasında Orta Asya cumhuriyetlerinin kendi güvenliklerini

sağlamak konusunda hazırlıklı olmadıkları ortaya çıkmıştır. Tacikistan’dan Kırgızistan ve

Özbekistan’a sızan militanların faaliyetleri, güvenlik güçlerinin geniş çaplı operasyonlarına

rağmen uzun süre kontrol altına alınamamıştır (Cornell, 2006: 45-46). Eninde sonunda

teröristler püskürtülse de, Taliban kontrolündeki komşu Afganistan’da üslendikleri için bu

problemin kalıcı çözümü mümkün olmamıştır.

Orta Asya’daki bu gelişmeler Orta Aya’nın güvenliğini sağlamak açısından Rusya’nın

yeterli olmadığını göstermiştir. 1999-2000 döneminde Orta Asya devletleri tarafından

Rusya’nın korumasına ihtiyaçları artmıştır. Ancak Rusya’nın Afganistan’a bulaşmanın ne

isteği ne de gücü bulunuyordu. Rusya zaten 1999’da başlayan yeni Çeçenistan

operasyonunu yürütmekle meşguldü. 1999-2000 yıllarında Kırgızistan ve Özbekistan’ın

maruz kaldığı terörist saldırılara ve Taliban’ın Çeçenlere destek göstermesine cevaben

Rusya, Taliban’a yönelik önleyici vuruş tehdidinde bulunmakla yetinmiştir (Traynor,

2000: 1). Orta Asya ülkelerine askeri yardımda bulunan Rusya, 1999’da Kırgızistan’ın

yardım çağrısına rağmen bölgeye asker göndermeyeceğini açıklamıştır (Jonson, 2006a: 65-

66). Afganistan’dan yönelen tehdidin Rusya tarafından kaldırma ihtimalinin olmadığı bir

ortamda, Tacikistan hariç bütün Orta Asya yönetimleri Taliban’la uzlaşma yolunu aramak

zorunda kalmışlardır (Jonson, 2006a: 73).

Taliban’ın sadece Orta Asya’yı tehdit eden ÖİH’ye değil, ABD’ye karşı saldırılarda

bulunan El Kaide’ye de üslenme imkânını vermesi, ABD’nin Afganistan politikasının da

çöktüğüne işaret ediyordu. Böylece Taliban’ın Afganistan’da palazlanmasına ses

çıkarmayan ve hatta doğal gaz boru hattı gibi projeler konusunda anlaşma hayallerini kuran

ABD yönetimi politikasını değiştirerek, Taliban’a siyasi ve askeri yaptırımlar uygulamaya

başlamıştır (Maley, 2002: 248-250). İşte onbir Eylül, daha kararlı adımların atılması için

bulunmaz bir fırsat olarak ortaya çıkmıştır. Bu fırsat aynı zamanda, Rusya’nın

yürütemediği güvenlik sağlayıcısı rolünün ABD tarafından üstlenmesi ve dolayısıyla bir

anda Orta Asya güvenliği açısından kilit güç haline gelmesi fırsatıydı.

86

Onbir Eylül saldırılarından yara alan ABD’nin ilk karşılığı, Afganistan’da Taliban’ı

yıkmak olmuştur. Süreç içinde Taliban’ı devirerek Orta Asya güvenliğini sağlamak, Rusya

ve ABD’nin ortak amacı olup çıkmıştır. Orta yol bulmak durumunda kalan Putin yönetimi,

Orta Asya cumhuriyetlerinin ABD ile askeri işbirliğine girmelerine ses çıkarmamıştır. Çok

geçmeden Kabil’e giren Kuzey İttifakı güçlerinin Rusya’nın da yardımıyla toparlandığı ve

silahlandırıldığı da unutulmamalıdır (Jonson, 2006A: 83-85).

Ne var ki, Rusya’nın Taliban’ı düşürmek uğruna ABD ile işbirliği yapmak durumunda

kalması, Rusya’nın Orta Asya’daki nüfuzunu önemli ölçüde sarsmıştır. Bir kere Rusya’nın

krizdeki rolüne rağmen, Orta Asya’nın temel güvenlik problemini çözen ABD olmuştur.

İkincisi, bu süreçte Özbekistan ve Kırgızistan ile yapılan anlaşmalar sonucunda iki ülkede

de Amerikan askeri üsleri, buna ek olarak Özbekistan’da bir Alman üssü ve Tacikistan’da

NATO pilotlarının kullandığı küçük bir üs açılmıştır. Rusya’nın arka bahçesi olarak

addedilen bu topraklara Amerikan askeri üslenmekle kalmamış, Afganistan operasyonu

öne sürülerek aktif çatışmaların çok uzağında olan Gürcistan ve Azerbaycan ile ABD’nin

askeri işbirliği kat kat artmıştır.

Rusya’nın Karşı Tedbirleri

ABD’nin Orta Asya’daki güvenlik sağlayıcısı rolünün üstlenmesiyle birlikte nüfuzu

sarsılan Rusya’nın cevabı, Orta Asya’da aktifleşmesi olmuştur. Şüphesiz Rusya’nın

harekete geçmesini sağlayan tek faktör ABD’nin bölgedeki nüfuzunu dengeleme ihtiyacını

duyması değil, aynı zamanda 1990’lı yıllardan farklı olarak buna artık muktedir olmasıdır.

Aslında 2000’li yılların başında Rusya’nın iç politik ve ekonomik olarak toparlanması,

bağımsız bir faktör olarak ele alınmalıdır. Nitekim Rusya’nın Orta Asya’da aktifleşme

süreci ABD’nin bölgeye askeri olarak yerleşmesinden önce başlamıştır.

1990’lı yıllar boyunca Orta Asya’ya yönelik olarak tutarlı ve sürekli politikalar

izleyemeyen Rusya, iç politik krizler ve ekonomik gerileme ile karşı kaşıyaydı. 1999-2000

yıllarında ise devletçi devlet bürokrasisi tarafından iktidara taşınan Vladimir Putin, otoriter

yollarla karar alma ve uygulama sürecindeki zafiyeti aşmıştır. Bu sürecin dış politik

yansıması eski Sovyet alanındaki Rus etkisinin yeniden inşa etme çalışmaları olmuştur.

Kayda değer ilk adımlardan birisi, 1990’lı yıllarda Rusya öncülüğünde kurulan ve bölge

devletlerini içeren bütünleşme örgütlerinin güçlendirilmesi olmuştur.

2001’e gelindiğinde Orta Asya’da faaliyet gösteren iki uluslararası güvenlik yapılanması

mevcuttu. Bunlardan birisi Rusya’nın başını çektiği Kolektif Güvenlik Anlaşması, diğeri

87

ise Şangay Beşlisi’dir. Kolektif Güvenlik Anlaşması, sadece eski Sovyet devletlerinin

ortak savunma konularını kapsarken, Şangay Beşlisi adıyla tanınan Çin, Kazakistan,

Kırgızistan, Tacikistan ve Rusya forumu ise Çin ile sınırı olan eski Sovyet cumhuriyetleri

ve Çin arasında güveni tesis etmek ve iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmek amacını

taşıyordu. Çin’in Orta Asya ve Rusya sınırlarının Çin’in zayıf olduğu dönemde çizildiği,

bu sınırları belirleyen anlaşmaların Çin tarafından emperyalizm kalıntısı olarak sayıldığı,

1990’larda Rusya’nın zayıflamasına karşılık Çin’in büyüyen bir dev olarak algılandığı

dikkate katılmalıdır. Bu şartlar altında Orta Asya cumhuriyetlerinin ve Rusya’nın bir an

önce Çin ile ilişkileri iyileştirmek, sınır ihtilaflarını çözmek ve sınırlarda güven arttırıcı

tedbirleri almak istemeleri şaşırtıcı değildir.

Üstelik 1990’ların ortasına gelindiğinde Rusya, Balkanlarda ve eski Sovyet alanında

ABD’nin faaliyetlerinden rahatsızlık duyuyordu. Bu şartlar altında Rusya’nın karar

vericileri, ABD’nin küresel hâkimiyetin peşinde olduğu, küresel çapta Rusya’nın bu

yönelime karşı koyamayacağı, bu anlamda Çin gibi ülkelerle işbirliğinin elzem olduğu

sonucuna varmışlardır (Rangsimaporn, 2009: 39). Bu çerçevede Rusya ve Çin, sırasıyla

1996’da ve 1997’de ABD’nin tek kutupluluğunu sorgulayan stratejik işbirliği ve çok

kutupluluk deklarasyonlarını imzalamıştır.3

Görüldüğü gibi, Rusya’nın Orta Asya’da Çin ile işbirliği yapmasını sağlayan bir dizi

bölgesel ve küresel çaptaki sebep bulunuyordu. Rusya’nın amacı Orta Asya’da ABD’nin

nüfuzunu sınırlandırmaktı ve üstelik bu amaç daha ABD’nin bölgeye askerlerini sevk

etmeden önce belirlenmişti. Bu amaçla 15 Haziran 2001’de Çin’in Şangay şehrinde Şangay

Beşlisi ve Özbekistan, Şangay İşbirliği Örgütü’nü kurmuşlardır.4 Böylece 1999’da Kolektif

Güvenlik Anlaşması’ndan ayrılan Özbekistan, Rusya’nın tek başına hâkim olduğu

Anlaşmayı değil, ancak Rusya ve Çin’in liderlik yaptığı Şangay İşbirliği Örgütü’nü (ŞİÖ)

tercih etmiştir. Tam da bu sebeple ŞİÖ Orta Asya devletleri açısından Rusya’nın Çin ile

dengelendiği bir model işbirliği olarak görünmektedir.

Her ne kadar Rusya, çok kutupluluk söylemi çerçevesinde Çin ile yakın işbirliğine devam

etse de, Orta Asya’da ŞİÖ yerine kendi kurduğu teşkilatları öne çıkarmaya çalışmıştır.

3 Rusya-Çin Deklarasyonu (Совместная Российско-Китайская Декларация), 25 Nisan 1996,

http://bestpravo.ru/fed1996/data05/tex19068.htm;

Çokkutuplu Dünya ve Yeni Dünya Düzeninin Oluşması Konusunda Ortak Rusya-Çin Deklarasyonu

(Российско-Китайская Совместная Декларация о Многополярном Мире и Формировании

Международного Миропорядка), 23 Nisan 1997, http://law7.ru/base47/part3/d47ru3664.htm 4 Şangay İşbirliği Örgütü’nün resmi internet sitesi, http://www.sectsco.org/EN/brief.asp

88

Böylece Ocak 2000’de Avrasya Ekonomik Topluluğu, 2002’de ise Kolektif Güvenlik

Anlaşması Örgütü kurulmuştur. İki örgüt de 1990’lı yıllarındaki Rusya’nın eski Sovyet

alanını tekrar bütünleştirmeye yönelik anlaşmalarının devamı niteliğindedir.

Sovyetler Birliği dağılsa da Rusya, eski Sovyet topraklarında savunmanın ortak olması

gerektiği kanısındaydı. Bu amaçla 15 Mayıs 1992’de Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te

Rusya, Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan arasında

Kolektif Güvenlik Anlaşması imzalanmıştır.5 Bir üyesine yapılan saldırının bütün üyelere

yapılmış sayılacağını ilke olarak kabul eden bu güvenlik işbirliği, 7 Ekim 2002’de

uluslararası bölgesel bir örgüte dönüştürülmüştür.6

Güvenlik alanındaki örgütlenmelere ek olarak Rusya, bölgeyle ekonomik işbirliğini de

sıkılaştırma yoluna gitmiştir. Bu süreçte 1990’lardan itibaren Rusya’nın Orta Asya

devletleriyle kurmaya çalıştığı Gümrük Birliği’nin artık Avrasya Ekonomik Topluluğu’na

dönüştüğü açıklanmıştır.7 Bu adım eski Sovyet alanında gerçekte bir ekonomik topluluğun

kurulduğu anlamına gelmese de, Rusya’nın bölgedeki hedeflerini yükselttiğini

gösteriyordu.

Rusya’nın diğer önemli adımı bölgedeki askeri varlığını sağlamlaştırmak olmuştur. Bu

amaçla Kırgızistan ile yapılan anlaşma sonucunda 2003’de bu ülkede Rus askeri üssünün

kurulması kararlaştırılmıştır. Böylece Kırgızistan, aynı anda hem Amerikan hem Rus

üslerini ilk ve tek ülke haline gelmiştir. Tacikistan’da ise Sovyet döneminden kalan ve

1992-1997 Tacik İç Savaşı sırasında müdahale eden Rus birlikleri zaten mevcuttu.

1990’lardan itibaren Rusya, Tacikistan’daki varlığını sağlamlaştırmak için uğraşıyordu.

Tacikistan’da konuşlanan 201. tümene askeri üs statüsünün kazandırılması için 1999’da bir

anlaşma imzalanmış, ancak onaylama süreci tanımlanmamıştı (Jonson, 2006b: 62). 2003-

2004’de yapılan görüşmeler neticesinde üssün statüsü ve yerleşimi konusu sonuca

bağlanmıştır.8 201. askeri üs adını alan tümenin asker mevcudiyeti yaklaşık olarak yedi bin

5 Kolektif Güvenlik Anlaşması (Договор о коллективной безопасности), Kolektif Güvenlik Anlaşması

Örgütü’nün resmi internet sitesi, http://www.dkb.gov.ru/b/azb.htm 6 Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün Tüzüğü (Устав Организации договора о коллективной

безопасности), Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün resmi internet sitesi,

http://www.dkb.gov.ru/b/azg.htm 7 Avrasya Ekonomik Topluluğu’nun Kuruluş Anlaşması (Договор об учреждении Евразийского

Экономического Сообщества), 10 Ekim 2000, Avrasya Ekonomik Topluluğu’nun resmi internet sitesi

http://www.evrazes.com/about/history 8 Rusya Federasyonu ve Tacikistan Cumhuriyeti hükümetleri arasında Rus askeri üssüne ait taşınmaz mallar,

arsaların kapsamı ve sınırları ile ilgili anlaşma (Соглашение между правительством Российской

Федерации и Правительством Республики Таджикистан об объектах недвижимости, количестве и

89

iken, Kırgızistan’daki Kant askeri hava üssünde 2006 itibariyle 5 SU-25 bombardıman

uçağı ile 300 personel bulunuyordu (Lyaşenko, 2006).

Tacikistan’ın hassas durumu bu ülkenin Rusya için olan önemini belirlemiştir. Bu durumun

bileşenleri arasında 1990’lı yıllarda istikrarsızlığın yaşanması, bu istikrarsızlığın

sonucunda Afganistan’daki Tacik güçlerinin Tacikistan’a etki etme yetisine ulaşması,

Rusya’nın desteklediği İmamali Rahmonov yönetiminin karşısındaki muhalefetin dinci

kimliğe sahip olması ve Afganistan’dan Rusya’ya akan uyuşturucu ticaretinin çoğunlukla

Tacikistan üzerinden geçmesi gibi faktörleri saymak mümkündür. Bu faktörler

Tacikistan’da Rus askerlerinin Sovyet döneminden beri hiç çekilmemesini ve Orta

Asya’daki en büyük Rus askeri varlığı olmasını belirlemiştir. Ne var ki, askeri alandaki

Rusya’nın etkisi her zaman Rusya’nın istediği şekilde gelişmemiştir. Her ne kadar

Rahmonov’un iktidarı Rus silahları sayesinde güçlendiyse de, Tacikistan yönetimi Rus

askeri etkisinin sınırlarını çizmiştir. İlginçtir ki Rusya, hem eski Sovyet ülkelerinde askeri

varlığını korumak istiyor hem de bunu ucuza getirmek istiyordu. Rusya ile yıllara uzayan

askeri üs pazarlığı sırasında Tacikistan yönetimi, hiç olmazsa bunun ekonomik karşılığının

yükseltilmesi için uğraşmıştır (Jonson, 2006B: 63). Tacikistan özellikle Afgan-Tacik

sınırından Rus sınır muhafızlarının çekilmesi konusunda kararlı davranmıştır (Jonson,

2006B: 63-67). Tacikistan’ın kararlı tutumu karşısında Rusya, istemeyerek de olsa

kademeli olarak kendi askerlerini Afgan-Tacik sınırından çekmek durumunda kalmıştır

(McDermott, 2005).

‘Renkli Devrimler’ Süreci

Orta Asya’da bu gelişmeler yaşanırken, hem eski Sovyet alanının genelinde hem de

küresel alanda Rusya’nın gücü ABD tarafından sorgulanmayla karşı karşıya kalmıştı.

Onbir Eylül sadece ABD’nin Orta Asya’ya girişine zemin hazırlamakla kalmamış, ABD ve

Rusya arasındaki stratejik dengenin ortadan kaldırılması için de uygun ortam yaratmıştır.

Sahip olduğu ekonomik kapasite açısından üçüncü dünya ülkeleriyle karşılaştırılan

Rusya’nın stratejik silahlar konusunda ABD ile denk güce sahip olması, ABD’yi rahatsız

ediyordu. ABD yönetimine göre 1972 ABM Amerikan-Sovyet anlaşması artık ABD’nin

tek süper güç statüsüne uygun değildi ve Soğuk Savaş’la birlikte tarihin derinliklerine

gömülmeliydi. Hatırlanırsa, ABM Anlaşması Soğuk Savaş döneminde iki süper gücün

kıtalararası füzelere karşı savunma sistemlerini sadece başkentleri etrafında bulunmasına

границах земельных участков, отводимых под Российскую военную базу, и местах их расположения

на территории Республики Таджикистан), 16 Ekim 2004, http://law7.ru/base85/part8/d85ru8360.htm

90

izin veriyordu. “Dehşet dengesinin” oluşmasına imkân sağlayan bu anlaşma, nükleer

savaşın başlaması durumunda iki tarafın da kesin mahvını garantiliyor, dolayısıyla iki

tarafı da nükleer saldırı yapmaktan alıkoyuyordu. Ne var ki Rusya ile yapılan

müzakerelerin ardından ABD 1972 ABM anlaşmasından çekilmiş, ABD’yi diğer nükleer

güçlerden üstün kılacak füze kalkanının kurulması sürecini başlatmıştır.

Stratejik dengeyi ortadan kaldıracak adımlarla paralel olarak, eski Sovyet alanında

Rusya’nın nüfuzunu kıracak bir dizi adımların atıldığı da görülmüştür. Aslında onbir1

Eylül sonrasında eski Sovyet alanında uygulanan Amerikan politikalarının tasarımı

1990’ların başında yapılmıştı. Temel amaç Rusya’nın bir büyük güç olarak uluslararası

politikaya geri dönmesini engellemekti. Eski Sovyet alanındaki Rusya’nın varlığı, Rusya

büyük güç kimliğinin olmazsa olmaz parçası olduğundan, bu bölgede Rus nüfuzunun

azaltılması hedeflenmiştir. Bu doğrultuda eski Sovyet ülkelerinin bağımsızlıklarının

desteklenmesi ve Batı ile bütünleşmesini sağlayacak ekonomik ve siyasi geçişlerine yardım

etme politikaları izleniyordu. Ne var ki 1990’ların ilk yarısında bu amaçların ancak

Rusya’nın rızası ve yardımıyla yapılabileceği kabul edilmişti ve öncelikle Rusya’nın

Batılılaşması ve liberalleşmesini amaçlayan ünlü ‘Russia first’ politikası bu kabule

dayanıyordu. Bununla birlikte baştan beri Rusya’nın Batı çıkarlarını kabul edip orta

büyüklükte bir Avrupa ülkesi olmaya kabul edip etmeyeceği konusunda ciddi şüpheler

mevcuttu. Çok geçmeden, 1990’ların ikinci yarısında ABD yönetimi tek kutupluluğun

sürdürülmesi için daha kararlı adımların atılması gerektiği kanaatine varmıştır. Bu

doğrultuda 1997’ye gelindiğinde NATO’nun eski Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesine

karar verilmiştir (Rubinstein, 2003: 82-83). Artık eski Sovyet alanının Rusya ile birlikte

değil, Rusya’ya rağmen Batı ile nasıl bütünleştirilebileceğinin planları yapılmaya

başlanmıştı. Bununla birlikte bu planlar doğrultusundaki politikalar belirli sınırları (eski

Sovyet ülkelerinin NATO’ya dâhil etme çalışmaları, Amerikan üslerinin kurulması gibi)

aşmamıştır. Bu sınırların aşılması, onbir Eylül rüzgârıyla mümkün olmuştur.

Başlangıçta Orta Asya’ya Amerikan askerlerinin üslenmesi Rusya tarafından daha büyük

amaç uğruna (Taliban’ı düşürmek) sineye çekilmişti. Ancak ABD yönetimi sadece askeri

olarak Orta Asya’ya yerleşmekle kalmamış, bölge ülkelerinin iç siyasetini doğrudan

etkileyecek adımları da atmaya başlamıştır. Özellikle Kırgızistan’da Askar Akayev

yönetimine karşı örgütlenen muhalefete ABD’nin teknik desteği büyük olmuştur. Bu

destek evrensel demokratik değerlere dayandırılsa da, iç politikadaki değişimlerin dış

politikadaki değişimleri tetiklemesi bekleniyordu. Nitekim aynı dönemde eski Sovyet

91

alanının diğer kısımlarında meydana gelen ‘demokratik devrimlerin’ dış politika

devrimlerine ve Rus nüfuzunun azalmasına yol açmıştır.

Hatırlanacağı üzere 2003’de Gürcistan, 2004’te ise Ukrayna’da gerçekleşen halk

protestoları karşısında yapılan seçimler yenilenmiş ve iki ülkede de ABD’nin desteklediği

muhalefet iktidara gelmiştir. “Renkli devrimler” adını alan ve demokratikleşme iddiasıyla

gerçekleşen bu iktidar değişiklikleri, iki ülkede de Batı yanlısı yeni yönetimlerin NATO’ya

girme çabalarıyla sonuçlanmıştır. Rusya açısından bakılırsa bu, ‘kırmızı çizgilerin’

çiğnenmesi anlamına geliyordu. Yeni yönetimlerin tutumlarını ‘düşmanca’ olarak

algılayan Rusya, Gürcistan ve Ukrayna’nın genç “devrimci” hükümetlerini dize getirmeyi

amaçlayan bir dizi ekonomik yaptırım uygulamıştır. Bunlardan en ünlüsü şüphesiz,

Ukrayna ve Rusya arasında yapılan ve Avrupa ülkelerinde doğal gaz yetersizliğine yol

açan doğal gaz ‘savaşlarıydı’.

2005 yılına gelindiğinde, Gürcistan ve Ukrayna’nın yeni yönetimleri ile uğraşan Rusya,

Orta Asya’da da müttefikini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Mart 2005’te

Kırgızistan’ın devlet başkanı Askar Akayev, şüpheli parlamento seçimlerinin ardından

Gürcistan ve Ukrayna’dakine benzer halk protestoları karşısında iktidardan çekilmek

zorunda kalmıştır. Ne var ki diğer ülkelerde oldukça barışçıl bir şekilde ve devletin temel

faaliyetleri aksamadan gerçekleşen süreç Kırgızistan’da hükümet binalarının kalabalıklar

tarafından basılması, devlet başkanının kaçması ve güvenlik güçlerinin birkaç gün süreyle

başkent Bişkek’ten kaybolması şeklinde gerçekleşmiştir.9

Kırgızistan’da yaşananlar ABD tarafından ‘demokrasinin zaferi’ olarak selamlanmıştır.

Dünyanın demokratikleşmesini uzun vadeli Amerikan çıkarı olarak ilan eden Bush

yönetimi açısından Kırgızistan’daki iktidar değişikliği bölge ve dünya güvenliği açısından

olumlu olmuştur. Ne var ki, olaylar sonucunda Bişkek’te birkaç gün süreyle devlet temel

işlevini gerçekleştiremez hale gelmiştir. Üstelik daha sonra yaşanan süreçten anlaşılacağı

gibi, Kırgızistan’da yapısal bir değişiklik yaşanmamış, sadece yönetime yeni güç odakları

gelmiştir. Akayev yönetiminin yerine kurulan Kurmanbek Bakiyev yönetimi, yolsuzluklar

ve akraba kayırmacılığı konusunda eskisini aratmamıştır. Bölgenin en sakin ülkesinin

birkaç yıl içinde bir anda istikrarsızlaşması ve devlet zafiyetinin kronik hale gelmesi, bölge

yönetimleri tarafından hızlı demokratikleşmenin zararlarını sergilemek için kullanılmıştır.

ABD yönetimi tarafından selamlanan iktidar değişikliği, bölgesel istikrara ve iç istikrara

9 Bu konuda ayrıntılı olarak bk. Erica Marat (2006).

92

olumlu katkıda bulunmadığı gibi, demokrasinin itibarını sarsmıştır. Üstelik süreç içinde

daha önce ABD’nin bölgeye girişini hoş karşılayan bölge yönetimleri, ABD’yi artık

güvenlik unsuru olarak değil, güvenlik zedeleyici bir faktör olarak algılamaya başlamıştır.

ABD’nin Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’daki iktidar değişikliklerini desteklemesi Orta

Asya’daki yönetimleri ürkütmüştür. Gelişmelere cevaben bölge yönetimleri muhalefete

karşı tedbirleri sıkılaştırmışlar ve ABD STK’larının faaliyetlerinin sınırlandırmışlardır.

Yaklaşık olarak 2004’den itibaren ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki Özbekistan,

ABD’nin eski Sovyet alanındaki ve Orta Asya’daki demokrasiyi özendirme

faaliyetlerinden tehdit algılamaya başlamıştır. İki ülke arasındaki ilişkilerin esas kopuşu

ise, Mayıs 2005’de Özbekistan’ın Andican şehrindeki protestoların ortaya çıkmasıyla

ortaya çıkmıştır (Daly vd., 2006). İddialara göre protestoların bastırılması sırasında çok

sayıda sivil hayatını kaybetmiş, ABD uluslararası incelemenin yapılmasını talep etmiştir.

Daha sonra Batılı kaynaklar da isyanın silahlı militanların başlattığına işaret etseler de,

olayların hemen sonrasında bütün dikkatler Özbekistan’ın güç kullanımına yöneltilmişti.

Zaten ‘renkli devrimler’ sürecinden dolayı ABD’den tehdit algılayan Özbekistan yönetimi,

ABD’nin tutumu karşısında Andican olaylarının ABD tarafından başlatıldığına ikna

olmuştur.

Aslında 1990’lardan itibaren Özbekistan, ABD ile işbirliğine en sıcak bakan bölge

ülkesiydi (Melvin, 2005: 106-108). Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya’dan

stratejik tehdit algılayan Özbekistan yönetimi, 1999’a gelindiğinde Rusya’nın kurduğu

güvenlik ve ekonomik bütünleşme ağlarından çıkmış, eski Sovyet alanında Rusya’yı

dengelemek amacıyla kurulan GUAM’a katılmıştı. Aynı tarihten itibaren ABD ile yakın

güvenlik ilişkileri içerisine giren Özbekistan, 2001’de topraklarında ABD askeri üssünün

kurulmasına izin vermişti. Bütün bunlar bölgedeki Rus nüfuzunu dengelemek amacıyla

yapılmıştır. Andican olaylarından sonra Özbekistan yönetiminin ABD’den tehdit

algılaması sonucunda bu sefer ABD’yi dengeleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Andican

sonrası süreçte Çin ile ilişkilerini sıkılaştırmaya yönelen Özbekistan, Rusya’nın baskın

olduğu Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü ve Avrasya Ekonomik Topluluğu’na

katılmıştır.

Kırgızistan’daki ‘lale devrimi’ ve Andican olayları, sadece bölge yönetimlerini değil,

Rusya ve Çin’i de alarma geçirmiştir. Bu iki güce göre ABD, halk protestolarını kullanarak

bölge yönetimlerini yıkmayı amaçlamıştır. Buna göre bölgedeki Amerikan üsleri, artık

Afganistan operasyonu için değil, bölgeye Amerikan nüfuzunu yaymak için bulunuyordu.

93

Bölgedeki Amerikan askeri varlığına cephe alan Rusya ve Çin, ŞİÖ platformunu

kullanarak tepkilerini dile getirmiştir. 2005’de Kazakistan’ın başkenti Astana’da yapılan

ŞİÖ zirvesinde Amerikan üslerinin artık çekilmesi gerektiğini ima eden deklarasyon kabul

edilmiştir.10

Özbekistan’ın da ABD’den üssünü çekme talebi üzerine Özbekistan’daki

Hanabad Askeri Üssü kapatılmıştır. Böylece onbir Eylül sürecinden faydalanarak bölgede

başlıca askeri güç haline gelen ABD, 4 yıl gibi kısa bir süre içerisinde Orta Asya’daki

temel askeri üssünü terk etmek zorunda kalmış ve bölgedeki en yakın müttefikini Rusya ve

Çin’e kaptırmıştır.

Çin’in Sessiz İlerleyişi

ŞİÖ Astana deklarasyonu Orta Asya’daki büyük güçler mücadelesi sürecinde bir kopuş

noktası olarak bilinir ve genellikle Rusya ve Çin’in ortaklaşa ABD nüfuzuna karşı

koymaları olarak yorumlanır. Çoğu Batılı analizci açısından ŞİÖ’nun kendisi de Rusya ve

Çin’in Orta Asya’yı diğer güçlerin etkisine kapatma girişiminden başka bir şey değildir.

Bununla birlikte Çin açısından ŞİÖ, bir taraftan istikrarı korumanın bir aracı, diğer taraftan

karışmasını meşrulaştıran platformdur (Sıroyejkin, 2006: 231).

ABD nüfuzuna karşı koyma amacıyla Çin ile işbirliğine yönelen Rusya, Çin’in Orta Asya

ülkeleriyle bağları geliştirmesinin kendi nüfuzunu azaltacağının farkındadır. Rusya’nın

baştan beri Orta Asya’yı herhangi bir güçle paylaşmak niyetinde olmadığı da söylenebilir.

Bunun içindir ki Rusya, bölge güvenliği konusunda ŞİÖ yerine Kolektif Güvenlik

Anlaşması Örgütü’nü güçlendirmeye çalışmakta ve ŞİÖ içerisindeki Çin’in ekonomik

önerilerine sıcak bakmamaktadır. Bu öneriler arasında kalkınma bankasının ve serbest

ticaret bölgesinin kurulması bulunmaktadır (Cohen, 2006; China Daily, 2010). Çin’in

ekonomik büyüklüğü dikkate alınırsa, bu tarz faaliyetlerin başlatılması ŞİÖ içerisinde

Çin’in baskın olmasına yol açacağı açıktır.

Çin’in potansiyel gücünden sadece Rusya değil, Orta Asya ülkeleri de tedirgin olmaktadır.

Ne var ki, mevcut şartlar altında Çin ile işbirliği geliştirmek Rusya’yı dengeleme fırsatını

sunduğu için, Orta Asya ülkeleri ikili ilişkiler olsun ŞİÖ çerçevesinde olsun Çin ile

yakınlaşma içerisindedir. Özellikle Rusya’dan uzaklaşma stratejisini yürüten Özbekistan

açısından Çin ile işbirliği, hem Batı hem Rus etkisini bertaraf etmesine yardımcı

olmaktadır. Andican olaylarının sonrasında ABD-Özbekistan ilişkileri bozulduğunda

10

Şangay İşbirliği Örgütü’nün Üye Devletlerinin Başkanlar Deklarasyonu (Декларация глав государств-

членов Шанхайской организации сотрудничества), http://www.sectsco.org/RU/show.asp?id=98

94

Özbekistan devlet başkanının Rusya’ya gitmeden önce, acilen Çin’e ziyarette bulunduğu

hatırlanmalıdır.

Çin’in Orta Asya’daki artan nüfuzundan bahsederken, sadece eski Sovyet Orta Asya’sını

değil, genel anlamda Orta Asya’dan ya da tarihi Türkistan bölgesinden bahsetmekte fayda

vardır. Bugün Sincan (Xinkiang) Otonom Bölgesi adıyla bilinen ve Türkiye’de daha çok

Doğu Türkistan olarak tanınan bölge, adı üstünde Türkistan’ın, yani Orta Asya coğrafi ve

tarihi bölgesinin bir parçasıdır. Modern tarihte 20. yüzyılda Çin’in uzun süreli

hâkimiyetine giren ve Uygurlar başta olmak üzere Türk ve Müslüman yerli ahalisine sahip

olan bölge, halen de kültürel anlamda Orta Asya’dır.

Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsız birer devlet haline gelmesi, Çin’in kendi Orta

Asya’sına yönelik politikasında önemli değişikliklere gitmesine sebep olmuştur. Bu açıdan

özellikle 2000 yılı dönüm noktası sayılabilir. Ocak 2000’de Çin Devlet Konseyi, Batı

Çin’i, yani Doğu Türkistan’ı kalkındırma planını kabul etmiştir (Szadziewski, 2009: 211).

Kalkınma atağı büyük çaplı yatırımların yapılması, yeni işyerlerinin açılması ve Orta Asya

Türk cumhuriyetleriyle ulaştırma altyapısının geliştirilmesiyle ilerlemektedir. Bu

ekonomik hamle aynı zamanda bölgeye sistematik Çinli göçünün yapılması, Doğu

Türkistan’ın yerli halkına yönelik Çinlileştirme ve sindirme politikasıyla bir arada

yürümektedir. Oluşan durumu daha da çarpık kılan husus, yerli ahalinin ekonomik olarak

dışlanmasıdır (Szadziewski, 2009: 213). Uygulamalar sonucunda yerli halk ve bölgeye göç

eden Han Çinlileri arasında gelir ve statü farkı oluşmaktadır. Bütün bunlar bölgede etnik

gerilimin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Doğu Türkistan’daki politikalarını haklı göstermeye çalışan Çin, bölgedeki gerginlikleri

terörle açıklamaktadır. “Terörizmle mücadele” konusunda ŞİÖ platformunu kullanan ve

bölge ülkeleriyle ikili anlaşmaları yapan Çin, Uygur meselesine bakışını Orta Asya’ya

yansıtmaya çalışmaktadır. Yapılan işbirliği çerçevesinde Çin’den kaçan Uygurlar Çin’e

iade edilmekte ve istihbarat paylaşımı sağlanmaktadır. Bununla kalmayarak Çin, Orta Asya

cumhuriyetlerinde yaşayan yerli Uygurların dernek faaliyetlerini de sınırlandırmaya

çalışmaktadır.

Çin-Orta Asya ilişkileri gelişirken, Orta Asya cumhuriyetleri Çin’in Uygur meselesini ele

alışını sorgulamasalar da, uzun vadede Çin’in amaçlarına ulaşması Orta Asya

cumhuriyetlerinin çıkarlarına değildir. Doğu Türkistan’ın Çinlileşmesi, Orta Asya

cumhuriyetlerinde Çin nüfuzunun ve nüfusunun yayılmasının önündeki kapıyı açacaktır.

95

Doğu Türkistan’ın Çin tarafından tamamen sindirildiği takdirde, Orta Asya cumhuriyetleri

artık Çin Orta Asya’sıyla değil, Çin’in kendisiyle komşu olacaktır.

Çin nüfuzunun Orta Asya’da hızla artmasının arkasında Orta Asya ülkelerinin dengeleyici

güce ihtiyaçları kadar, Batı’nın başarısızlığı da bulunmaktadır. Bunu hem siyasi ilişkiler

konusunda hem de enerji alanındaki ilişkiler konusunda söylemek mümkündür. 1990’lı

yılların ortasından beri Batı’da doğal kaynakların ulaştırılması konusunda Rusya tekelinin

kırılması gerektiğinden bahsedilmekte, Hazar geçişli doğal gaz ve petrol boru hatları

konusunda projeler ortaya atılmakta, ancak somut bir çalışma yapılmamaktadır. Buna

karşılık Çin, 1990’ların sonundan başlayarak Kazakistan ile 2000’li yıllarda ise

Türkmenistan ile bir dizi enerji anlaşmasını yapmıştır. Geliştirdiği projelere hızlı bir

şekilde kaynak da sağlayan Çin’in çabaları sonucunda 2006’da Çin-Kazakistan petrol boru

hattı, 2009’da ise Türkmenistan-Çin doğal gaz boru hattı devreye girmiştir (Han, 2006;

Xinhua, 2009). Böylece Batı’da çokça konuşulan Rusya’nın boru hatları tekeli Çin

tarafından kırılmış bulunmaktadır. Üstelik bu gelişme, Rus-Çin ilişkileri bozulmadan

gerçekleşmiştir.

İlginçtir ki, Çin-Orta Asya ekonomik ilişkilerinin gelişimi onbir Eylül sonrası döneme

denk gelmektedir. 1990’larda fazla gelişme göstermeyen ilişkiler, ‘2000-2007 döneminde

1990’lardaki miktara nazaran yaklaşık olarak 15 kat artmıştır’ (İbraimov, 2009: 48). Çin

bölgeye boru hatları döşemekle kalmamış, bölgedeki doğal kaynaklar üretiminin bütün

aşamalarına girmiştir. Bugün Çin şirketleri bütün Orta Asya ülkelerinde faaliyet

göstermekte, Çin şirketleri Kazakistan’da petrol üreten en büyük şirketler arasında

bulunmaktadır. Hesaplamalara göre Kazakistan petrol üretiminde Çin’in payı % 20’yi

aşmıştır (Solovyov, 2011: 1). Zaten toplam Orta Asya-Çin ticaretinin yaklaşık olarak %

80’ini Kazakistan-Çin ticareti oluşturmaktadır (İbraimov, 2009: 52). 2010 yılında 20

milyara dolara ulaşan Kazakistan-Çin ticaret hacminin 2015’e kadar ikiye katlanması

beklenmektedir (Solovyov, 2011: 1).

Bugün Orta Asya, Batı’nın değil, Çin’in alternatif enerji kaynağı haline gelmiştir. Bunun

önemli sebeplerinden bir tanesi coğrafyanın ta kendisidir. Coğrafi uzaklık Türkiye ve Orta

Asya’yı birbirine bağlayacak boru hatlarının yapımını engellemektedir. Ne var ki siyasi

engeller coğrafya kadar önemlidir. Bunlar arasında ABD’nin politikası gereğince İran

geçişinin kapalı olması, Rusya ve İran’ın Hazar’ın atlından geçecek boru hattına karşı

olmaları bulunmaktadır. Buna karşılık Çin, Orta Asya’daki doğal gaz ve petrol

kaynaklarına daha yakın bulunmakta ve Orta Asya devletleriyle dostane ilişkilere sahiptir.

96

Bunların ötesinde Çin’in Batı’ya göre avantajı, ekonomik olarak karlı olmasalar da, siyasi

önem taşıyan pahalı projeleri merkezden alınan bir kararla hızla gerçekleştirme imkânına

sahip olmasıdır.

Bütün bunlarla birlikte Rus enerji tekelinin Batı tarafından değil de, Çin tarafından

kırılmasının temel sebebi bu kaynakların öneminin taraflar için farklı olmasıdır. Batı

açısından Orta Asya enerji kaynakları tek alternatif değildir. Buna karşılık Çin açısından,

Orta Asya enerji kaynakları ABD’nin hâkim olduğu deniz yollarından değil de, kara

yoluyla elde edebileceği en güvenli alternatif ithal kaynaktır (Ekrem, 2011: 29).

Orta Asya’dan çoğunlukla hammadde ithal eden Çin, bölgeye tüketim mallarını ihraç

etmektedir. Çin malları, sınır olduğu Kırgızistan ve Kazakistan’dan Orta Asya’ya giriş

yapmaktadır. 10 yıllık süre içerisinde Çin, Rusya’dan sonra Orta Asya ülkelerinin ikinci en

büyük ticaret ortağı haline gelmiştir (Laruelle, Peyrouse, 2009: 40). Çin gibi Dünya Ticaret

Örgütü üyesi olan Kırgızistan açısından ise Çin, Rusya’yı ikame ederek en büyük ticaret

ortak haline gelmiştir (24 haber ajansı, 2009). Görülen o ki, Batı uzmanlarının önerileriyle

Kırgızistan’ın hızla liberalleşmesi ve Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olması, Batı

ülkelerinden çok Çin’e yaramıştır. Ayrıca Orta Asya ülkelerinin Rusya hâkimiyetinden

kurtulmasından en çok yararlanan taraf olarak da Çin görünmektedir.

Bölgede 2000’li yıllarda Çin’in Orta Asya’da ekonomik nüfuz açısından Rusya’dan sonra

ikinci güç haline gelmesi, Orta Asya’da mücadele eden iki güce bir yenisini eklemiştir. Bu

uluslararası etkileşimin bir özelliği, Çin ve Rusya’nın ABD’ye karşı ortak cephe almaları

ve birbirlerini karşılarına almaktan kaçınmalarıdır. Rusya ve ABD’ye nazaran güvenlik

alanındaki bölge faaliyetlerini sınırlı tutan Çin, Uygur meselesi dışında bölge ülkelerinin iç

politikalarını etkilemeye ve bölgede askeri varlığını tesis etmeye çalışmamaktadır. Bundan

dolayı Rusya, Çin’in nüfuz artırmasına ses çıkarmamaktadır. Çin’in ekonomik çıkarlarının

gerçekleşmesinin Rusya tarafından idare edilmesi, ilişkilerindeki uyumu belirleyen diğer

bir sebeptir. ABD’nin Orta Asya’da nüfuz kazanmasına karşı birleşen Rusya ve Çin’in

ABD’nin bölgeden çekildiği takdirde birbirlerine karşı dönecekleri kuvvetle muhtemel olsa

da, bugün için ortak çıkarlar baskın gelmekte ve aralarındaki nüfuz mücadelesinin oldukça

yumuşak seyretmesini sağlamaktadır.

Bölgesel Çok Kutupluluk

Özbekistan’dan Amerikan üssünün çıkarılmasıyla sonuçlanan 2005 gelişmeleri, ABD’nin

tek başına Rusya ve Çin’e karşı koyamayacağını açıkça göstermiştir. Hatalarını hızla

97

gözden geçiren ABD, 2005’in sonunda bölgeye yaklaşımını değiştirmiştir. ABD’nin yeni

bölge politikası ‘Büyük Orta Asya’ adını almıştır. Yeni politikanın temel konsepti, bölge

devletlerinin çıkarlarının göz önüne alınması ve Orta Asya’nın Güney Asya ile

bütünleşmesi gerekliliğine dayanıyordu (Boucher, 2006: 13-18). Bütünleşmenin ilk adımı

olarak Orta Asya hidroelektrik potansiyelini çalıştırıp Orta Asya’dan Güney Asya’ya

elektrik satışını sağlamaktı (US Congress, 2006: 13). Bu adımla ABD, Orta Asya’yı

Avrupa’ya bağlama politikasını çeşitlendirdiğini gösteriyordu. Diğer yandan ABD, Rusya

ve Çin’le boy ölçüşebilecek ve bölgeye yakın bulunan müttefik bir büyük güce ihtiyacını

dışa vuruyor, bu anlamda Hindistan’a yeni bir rol biçmeye çalışıyordu.

Bu iddialı projenin gerçekleşmesi yönünde şimdilik kayda değer adımlar atılmış değildir.

Güney ve Orta Asya arasında geliştirilmesi planlanan elektrik satışının gerçekleşmesi için

öncelikle Kırgızistan ve Tacikistan’a muazzam yatırımların yapılması; ikincisi

Afganistan’ın istikrara kavuşturulması gerekmektedir. Büyük Orta Asya’nın Hindistan ile

her anlamda bütünleşmesi amacına gelince, burada temel soru Hindistan’ın Orta Asya’ya

ağırlık vermeye hazır olup olmadığıdır. Diğer bir soru, Hindistan’ın denge politikasını

bırakıp Batı tarafının çıkarlarını benimseyip benimsemeyeceğidir. Büyük Orta Asya ile

ilgili Amerikan yetkililerinin yaptıkları açıklamalardan anlaşıldığı gibi ABD, Hindistan’ın

enerji ihtiyacına oynamaktadır (Feigenbaum, 2007). Bu ihtiyacın Hindistan’ın Orta

Asya’da aktifleşmesine, Rusya ve Çin’e karşı koymasına yol açacağı umulmaktadır.

2005 sonrası süreçte yaşanan diğer bir değişiklik, ABD’nin Orta Asya’da aktif

‘demokrasiyi özendirme’ faaliyetlerine ara vermesiydi. Bu değişiklik, 2005 sonrasında

ABD’nin bölgedeki faaliyetlerinden ve Amerikan yetkililerinin yaptığı açıklamalardan

açıkça görünmektedir. Değişen söylemden anlaşıldığı kadarıyla ABD, Rusya ve Çin

etkisine karşı koyabilmek için politikanın daha realist temellere oturtulması gerektiğini

kabul ediyordu.11

Ancak, ABD’nin bölgedeki faaliyetleri azaltması ve Özbekistan’daki üssünü kapatmasıyla

yetinmeyen Rusya, Kırgızistan’dan da Amerikan üssünün çıkarılmasına yönelik çabalarını

yoğunlaştırmıştır. Yıllara yayılan çabalar neticesinde nihayet 2009’da Rusya ve Kırgızistan

iki milyar dolarlık kredi anlaşması imzalandığı gün, Kırgız Cumhuriyeti Devlet Başkanı

Kurmanbek Bakiyev, Kırgız hükümetinin Amerikan üssünü kapatma kararı aldığını

11

Bu saptamanın daha iyi anlaşılması için Türkmenistan devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın

ölümünün ardından ABD yetkililerinin Türkmenistan açılımını anlatan açıklamalarına bakılabilir (Boucher,

2007; Feigenbaum, 2007).

98

açıklamıştır (Kuzmin, 2009). Ne var ki, Rusya’nın beklentisine rağmen Bakiyev yönetimi

Amerikan üssünün adını ‘uluslararası ulaştırma merkezi’ olarak değiştirip ülkesinden

çıkarmamış, ancak Rusya’dan aldığı krediyi de harcamaya başlamıştır.

Oluşan yeni durumda ABD’den örnek alan Rusya, Bakiyev’in iktidardan dışladığı yeni

muhalefeti bağrına bastı. Muhalif liderlerle görüşen Rusya, aynı zamanda Rus basın

yayınını kullanarak Bakiyev ailesinin yolsuzluklarını Kırgız halkına duyurmaya çalıştı.

2010 yılının başında Kırgızistan’a ihraç edilen akaryakıtlara Rusya zam yaptığında, ikinci

isyan için ortam zaten hazırdı (Somuncuoğlu, 2010: 26). Nitekim Nisan 2010’da halk

kalabalıkları hükümet binalarını basarak, Bakiyev’in yönetimini yıkmıştır. 2005’de

ülkesinden kaçan Akayev nasıl ABD’yi suçladıysa, bu sefer selefiyle aynı kaderi paylaşan

Bakiyev 2010 isyanında Rusya’nın rolü bulunduğunu iddia etmiştir (Makhovskiy, 2010:

1).

2010 Kırgız “devrimi” yaşanırken, ABD ve Rusya devlet başkanlarının Kırgızistan’daki

Amerikan üssünü görüşmeleri, “nereden nereye” sorusunu akla getirmektedir. Rusya

istediğini elde etmiş, aslında sadece ABD ve Kırgızistan’ı ilgilendiren bu durumun

kendisine danışılmasını sağlamıştır (Somuncuoğlu, 2010: 27-28).

2010 yılı boyunca Rusya, Kırgızistan’daki etkisini giderek artırmıştır. Rusya ile sorunlar

yaşayan Bakiyev yönetiminin yerine yeni yönetimin gelmesi, Rusya açısından yeni

fırsatlar yaratmıştır. İktidar değişikliği sonrası dönemde parlamento seçim sürecinde

Rusya, kendi adayını belli etmiş, değişik araçlarla seçim sürecine müdahil olmuştur. Beş

yıl içerisinde iki ‘devrim’ yaşayan ülkede devletin zayıflaması, güvenlik konusunda

Rusya’ya ihtiyacını artırmıştır. Nitekim Haziran 2010’da Kırgızistan’ın güneyinde

Özbekler ve Kırgızlar arasında etnik temelli sivil çatışmalar çıkınca, Kırgızistan ilk çareyi

Rusya’dan müdahale etmesini istemekle bulmuştur. Sonuçta olaylar Kırgızistan’ın kendi

çabalarıyla sona erse de, bunu fırsat bilen Rusya, Orta Asya’daki iç güvenlik krizlerinde

KGAÖ çerçevesinde müdahale etmesini sağlayabilecek hukuki ayarlamaları başlatmıştır

(Somuncuoğlu, 2011: 33). Bu olayların ve Kırgızistan’daki iki ‘devrimin’ bölge

yönetimlerinde tedirginlik yaratması, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın Rusya’nın

‘bölgenin jandarması’ olma heveslerini desteklemelerine sebep olmaktadır.

Son yıllarda Rusya, sadece Kırgızistan’da değil, Orta Asya genelinde aktif adımlarda

bulunmuştur. Bunlar arasında en kayda değer olanlardan Rusya, Belarus ve Kazakistan

arasında yürürlüğe giren Gümrük Birliği olmuştur. Daha önce BDT alanında başlatılan

çeşitli ekonomik bütünleşme çalışmalarından farklı olarak yeni Gümrük Birliği’nde

99

anlaşmalar uygulanmaktadır. Temmuz 2011’de üç ülke aralarındaki gümrük kapılarını

kapatmış, böylece ortak pazara doğru önemli bir adım atmıştır (Russia Briefing, 2011: 1).

Bu adımla birlikte Kazakistan sınırı, Rusya’nın dış ticaret sınırı haline gelmiştir.

Orta Asya’daki ekonomik varlığını Gümrük Birliği’yle sağlamlaştıran Rusya, askeri olarak

da bölgede kalıcı olmak niyetindedir. 2009’da Kırgızistan’daki askeri üssü konusunda 49

yıllık anlaşma imzalayan Rusya (RİA Novosti, 2009: 1), 2012’de Tacikistan’daki askeri

varlığını da 49 yıllığına garanti altına almayı planlamaktadır (Yuldoshev, 2011: 1). Buna

ek olarak Rusya, ısrarla Tacik-Afgan sınırına dönmek konusunda Tacikistan hükümetine

baskı yapmaktadır.

Rusya’nın gücünü pekiştiren diğer bir dinamik, Rusya-ABD geriliminin uzlaşmayla

sonuçlanmasıdır. Hatırlanacağı üzere, Bush yönetiminin füze kalkanını Doğu Avrupa’ya

kurarak Rusya-ABD nükleer dengesini ortadan kaldırmaya çalışması, bir ülkeyi keyfi

argümanlarla işgal etmesi (Irak) ve belki de Rusya açısından en önemlisi eski Sovyet

alanında Rusya’nın nüfuzunu kırmaya çalışması Rusya’yı alarma geçirmişti. Hayati

çıkarlarının tehdit altında olduğunu algılayan Rusya yönetimi ABD ile sıkı işbirliğine

yönelen bazı eski Sovyet ülkelerine baskı yapmaya ve bu yönetimleri zayıflatacak

tedbirleri almaya yönelmişti. Bu çerçevede Rusya Gürcistan’a ekonomik yaptırımlar

uygulamış, kış ortasında Ukrayna’ya doğal gaz kesintilerini yaşatmış, Ukrayna’daki iç

siyasi mücadelesini etkilemeye çalışmıştı. Alınan tedbirlerin en aşırısı ise, 2008’de

Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgesi Güney Osetya’ya yaptığı operasyonu kuvvet kullanarak

engellemesi, akabinde Gürcistan’ın ayrılıkçı Güney Osetya ve Abhazya bölgelerinin

bağımsızlıklarını tanıması olmuştur. Rusya-Gürcistan savaşı, Rusya’nın kendi hayati

çıkarlarını korumak için kuvvet kullanmaktan çekinmeyeceğini göstermiş ve aynı zamanda

eski Sovyet alanında Amerikan nüfuzunun sınırlarını çizmiştir (Karaganov vd., 2011: 13).

ABD tarafından bu gerçeklerin anlaşılması ve bazı konularda Rusya’nın desteğine ihtiyaç

duyması üzerine, Amerikan-Rus ilişkileri dip noktasını geçerek iyileşmeye başlamıştır.

ABD’nin imajını yenileyen yeni yönetimin işbaşına gelmesi, Amerikan-Rus ilişkilerinin

ılımasını kolaylaştırmıştır. ABD, eski Sovyet ülkelerini NATO’ya dahil etme ve Doğu

Avrupa’da füze kalkanını kurma çalışmalarını askıya alması karşılığında İran konusunda

Rusya’dan destek istiyordu (Karaganov vd., 2009: 13-14) ve öyle de oldu.

Aslında 2008 Rus-Gürcü savaşından sonra eski Sovyet alanındaki gelişmeler, sadece

Amerikan değil Rus nüfuzunun sınırlarını da göstermiştir. Rusya’nın beklentisine rağmen

Belarus dâhil hiçbir müttefiki Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanımamıştır

100

(Karaganov vd., 2011: 13). Ukrayna’da Rusya yanlısı olarak tanımlanan Viktor

Yanukoviç’in 2010’da devlet başkanı olmasına rağmen Ukrayna, Rusya’ya enerji

sektöründe imtiyaz tanımamak ve Gümrük Birliği’ne girmemek için Rus baskılarına

direnmektedir. 2005’de Rusya’nın ‘elde ettiği’ Özbekistan ise, KGAÖ ve AET’teki

üyeliğini, Orta Asya’daki Rus nüfuzunun artmasını engellemek amacıyla kullanmaktadır.12

Kaldı ki, Orta Asya’da tekrar güvenlik sağlayıcısı rolüne soyunan Rusya, Afganistan

problemini çözmeye muktedir değildir ve ABD’nin Afganistan’daki varlığına ihtiyaç

duymaktadır. Diğer taraftan, Pakistan’da yaşadığı problemlerden dolayı ABD de

Afganistan’daki askeri varlığını devam ettirme konusunda Rusya’ya ihtiyaç duymaktadır.

Bu karşılıklı ihtiyaç neticesinde bugün Afganistan’daki Amerikan askerlerinin askeri

olmayan ihtiyaçlarının % 45’i Rusya üzerinden sağlanmakta, 2009’da yapılan hava transit

anlaşması gereği ABD, Rusya üzerinden yılda 4,500’e kadar askeri uçuş yapabilmektedir

(DoD, 2011: 107).

Sonuç

Onbir Eylül sonrası süreçte 20. yüzyıl boyunca bölgede hâkim olan eski hegemona ek

olarak, iki yeni güç daha eklenmiştir. Onbir Eylül’den hemen sonra ABD, süper gücünü

Orta Asya’ya yansıtmaya çalışmış, ancak bölgesel büyük güçlerin ve bölge devletlerinin

direnişi karşısında, geri adım atmak durumunda kalmıştır. 2005’te Rusya ve Çin, Orta

Asya’daki Amerikan askeri varlığına ortaklaşa tavır almıştır. Ne var ki, bu olayın

sonucunda Rusya, 2001-2004 dönemine nazaran gücünü artırsa da, 1990’lardaki durum

asla restore edilmemiş ve Rusya, Orta Asya’nın tek hegemonu olmaktan çıkmıştır.

ABD’nin bölgedeki varlığını bir ölçüde sınırlandırabilen Rusya, Çin’in Rus enerji tekelini

kırmasını ve bölgedeki etkin ekonomik güç haline gelmesini engelleyememiştir.

Orta Asya’da oluşan yeni durumda hiçbir güç tek başına hareket etme kapasitesine sahip

değildir. Bugün Rusya ve Çin Amerikan etkisini dengelemek için, Rusya ve ABD ise

Afganistan’da güvenliği sağlamak için birbirlerine ihtiyaç duymaktadır. Birbirlerini

‘stratejik ortak’ olarak ilan eden Rusya ve Çin, Orta Asya’daki ABD askeri varlığına karşı

çıkmış olsa da, Afganistan’da ABD ile savaşan Taliban’ın yükselişinden tehdit algılamakta

ve dolayısıyla Afganistan’da ABD’ye ihtiyaç duymaktadır.

12

Yukarıda Rusya’nın KGAÖ çerçevesinde Orta Asya’daki iç krizlere müdahale etmeyi sağlayacak hukuki

düzenlemelerine değinilmişti. Bu düzenlemelerin yürürlüğe girmesini Özbekistan engellemekte ve Rusya’nın

tepkisine sebep olmaktadır.

101

Oluşan dengeye rağmen eski hegemon Rusya, bölgeye tek başına hâkim olma girişimlerini

sürdürmektedir. Eninde sonunda ABD ve Çin’in Orta Asya’da Rus nüfuzuna karşı bölgeye

ne dereceye kadar müdahil olmak isteyecekleri konusu, güvenlik algılamalarına bağlı

olacaktır (enerji güvenliği dâhil). Bugün hem ABD hem Çin için, Orta Asya güvenliğinin

sağlanması önemli çıkarlarındandır. Buna karşılık Rusya aynı konuyu hayati çıkarlar

arasında değerlendirmektedir. Kaldı ki, Rusya için Orta Asya’daki hâkimiyet Rusya’nın bir

büyük güç olarak var olma şartlarından birisi olarak algılanmaktadır ve bu anlamda devlet

kimliğinin bir parçasıdır. Sonuç her ülkenin bölge işlerine müdahil olma derecesini, bölge

güvenliğine ve bölgeye verdiği önem belirleyecektir.

Genel olarak ABD ve Çin’in Orta Asya’nın Rusya tarafından kapatılmasına hoş

bakmayacakları tahmin edilebilir. Ancak ikisi de farklı sebeplerden dolayı yaşanan sürece

karşı çıkmamaktadır. Çin için şimdilik Rusya’nın Çin-Orta Asya ekonomik ve enerji

işbirliğine karşı çıkmaması önemlidir. Buna karşılık ABD, bir taraftan Afganistan desteği,

diğer taraftan diğer uluslararası çaptaki (mesela İran) gelişmelerden dolayı Rusya ile

işbirliği içerisindedir.

Aslında dikkatli irdelediğimizde, bölgede Çin ve ABD’nin nüfuzunun artmasında Orta

Asya devletlerinin payları sanıldığından büyüktür. 1990’larda Orta Asya cumhuriyetlerinin

kendi istekleriyle Rusya’nın selefi Sovyetler Birliği’nden ayrılmamış olmaları spekülasyon

yapılan bir konuydu. Ne var ki, Orta Asya ülkelerinin dış politikaları kesin bir şekilde

bağımsızlıklarını devam ettirme hedefine, dolayısıyla Rus nüfuzunu dengeleme ihtiyacına

göre ayarlanmıştır. Bu amaçla bölge ülkeleri 1990’ların başından beri bölgeye ABD

girişini desteklemişler, 2000’li yıllarda ise Rusya’nın “stratejik ortağı” Çin’le ilişkileri

sıkılaştırarak aynı amacı hedeflemişlerdir. Yeni durumda ABD’nin mümkün olduğunca

çok aktörün bölgeye girişini destekleyici tavrı, Orta Asya ülkelerinin de işine

yaramaktadır. Bu kapsamda Orta Asya ülkeleri, Türkiye, Hindistan, Japonya, Güney Kore,

Pakistan gibi ülkelerle işbirliğini geliştirmeye önem vermektedir.

Orta Asya’da bölgesel çok kutupluluğun oluşması, Orta Asya devletlerinin hareket alanını

genişletmiştir. Ancak bu durum Orta Asya güvenliğinin ve istikrarının başkalarının

ellerinde olması durumunu değiştirmemiştir. Son yıllardaki bazı Orta Asya ülkelerinin

ekonomi ve dış politikadaki hamlelerine rağmen halen Orta Asya merkezli bir büyük güç

ortaya çıkmış değildir. Bölgede etkin olan büyük güçler ve Orta Asya ülkelerinin

kapasiteleri irdelendiğinde, Orta Asya ülkelerinin ancak ve ancak bazı alanlarda güçlerini

birleştirerek bölge sorunlarına çözüm getirebilecekleri açıktır. Temel dış politika ve

102

güvenlik meseleleri konusunda Orta Asya devletleri ortak tutum benimsedikleri takdirde

dış güçlerin karışma alanı azalabilir, hatta Orta Asya ülkelerinin kendi güvenliklerini

sağlama konusunda dış güçlere dayanma ihtiyacı tamamen ortadan kalkabilir. İşte o zaman

bölgede gerçek yapısal değişim yaşanmış olur.

103

KAYNAKÇA

24 haber ajansı. “Japarov: China- Main Trade Partner of Kyrgyzstan”. 16 Kasım 2009,

http://eng.24.kg/business/2009/11/16/9643.html

Boucher, Richard A.(2006). “Keynote Speech”. (Der.) Norling, Nicklas. First Kabul

Conference on Partnership, Trade and Development in Greater Central Asia, Conference

Report. Washington D.C.: Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program,

s. 13-18.

Boucher, Richard A.. “Press Conference: Potential of Turkmenistan”, 16 Şubat 2007,

http://www.state.gov/p/sca/rls/rm/2007/80903.htm

Brzezinski, Zbiegniew (1997). The Grand Chessboard: American Primacy and Its

Geostrategic Imperative. New York: Basic Books, 1997.

China Daily. “Proposed Study of Establishment of the Shanghai Cooperation Organization

Development Bank”. 12 Ocak 2010, http://www.china-daily.org/China-News/Proposed-

study-of-establishment-of-the-Shanghai-Cooperation-Organization-Development-Bank/

Cohen, Ariel (2006). “The Dragon Looks West: China and the Shanghai Cooperation

Organisation” Heritage Lectures, No.961. http://www.heritage.org/Research/Lecture/The-

Dragon-Looks-West-China-and-the-Shanghai-Cooperation-Organization

Cornell, Svante E. (2006). “The Narcotics Threat in Greater Central Asia: From Crime-

Terros Nexus to State Infiltration?”. China and Eurasia Forum Quarterl. C.4, No.1, 2006,

s.37-67.

Daly, John C.K.ve diğerleri (Der.) (2006). Anatomy of a Crisis: U.S.-Uzbekistan Relations,

2001-2005. Washington D.C.: Central Asian-Caucasus Institute & Silk Road Studies

Program.

Department of Defense (DoD) (2011). Report on Progress Toward Security and Stability

in Afghanistan and United States Plan for Sustaining the Afghanistan National Security

Forces. http://www.defense.gov/news/1231rpt.pdf

Ekrem, Erkin (2011). Çin’in Orta Asya Politikaları. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi

Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi.

Feigenbaum, Evan A.. “Central Asian Economic Integration: An American Perspective”, 6

Şubat 2007, Remarks at the Central Asia-Caucasus Institute, Nitze School of Advanced

International Studies, Johns Hopkins University, Washington DC.

http://www.silkroadstudies.org/new/docs/publications/2007/0702Feigenbaum-CACI.pdf

Feigenbaum, Evan A.. ““Turning the Page” in U.S.-Turkmenistan Relations”. 17 Eylül

2007, http://www.state.gov/p/sca/rls/rm/2007/92861.htm

Han, Pliny, “Kazakhstan Oil Pours into China through Crossborder Pipeline”, 25 Mayıs

2006. Xinhua, http://news.xinhuanet.com/english/2006-05/25/content_4600061.htm

İbraimov, Sadykzhan (2009). “China-Cenral Asia Trade Relations: Economic and Social

Patterns”. China and Eurasia Forum Quarterly. C.7, No.1, s.47-59.

Jonson, Lena (2006A). Vladimir Putin and Central Asia: The Shaping of Russian Foreign

Policy. New York: I.B. Tauris.

Jonson, Lena (2006B). Tajikistan in the New Central Asia: Geopolitics, Great Power

Rivalry and Radical Islam. New York: I.B.Tauris.

104

Karaganov, Sergey ve diğerleri (2009). Perenastroyka, a ne Perezagruzka: İnteresı Rossiyi

v Otnoşeniyah s SŞA. Moskova: SVOP.

Karaganov, Sergey ve diğerleri (2011). Otnoşeniya Rossiya-SŞA Posle “Perezagruzki”:

Na Puti k Novoy Povestke Dnya, Vzglyad iz Rossiyi, Valday çalışma grubunun Rus

uzmanlarının raporu. Moskova: Valday Uluslararası Tartışma Kulübü.

Kuzmin, Vladimir. “Bazu v Manase Zakroyut”. 4 Şubat 2009. Rossiyskaya Gazeta,

http://www.rg.ru/2009/02/04/baza.html

Laruelle, Marlene ve Peyrouse, Sebastien (2009). China as a Neighbor: Central Asian

Perspectives and Strategie. Washington D.C.: Central Asia-Caucasus Institute.

Lyaşenko, Aleksey, “Kant Krepnet i Razvivaetsya”. 21 Şubat 2006. Krasnaya Zvezda

(Rusya Savunma Bakanlığı’nın gazetesi), http://www.redstar.ru/2006/02/21_02/3_03.html

Makhovskiy, Andrei, “Bakiyev Says Russian Anger a Factor in Kyrgyz Revolt”. 23 Nisan

2010,. Reuters haber ajansı, http://www.reuters.com/article/2010/04/23/us-kyrgyzstan-

unrest-idUSTRE63M13V20100423

Maley, William (2002). The Afghanistan Wars. New York: Palgrave MacMillan.

Marat, Erica (2006). The Tulip Revolution: Kyrgyzstan One Year After, March 15, 2005-

March 24, 2006. Washington D. C.: The Jamestown Foundation.

McDermott, Roger, “Russian Border Guards Begin Withdrawal From Tajikistan”, 21

Nisan 2005. Eurasia Daily Monitor. C.3, No.78,

http://www.jamestown.org/single/?no_cache=1&tx_ttnews[tt_news]=30285

Melvin, Neil J. (2005). Uzbekistan: Transition to Authoritarianism on the Silk Road.

Amsterdam: Harvood Acedemic Publishers.

Nojumi, Neamatollah (2008). “The Rise and Fall of the Taliban”, (Der.) Robert D.Crews

ve Tarzi, Amin. The Taliban and the Crisis of Afghanistan. Cambridge, Massachusetts:

Harvard University Press, s.90-117.

Onis, Ziya (2001). “Turkey and Post-Soviet States: Potential and Limits of Regional Power

Influence”. Middle East Review of International Affairs. C.5, No.2,

http://meria.idc.ac.il/journal/2001/issue2/jv5n2a6.html

RİA Novosti haber ajansı. “Russian Govt. Approves Kyrgyz Airbase Lease Extension to

49 Years”. 29 Mayıs 2009, http://en.rian.ru/russia/20090529/155119256.html

Rangsimaporn, Paradorn (2009). Russia as an Aspiring Great Power in East Asia:

Perceptions and Policies from Yeltsin to Putin. New York: Palgrave Macmillan.

Rubinstein, Alvin (2003). “Russian Strategic Uncertainty in an Era of US Tactical

Intrusiveness”. (Der.) Gorodetskiy, Gabriel. Russia Between East and West: Russian

Foreign Policy on the Threshold of the Twenty-First Centur., Londra: Frank Cass, s. 81-90.

Russia Briefing ajansı, “Russia, Kazakhstan, Belarus Customs Union Opens Borders”, 4

Temmuz 2011, http://russia-briefing.com/news/russia-kazakhstan-belarus-customs-union-

opens-borders.html/

Sander, Oral (1999). Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e. 7. Baskı. Ankara: İmge.

Sıroyejkin, K.L. (2006). Problemı Sovremennogo Kitaya i Bezopasnost’v Tsentral’noy

Aziyi. Almatı: KİSİ.

105

Solovyov, Dmitriy, “China Builds Kazakh Ties, Bypasses USD with FX Swap”,

http://www.reuters.com/article/2011/06/13/kazakhstan-china-idUSLDE75C1BU20110613

Somuncuoğlu, Anar (2010). “Kırgızistan’daki Kronik İstikrarsızlığın Anatomisi: İç ve Dış

Boyutları”. 21. Yüzyıl. No.23, s. 23-30.

Somuncuoğlu, Anar (2011). “Rusya’nın Orta Asya Güvenlik Politikası: İç Güvenlik

Krizlerinde Müdahale”. 21. Yüzyıl. No.26, s.29-36.

Szadziewski, Henryk (2009). “How the West was Won: China’s Expansion into Central

Asia”. Caucasian Review of International Affairs. C.3, No.2, s.210-218.

Togan, Zeki Velidi (1981). Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi. İstanbul: Enderun.

Traynor, Ian, “Russia Threatens to Bomb Afghan Terror Camps”. 25 Mayıs 2000. The

Guardian, http://www.guardian.co.uk/world/2000/may/25/chechnya.russia

U.S. Congress (2006) U.S. Policy in Central Asia: Balancing Priorities (Part II). 109th

Congress, 2nd

Session, Hearing Before the Subcommittee on the Middle East and Central

Asia of the Committee on International Relations House of Representatives, 26 Nisan

2006. Washington D.C.: U.S. Government Printing Office.

Xinhua, “Chinese, Turkmen, Kazakh, Turkmen presidents unveil gas pipeline”, Xinhua

haber ajansı, http://news.xinhuanet.com/english/2009-12/14/content_12645369.htm

Yuldoshev, Avaz, “Tajikistan, Russia, Come to an Agreement on Russian Military Base”,

2 Eylül 2011, http://news.tj/en/news/tajikistan-russia-come-agreement-russian-military-

base

106

ONBİR EYLÜL SONRASINDA AVRUPA BİRLİĞİ VE GÖÇ:

GÜVENLİKLEŞTİRME VE EKONOMİKLEŞTİRME İKİLEMİ1

Zuhal Yeşilyurt Gündüz

Göç: Kavramsal Arka Plan

Göç, günümüz dünyasının en önemli küresel konularından biridir. Bilindiği gibi göç;

iktisadi, siyasi veya sosyal nedenlerle bir yerleşim biriminden başka bir yerleşim birimine

doğru gerçekleşen nüfus hareketleridir. Göç eden insanların çoğu, savaş, etnik/dini

çatışma, siyasi baskı ya da aşırı yoksulluk nedeniyle, hayatlarını kurtarabilmek amacıyla

veya daha iyi yaşam koşulları umuduyla bu zor kararı almaktadırlar.

Göç, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar var olduklarından bu yana göç etmişlerdir. Fakat

göç özellikle son birkaç yüzyıldır büyük bir artış göstermiştir. 21. yüzyılın başında tarihte

hiç olmadığı kadar çok insan hareket halindedir. Rakamlar sürekli artış göstermektedir.

2000 yılında 150 milyon uluslararası göçmen varken bu rakam 2008 yılında 214 milyona

yükselmiştir.2 Günümüzde dünyada her 33 kişiden biri göçmendir ki bu rakam da dünya

nüfusunun % 3,1’ine karşılık gelmektedir. 1965-1990 yılları arasında uluslararası göç her

yıl ortalama % 2,1 artış göstermiştir. Günümüzdeki artış oranı ise yıllık % 2,9’dur.3

Güvenlikleştirme (Securitization)

1993 yılında Barry Buzan, Ole Wæver ve Jaap de Wilde’nin oluşturdukları Kopenhag

Okulu, güvenlik anlayışını genişleterek güvenlik çalışmalarında büyük bir değişime neden

olmuştur. Kopenhag Okulu’na göre güvenlik gerçek olan bir şey değildir; güvenlik bir

konuşma eylemidir (speech act) yani konuşarak, ifade ederek bir olgu güvenlik

tehdidiymiş gibi sunulabilir. (Wæver, 1995: 55) İstenen her konuyu bir güvenlik sorununa

dönüştürmek mümkündür. Çünkü bu Okula göre güvenlik ürkütücü bir gerçeği içermek

zorunda değildir. Güvenlik, toplumsal ve bilinçli varlıklar arasında var olan bir inşa süreci

sonunda oluşmaktadır. Bu inşa süreciyle her konu güvenlik sorunu haline getirilebilir. Bu

bağlamda, bir konuyu güvenlik kapsamına almak ya da almamak da siyasi bir tercihtir.

(Wæver, 1995: 65) Dolayısıyla, siyasetçiler ve kitle iletişim araçları göç olgusunu

diledikleri şekilde-dilerlerse ‘yardım’ gerektiren bir insanlık dramı, isterlerse korkutucu bir

1 Yazar, bu makaleyi kaleme alırken aşağıda künyesi verilen çalışmasından yararlanmıştır: “From

"neccessary" to "dangerous" and back again? The economization, securitization and Europeanization of

Migration”. Turkish Review of Balkan Studies. Annual 2007. 12, s. 70-98. 2 http://esa.un.org/migration

3 http://www.iom.int/jahia/Jahia/about-migration/facts-and-figures/lang/en

107

‘tehdit’ ya da uluslararası ‘güvenlik sorunu’ olarak- sunabilirler. Nasıl sunmak isterlerse o

şekilde inşa ederler. Halkın bir kısmını ya da büyük bir kısmını, hatta çoğunluğunu bile bu

yönde ikna edebilirler. Dolayısıyla, konuşma eyleminin başarı ile sonuçlanması, toplumun

yapılmış olan konuşmayı kabul etmesine bağlıdır (Buzan, Wæver ve de Wilde, 1998: 32).

Özetle, güvenlik inşa edilen bir kavramdır, siyasi bir karardır ve isteğe bağlı olarak

değişmesi ya da değiştirilmesi mümkündür (McDonald, 2000: 301-302).

Güvenlikleştirme eylemi ile birlikte bir konu, düşük politikadan (low politics) yüksek

politikaya (high politics) ‘terfi ettirilir’. Güvenlikleştirme siyasetçiler tarafından

gerçekleştirilmektedir, yani siyasetçiler bir tehlikeyi inşa ederler. İnşa ettikleri bu tehlikeyi

gidermek için yine aynı siyasetçiler hızlı davranarak gerekli gördükleri takdirde

antidemokratik, şiddet içerebilen, ayrımcı yöntemleri dahi kullanarak ve uygulayarak

sonlandırma yoluna gidebilirler. Bunun için olağan siyasi süreçlerin dışına çıkarak,

böylesine bir tehdit söz konusu olmasa asla kabul edilemeyecek olan olağan dışı önlemler

alırlar (Buzan, Wæver ve de Wilde, 1995: 24). Hükümet böylesine bir tehdit karşısında

siyasetin meşruiyet sınırlarını yeniden çizer ve gerekli gördüğü ölçüde medeni hakları ve

insan haklarını sınırlar, yeni yasalar, sınırlamalar ve yasaklar getirir. Tüm bunlarla, bir

yandan siyaset alanını sınırlandırırken öte yandan güvenlik alanını genişletir. ‘Güvenlik’

kavramı, güvenliğin genişletilmesi ve güvenlikleştirme, demokrasiyi

sınırlandırabileceğinden çok dikkatli olmak gerekir. Buzan, Wæver ve de Wilde, bir

konunun güvenlik tehdidine dönüştürülmesinin doğru ve uygun bir yöntem olup

olmadığını sorgulamaktadırlar. Daha doğru olan, bu tür konuların normal siyasi alanda

kalması, işlenmesi ve çözümlenmesidir (Buzan, Wæver ve de Wilde, 1998: 34).

Kopenhag Okulu, konuların güvenlik meselelerine dönüştürülmesinin ne kadar normatif

tercih içerdiğinin altını çizmekte, güvenlikleştirmenin olası tehlikeleri konusunda

uyarmakta ve açıkça güvenliği negatif olarak görmek gerektiğini vurgulamaktadır. Bunun

neticesinde ise güvenlikleştirmenin geri alınması ve konuların tehdit-savunma zincirinden

çıkarılıp normal demokratik siyasi sisteme çekilmesi tercih edilmelidir (desecuritization)

(Buzan, Wæver ve de Wilde, 1998: 29).

İnsani Güvenlik (Human Security)

1990 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Kalkınma Programı (UNDP), insanı kalkınma

sürecinin merkezine yerleştiren ilk İnsani Kalkınma Raporunu yayımlamıştır. Bu rapor,

gerçekten de ‘devlet’ odaklı güvenlik anlayışından ‘insan’ odaklı anlayışa geçişi

108

müjdelemiş ve daha çok ‘insan’ odaklı bir düşüncenin4 başlangıcı anlamını taşımıştır. O

zamandan bu yana BM Kalkınma Programı, her yıl insan ömür, bilgi ve eğitim düzeyi,

yaşam standartlarıyla ilgili verilere dayandırılan İnsani Kalkınma Endeksini de içeren

İnsani Kalkınma Raporlarını yayımlamaktadır. Bu raporlar kalkınmanın insana

dayandırılmasının gerekliliğini vurgulamakta, salt ekonomik büyümenin yeterli

olmayacağının, sağlık, eğitim ve siyasi özgürlüğün de geliştirilmesi gerektiğinin altını

çizmektedir.

BM Kalkınma Programı 1994 yılı İnsani Kalkınma Raporu,5 yeni düşünceler başlatacak

olan yeni bir kavramı ortaya koymuştur. Raporda düşünce değişimine olan gerekliliğin altı

çizilerek ‘nükleer güvenlikten insani güvenliğe’ doğru bir gidişattan söz edilmiştir.

Güvenliğin şimdiye kadar olduğu gibi sadece ulusal güvenlik olarak görülmemesi

gerektiğinin, insani güvenliğe de dikkat edilmesinin önem taşıdığının vurgulandığı

raporda, açlık, hastalık ve baskı gibi tehlikelerden korunmanın insani güvenlik olduğu

belirtilmiştir.6 İnsani güvenliğin en temel iki unsuru, ‘korkudan özgür olmak’ (freedom

from fear) yani korunma (protection) ve ‘ihtiyaçtan özgür olmak’ (freedom from want)

yani güçlendirme (empowerment) olarak ifade edilmiştir.7 Bu iki temel unsurla birlikte

hayatta kalma ve temel ihtiyaçların giderilmesinin yanı sıra siyasi ve toplumsal katılım ve

insan onuru ilkelerinin hepsi garanti altına alınmıştır.

İnsani Güvenlik ve Göç

Güvenlik kavramının İnsani Kalkınma Raporları’nda yeniden tanımlanması çerçevesinde

çevre felaketleri, uluslararası terörizm, uyuşturucu kaçakçılığı, mülteci akınları, kontrolsüz

nüfus artışı, salgın hastalıklar gibi konular güvenliğe yönelik tehdit kapsamına alınmıştır.8

‘Mülteci akınları’ ifadesi altında göç olgusunun insani güvenlik tehdidi olarak kategorize

edilmesi en hafif ifadeyle rahatsızlık vericidir. Göç bağlamında tehdit altında olanlar bizzat

mültecilerdir çünkü onlar savaş, açlık, ölüm tehlikesi gibi varlıklarını tehdit eden

durumlardan kaçmak zorundadırlar. Oysa bu ‘insan odaklı’ bakışta göç etmek zorunda

kalanlar bizzat gitmek zorunda kaldıkları devletler bağlamında tehdit olarak

görülmektedirler. Bu ise Maggie Ibrahim’e göre ‘insan odaklı bakışın paradoksu’dur

4 http://hdr.undp.or/aboutus

5 http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1994 ve özellikle Chapter 2: New dimensions of human security,

http://hdr.undp.org/en/media/hdr_1994_en_chap2.pdf 6 http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1994, s. 23.

7 http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1994, s. 24.

8 http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr2002/

109

(Ibrahim, 2005: 169). Bu yeni paradigma, tehdit altında olan göçmenlerin nasıl korunacağı

ve destekleneceğini düşünmemekle kalmamakta, aynı zamanda göçmenlerin

incinebilirliğini azaltacağı yerde bizzat artırmaktadır. Zira burada karşımıza ‘kimin

güvenliği?’ sorusu çıkmaktadır: Vatandaşlarınki mi yoksa göçmenlerinki mi? Yanıt

bekleyen etik dışı bir sorudur bu. Bu soru, bu söylem, yeni ırkçı korkuları da beraberinde

getirmektedir. Bu tehdit inşasının, bu meşrulaştırmanın bizzat hem söylemlerinde hem de

resmi belgelerinde insan haklarını vurgulayan Birleşmiş Milletler tarafından

gerçekleştiriliyor olması ise, göçmenlerin tehdit olarak sunulmaları ve vatandaşların

güvenliğinin daha üstün görülmelerinin kabul edilebilirliğini daha yaygın kılabilmektedir.

Artık sadece aşırı sağ siyasi partiler göçe son verilmesini talep etmemekte, bu yeni

güvenlik söylemi liberal akademisyenler ve radikal sağda yer almayan partiler ve

hükümetler tarafından da kabul edilmekte ve uygulanmaktadır.

Maggie Ibrahim’e göre güvenlik anlayışının değişmesinde bir diğer etken, Soğuk Savaş

sonrası dönemde güvenlik çalışan akademisyenlerin konumlarını korumak ve sürdürmek

amacıyla Soğuk Savaş dönemi düşmanının yerine yeni düşmanlar bulmalarıdır. Güvenlik

çalışanlar bu bağlamda su ve gıda kıtlığı, toprak erozyonu, küresel ısınma ve göç gibi

‘yumuşak güvenlik’ (soft security) konularına odaklanmışlardır (Ibrahim, 2005: 169).

Avrupa’da Göç

Göç Çağı

Dünya çapında tahminen iki yüz milyonu aşkın göçmen bulunmaktadır. Göçmenlerin çoğu

ülkelerini; savaşlar, siyasi baskılar, etnik çatışmalar, doğal afetler ya da aşırı yoksulluk

nedeniyle istemeyerek terk etmek zorunda kalmıştır. Hepsi de yeni bir ev, yeni bir vatan ve

daha iyi bir yaşam umudu taşımıştır. Bundan dolayıdır ki 20. yüzyıl Göç Çağı (Castles ve

Miller: 2009) olarak da adlandırılmaktadır. Uzun yıllar boyunca göç, kapitalist modelde

üretimin ve kalkınmanın faydalı bir aracı olarak kabul ve hatta teşvik edilmiştir (Ibrahim,

2005: 167).

Göç algısının değişime uğraması ve göçün güvenlikleştirilmesi sonucunda Göç Çağı, ‘Sınır

Kontrolleri Çağı’na (Zolberg, 2006) dönüşmüştür. Bu dönüşüm, aynı zamanda göçün

tasarımını da değiştirmiştir: Göçe uzun bir zaman ‘ekonomi’ politikasının bir parçası

olarak bakılırken ve bu kapsamda göç ekonomikleştirilirken, göçün ‘güvenlik’ çatısı

altında şekillendirilmesiyle birlikte göçe bakış değişime uğramış, göç olgusu farklı olana

yönelik korku yaratmaya dayalı güvenlik sorunu (güvenlikleştirme) olarak inşa edilmiştir.

110

Göç olgusu için Avrupa’da iki tür söylem söz konusudur: Ekonomikleştirme ve

güvenlikleştirme. Her iki söylemin aynı zamanda var olduğu dönemler de bulunabilmekle

birlikte, çoğu zaman sadece bir tür söylem baskın olabilmektedir, zira yalnızca bir tür

söylem ağırlıklı olarak inşa edilmektedir. Bu tip bir söylem hegemon (baskın) söylem

olarak ifade edilmektedir (Buonfino, 2004: 24). Göç olgusunda Avrupa’daki hükümetlerin

tercih ve inşa ettikleri hegemon söylem şüphesiz ki güvenlikleştirmeye dayalıdır.

Göçün Ekonomikleştirilmesi

19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa sürekli göç veren bir bölge

olmuştur. 1930 yılına kadar elli milyondan fazla Avrupalı, özellikle Amerika Birleşik

Devletleri’ne göç etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle ve Batı Avrupa’da görülen

uzun süreli iyileşme ve kalkınmayla birlikte bazı Avrupa ülkeleri ulus aşırı göçün hedef

bölgesi haline gelmiştir. Ekonomik refah artışı ve kitle üretimine dayalı hızlı fabrikalaşma

ucuz işgücü ihtiyacı yaratmıştır. İş gücü göçü Federal Almanya, Fransa, İngiltere, İsveç ve

Hollanda gibi Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri ile Türkiye, İtalya, İspanya ve Yunanistan

gibi Güney Avrupa ülkeleri arasında imzalan çeşitli ikili anlaşmalar aracıyla sağlanmıştır.

O dönemde göçmenler gerekli, faydalı ve kıymetli olarak görülmekteydiler (Maerker,

2001: 4). Bu süre boyunca göç; istenen, arzu edilen ve ekonomikleştirilen bir olgu

olmuştur. Göçmenlere yönelik başta Almanya olmak üzere kullanılan ‘misafir işçi’

(Gastarbeiter) ifadesi, göçmenlerin belli bir süre çalıştıktan sonra evlerine geri dönecek

‘misafirler’ olarak algılandıklarının en somut ifadesi olmuştur. Max Frisch’in 1973 yılında

tüm içtenliğiyle ifade ettiği, “Biz işçi çağırdık, insanlar geldi!” (“Wir riefen Arbeitskraefte,

aber es kamen Menschen.”) sözü, göç alan Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinin bu olguya ne

denli hazırlıksız olduklarının somut bir itirafı niteliğindeydi.

Avrupa’da Göçün Sınırlandırılması

Yirmi yılı aşkın bir süre boyunca göçmenleri kollarını açarak kabul eden birçok Avrupa

ülkesi, petrol krizinin ardından yaşanan ekonomik daralmanın ve gerilemenin ve işsizlik

sayısındaki artışların sonrasında 1973 yılı itibarıyla iş gücü göçünü resmi sınırlar koyarak

durdurma kararı almıştır. Almanya’nın öncülüğünde ve diğer birçok Avrupalı ülkenin

yakın takibiyle ikili anlaşmalar durdurulmuştur. Akabinde Avrupa’da ‘sıfır göç

politikası’na geçiş gerçekleşmiştir, zira Kuzey Avrupalı devletler yeni göç almaksızın

başarılı olabileceklerine inanmışlardır (Maerker, 2001: 4-5).

111

Bu tarihten sonra göç etmek durumunda olan insanlar için kapılar olabildiğince

kapanmıştır. Göç için kalan olanaklar ise sınırlıydı. Bu yollardan en önemlisi ve en

yaygını, hiç şüphesiz, daha önce göç etmiş ve Avrupa’da yaşayan üçüncü ülke vatandaşı

olan göçmenlerin eşlerini ve 16 yaş altı çocuklarını yanlarına alabilmelerini, dolayısıyla

göç edilen ülkeye bu kişilerin de gelebilmelerine olanak tanıyan aile birleşmesi’dir

(Angenendt, 1999: 20).

Göç için bir diğer ‘kapı’, çeşitli meslekler için 2000 yılının ortalarından itibaren tanınan

‘istisnai izinler’ olmuştur. Tarım, inşaat, restoran, temizlik, hasta bakıcılığı gibi sektörlerde

duyulan iş gücü ihtiyacına yanıt verme çabası, de facto olarak iş gücü göçünün

durdurulmasına son vermiştir (Zeiler, 2006). Örneğin Almanya’da 2000 yılından bu yana

çok sayıda çok yetenekli, bilgili göçmen bilgisayar uzmanları ‘yeşil kart politikası’

kapsamında çalıştırılmıştır.

Göç için son ‘yol’, mülteciler ve iltica talebinde bulunanların insani nedenler ve

uluslararası hukuka uygunluk çerçevesinde göçmen olmalarıdır. Mültecilerin Statüsüne

İlişkin 1951 tarihli Sözleşmeye göre mülteci, “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba

mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku

taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya

dönmek istemeyen kişi”dir.9 Mültecilerin kabulü insani nedenlere dayandırılıyor olsa da,

çoğu Avrupa ülkesinde bu konu siyasi çevrelerde ve toplumun geniş kesimlerinde tartışma

yaratmıştır. Ayrıca, iltica konusu-belirtilen Sözleşmeye göre bir hak olmasına karşın-

AB’ye yönelik ekonomik göç olarak da sunulmaya başlanmıştır, yani sanki hayatı tehlike

altında olan insanlar salt zenginleşmek için zengin Avrupa ülkelerine iltica talebinde

bulunuyorlarmış gibi bir suçlama yapılmıştır. Dolayısıyla, aslında bir hak olan iltica, AB

içinde yasadışı göç ile özdeş dahi gösterilebilmiştir. Bu bakış açısının tehlikesi ise

ortadadır.

Göç Olgusunun ‘Avrupalılaştırılması’

Günümüz küresel koşullarında Avrupa ulus devletlerinin göç hareketlerini ve akımlarını

ulusal düzeyde tek başlarına çözümleyebilme yetenekleri sınırlıdır. Artan hareketlilik,

sınırsız teknoloji, küresel bilgi ağları ve siyasi, ekonomik, bilimsel ve toplumsal bağlılık ve

karşılıklı bağımlılık sonucu ulusal düzeyde göç akımları konusunda karar verebilme ve etki

yaratabilme yetkinliği ciddi anlamda azalmıştır. Ulusal çözümler artan şekilde

9 Mülteci Kimdir? http://www.unhcr.org.tr/MEP/index.aspx?pageKey=MulteciKimdir

112

olanaksızlaşırken, ulus devletlerin göç olgusunu düzenleme yetenekleri artık yeterli

olmadığına göre daha derin uluslararası işbirliği-dolayısıyla konunun Avrupa Birliği (AB)

düzeyinde işlenmesi ve çözümlenmesi (Avrupalılaşma-Europeanization)-gerekliliği

görülmüştür (Maerker, 2001: 7).

Göç konusunun Avrupalılaşmasında bir diğer etken ise AB içindeki gelişmeler olmuştur.

‘Tek Pazar’ın oluşturulması ve iç sınırların Schengen Anlaşmaları çerçevesinde

kaldırılması sonucu göçle ilgili sorulara Avrupa düzeyinde yanıtların verilmesi gerekli

olmuştur. Fakat AB üyesi devletlerin birçoğu, göç alanında Brüksel’e karar verme yetkisini

tanıma konusunda isteksiz davranmıştır çünkü sınır kontrolü ve göç denetimi, devletlerin

ulusal egemenliklerinin başlıca gösterge alanları olarak görülmektedir (Vivar Mompel,

2006). Bundan dolayı, ulusal egoizmlerin ötesine geçip yapıcı ve anlamlı bir AB göç

politikasının oluşturulmasının önündeki en büyük engel AB üyelerinin egemenlikleri

konusundaki ısrarları olmuştur.

Göç meselesinin Avrupalılaşması süreci incelendiğinde, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun

(AET) kuruluşundan 1986 yılına kadarki dönemde üye devletlerin ulusal güvenlik ve

denetimin bir parçası olarak kabul edilen ulusal göç politikalarına en düşük düzeyde

müdahil olduğu görülmektedir (Ette ve Faist, 4). Hatta Avrupa Komisyonu’nun göç

konusunda Avrupa düzeyinde daha derin işbirliği konusundaki çabaları da üye devletler

tarafından reddedilmekteydi. Bu dönemde üye devletler göç ve iltica konularında kendi

aralarında ad hoc, resmi olmayan işbirliği yapmaktaydılar (Statham ve Gray, 2005: 15).

Avrupa Topluluğu (AT) çerçevesi dışındaki üye devletler göç alanında kendi başlarına iş

birliği yapma kararı almışlardı. Bu hükümetler arası iş birliği şekli, gelecekteki göç

politikalarının Avrupalılaştırılmasını da beraberinde getirecekti. 1970’li yıllarda iç

güvenlik konusunda bir araya getirilen ve iş birliği yapan Trevi Grubu bu konudaki ilk

önemli adımı teşkil etmektedir. Daha da önemli olan adım, 1985 (ve sonrasında 1990)

yılında imzalanan Schengen Anlaşmasıyla atılmıştır. İlk aşamada Fransa, Almanya,

Belçika, Lüksemburg ve Hollanda tarafından imzalanan, daha sonra birçok devletin daha

(AB’ye üye olan ve hatta olmayan devletlerin) dâhil olduğu Schengen Anlaşması ile

birlikte bu devletlerin iç sınırlarının ve sınır kontrollerinin karşılıklı olarak ve tamamıyla

kaldırılması ve içeride (AT içinde) güvenliği artırmak için ek ‘telafi’ (compensating)

önlemlerin genişletilmesi konusunda ilerleme kaydetmişlerdir (Ette ve Faist, 4). Yani

anlaşmanın amacı, ‘Schengen alanında’ dış sınırları ve sınır kontrollerini kaldırıp serbest

dolaşımı sağlamaktır. Ancak, artık bu bölgelerde dış sınırlar bu ülkelerin ortak dış sınırları

113

olarak görülmüş ve bunun içindir ki dış sınırlar güçlendirilmiş ve denetimler

sıkılaştırılmıştır. Bu kapsamda terörizm ve yasa dışı göçe karşı tedbirler de alınmıştır, zira

bunlar AT tarafından eşdeğer konular olarak değerlendirilmiştir.

Tek Avrupa Senedi

1986 yılında Tek Avrupa Senedi’nin imzalanmasıyla birlikte hedef belliydi: 1992 yılına

kadar tek bir Avrupa Pazarının oluşturulması, Tek Pazarın önündeki tüm engellerin

kaldırılması ve malların, hizmetlerin, sermayenin ve kişilerin serbest dolaşımının iç sınırlar

ve engeller olmaksızın tam olarak sağlanması. Serbest dolaşım ise içeride sınır

kontrollerinin kaldırılması olarak tanımlanmıştır. Bu dönemde birçok üye devlet göç

konusunda daha derin işbirliği yapmaya yönelmiştir. 1986 yılında göç konusunda çalışmak

için Ad Hoc Çalışma grubu oluşturulmuştur. Ayrıca, Palma Programı ile birlikte, Tek

Avrupa Senedi’nin gerçekleştirilmesi sonucunda, kişilerin serbest dolaşımının

getirebileceği ‘güvenlik’ sorunlarıyla nasıl ‘mücadele’ edileceği de tartışılmaktaydı. Artık

içeride sınır kontrolleri olmadığına göre, dış sınır kontrolleri genişletilmelidir düşüncesi de

bu dönemde gelişmiştir. Bunun neticesinde iç sınırlar kaldırılmış, ancak dış sınırlar daha da

güçlendirilmiş ve denetim daha da artırılmıştır. AB’nin yıllar sonrasında ‘Kale Avrupa’sı’

suçlamasıyla baş etmek durumunda kalması ama bunu da yapamamasının altında bu

temeller yatmaktadır. Açıkçası, Avrupa iç güvenlik sistemi sayesinde AB’nin ‘içi’ güvenli,

‘dışı’ ise güvensizdir anlayışı hâkim olmuştur (Ette ve Faist, 4).

1990 yılında uzlaşı sağlanan Dublin Konvansiyonu ile birlikte göç ve iltica konuları ilk kez

Avrupa düzeyinde işlenmiştir. Bu anlaşma, Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte artan iltica ve

mülteci başvuru sayılarını azaltma çabasının ürünüdür (Maerker, 2001: 8).

Dublin

Konvansiyonu ile birlikte, iltica talebinde bulunan kişi, bu talebini sadece bir AT/AB üye

devletinde yapabilir, burada kabul alamadıysa geri gönderilir. Oysa eskiden bir yerde

reddedilse de yeniden başka bir üye devlette başvuruda bulunup kabul edilme ihtimalini

yükseltmekteydi. Kısaca, farklı AT/AB devletlerine iltica talebi başvurularının

yapılmasının önü böylece kesilebilecekti. Bu bağlamda; EURODAC10

(European

Dactyloscopy-Avrupa Biyometrik Tanıma Sistemi) veri tabanının geliştirilmesi, vize

politikalarının Topluluk/Birlik düzeyinde koordine edilmesi, geri kabul anlaşmalarının

artırılması ve kolaylaştırılması sonucunda sınırlayıcı (restrictive), caydırıcı ve kontrol

odaklı göç politikaları gelişmiştir.

10

http://europa.eu/legislation_summaries/justice_freedom_security/free_movement_of_persons_asylum

_immigration/l33081_en.htm

114

Maastricht Antlaşması

1991 yılında kararlaştırılan ve 1993 yılında yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile

birlikte Avrupa Topluluğu Avrupa Birliği’ne dönüştürülmüştür. Maastricht Antlaşması

ayrıca üç sütunlu (three pillar) Avrupa Birliği’ni de oluşturmuştur. Birinci sütun, AB

düzeyini teşkil etmekte, burada konular Avrupalılaşma sürecinden geçmekte, AB

düzeyinin kararlarına ve denetimine tabi olmakta ve ulus üstü (supranational) düzeyde

kararlar alınmaktaydı. İkinci sütun, AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nı, üçüncü

sütun ise Adalet ve İç İşlerini içermekteydi. Her iki sütunda da hükümetler arası düzeyde

karar alınmaktaydı. Üçüncü sütunda işlenen adalet ve iç işleri konularında Maastricht

Antlaşması AB’ye iltica, göç ve dış sınır konularında yetkiler tanımaktaydı. Ayrıca

uyuşturucu, uluslararası suç, medeni ve cezai konularda iş birliği, gümrüklerde iş birliği ve

polis iş birliği konularında da yetkiler geliştirilmiştir. Böylece resmî olarak tüm bu

konularda hükümetler arası işbirliği başlatılabilmiştir (Ette ve Faist, 4). Bununla birlikte,

AB’nin hukuki ve kurumsal çerçevesi içinde ilk defa göç politikaları yer almış ve işleme

konmuştur. Ancak, sadece birinci sütunun ulus üstü karar yetkisi vermiş olmasından ötürü,

Maastricht Antlaşması sonrasında da göç politikaları hükümetler arası işbirliği düzeyinde

sınırlı kalmış, ulus üstü düzeye taşınamamıştır (Maerker, 2001: 8-9).

Amsterdam Antlaşması

Maastricht Antlaşması’nın getirmiş olduğu üç sütunlu yapı ile ilgili, özellikle de Adalet ve

İçişleri sütunu ile ilgili olarak hükümetler arası düzeyde bu konuların işlenmesinin artan

biçimde zorlaşması ve hatta imkânsızlaşması sonucunda, 1997 yılında imzalanan ve 1999

yılında yürürlüğe giren Amsterdam Antlaşması ile birlikte göç, iltica ve mülteciler

politikaları gibi konular üçüncü sütundan, yani ‘Adalet ve İçişleri’ sütunundan birinci

sütuna, yani AB sütununa aktarılmış ve ulus üstü düzeye alınmıştır.

Amsterdam Antlaşması ile birlikte Avrupa Birliği’nin bir ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet

Alanı’ (Area of Freedom, Security and Justice) oluşturma çabasının, güvenlik

düşüncelerini ve çalışmalarını temelden sarsan onbir Eylül terör saldırılarından çok önce

gerçekleşmiş olması da kayda değer bir durumdur. Gerçekten de Amsterdam

Antlaşması’nda ‘özgürlük’ ve ‘güvenlik’, ‘adalet’ ile birlikte yan yana durabilirken ve

hatta birbirini adeta güçlendirirken, onbir Eylül saldırıları sonrasında ABD’de ise

‘özgürlük’, ‘güvenliği’ artırma nedeni ya da bahanesiyle azaltılmış, adeta bir güvenlik

çemberi örülmüştür. Oysa ‘güvenlik’, ‘özgürlük’ kısıtlanmış ya da tamamıyla yoksa bir

anlam ifade eder mi, edebilir mi? diye sormak gerekmektedir.

115

Amsterdam Antlaşmasıyla AB içinde pek çok konunun artan bir şekilde ‘birlikleştirilmesi’

(communitarisation), yani hükümetler arası olmaktan çıkarılıp ulus üstü düzeye çekilmesi

ve Birlik düzeyinde kararlaştırılması süreci başlamıştır. Üçüncü sütunun birinci sütuna

çekilip bundan böyle artık Birlik düzeyinde ulus üstü kararların alınacak olması bunun en

önemli göstergesidir. Amsterdam Antlaşması bunun yanı sıra aslında birkaç Avrupalı

devletin kendi aralarında imzaladıkları ve başlattıkları Schengen Anlaşmasını da içine

dâhil ederek Topluluk müktesebatının ayrılmaz parçası haline getirmiştir (Ette ve Faist, 5).

Bunun yanı sıra Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Adalet Divanı gibi

ulus üstü kurumlara göç ve iltica politikalarında yetkilerin tanınması da uzun vadeli ve

gerçek biçimde göç politikalarının Avrupalılaşmasını ve bu politikaların ulus üstü düzeyde

sürdürülmesi niyetini göstermektedir.

Amsterdam Antlaşması’nın koyduğu hedef doğrultusunda beş yıl içinde, 2004 yılına kadar

iltica yasası, göç ve mülteci politikaları AB düzeyinde işlenecekti ve iç sınır kontrolleri

tamamıyla sonlandırılacaktı. Dış sınır kontrolü için ise ortak standartlar belirlenecekti, yani

kısacası göç artık AB düzeyinde işlenecekti (Maerker, 2001: 9).

Tampere Programı

Göç politikalarının Avrupalılaştırılması yönünde bir diğer aşama, Ekim 1999’da

gerçekleştirilen ve Mayıs 2004’e kadar ortak AB göç politikasını oluşturmak amacıyla beş

yıllık bir program kararı alınan Tampere AB Zirvesi olmuştur. Tampere Programı bir

Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanının (Area of Freedom, Security and Justice)11

oluşturulmasını AB’nin geleceği açısından yaşamsal önemde görmektedir. Ayrıca,

uluslararası insan haklarına ve mültecilerin korunma haklarına vurgu yapmaktadır. AB,

Tampere ile ilk kez Birlik düzeyinde iltica ve göç konusunda bağlayıcı anlaşmalar

yapabilmiştir. Buna karşın, üye devletler ulusal düzeyde sistemlerini bu yönde

değiştirmeye yanaşmamıştır (Statham ve Gray, 2005: 15). Tüm bunların sonucunda 2004

yılına kadar ulusal iltica politikalarının uyumlaştırılması konusunda çok küçük adımlar

atılabilmiştir. Ayrıca, uygulanan politikalar dış sınır denetiminin güçlendirilmesi ve

mültecilerin ve iltica talebinde bulunanların gözetiminin teknik açıdan geliştirilmesi ile

sınırlı kalmış, mültecilerin korunması konusunda en düşük düzeydeki standartlara ancak

erişebilmiştir.

Lahey Programı

11

http://ec.europa.eu/councils/bx20040617/tampere_09_2002_en.pdf

116

Kasım 2004’de Lahey AB Zirvesinde AB, beş yıllık Lahey Programı’nı12

kabul etmiştir.

Bu Program sonucunda ortak iltica politikası, uyumlaştırma ve iş birliği yönündeki

hedeflerin çok azı gerçekleşebilmiştir. Ulaşılan standartların düzeyi ise Cenevre Mülteciler

Konvansiyonu ve diğer uluslararası ve Avrupa insan hakları yükümlülüklerinin çok altında

olmuştur. Lahey Programı’nın bir diğer sorunlu yönü ise “özgürlük” ve “güvenlik”

konularını denge gerektiren tezatlar olarak sunması ve ağırlığını kesinlikle güvenlikten

yana koymasıdır. Bu programla gerçek bir ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı’

oluşturmanın çok da mümkün olamayacağı açıkça ortadadır (Statham ve Gray, 2005: 15).

AB düzeyinde göç politikası, esasında; uyumlaştırma, sınır kontrollerinin güçlendirilmesi,

ulusal güvenlik koordinasyonunun teşvik edilmesi ve göçmen haklarının mümkün olan en

düşük düzeyde tutulması için bir araç olarak kullanılmıştır. Göç politikalarının

Avrupalılaştırılması, şüphesiz ki daha da fazla kısıtlayıcı önlemlerin alınmasını beraberinde

getirmiştir (Statham ve Gray, 2005: 16).

Göçün Güvenlikleştirilmesi

Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte güvenlik anlayışı genişletilmiş, artık sadece devlet ya da

devletler arası güvenlik değil, ‘yumuşak güvenlik’ (soft security) konuları da güvenlik

anlayışına dâhil edilmiştir. Bu yeni ortamda büyük jeopolitik değişimler yaşanırken,

güvenlik kavramı ve güvenliğin anlamı da değişime uğramıştır. Güvenlik artık sadece

devletler arası ilişkilerle sınırlı bir mesele olmaktan çıkmıştır. Eskiden güvenlik sorunu

olarak görülmeyen birçok konu artık güvenlik tehditleri olarak görülmüştür. Bu ‘yeni’

güvenlik ‘tehditleri’ne kimlik, etnik çatışma, su ve gıda kıtlığı, toprak erozyonu, küresel

ısınma ve göç de dâhil edilmiştir (Ibrahim, 2005: 169).

Claudia Aradau, Soğuk Savaş’ın bitimiyle ‘düşman’ olgusunun yitirildiğini belirterek,

Avrupa’da göçmenlerin, mültecilerin ve iltica talebinde bulunan kişilerin birden nasıl da

yaşamsal tehditler olarak inşa edildiklerini çarpıcı bir dille ifade etmektedir. ‘Dışarıdaki

düşman’ (the enemy outside), düzeni ve huzuru bozan ‘içerideki düşmana’ (the enemy

inside) dönüşmekte/dönüştürülmektedir (Aradau, 2001: 2). Şüphesizdir ki, bu yeni düşman

olgusu bir siyasi karar ve toplumsal ve siyasi inşa (construction) süreci ile oluşmaktadır.

Mülteciler konusu isteğe bağlı olarak insani bir mesele olarak sunulabilir ve şefkat,

merhamet, insanlık gibi duygular geliştirilebilir. Cenevre Mülteciler Konvansiyonu

12

European Council. The Hague Programme: Strengthening Freedom, Security and Justice in the European

Union. 2005/C53/01. OJ C53/1, 3.3.2005.

http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cms_data/docs/pressdata/en/ec/82534.pdf

117

bağlamında iltica bir insan hakkı olarak kabul edilebilir ya da bir güvenlik tehdidi olarak,

dolayısıyla dışlama, tehlike ve sınırlamayı da beraberinde getirerek inşa edilebilir. Jef

Huysmans, o yüzden dışarıdan gelenlerin nasıl tanımlandıklarının ve nasıl sunulduklarının

önemini vurgulamaktadır: “Onlar, toplumu uzun vadede güçlendirebilecek pozitif değerler

olarak mı tanımlanmaktadırlar, yoksa oluşmuş refahtan pay kapmaya çalışan ‘sahtekârlar’

olarak mı? (Huysmans, 2006: 2).

Siyasi söylem bağlamında göç kamu düzenine, kültürel kimliğe ve devlet içi istikrara

yönelik tehlike olarak sunulmaktadır (Huysmans, 2000: 752). Göç ve güvenlik arasında

oluşturulan bu bağa göç-güvenlik-bağlantısı (migration-security nexus) adı verilmektedir

(Huysmans, 2006: 15).

Soğuk Savaş sonrasında yaşanan büyük değişimler ve istikrarsızlıklar tüm dünyada yeni

kitlesel göçlere neden olmaktadır. Bu mülteci akınları siyasetçilerin ilgilerini, insani

nedenlerden ziyade kitlesel göçlerin yaratacağı varsayılan ulusal istikrarsızlık ve

uluslararası güvensizlik bağlamında çekmektedir (Huysmans, 2006: 15).

Göç konusunda korku söylemi, sadece aşırı sağcı partiler ve sözcüleri tarafından değil,

bazen bizzat BM yetkilileri tarafından da dile getirilmektedir. Örneğin, BM Mülteciler

Yüksek Komiserliği uzmanı Jonas Widgen, 1 Ekim 1991 tarihinde, göç baskılarının

Güney’de ve Kuzey’de daha önceden görülmemiş siyasi, toplumsal, sosyal ve ekonomik

sorunlar yaratacağını ve denetimsiz kitle göç hareketlerinin toplumsal bağ, uluslararası

dayanışma ve barışı tehdit edebileceğini belirt(ebil)miştir.13

Maggie Ibrahim, göçün güvenlikleştirilmesini ‘yeni ırkçılık’ (new racism) olarak

nitelendirmektedir. ‘Eski’ türdeki ırkçılık biyolojik farklılıklara ve sözde ‘üstünlüğe’

dayandırılırken, ‘yenisi’ kültürel farklılıklara atfedilmektedir. Bu bağlamda kültürel

farklılıklar dışlama amacıyla (kötüye) kullanılmaktadır. Bu düşünce iki temel üzerine inşa

edilmektedir: Ortak değerler fikri ve ‘öteki’nden korkmak. Kültürel çoğulculuk bu görüşte

önlenemez biçimde etnisiteler arası çatışmayı ve dolayısıyla istikrarsızlık ve devlet

birliğinin yıkılmasını getirecektir. Bu bağlamda devletin birliğini (sanki toplumlar

tamamıyla tek tip ve tekdüzeymiş gibi) sözde korumak amacıyla göçmenin devlete

13

“Migratory pressures will pose unprecedented political, social and economic problems for governments in

both South and North. (…) Uncontrolled mass migration (...) could threaten social cohesion, international

solidarity, and peace.” Jonas Widgen (1990). International Migration and Regional Stability, International

Affairs. C. 66, No. 4. October 1990, s. 749.

118

getirdiği ‘tehlikeyi’ gidermek için göçmenler ‘güvenlikleştirilmektedir’ (Ibrahim, 2005:

164-166).

Göçmenlerin güvensizlik ile bağlandırılması Jef Huysmans’a göre halkın belirli

kesimlerini ‘tehlike’ olarak addederek onları dışlayan radikal bir siyasi stratejiyi

içermektedir (Huysmans, 2000: 771). Göçmenlerin toplumsal birliğe yönelik bir tehdit

oluşturdukları söylemi defalarca, farklı farklı kişiler (başta siyasetçiler olmak üzere),

birimler, kurumlar tarafından tekrarlandıkça daha fazla meşruiyet ve kabul görebilmektedir

(Ibrahim, 2005: 183).

Verena Stolcke, ‘kültürel köktenciliğin’ (cultural fundamentalism) tehlikeleri konusunda

bizleri uyarmaktadır. Göçmenler, sadece ve sadece ‘kültürel açıdan farklı’ oldukları için

‘tehdit’ olarak sunulmakta ve ‘ulusal birliğe yönelik tehdit’ oluşturmakla

suçlanmaktadırlar. Göç karşıtı tartışmalar artık ‘ırk’” koruma çabalarından ‘tarihe

dayandırılan homojen ulusal kültürü’ koruma çabalarına dönüştürülmüştür (Fekete, 2006:

8). Başta aşırı sağ olmak üzere-fakat asla sadece onlarla sınırlı kalmayarak, merkez sağ

partiler, kitle iletişim araçları, çeşitli sivil toplum kuruluşları vs.-göçmenlerin farklı

kültürel kökenlerini ‘tehlike’ olarak addederek, göçmenlerin entegrasyonunu ‘siyasi tehdit’

(political threat) olarak değerlendirmekte ve bundan korkmaktadırlar. Ulus devlet, bu

bağlamda aidiyet duygusu, bağ ve ortak tek bir dil, kültür, din, inanç gibi unsurlara

dayandırılmaktadır (Fekete, 2006: 9). Bu görüşün tehlikesine Avrupa ve bizzat Almanya

fazlasıyla aşinadır. Nazi dönemine ait bu söylemin tekrar ifade edilebilmesi, demokratik

liberal değerlerle asla örtüşmemektedir.

Avrupa’nın genelinde aşırı sağın artış göstermesi de bu tehlikeye yönelik önemli bir

işarettir. Avrupa’da artan bir şekilde aşırı sağ partiler seçimlerde yüksek oy oranlarına

erişebilmekte ve hükümeti oluşturan koalisyonların parçası olabilmektedirler. Burada,

politikaları fazlasıyla etkileyebildikleri şüphe gerektirmeyen bir gerçektir. Fakat en az

bunun kadar önemli bir konuya Angus Roxburgh dikkati çekmektedir. Merkez sağ partiler

radikal sağ partilerin seçimlerde gösterdikleri zaferlerden etkilenip onların söylemini

almakta ve daha fazla sağ uçlara kaymaktadırlar. Roxburgh’e göre, merkez sağ partilerin

aşırı sağ fikirlerden etkilenmesi ve popülist söylemi kabul etmesi de en az radikal sağ

partilerin yükselişi kadar tehlikelidir (Roxburgh, 2002: 17).

Onbir Eylül 2001

119

Avrupa Birliği üye devletlerinde göçün güvenlikleştirilmesi söylemi, zamanla daha

kısıtlayıcı ve sınırlayıcı göç yasalarına dönüşmüştür. AB, iltica talebinde bulunanlar için

işleri zorlaştırmak amacıyla çok fazla önlem almış (Gibney, 2005: 3) ve Soğuk Savaşın

bitimiyle başlatmış olduğu göçü güvenlikleştirme ve içe kapanma sürecini zamanla daha

da artırmıştır. Özellikle de onbir Eylül terör saldırıları sonrasında üye devletler göç

yasalarında yaptıkları kısıtlayıcı değişiklikleri güvenlik endişelerini neden göstererek

kolaylıkla meşrulaştırabilmişlerdir. Onbir Eylül’den sonra gerçekleştirilen Madrid ve

Londra saldırıları bu tartışmaları daha da alevlendirerek göç politikalarında daha da büyük

değişimlere neden olmuştur. Bu değişimlerin temel amacı sınır kontrolüdür. Günümüzde

bazı AB üyeleri, dünyanın en katı göçmen yasalarına sahip olan ve ‘yasadışı’ göçe karşı en

fazla kısıtlayıcı önlem alan ülkelerin arasında yer almaktadırlar.14

Oysa unutmamalıyız ki, göç yasaları bir devletin misyonu, duruşu, değer yargılarıyla ilgili

çok merkezi önem taşımaktadır. Göç yasaları çok önemlidir çünkü onlar adeta bir ayna

görevini üstlenirler ve sahiplendikleri değer yargılarını açıkça gösterirler. Dolayısıyla, göç

yasalarıyla ilgili kararlar diğer birçok karardan daha fazla bir sınav niteliği taşımaktadır.

Bir devletin göç yasaları o devletin ve halkının neye inandığını, nelere değer verdiğini, ne

denli ‘insan odaklı’ olduğunu ya da olmadığını ve inandıkları için ne denli çaba sarf

etmeye hazır olduğunu en açık biçimde sergilemektedir (Legomski, 1993: 335).

Göçün güvenlikleştirilmesi için gerçekleşen ‘tehdit üretimi’ sürecinde (process of ‘threat

fabrication’) söylem çok büyük önem taşısa da bu inşa sadece söylemle

gerçekleşmemektedir. Söylem, söylem dışı uygulamalarla da desteklenmektedir.

Göçmenler tüm korkuların merkezi olarak sunulduklarından dolayı, göç ve yasa dışılık da

birbiriyle bağlantılandırılmaktadır. Bunun yanı sıra kimliğe yönelik ‘tehdit’ de suç, terör,

uyuşturucu gibi konularla birleştirilmektedir. Claudia Aradau, ‘göç karşıtı savaşın’ (anti-

migration war), polisin suça karşı mücadelede kullandığı silahlarla, yani artırılan

kontrollerle, denetim, gözetim ve istihbarat toplamayla sürdürüldüğüne dikkati

çekmektedir (Aradau, 2001: 6).

Güvenlikleştirme ile birlikte ‘biz’ ve ‘onlar’ arasında ‘içeridekiler’ ve ‘dışarıdakiler’

şeklinde sınırlar örülmektedir. Daha da kötüsü; dayanışma, etik değerler ve kaygılar ya da

insan hakları gibi konular ‘güvenlik’ konusunun yanında önemsizleşmekte, böylece yeni

14

Aristide Zolberg (2006). The Age of Border Control, http://www.tidsskriftetpolitik.dk/index.php?id=74

ve International Helsinki Federation for Human Rights Report on Intolerance and Discrimination against

Muslims in the EU. Developments since September 11, March 2005, http://www.ihf-

hr.org/viewbinary/viewdocument.php?doc_id=6237

120

gelen ve gerekli belgelere sahip ol(a)mayan mültecilerin ve göçmenlerin hayatları

tehlikeye atıbilmektedir. Ayrıca, uzun zamandır Avrupa ülkelerinde yaşayan göçmenler de

‘ötekileştirilmektedir’. Özetle, güvenlikleştirme; mültecilerin hayatlarını, insan haklarını,

barışçıl bir arada yaşamayı, özgürlüğü ve adaleti tehlikeye sokmaktadır (Buonfino, 2004:

24). Vakti zamanında Avrupa Birliği’ni ‘Özgürlük, Adalet ve Güvenlik Alanı’na

dönüştürmeyi hayal eden AB, onbir Eylül sonrasında ‘özgürlük’ ve ‘adalet’ten adeta

vazgeçip ‘güvenlik’ konusunu göç politikasının merkezine koymuş ve ‘güvenliğe’

odaklanmıştır.

Avrupa’da Göç-Yeniden Ekonomikleştirme mi?

“Fazlasıyla sahip olduğumuz göçmenlerden ziyade, bizim arzu ettiğimiz göçmenler”. Bu

slogan, zamanın Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy tarafından ifade edilmiş ve kabul

görmüştür. Bu beyan en yeni eğilimi de içermektedir: ‘arzu edilen göçmenler’ (desirable

immigrants). Arzu edilen göçmenler; çok bilgili, çok yetenekli, çok birikimli, kısaca kabul

etmeye değer ve katma değer yaratacak insanlardır (Schmid, 2006). Bu söylem, eski

anlayışın yenileştirilmiş halini, yani göçün yeniden ekonomikleştirilmesi, yani kabiliyetli

göçmenlerin AB nüfusunu ve istihdamını yeniden canlandırabilmeleri, ekonomik

kalkınmayı sağlayabilmeleri ve AB’nin küresel rekabet gücünü artırabilmeleri ümidiyle

kabul edilmelerini teşkil etmektedir (Buonfino, 2004: 37-38).

Avrupa Komisyonu’nun tahminlerine göre AB nüfusu yaşlanma ve düşük doğum oranları

sonucunda 2030 yılında 20 milyon, 2050 yılında ise 65 milyon göçmene ihtiyaç

duyacaktır. Eğitim düzeyi yüksek göçmenlerin % 55’i ABD’ye, sadece % 5’i AB’ye

gitmektedir. Beyin gücünü Avrupa’ya çekebilmek ümidiyle Avrupa Komisyonu’nda

Özgürlük, Güvenlik ve Adalet’ten sorumlu Komiser Franco Frattini 23 Ekim 2007

tarihinde anlamlı bir öneride bulunmuştur: ABD’deki Green Card emsalinden esinlenerek

bir Blue Card önerisi, yani bilgi düzeyi yüksek göçmelere yönelik iki yıllık çalışma izninin

verilmesi. Öneriye göre, göçmenlerin Avrupa ülkelerinde kalışları kesinlikle belirli bir süre

ile sınırlı olmalı ve geri dönmeleri zorunlu hale getirilmelidir. AB üyeleri ne kadar süreli

ve ne kadar sayıda göçmeni kabul edecekleri konusunda egemen devletler olarak kendi

kararlarını verebileceklerdir. Frattini’ye göre bu model herkes için avantajlarla doludur:

Yasal göç teşvik edilirken ‘yasa dışı’ göç azalacak, bu sayede Avrupa ülkeleri ihtiyaç

duydukları nitelikli çalışanlara erişebilecekler ve iş piyasalarını doldurabileceklerdir.

Gönderen devletler ise göçmenlerin evlerine gönderecekleri dövizlerden kazanacak,

121

göçmenlerin Avrupa’da bulundukları sürede öğrendiklerini döndüklerinde uygulamaları

sonucu yine kazançlı çıkacaklardır (Schröder, 2007).

Dünya Bankası verilerine göre dünyadaki 200 milyon göçmen, çalıştıkları devletlere iki

trilyon dolar katkı sağlamaktadır. 2005 yılında göçmenler geldikleri ülkelerine 167 milyar

dolar göndermişlerdir. Kayıtlara geçmeyen yollarla giden meblağlar da dâhil edilirse bu,

gelişmiş ülkelerin yaptıkları kalkınma yardımı ya da doğrudan yatırımdan çok daha fazla

bir miktardır (Schlein, 2007).

Gittikleri ülkelere bu kadar çok fayda sağlamalarına rağmen bir o kadar olumsuz bakışlar

ve davranışlarla mücadele etmek zorunda kalan göçmenlerin geldikleri ülkeler açısından

temel sorunların başında beyin gücü göçü bulunmaktadır. Oldukça zor koşullarda okul,

üniversite ve teknik eğitim alan ve büyük maliyetler sonucu yetişen eğitimli ve birikimli

insanların AB’ye gitmeleri kendi ülkeleri bakımından-en azından belirli bir süre için-bir

kayıptır. Ayrıca, AB tarafından göçmenlerin metalaştırılması, onlara sadece iyi eğitimli, işe

yarayacak, belli bir süre kullanılıp sonrasında gönderilecek adeta nesneler (!) olarak

bakılması, onların aslında ‘insanlar’ olduklarının unutulması da son derece sorunludur.

Faslı uluslararası ekonomi hukuku uzmanı Prof. Dr. Tajeddine El Husseini bu tür önerileri

‘yeni bir sömürge ve ayrımcılık şekli’ olarak değerlendirmekte, Kuzey ülkelerinin beyin

göçü konusundaki ısrarını büyük bir hata, hatta büyük bir “suç” olarak nitelendirmektedir

(Kubosova, EU Observer, 29 Ekim 2007). Bu görüşe katılmamak mümkün değildir.

Güvenlikleştirmeye Devam

Avrupa’da göçmenlerin hâlâ ötekileştirildikleri, dışlandıkları ve tehdit olarak sunuldukları

dikkate alınırsa, AB içinde ekonomikleştirme başlangıç aşamasında varlığını gösterse ve

AB ihtiyaç duyduğu an istediği zaman, istediği kişileri, istediği süreler için göçmen olarak

kabul etse de, genel eğilim göçün hâlâ güvenlikleştirilmesidir.

Buna dair en somut örneklerden biri, AB’nin-her ne kadar sınır güvenliği devletlerin

egemenliği kapsamında değerlendirilse de-sınır güvenliğini sağlamak amacıyla 2005

yılında bir ihtisas ve koordinasyon ajansı olarak oluşturduğu Frontex ile ilgili

gelişmelerdir. 2011 yılının başında Yunanistan, Türkiye’den mültecilerin geçişini

engellemek amacıyla Meriç bölgesinde 13 kilometrelik bir duvar örme kararı almıştır.

Aslında, 2009 ve 2010 yıllarında geçiş yapan insanların sayısında bir artış söz konusu

olmamıştır. Fakat Meriç’ten geçişler beş kat artış göstermiştir. Bunun nedeni, Frontex’in

Ege denizindeki kontrolleri nedeniyle geçişlerin Kuzeye kaymış olmasıdır. Birleşmiş

122

Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Türkiye Sözcüsü Metin Çorabatır, duvar örmenin

asla çözüm olamayacağını belirtmiştir: “Duvar da örseniz korunma ihtiyacı olan insanlar

başka bir yol bulup girebiliyor”. Çorabatır, ayrıca mültecilerin daha iyi yaşam şartları ve

daha özgür sığınma yasalarına sahip olan devletleri tercih ettiğini açıklamıştır. Oysa

Dublin 2 Anlaşmasıyla mültecilerin tüm işlemlerinin AB’ye ilk giriş yaptıkları ülkede

yapılması kararlaştırılmıştır. Bu bağlamda, Yunanistan’dan giriş yapmış olan fakat

Almanya’da yakalanan birinin Yunanistan’a geri gönderilmesi uygulaması mülteciler

açısından fayda sağlamamaktadır (“Çorabatır: Duvarla Sınır Korunmaz”, Bianet, 04 Ocak

2011).

Göçün güvenlikleştirilmesinin en acımasız örneklerinden biri Mayıs 2011’de yaşanmıştır.

Olaylar, adının aslında artık ‘Akdeniz’den ‘Ölüler Denizi’ne ya da ‘Cesetler Denizi’ne

dönüştürülmesi gereken denizde gerçekleşmiştir. Libya’da başlayan olaylar ve saldırılar

sonrasında Libya’dan kaçmak zorunda kalan ve Avrupa’ya sığınmaya çalışan 72 Afrikalı

mülteci denizde 16 gün mahsur kalmıştır. İtalyan sahil güvenlik görevlileri, askeri bir

helikopter ve NATO savaş gemisi yardım etmeyince Akdeniz sularında ölüme terk

edilmişlerdir. 72 kişiden 61’i açlık ve susuzluktan hayatını kaybetmiştir. Birleşmiş

Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Sözcüsü Laura Boldrini, “Akdeniz Vahşi Batı

haline gelemez. Denizde mahsur kalan insanları kurtarmayanlar cezasız kalmamalı”

demiş, bir önceki hafta da Avrupa’ya kaçmaya çalışan 600 (!) mülteciyi taşıyan bir

geminin Libya açıklarında battığını ve suda birçok cesedin yüzdüğünü açıklamıştır

(“Ölüme Terk Ettiler”, Milliyet, 10 Mayıs 2011).

Göçün güvenlikleştirilmesinin AB düzeyinde somut değişime neden olmasının örneği de eş

zamanlı yaşanmış, Arap baharının sürdüğü günlerde Avrupa Komisyonu Fransa’nın ve

İtalya’nın baskıları sonucu Kale Avrupa’sını daha da güçlendirme kararı almıştır. AB üyesi

olan ve olmayan 25 devleti ve 400 milyon insanı kapsayan sınırsız, gümrüksüz, kontrolsüz

dolaşım olanağı Schengen Bölgesi (Schengenland) bu kapsamda kurban edilmiştir. Nedeni

ise o dönemde İtalya’ya ulaşan 25 bin mültecidir. İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi onları

doğrudan AB’nin diğer ülkelerine ‘ihraç’ etme kararı almış, Fransa Cumhurbaşkanı

Nicolas Sarkozy ile birlikte Schengen alanında ulusal sınır kontrollerinin tekrar

güçlendirilmesini talep ettikleri bir mektup imzalamıştır. 1990’lı yılların başında

Balkanlarda yaşanan savaşlardan Almanya’ya kaçmak zorunda kalan 400 bin Boşnak ve

ayrıca İsveç’in kabul ettiği 80 bin Iraklı sayısı dikkate alındığında, günümüz İtalya’sına

ulaşan 25 bin mültecinin abartıldığı kadar çok olmadığı açıkça anlaşılacaktır. Tüm bunlara

123

karşın, Fransa ve İtalya’dan gelen yoğun baskılar sonucu Avrupa Komisyonu, üye

devletlere ulusal pasaport kontrollerini dilerlerse tekrar gündeme alma hakkı tanıyarak

Kale Avrupa’sını güçlendirmiş, liberal ‘Schengenland’ ve Cenevre Mülteciler

Konvansiyonu’na ise ciddi bir darbe vurmuştur. Guardian yazarı Ian Traynor, ‘çay

bardağında koparılan bu fırtınayı’ Avrupa’daki zamanın ruhuyla (Zeitgeist) uyumlu

görmektedir. Bu, son otuz yılda sağlanan en güçlü bütünleşme çabalarından biri olan

sınırsız ve kontrolsüz özgür dolaşımın önüne sınır koyarak ulus devletin Brüksel’e karşı

güçlenmesini sağlamaktır.15

Avrupa Birliği’nin entegrasyon sürecine bundan daha büyük

bir zarar verilebilmesi olanaksızdır. 14 Haziran 2011 tarihinde Schengen Antlaşması’nın

26. yılının16

‘kutlanması’ ise ayrı bir trajedidir.

Eleştirel Bakış

Güvenlikleştirme Arttıkça Güvenlik de Artar mı?

Avrupa’da göçün güvenlikleştirilmesi gerçekten de daha güvenli bir Avrupa Birliği ile

sonuçlanmakta mıdır? Gerçekte güvenlikleştirme, toplum için ‘daha fazla’ güvenlik

anlamına gelmemektedir, tam tersi, artan bir ‘güvensizlik’ söz konusudur. Göç olgusunun

durdurulması mümkün olmadığı gibi sınırların denetimi de bir illüzyondan ibarettir.

Dolayısıyla, ‘tehdit’ kendini yeniden üretmektedir. Göçmenler ise adeta kaçışı olmayan

tehditler olarak sunulmaktadır (Aradau, 2001: 4). Hatta bunun da ötesinde, göçü güvenlik

söylemine oturtmak son derece tehlikeli bir davranışı teşkil etmektedir çünkü görünen tek

çözüm ‘daha fazla güvenlik’ isteği, sonucu ise ‘daha fazla güvensizlik’ olmaktadır

(Aradau, 2001: 5). Uluslararası ilişkiler’deki ‘güvenlik ikilemi’ örneğindeki gibi

‘güvenlikleştirme ikilemi’nden bahsetmek dahi mümkün görünmektedir. Hatta sınır

kontrollerinin arttırılması ve yabancılara baskı uygulanması, aslında ‘koruma’dan ziyade

bazı seçmen kesimlerini güvenliği sağlamak için somut önlemler alındığı konusunda ikna

çabası olarak da görülebilmektedir.17

Kimin Güvenliği?

15

Ian Traynor. “Arabic exodus likely to lead to tighter border controls in Europe”. Guardian. 08 May 2011. 16

26th anniversary of Schengen: Statement of the European Commissioner for Home Affairs, Cecilia

Malmström,

http://europa.eu/rapid/pressReleasesAction.do?reference=MEMO/11/401&format=HTML&aged=0&l

anguage=EN&guiLanguage=en 17

Didier Bigo: To Reassure, and Protect, After September 11,

http://www.ssrc.org/sept11/essays/bigo_text_only.htm

124

Matt McDonald’in sorusu çok basit ve anlamlıdır: Güvenliğin böylesine, yani

mültecilerden, iltica talebinde bulunanların oluşturdukları ‘tehdit’ten devleti korumak

yerine mültecilerin, iltica talebinde bulunanların ihtiyaçları ve yaşadıkları tehditler ön

plana çıkarılamaz mı? (McDonald, 2005: 299) ‘Kimin güvenliği’ sorusuna yanıt aranırken,

göçmenlerin, mültecilerin ve iltica talebinde bulunanların güvenliği ve göç alan ülkenin ve

vatandaşlarının güvenliği karşı karşıya getirilmekte, bu durumda göç alan ülkelerin ve

vatandaşlarının güvenliği ağırlık kazanmaktadır.

Kimin güvenliği? Şiddet ve baskıdan kaçmak zorunda kalan mültecinin mi, yoksa sürekli

devam eden mülteci akınları karşısında iş rekabeti, refah devleti, kültürel bağ gibi

endişeleri karşısında Avrupa’daki toplumların güvenliği mi? (Hammerstad, 2000: 399)

Aslında yanıtı basittir: Tehdit altında olanlar göçmenlerdir; savaş, zulüm, şiddet ve açlıktan

kaçmak için sınırları aşmak zorunda kalan. Oysa bizzat göçmenler, mülteciler ve iltica

talebinde bulunanlar ulaştıkları devletlerin halkları ve siyasetçileri tarafından tehdit olarak

gösterilmekte ve/veya sunulmaktadırlar (Ibrahim, 2005: 169).

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2006 yılına ait The State of the World’s

Refugees başlıklı raporunda bunu açıkça eleştirmiştir. Özellikle onbir Eylül olaylarından

sonra devletler açısından gelişen yeni güvenlik kaygıları sonucu iltica uygulamalarının

güvenlikleştirilmesini vurgulamış ve artan biçimde mültecilerin ve iltica talebinde

bulunanların güvensizliğin kurbanları olarak değil, bizzat güvensizlik belirtileri olarak

görülmelerini de kaygıyla ifade etmiştir (Hammerstad, 2000: 399).

Kale Avrupa’sı Avrupa Değerlerine Karşı

AB üyelerinin çoğu, özellikle onbir Eylül 2001 sonrasında göç yasalarını eşgüdümlü olarak

öylesine sıkılaştırmış, öylesine katı hale getirmiştir ki birçok mülteci iltica talebinde dahi

bulunamaz hale gelmiştir. Bunun sonucunda tüm AB ülkelerinde iltica talebinde

bulunanların sayısı azalmıştır. Bu tutumun sadece caydırma amaçlı olduğu ortadadır.

Mültecilerin sorunlarının ve göç etmek zorunda kaldıkları sorunun çözümüne yönelik bir

çaba maalesef söz konusu olmamıştır (Thraenhardt, 1997, 147-148).

Bu tutum ve davranış, Avrupa Birliği’nin normlarıyla çelişmektedir. Bir taraftan ‘insan

hakları’na önem vermek, öte yandan göç konusunda böylesine baskıcı politikalar

uygulamak birbiriyle uyumlu davranışlar olarak değerlendirilemez. Dolayısıyla, AB’nin

liberal imajı ve göçe karşı baskıcı politikaları arasında bir tutarsızlık söz konusudur.

125

AB üye devletleri ve komşularının iltica ve mülteciler konusunda uzlaşıya vardıkları ender

konuların başında ‘güvenlik’ ve ‘denetim’ önlemleri gibi negatif unsurlar gelmektedir.

Açıkça ifade etmek gerekirse, merkezinde sadece göç kontrolünün bulunduğu, fakat göç

olgusunun temel nedenlerine, sebeplerine ve kaynağına inmeyen bir göç politikası

başarısızlığa mahkûmdur. İnsan haklarını korumanın çok uzağında kalan Avrupa hukuku,

iltica talebinde bulunanların korunmasına dair standartları erozyona uğratmaktadır. Bunu;

talepleri hızlandırılmış biçimde işleme koyarak, başvuruları hızlıca ‘temelsiz’ ve

‘istismarcı’ başvurular olarak ilan ederek, başvuruları daha ilk aşamada reddetmenin

yollarını bularak (Statham ve Gray, 2005: 17) ve bir üye devletteki iltica başvurusu

reddedilen bir kişinin diğer üye devletlere başvurma hakkını elinden alarak

gerçekleştirmektedir.

Bu durum ise AB’yi bir ikileme sürüklemektedir: Üye devletlerin insanların hareketliliğini

ve ülke sınırlarına girişlerini sınırlama çabaları serbest pazarlar, açık sınırlar ve insani

değerler ile nasıl örtüşebilir ve bir araya getirilebilir? (Gammeltoft-Hansen, 2006: 1)

Liz Fekete Avrupa’yı bu konuda açıkça eleştirmektedir: Öyle bir çağda yaşıyoruz ki,

zengin, gelişmiş devletler dışarıda gerçekleşen insan hakları ihlallerini açığa çıkarır ve

şikâyet ederken eş zamanlı olarak kendi standartlarını kendi ülkelerinde, özellikle de

uluslararası hukukun verdiği yükümlükler dikkate alınırsa yerine getirmemektedirler

(Fekete, 2005: 64). ‘Mültecilere karşı savaş’ (the war on refugees), işkence, zulüm ve onur

kırıcı davranışı ve cezalandırmayı yasaklayan 1951 Cenevre Konvansiyonuna rağmen

sürdürülmektedir (Fekete, 2005: 65). Rodier de Avrupa’nın göçmenlere karşı savaş ilan

ettiğini belirtmektedir. Son yıllarda göç politikası-ne pahasına olursa olsun-Frontex’in

uygulanması ile sınırlı kalmıştır. Bu prosedürler ise verimsiz, maliyetli, tehlikeli ve

insanlık dışıdır (Vivar Mompel, 2006).

Saplantı Olarak Caydırma

‘Kale Avrupa’sına girişi engelleyerek caydırma politikası izlemek, AB için adeta bir

saplantı haline gelmiştir (Schmid, 2006). Caydırmanın ilk araçları olarak katı vize

politikaları, mültecileri getirenlere yönelik cezalar ve yasal yollarla

gelmeyenlerin/gelemeyenlerin geri gönderilmesi gibi yasal prosedürler teşkil etmektedir.

İkinci aracı ise AB üye devletlerinin sınır kontrolleri bütçelerindeki ciddi artışlardır. Sınır

denetimleri için bir milyar doların üzerinde bir ‘yatırım’ söz konusudur (Gammeltoft-

Hansen, 2006: 1). Pahalı ve ileri teknolojiyle donatılmış cihazlar, gözetleme araçları,

uydular, radarlar, termal kameralı ve hareket sensörlü yer altı keşif kablolu elektronik

126

gözetleme kuleleri, AB’yi göçmenlerden ‘korumak’ amacıyla kullanılan teknolojik

mucizelerden (!) sadece birkaçıdır. Bunların yanı sıra SIS (Schengen Bilgi Sistemi),

EURODAC (Biyometrik Tanıma Sistemi) ve VIS (Vize Bilgi Sistemi) gibi büyük veri

tabanları, iltica talebinde bulunanların, mültecilerin ve göçmenlerin verilerini toplama ve

paylaşma amacıyla geliştirilmiştir. Ayrıca, sınır denetimi personeli sayısında da büyük bir

artış söz konusudur.

Bu durumda, daha çok mülteci gözetimlerden kaçabilmek için daha da tehlikeli yollar

aramaktadır. Alman insan hakları sivil toplum örgütü ProAsyl’ün tahminlerine göre son

birkaç yılda beş bin insan Akdeniz’de boğulmuştur (Leidel, 2004).

AB; Fas, Tunus, Libya ve Mısır gibi Cenevre Mülteciler Konvansiyonu’nu imzalamamış

olan devletlerle Avrupa’yı göçten ‘korumak’ ve ‘istenmeyen’ göçmenleri uzak tutmak

konusunda iş birliği anlaşmaları imzalamıştır. Bu anlaşmalarla AB, dış sınırlarını

güçlendirmekte ve sınır denetim görevini komşu devletlere ve göçün kaynağı ülkelere

devrederek dışsallaştırmaktadır. Örneğin, İtalya’nın isteği üzerine Libya’da göçmenler ve

mülteciler için onları doğrudan Akdeniz’in güney sahillerinde tutabilmek amacıyla

kamplar oluşturulmuştur. İtalya ve Almanya bu ‘kabul kampları’ konusundaki ısrarlarını

sürdürmektedirler. İtalya, ayrıca, helikopter ve gemiler göndererek ve yerel polislere

eğitim vererek Libya’ya sınırını kontrol etmek konusunda uzun yıllar yardım etmiştir

(Schmid, 2006).

İnsan hakları örgütleri ise bu durumdan büyük endişe duymaktadırlar. Nasıl olur da Libya

gibi insan hakları konusunda son derece sorunlu olan bir devlet mülteciler için ‘uygun

mekân’ olarak değerlendirilebilir? (“Human Rights Group Slams EU Asylum Plans”.

Quantara.de - Dialogue with the Islamic World, 01 October 2004)

Göçe Bakış

Günümüz Avrupa Birliği, insanların ortak evinden ziyade Kale Avrupa’sına

benzemektedir. Kale Avrupa’sı çok maliyetlidir, pahalıdır, ticareti kısıtlamaktadır ve daha

da önemlisi özgürlükleri ve insan haklarını sınırlandırmaktadır. Aristide Zolberg, serbest

liberal piyasaya en çok önem ve değer veren ülkelerin başında gelen Avrupalı devletlerin,

konu insanların sınırları aşmasına gelince bizzat en fazla kontrol, denetim ve sınır talep

edenler olmalarının ironik durumunu vurgulamaktadır. Küreselleşme karşısında ulusal ya

da bölgesel sınırlamalar ve kontrol rejimleri oluşturma isteği, özellikle liberal gelenek ve

127

uluslararası insan hakları sistemi de dikkate alındığı takdirde anlamsızlaşmaktadır

(Zolberg, 2006).

Avrupa’nın tarihi göç ve hareketlilik tarihidir. Geçmişte milyonlarca Avrupalı ABD’ye,

Kanada’ya, Yeni Zelanda’ya, Avustralya’ya göç etmiş, günümüzde de binlerce Avrupalı

özellikle iklimi daha ılıman bölgelere göç etmeye devam etmektedir. Bu süregelen ve

devam eden olguya tehdit gözüyle bakmanın anlamsızlığı ortadadır.

Sonuç

Avrupa, birçok Afrika devletindeki yoksulluğun ve göç baskısının oluşumundaki

sorumluluğunu unutmuş gibi görünmektedir. Sömürge geçmişi, günümüzde çok sayıda

devletin yoksulluğunun temel nedenidir. Ayrıca, günümüzün neo-sömürgeciliği de nice

devletin büyümesini, kalkınmasını ve gelişmesini engellemektedir (“Human Rights Group

Slams EU Asylum Plans”. Quantara.de - Dialogue with the Islamic World, 01 October

2004). Avrupa Birliği’nin ısrarla sürdürmekte olduğu Ortak Tarım Politikası, AB

bütçesinin neredeyse yarısına mal olmakla kalmamakta, Afrika pazarlarını perişan etmekte,

onları rekabet etmekten uzak tutmakta ve tarım ürünlerini satmalarını engellemektedir ki

tarım, bu ülkelerin bazılarının rekabet edebilecekleri ender sektörlerden birini

oluşturmaktadır. AB, böylece Afrika’nın kalkınmasının önüne engel koymaktadır. Bunun

yanı sıra Avrupalı balıkçıların Akdeniz’in batı sahillerinde aşırı balık avlamalarından

dolayı Kuzey Afrika’yı yoksulluk, balık ve gıda kıtlığı ve açlıkla karşı karşıya

bırakmaktadır (Zeiler, 2006).

Avrupa Birliği’nin yapması gereken, göçmenlerle ve mültecilerle değil, göçün sebepleriyle

mücadele etmektir. AB ekonomik büyüme ve demokrasiyi desteklemelidir. Bir milyar

dolarlık denetleme ‘yatırımı’ yerine bu paranın çok daha verimli kullanılabileceği yerler

düşünülebilir.

Bunun ötesinde AB göç ile ilgili algıları değiştirmeli ve göçü güvenlikleştirmeden

vazgeçerek yeniden güvenliksizleştirmelidir (desecuritization). Güvenlikleştirme bir inşa

süreci olduğuna göre, güvenliksizleştirme de aynı şekilde inşa edilebilir, tabii AB

istedikten sonra. Bu ise açık bir iltica ve göç politikasının sağlayacağı faydalar

vurgulanarak yapılabilir. Zaten yapılmak zorunda da, çünkü ancak açık bir iltica ve göç

politikası Cenevre Mülteciler Konvansiyonu ile uyumlu olabilir (Zeiler, 2006).

Avrupa Birliği aslında sadece Tampere Zirvesi’ndeki vaadini yerine getirse, göç

bağlamında birçok şey değişebilir ve daha iyiye gidebilir: “Avrupa Birliği göçe yönelik

128

daha kapsayıcı bir yaklaşım sergilemeli, menşe ve geçiş ülkelerin siyasi, insan hakları ve

kalkınma konularına yönelmelidir. Bu ise yoksullukla mücadeleyi, yaşam koşullarının ve

istihdam olanaklarının geliştirilmesini, çatışmaların önlenmesini ve demokratik devletlerin

güçlendirilmesini ve insan haklarına saygının, özellikle de azınlıklar, kadınlar ve çocuklar

bağlamında dikkate alınmasını gerektirmektedir.”18

Bir İnsan Hakkı Olarak Göç

Ulrich Beck, günümüz Avrupa’sında esnekliğin, hareketliliğin ve değişim arzusunun ne

kadar benimsendiğini vurgulamaktadır. Küresel dünyada sermayenin, hizmetlerin,

ürünlerin hareketliliği olağan kabul edilirken, söz konusu kişilerin serbest dolaşımı olunca

bazıları için mümkün olan hareketlilik birçoğu için olanaksız, tehlikeli ve hatta tehditkâr

olarak değerlendirilmektedir. Yani bir insan daha güvenli, daha iyi bir yaşam umuduyla

sınırları geçtiği an suçlu muamelesi görmekte ve göç etme bir suç olarak ifşa edilmektedir

çünkü bu eylem hareketlilik, serbest dolaşım, serbestlik olarak algılanmamakta, tam tersi,

Avrupa’nın sınır sistemini tehdit eden bir unsur olarak güvenlikleştirilmektedir. Oysa

Beck’e göre ulus aşırı göçü ulus içi göç gibi, yani çok olağan bir şey gibi değerlendirmek

gerekir. Beck bunun da ötesine geçerek, göçün belki de bir insan hakkı olduğunu ifade

etmektedir (“Recht auf Migration”. Zeit Online 18/2007).

18

“The European Union needs a comprehensive approach to migration addressing political, human rights and

development issues in countries and regions of origin and transit. This requires combating poverty,

improving living conditions and job opportunities, preventing conflicts and consolidating democratic states

and ensuring respect for human rights, in particular of minorities, women and children.” European Council.

Tampere, October 15-16, 1999, presidency conclusions, itern 11. (Yazarın kendi çevirisidir)

129

KAYNAKÇA

Angenendt, Steffen (1999). Asylum and Migration in the EU Member States: Structures,

Challenges and Policies in Comparative Perspective. (Der.) Steffen Angenendt. Asylum

and Migration in the European Union. Bonn.

Aradau, Claudia (2001). Migration: The Spiral of (In)Security. Rubikon, E-journal. March

2001, http://venus.ci.uw.edu.pl/rubikon/forum/claudia1.htm

Beck, Ulrich. Werner Perger’in gerçekleştirdiği söyleşi (2007): “Recht auf Migration”

(Göç Hakkı), Zeit Online 18/2007, http://images.zeit.de/text/online/2007/18/migration-

beck

Bigo, Didier. To Reassure, and Protect, After September 11,

http://www.ssrc.org/sept11/essays/bigo_text_only.htm

Buonfino, Alessandra (2004). “Between Unity and Plurality: The Politicization and

Securitization of the Discourse of Immigration in Europe”. New Political Science. C. 26,

No. 1.

Buzan, Barry, Ole Wæver ve Jaap de Wilde (1998). Security. A New Framework for

Analysis. Boulder/London: Lynne Rienner.

Castles, Stephen ve Mark J. Miller (2009). The Age of Migration. International Population

Movements in the Modern World. Palgrave Macmillan, 4. Baskı.

“Çorabatır: Duvarla Sınır Korunmaz”. Erhan Üstündağ. Bianet, 04 Ocak 2011,

http://bianet.org/bianet/dunya/126986-corabatir-duvarla-sinir-korunmaz

Ette, Andreas ve Thomas Faist: The Europeanisation of national policies and politics of

Immigration: research, questions and concepts.

http://www.fes.de/aktuell/focus_europa/5/Docs/FES_Tuerkei_Beitrag_Thomas_Faist.pdf

European Council. Presidency Conclusions of the Tampere European Council. 15-16 Ekim

1999. SN 200/99. Brussels WEB

http://ec.europa.eu/councils/bx20040617/tampere_09_2002_en.pdf

European Council. The Hague Programme: Strengthening Freedom, Security and Justice

in the European Union. 2005/C53/01. OJ C53/1, 3.3.2005.

http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cms_data/docs/pressdata/en/ec/82534.pdf

Fekete, Liz (2005). “The Deportation Machine: Europe, Asylum and Human Rights”. Race

& Class. C. 47, No. 1.

Fekete, Liz (2006). “Enlightened Fundamentalism? Immigration, Feminism and the

Right”. Race & Class. C. 48, No. 1.

Gammeltoft-Hansen, Thomas (2006). Filtering Out the Risky Migrant. Migration control,

risk theory and the EU. AMID Working Paper Series. 52/2006.

Gibney, Matthew J. (2005). Beyond the Bounds of Responsibility: Western States and

Measures to Prevent the Arrival of Refugees. Global Migration Perspectives. No. 22.

Geneva: Global Commission on International Migration,

http://www.gcim.org/gmp/Global%20Migration%20Perspectives%20No%2022.pdf

Hammerstad, Anne (2000). Whose Security? UNHCR, Refugee Protection and State

Security After the Cold War. Security Dialogue. C. 31, No. 4.

http://esa.un.org/migration

http://europa.eu/legislation_summaries/justice_freedom_security/free_movement_of_perso

ns_asylum_immigration/l33081_en.htm

http://hdr.undp.or/aboutus

130

http://www.iom.int

http://www.iom.int/jahia/Jahia/about-migration/facts-and-figures/lang/en

Human Development Report (1994). New Dimensions of Human Security.

http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr1994 2. Bölüm: New Dimensions of Human

Security, http://hdr.undp.org/en/media/hdr_1994_en_chap2.pdf

Human Development Report (2002). Deepening Democracy in a Fragmented World.

http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr2002/

“Human Rights Group Slams EU Asylum Plans”. Quantara.de - Dialogue with the Islamic

World, 01.10.2004, http://www.qantara.de/webcom/archiv.php/_c-593/start-40/page-

44/i.html?PHPSESSID=5

Huysmans, Jef (2000). “The European Union and the Securitization of Migration”. Journal

of Common Market Studies. C. 38, No. 5.

Huysmans, Jef (2006). The Politics of Insecurity: Fear, Migration and Asylum in the EU.

London and New York: Routledge.

Ibrahim, Maggie (2005). “The Securitization of Migration: A Racial Discourse”.

International Migration. C. 43, No. 5.

International Helsinki Federation for Human Rights Report on Intolerance and

Discrimination against Muslims in the EU. Developments since September 11, March

2005, http://www.ihf-hr.org/viewbinary/viewdocument.php?doc_id=6237

Kubosova, Lucia (2007). African States Fear Brain Drain through EU Blue Card. EU

Observer, 29.10.2007, http://euobserver.com/9/25054/?rk=1

Legomski, S. H. (1993). “Immigration, Equality, and Diversity”. Colombia Journal of

Transnational Law. No. 31.

Leidel, Steffen (2004). Europe’s Invisible Walls. Quantara.de - Dialogue with the Islamic

World. 16.07.2004, http://www.qantara.info/webcom/show_article.php/_c-476/_nr-184/_p-

1/i.html?PHPSESSID=20b1bf37f1bd-fdf5cf093e1ce2eaebc6

Maerker, Alfredo (2001). Zuwanderungspolitik in der Europaeischen Union.

Europaeisierte Lösungen oder Politik des kleinsten gemeinsamen Nenners?. Aus Politik

und Zeitgeschichte. (B 8/2001), http://www.bpb.de/publikationen/0Y0H6N.html .

McDonald, Matt (2005). “Constructing Insecurity: Australian Security Discourse and

Policy Post-2001”. International Relations. C. 19, No. 3.

Mülteci Kimdir? http://www.unhcr.org.tr/MEP/index.aspx?pageKey=MulteciKimdir

“Ölüme Terk Ettiler”. Milliyet, 10 Mayıs 2011, http://dunya.milliyet.com.tr/olume-terk-

ettiler/dunya/dunyadetay/10.05.2011/1388142/default.htm

Roxburgh, Angus (2002). Preachers of Hate: The Rise by Stealth of the Far Right. London.

Schlein, Lisa (2007). World Bank Report: International Migration as Challenge and

Opportunity. Qantara.de-Dialogue with the Islamic World. 27.09.2007,

http://www.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-476/_nr-482/i.html?PHPSESSID=5

Schmid, Bernhard (2006). Unqualified Migrants Not Wanted. Quantara.de - Dialogue with

the Islamic World. 03.03.2006, http://www.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-

476/_nr-535/i.html?PHPSESSID=

Schröder, Daniela (2007). Europe Opens its Gates – Slowly. Quantara.de - Dialogue with

the Islamic World. 27.09.2007, http://www.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-

478/_nr-683/i.html?PHPSESSID=

131

Statham, Paul ve Emily Gray (2005). The Politics of Immigration and Asylum Policy in

Western Europe. Briefing Paper. Centre for European Political Communications. European

Political Communication. Working Paper Series. Issue 12/05.

Thraenhardt, Dietrich (1997). Zuwanderungspolitik im europaeischen Vergleich. (Der.)

Steffen Angenendt. Migration und Flucht, Bonn.

Traynor, Ian: “Arabic exodus likely to lead to tighter border controls in Europe”,

Guardian, 8 May 2011, http://www.guardian.co.uk/uk/2011/may/08/arabic-exodus-border-

controls-europe

Vivar Mompel, Mariona: Fortress Europe fights Immigration, cafebabel, European current

affairs magazine. 20.10.2006,

http://www.cafebabel.com/en/printversion.asp?T=T&Id=8502

Wæver, Ole (1995). Securitization and Desecuritization. (Der.) Ronnie Lipschutz. On

Security. New York: Columbia University Press.

Widgen, Jonas (1990). International Migration and Regional Stability, International

Affairs. C. 66, No. 4.

Zeiler, Stefanie (2006). EU Makes Africa Its Deputy Sheriff. Quantara.de - Dialogue with

the Islamic World, 24.11.2006, http://www.quantara.de/webcom/show_article.php/_c-

478/_nr-531/i.html

Zolberg, Aristide (2006). The Age of Border Control,

http://www.tidsskriftetpolitik.dk/index.php?id=74

132

ONBİR EYLÜL SONRASI KÜRESEL DEĞİŞİMLER1

C. Sencer İMER

Onbir Eylül hadisesini ele alırken bir hatıramı naklederek başlamak istiyorum. Onbir Eylül

2001 tarihinde o malum olay cereyan ettikten sonra beni Işık televizyonuna davet ettiler.

Ben Işık televizyonunda önceki yıllarda Avrasya Gündemi adında bir program

yapıyordum. Her hafta bir büyükelçiyi, bir yetkiliyi çağırıyorduk ve Avrasya Bölgesi’nde

olan değişimleri, geleceğe yönelik projeleri konuşuyorduk. Tabii, bu sebeple de bana o

zamanki program yöneticisi şu soruları sordu: “Ne oluyor?” dedi. “Şimdi bunu nasıl

değerlendireceğiz? Ne olacak?” Bahsettiğim konuşma onbir Eylül’den bir veya iki gün

sonra oldu. Bu olduğunda dedim ki; “Bu hadise bana tarihteki bazı hadiseleri hatırlattı”.

Onlardan birincisi Reichstag, Alman Parlamento Binasının yakılması hadisesi. Naziler

tarafından yakıldı, biliyorsunuz. Sonradan ortaya çıktı. O dönemde suç komünistlerin

üzerine atıldı. Çünkü Hitler o dönemde parlamentoda ekseriyeti elde edememişti. Elde

edebilmek için böyle bir hadiseye ihtiyacı vardı. Hem ülke birliğini sağlamak hem de kendi

gücünü pekiştirmek için. Bu, hepinizin bildiği gibi kesinleşmiş bir hadisedir.

İkinci hadise hemen bundan sonra (Amerika’da cereyan eden bunlara benzeyen çok

hadiseler var ama) Pearl Harbor baskını olmuştu. Sonradan onbir Eylül-Pearl Harbor

ilişkisinin irdelendiği bazı kitaplar çıktı, Yeni Pearl Harbor (New Pearl Harbor) diye.

Benim daha o zaman dikkatimi çekmişti. Ben orada dedim ki bu hadise bana

Reichstag’dan sonra Pearl Harbor’u hatırlatmıştır. Çünkü Amerikan kamuoyu II. Dünya

Savaşına girme konusunda hükümetle aynı tarafta değildi, tıpkı Vietnam’da olduğu gibi.

Vietnam’da da benzer bir olay cereyan etmiştir, biliyorsunuz. Amerikan kamuoyunun bir

şekilde bu hadisenin yanında yer alması ve ondan sonra da yapılacak uygulamaların

kamuoyu tarafından desteklenmesi gerekiyordu. Tarihçiler Pearl Harbor baskınını

değerlendirirken, Hitlerin Reichstag’ı yakışını değerlendirdikleri gibi kesin

konuşamıyorlar. Çünkü orada Amerika Birleşik Devletleri’nin yüksek çıkarları söz

konusudur. Dolayısıyla, gerek Amerikalı gerek Avrupalı tarihçilerin bir kısma açıkça şunu

söylemekteler: “Pearl Harbor’da yapılan Japon baskını Amerikalar tarafından önceden

haber alınmıştı fakat gereken reaksiyon gösterilmedi”. Yani Pearl Harbor feda edildi.

Hatta Pearl Harbor’da ortadan kalkan filonun zamanı geçmiş ve hurdaya dönmüş

gemilerden oluştuğu iddiası da bunlar arasında yer almaktadır. Fakat esas olan nedir? Pearl

1 26 Mayıs 2011 tarihinde Başkent Üniversitesi’nde yapılan konuşma.

133

Harbor’dan sonra Amerikan kamuoyu derhal bu müessif hadise karşısında Roosevelt

Hükümeti’nin yanında yer aldı ve Amerika’nın II. Dünya Savaşı’na girmesini destekledi.

Bildiğiniz gibi, II Dünya Savaşı Amerika’nın liderliğinde kazanıldı. Eğer Amerika II.

Dünya Savaşı’na girmemiş olsaydı ki Amerikan kamuoyu bunu istememekteydi, o zaman

dünya tarihinin ve Avrupa tarihinin akışı çok başka olacaktı. Avrupa’da Almanların

sağladığı başarılar, özellikle Sovyetlere, Fransa’ya ve İngiltere’ye karşı sağladığı başarılar,

teknolojik ve askeri başarılar çok başka bir noktaya gidebilecekti. Amerika’nın savaşa

girişi tarihin akışını değiştirmiştir. Şimdi Pearl Harbor baskınının yeri, II. Dünya

Savaşı’nın akışında ve ondan sonraki dünya olaylarında nasıl önemli ise onbir Eylül

hadisesi de bence aynı mahiyette cereyan etmiş bir hadisedir.

Onbir Eylül hadisesinden önce özellikle Soğuk Savaşın sona ermiş olması nedeniyle bir

düşmanlık ilkesine ihtiyaç vardı. Soğuk Savaş sürecinde Batı tarafından ifade edildiği

şekliyle düşmanlık ilkesi komünizm idi. Aynı ilkenin Doğu tarafından ifadesi kapitalizmdi.

Düşmanlık ilkesi Sovyetlerin dağılmasıyla ortadan kalktı. Çünkü bugün Çin’deki

komünizmin-eğer isterseniz-hangi ölçüde bir komünizm olduğu tartışmaya açıktır.

Dolayısıyla bu ortadan kalkınca yeni bir düşmanlık ilkesine ihtiyaç duyuldu. Bu düşmanlık

ilkesi terörizm olarak ilan edildi, bu terörizme de bir sıfat eklendi. Eklenen sıfat ‘İslami

terörizm’di. Sanki başka ideolojilere mensup insanlar terörizmle meşgul olmazlar, yalnız

bunlar olurlarmış gibi bir ifade kullanıldı. Onbir Eylül hadiseleri de bu söylediğimiz

terörizm, İngilizce tabiriyle ‘War on Terrorism’ yani terörizmle savaşı destekleyebilecek

olaya ihtiyaç gösteriyordu, yani bir Pearl Harbor’a ihtiyaç vardı.

İşte bu cereyan eden olay, Pearl Harbor’ın yaptığı etkinin aynısını yapmıştı diye açıkladım,

2001 senesinin onbir Eylül’ünü takip eden günlerde. “Peki, Ne Olacak?” dediler. Olacak

şey çok açık: “Pearl Harbor’dan sonra ne olduysa şimdi de aynısı olacak”, dedim. Yani

Amerika, hükümetinin arkasında birleşecek ve dünyada yapılacak yeni bir savaş

harekâtının içerisinde yer alacak. “Peki, bu nereye yönelik olacak?” diye sordular: “Adı

konduğu üzere ‘İslami terörizm’e yönelecek yani İslam coğrafyasını vuracak”, diye

yanıtladım. “Dolayısıyla bunun olacağı hedefler bellidir. Bunlardan biri zaten önceden

hafifçe dokunularak ortaya çıkarılmış olan Irak’tır. İkincisi İran olabilir ama Afganistan da

olabilir. Bu bölgede olacak olan bir çatışmadan bahsediyoruz”, dedim.

Mesele kontrol ile ilgili bir durumdur. Hakikaten bu açıklamayı yaptığım tarihte ne

Türkiye’deki televizyonlarda ne de Batıdaki televizyonlarda bu tür açıklamalar duydum.

Ama birkaç ay geçtikten sonra, 2002 Ocak ayında, yavaş yavaş kritik sesler yükselmeye

134

başladı ve Pearl Harbor’dan bahsedildi. Hatta 2006 senesinde çıkmış olan David Ray

Griffin’in New Pearl Harbor kitabı, benim söylediğim şeyleri olduğu gibi ama 2006

senesinde ortaya koyuyor. Reichstag’a hiç değinmemiş. Reichstag da çok önemli. Ama

burada başka hadiseler de var. Amerikan siyasi tarihinden örnekler olarak baktığımız

zaman İspanya-Amerika savaşındaki hadise akla gelebilir. Adını andığım yazar, İspanya-

Amerika örneğinin yanı sıra Pearl Harbor’dan bahsetmiş. Vietnam’a olan angajman

dolayısıyla Tonkin’de yapılan hadiseyi anlatmış. Netice olarak da bunu ilişkilendiriyor.

Burada Henry Kissinger’in bir ifadesi kullanılmış. Kissinger onbir Eylül’ün hemen

akabinde aynen şöyle söylüyor: “The Goverment should be charged with a systematic

respond that one hopes with end the way that we attack pearl harbor ended with

distruction all the system that is that responsible for it. Çok açık olarak diyor ki; “Bu

sisteme karşı olan düşman ortadan kaldırılmalıdır”. Yani ‘İslami terörizm’, bu bölgede

düşman olarak algılanan unsurdur. Pearl Harbor’da olanın aynısını Kissinger ifade ediyor.

Zaten Henry Kissinger’ın çok önemli ifadelerinden bir tanesi de esas hadiseyi işaret

etmektedir, ben ona değinmek istiyorum. Şimdi burada bir hegemonya mücadelesi ile karşı

karşıyayız. Amerika’nın yeni dünya imparatorluğunun ya da yeni dünya düzeninin bu

çerçevede anlaşılması lazım. Amerika, Sovyetlerin ortadan kalkmasından sonra mutlak güç

olarak ortaya çıkabileceğini zannetti. Fakat bazı gelişmeler bunu engelledi. ‘Çok şükür ki

engelledi’, diyelim. Çünkü dünyadaki çok taraflı gelişmeler tüm insanlığın hayrına olur.

Tek bir imparatorluğun oluşması insanlığın hayrına olmaz.

Amerika’nın mutlak güç olarak ortaya çıkmasını engelleyen gelişmelerden en önemlisi

Çin’deki kalkınma hareketidir. Çin Halk Cumhuriyeti, özellikle 2000’li yıllardan itibaren

giderek artan büyük bir ekonomik büyüme ortaya koydu. Yıllık büyümesi % 10-% 12

arasında olmaktadır ve şu anda reel değerlerle ölçüldüğünde Çin ekonomisi dünyanın

ikinci büyük ekonomisi olmuştur. 2010 itibarıyla Japonya’yı geçmiştir. Ondan bir sene

önce de üçüncü ekonomiyi, Almanya’yı geçmişti. Almanya böylece dördüncü ekonomi

haline gelmiştir. Çin ikinci ekonomi olarak bunu yaptı. Ayrıca ihracatta dünya liderliğini

sürdürmektedir ve üretim potansiyeli olarak Amerika’yı fersah fersah geçmiş durumdadır.

Şu anda temel sanayilerden biri olan, sanayinin bel kemiğini oluşturan demir-çelik

endüstrisinde Çin’in bir senede üretmiş olduğu çelik miktarı 2010 itibarıyla 600 milyon

tondur. Şöyle düşünelim: Çin’deki 600 milyon ton üretime karşılık ikinci üretici Japonya

120 milyon ton üretmektedir. Üçüncü üretici ABD senelerden beri 90 milyon ton

üretmektedir. İkisini topladığınız zaman 210 milyon ton eder. Avrupa Birliği’nin 27

135

ülkesini toplarsanız o da 200 milyon ton eder. Bunları da topladığınız zaman 410 milyon

ton eder. Rusya Federasyonu’nu buna ekleyebilirsiniz, 60 milyon ton. Hala yetişmedi.

Buna ek olarak Hindistan ve diğerlerini de eklerseniz hala yetişmedi. Bu çelik yenmez,

içilmez. Ne olur bu çelik? Altyapı olur, üstyapı olur; makine ve donanımlar olur. Silah

sistemleri olur ve dünya pazarlarını işgal eder. Şu anda olan budur. Siz isteseniz de bu

böyledir, istemeseniz de bu böyledir. Amerika’nın bunu durdurması da mümkün değildir.

Şimdi bu söylediğim gelişme 19. asırda İngiltere tarafından yapılan gelişmeyi anımsatır.

19. asırda İngiltere kitle-çelik üretim yöntemini keşfederek büyük atılım yapmıştı. İngiltere

1857’lerden 1890’lara kadar dünya lideri durumundaydı. Ondan sonra da yakayı

Almanlara kaptırdı. Almanlar liderliklerini Amerikalılara kaptırdı. Avrupa’da Almanya’nın

bir numara olması I. Dünya Savaşı’nın ve II. Dünya Savaşı’nın çıkışıyla çok yakın

ilişkilidir. Amerika dünya Lideri olmuştur 1900’dan itibaren. Ne zamana kadar? Sovyetler

Birliği 1970’li yılların sonunda Amerika’yı geçip ardından yıkılıncaya kadar. Yani 19. asır

İngilizlerin, 20. asır Amerikalıların asrı olmuştur. 21. asır çok açık olarak bir Çin asrı

olacak ifadesi doğru bir ifadedir.

Burada önemli unsurlardan biri enerji tüketimi meselesidir. Enerji tüketimi açısından

bakıldığında dünyada ikinci büyük enerji tüketen ülke Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Birincisi

Amerika’dır. Amerika’da kişi başına tüketilen enerji 11 ton taş kömürü eşdeğeri bir

enerjidir. 300 milyon kişi ile çarpanız üç milyar ton civarında bir taş kömürü enerjisine

tekabül eden bir enerji tüketir Amerika. Çin ise 2,5 milyar ton tüketmektedir. Fakat tabii,

kişi başına böldüğümüzde Amerika’nın çok çok altındadır. Eğer Çin, kişi başı tüketimini

iki tonun, dünya ortalamasının biraz üzerine çıkarırsa (ürettiği diğer şeyler için de, yaşam

standartları açısından da gerekli) o zaman Amerika’yı geçmiş olacaktır. Yani farz edelim

üç tona çıkarmış olsa Amerika’yı haydi haydi geçer. Türkiye şu anda yılda 2-3 ton taş

kömürü/kişi diliminde bir yerde bulunuyor. Almanya altı tonda bulunuyor. Almanya kadar

kişi başı enerji tüketse Çin Amerika’yı üçe katlayacaktır. Tüketilen bu enerjinin tüm

dünyada % 90’nı fosil enerji kaynaklarıdır. Önümüzdeki yirmi yılda da böyle kalmaya

devam edecektir. Yapılan bütün çalışmalar, gerek Avrupa Birliği’nin gerek Amerika’nın

raporları göstermektedir ki önümüzdeki yirmi yılda da enerji tüketimi % 90 civarında bu

fosil kaynaklara bağlıdır. Alternatif kaynakları ne kadar artırırsanız % 10’u geçmemektedir

toplam enerji içinde. Elektrik enerjisinde artış olabilir. Ancak, bu artışın toplam enerji

içindeki yeri önemli miktarlara ulaşmaz.

136

Böyle baktığımız zaman Çin’in fosil kaynakları açısından enerji ihtiyacını karşılayabilmesi

için yeni bazı girişimlere, bunun için de dış politikada yardıma ihtiyacı var. Çin’in kendi öz

kaynakları Doğu Türkistan’da yoğunlaşmış vaziyette. Çin’in Doğu Türkistan’dan

vazgeçmesi düşünülemez. Onun sıcak karnı Doğu Türkistan’dır. Uranyum kaynakları da

Doğu Türkistan’dadır. Dolayısıyla Çin’in buradan vazgeçmesini düşünmek mümkün

değildir. Onun için orayı Çinlileştirmeye çalışmaktadır. Toplam Çin toprakları içinde Doğu

Türkistan’ın payı aşağı yukarı % 20 civarındadır. Yani sekiz milyon kilometre kare içinde

1,8 milyon kilometre kare Doğu Türkistan’dadır.

Enerjinin yanı sıra önem arz eden ikinci husus su ihtiyacıdır. Su açısından zengin

kaynaklar Tibet Bölgesindedir. Tibet, neredeyse bütün su kaynaklarının çıktığı noktadır.

Çin, su üzerindeki hâkimiyetini Tibet’i kontrol etmek suretiyle sağlamaktadır.

Dikkat ederseniz ABD Çin’i rahatsız etmek istediğinde hemen iki noktaya temas eder. İlk

olarak Dalai Lama’yı Beyaz Saray’a çağırır, ikinci olarak bizim ABD’deki Doğu Türkistan

temsilcisiyle bir görüşme yapar. Hemen Çin’den protestolar yükselmeye başlar. Tabii,

böyle bir durumla karşılaştığı zaman petrol ve doğal gaza yeterli miktarlarda sahip

olamayan Çin’in ihtiyaç duyduğu potansiyelin % 70’ini içeren Orta Asya ve Orta Doğu’ya

ilgisini anlayabiliriz. Bu yer tutma meselesi önümüzdeki yüzyılda kritik bir önem

taşımaktadır. Bu yüzden Çin’in büyümesini engelleyecek husus enerji teminindeki

zorluklar olacaktır. İşte, Henry Kisinger bunu ifade ediyor ve diyor ki; “Biz Çin’in

yükselişini durduramayız fakat yavaşlatabiliriz”. Yapılan, Çin’in yükselişinin

yavaşlatılması hareketidir. Ondan sonra Amerikalılar, ‘Allah Kerim, Çin’i

yavaşlatabilirsek bu arada belki başka imkânlar organize edebiliriz’, diyebilirler.

Olaylara şu ana kadar izah edilen şekilde baktığımız zaman, Pearl Harbor olarak

vasıflandırdığımız onbir Eylül hadisesini ‘İslami terörizm’ ile bağlantılı olarak açıklamak

kolaylaşır. Enerji kaynaklarının yoğun olduğu bu bölgede, enerjinin ve bundan başka

kaynakların kontrol altına alınması şartını yerine getirmek için yapılması gereken

operasyonlardan ilkinin Afganistan’da yapılması gerekiyordu. ‘Niçin?’ Çünkü Afganistan,

birincisi stratejik olarak öyle bir yerde bulunuyor ki bu bölgeyi kontrol etmelisiniz. Zaten

Afganistan suni icat edilmiş bir kelimedir. Daha önceki adlandırmalarda bölgenin bir kısmı

Türkistan olarak bilinirdi. Diğer bir kısmı da Peştunların yaşadığı bölgedir. Dolayısıyla,

Afganistan suni yaratılmış bir yerdir. Tıpkı Orta Asya’da Stalin’in suni olarak çizdiği

sınırlarla yarattığı Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi devletler veya bizim

bölgemizde Kuveyt, Irak Libya vs. gibi çizilmiş suni sınırlarla, cetvelle çizilmiş sınırlarla

137

yaratılmış devletlerde olduğu gibi. Hemen belirtelim, Batı emperyalizmi ile Doğu

emperyalizmi arasında emperyalist bakış açısından bir fark yoktur. Neticede yapılan

işlemler aynı tekniklerle gerçekleştirilmiştir. Afganistan’a hâkim olduğunuz takdirde, o

bölgeye coğrafi olarak-tepe noktasından güneye doğru-Hindistan’ı kontrol edebilirsiniz.

Doğuya doğru Çin’i kontrol edebilirsiniz. İçeriye doğru orta Asya’yı kontrol edebilirsiniz.

Aşağıya doğru İran’ı kontrol edebilirsiniz. Bu çok önemli. Bütün geçiş yollarını ve stratejik

noktayı tespit etmiş olursunuz.

İkincisi, küresel ölçekte ihtiyaç duyulan boru hatlarının gerçekleştirdiği sevkiyatta merkezi

konumda bulunan Afganistan’ın yabancı kontrolü altında olması Çin tarafından

istenebilecek bir şey değildir. O yüzden Pakistan ile Çin arasındaki iş birliği gayet doğal

bir iş birliğidir. Pakistan varlığını Çin’e dayayarak kendi iç düzenini kurtarmaktadır. Çin

de Pakistan’ı desteklemek suretiyle menfaatini savunmaktadır. Dikkat ediniz, tüm İslam

coğrafyasında nükleer teknolojiye sahip tek ülke Pakistan’dır. Pakistan, bu teknolojik

donanımı Çin’den almıştır. İki tane 300 MegaWaltlık santrali vardır. Bunu Çinliler 1970’li

yıllarda kurmuşlardır. Pakistan, santrallerden çıkan atıklarla nükleer silahlarını imal

etmiştir. Zenginleştirme tekniklerini Çin’den, kısmen de Kuzey Koreliler’den

öğrenmişlerdir. Kuzey Kore de netice olarak Çin ve Rusya kökenlidir. Pakistanlılar bütün

bu sayılan gelişmeler neticesinde füze atış sistemleri ile caydırıcı güce sahip olmuşlardır.

Hindistan ise bu konuda Amerika’dan destek görmektedir. Rusya’dan da belli ölçüde

destek görmüştür. Demek ki burada, Afganistan’ın stratejik olarak önemini, enerji akış

yolu olarak önemini görebiliriz.

Afganistan ile ilgili olarak belirtilmesi gereken bir diğer husus da uyuşturucu meselesidir.

Afganistan-çok önemli, belki dikkatten kaçıyor, kimse onun üzerinde konuşmuyor-en fazla

uyuşturucu yetiştirilen yerdir ve buradan yetiştirilen uyuşturucular % 90 civarında dünya

piyasalarını işgal etmektedir. Bunun güzergâhı da, bildiğiniz üzere, Türkiye üzerinden

İngiltere’ye, oradan da diğer taraflara uzanmaktadır. Birçok istihbarat örgütü de bu

kaynakları örtülü olarak kullanmaktadır. Yani burada istihbarat örgütleri ile çeteler

arasında, mafya teşkilatları arasında, devletler arasında, sermaye grupları arasında çok

yakın ilişkiler vardır. Dün Aksaray Emniyet Müdürü’nün yaptığı bir açıklamayı aktarmak

istiyorum. 150 kiloluk bir parti ele geçirmişler Aksaray’da. Orası geçiş yolu olduğu için.

Bir kg eroin 20 bin Euro civarında. 20 bin Euro ile 150 kg çarparsanız üç milyon Euro

yapar. Bu yakalanan miktar esasen ufak bir şey tabii. Bunu Adli Tıp Kurumu’na veriyor,

onlar da ilaç sanayisine veriyor. Bu arada oradan başka yerlere de ulaşıyor olabilir. Yani

138

söyleyeceğimiz şey şudur: Bundan beslenen çevreler vardır. Zaten Rusya’nın oraya

girmesi de bir noktada aynı sebeplerle olmuştur. Rusya bu partiyi kaybedince ki onu

kaybettirmek için oraya organize edilen Taliban grubunu organize eden de bildiğiniz gibi

ABD’dir. Yani sonuçta kendi organize ettiği grupları, bu terör örgütlerini istediği yerde

kullanabilmektedir. Bu, bütün ülkelerin başvurduğu bir taktik ve tekniktir tabii. Şimdi

böyle baktığımız zaman da Afganistan’ın işgali ve kontrol edilmesinin gerekli olduğunu

görüyoruz ve Afganistan’dan Amerikan askerlerinin çekileceği iddiası ne kadar güçlü

olursa olsun orasının bir şekilde kontrol edileceğini söylüyoruz.

Bu arada, bundan sonraki hedefin Pakistan olacağını düşünüyorum. Birinci sebep: Bu

coğrafyada bu teknolojiye sahip olan bu ülkenin bu imkândan mahrum bırakılması gerekir

ki hâkimiyet devam edebilsin. Aynı zamanda, Afganistan’da yapılan harekâtın da sağlıklı

olarak devamı buna bağlıdır. Dolayısıyla, Bin Ladin’in öldürülmesiyle veya öldürüldü

iddiasıyla-böyle söylersek daha doğru söylemiş oluruz, çünkü daha önce öldürüldüğünü

iddia edenler var, hatta bu konuda birçok güvenilir ispatlar var-yeni harekât başlamıştır.

Pakistan büyük tehdit ve tehlike altında bulunmaktadır. Zaten suni olarak yaratılmış bir

devlettir. Orada orduyu hallettiğiniz zaman Pakistan diye bir şey kalmaz; paramparça hale

getirilebilir.

Şimdi İran’a doğru yavaş yavaş mesele yaklaşıyor, böyle gördüğümüzde. Diğer taraftan,

Irak’ın işgali birinci harekâtta zaten hazırlanmıştır, ikinci harekâtta da neticelendirilmiştir.

Bu neticelendirilirken de her türlü yöntem kullanılmıştır. Irak ordusunun üst makamdaki

subaylarına dışarıda bir maaş ödemek, tazminat ödemek gibi unsurlar da Irak ordusunun

teslim olmasında çok önemli rol oynamıştır. Bunu da burada belirtmiş olalım. Yani

istediğiniz takdirde çok güçlü olduğunu zannettiğiniz orduyu, üst tabakayı kontrol altına

almak suretiyle rahatlıkla elden çıkarabiliyorsunuz. Tabii burada NATO’nun da çok

önemli bir rolü var. Çünkü NATO burada bir uzantı olarak, yani Amerika’nın yetmeyen

asker gücü, insan gücü olarak yani materyal olarak devreye girebilir. Böyle bir NATO’ya

ihtiyaç var. Ancak, eski NATO artık fonksiyonunu yitirmiş durumda. Yani saldırmazlık

paktı olarak düşünülen, üye ülkenin kendisini güvencede hissetmek için güvenlik esası

olarak kabul edilen bir NATO artık bugün bir dünya jandarması durumuna getirilmiştir. Bu

durum Türkiye’nin çıkarlarıyla hangi ölçüde örtüşmektedir? Bu, yeniden düşünülmesi

gereken ve tartışılması gereken bir konudur.

1964 senesinde biz Kıbrıs’a 1. Harekâtı yaptığımızda-yapma durumunda olduğumuzda

diyelim daha doğrusu-ki biliyorsunuz bu oradaki soydaşlarımızı korumak için yapılan bir

139

harekâttı. Bu harekât, Menderes’in ve Fatin Rüştü Zorlu’nun imzaladıkları Londra ve

Zürih anlaşmaları sayesinde olmuştur. Bunu da burada yâd etmek lazım. Her şey,

yaptıkları her şey kötü olmamıştır. Bunu burada söylemek lazım. O zaman bu anlaşmaya

dayanarak soydaşlarımızın hakkını korumak istediğimizde, o tarihte Amerikan büyükelçisi

İnönü ve İnönü’nün Sanayi Bakanı Muammer Erten ile görüşmek istiyor. Harekâtı haber

almışlar. Engelleyecekler ve burada bu hadisede şöyle bir ifade kullanılıyor: Büyükelçi

diyor ki “Bu Türk devletinin güvenliği sorunudur”. Çünkü bu mesajda, yani Amerika’dan

gelen mesajda, “Türkiye, kendi haksız bir davranışıyla bir tecavüze maruz kalırsa NATO

otomatik olarak işlemez”. İnönü’ye söylüyorlar bunu. Yani İnönü’ye gönderilen bu mektup

diyor ki; siz şayet böyle bir harekât yaparsanız bunun akabinde de size karşı bir harekât

olursa-Rusya’yı başka birini kastediyorlar-o zaman NATO sistemi otomatik olarak

işlemez. Yani “sizin güvenliğinize biz karışmıyoruz”, diyorlar. O zaman şunu söylüyor

İnönü: “Hâlbuki biz NATO’ya, bir tecavüze uğradığımız zaman güvenliğimizi sağlamak

için girdik. Böyle bir tecavüz vaki olursa NATO anlaşmasının hükümleri otomatik olarak

uygulanmaya geçer. NATO böyle yorumlanmaya başlanırsa biz tecavüze uğradığımız

zaman menfaatleri gerektirmiyorsa bin türlü bahane bulurlar. NATO müttefikimiz bizi

Sovyetler ile tehdit ediyor. Öncelikle biz bu sorunu çözmeye mecburuz”. Biz bu sorunu

çözemedik. Biz güvence altında olduğumuzu zannediyoruz, fakat biz güvence altında

değiliz, tam tersine biz oraya güç tahsis etme durumunda kalıyoruz. Türkiye bir tehdit

altında olduğu zaman da karşı tarafın menfaatleri tehdit altında olduğu zaman da NATO

sizi korumuş oluyor. Hâlbuki esas mesele bu değildi. Bildiğiniz gibi bizim NATO’ya

girişimiz ve o müttefik grubunda yer alışımız, Sovyet tehdidinden çekindiğimiz içindi. O

zaman İnönü Muammer Erten’e talimat veriyor: “Biz NATO’nun Sovyetlere en yakın

kanadı olalım. Bunu Moskova’ya anlatın”. Erten bunu Moskova’da anlatıyor. Anlattıktan

sonra derhal Türkiye’de on proje yapılmasına karar veriliyor. Bunlardan biri İskenderun

Demir Çelik, diğeri Seydişehir Alüminyum, öbürü PETKİM, Aliağa Rafinesi, Paşabahçe

Cam Fabrikası, Bandırma Borik Asit Fabrikası ve bazı şeker ve çimento fabrikaları.

Ben size şunu söyleyeyim: Türkiye’nin bugün ikinci bir PETKİM’i yoktur. Yani

kurulmamıştır. Ne özel teşebbüs kurabilmiştir ne yabancı sermaye kurabilmiştir.

Rafineriler de keza öyle. İkinci bir İskenderun Demir Çelik de yoktur. İkinci bir

ERDEMİR de yoktur. Aynı şeyi alüminyum için de söyleyebilirim. Demek ki Türkiye,

temel sanayileri ve sahip olmadığı teknolojileri, tıpkı Mustafa Kemal döneminde olduğu

gibi dışarıdan almış, sonra da geliştirmiştir. Eski Sanayi Bakanı Şahap Kocatopçu-

140

kendisiyle askerî hükümet döneminde çalışmak şerefine nail olmuştum. Kendisi uzun

zaman Paşabahçe’nin de Genel Müdürlüğünü yapmıştı-bana şunu anlattı: “Biz pencere

camı üretemiyorduk. Ruslar bunu bize öğrettikten sonra biz pencere camı yapmaya

başladık”. Şimdi Türkiye cam sanayinde Avrupa’da sayılı ülkelerden biri haline geldi.

Yani Türkiye belli teknolojileri Batı’dan alamadığı için Doğu’dan alarak bu hale gelmiştir.

Bandırma’daki Asit Borik Fabrikası Sovyetler’in talimatıyla Polanyalılar tarafından

kurulmuştur. Türkiye, dünyadaki rezervin % 70’ine sahiptir. Bu tesis Türkiye’ye büyük bir

katma değer sağlamıştır. Artık boru, bor madeni olarak satmak yerine bazı türevler şekline

dönüştürmektedir. Bu kuruluşun geçen seneki cirosu 1,4 milyar lira, kârı 700-800 milyon

lira civarındadır. Bu önemlidir. Ben Genel Müdür’ü tebrik ettim. Çünkü Bandırma’daki

fabrikada çalışarak bunu öğrendikten ve onun üzerine koyduktan sonra bu hale gelmiştir.

Yani camda da bu böyledir, çelikte de bu böyledir, başka işlerde de bu böyledir. Batılılara

kalsaydı biz bunlara hiçbir zaman sahip olamayacaktık. Çünkü yaşam standartlarını belli

bir ölçüde tutabilmek için katma değerin kendilerinde kalmasını haklı olarak istiyorlar.

Şimdi böyle baktığımız zaman da kelimeler kifayetsiz kalıyor. Oranın genel müdürüne de

şöyle söyledim: “Dikkat edin, eğer biraz daha bu işleri devam ettirirseniz başka yollarla,

para operasyonlarıyla burayı da özelleştirme yöntemiyle kaybedebilirsiniz.” “Hocam ona

gücümüz yetmez” dedi. Bakalım, ne olacağını beraberce göreceğiz.

Şimdi bu çerçeveye koyduğumuzda demek ki enerji politikaları çerçevesinde Çin’in,

Japonya’nın, Avrupa Birliği’nin enerji ihtiyacını kontrol etmek, Irak harekâtının amacını

da açıkça ortaya çıkıyor. Ama bunu yapmak yetmiyor. Diğer petrol kaynaklarının olduğu

yerlerin de kontrol altına alınması gerekiyor. Çin’in bölgedeki faaliyetleri çok başarılı. Çin,

özellikle Afrika kıtasında çok önemli manevralar yaptı ve altyapı yatırımlarına girdi. Aynı

şeyi orta Asya’da da yapıyor. Her yerde Çinlileri görüyoruz. Demir yolları yapıyorlar,

yollar yapıyorlar, tesisler işletiyorlar, madenleri çıkartıyorlar vs. Bu ülkeler Çin’e karşı

büyük bir ticaret açığı veriyor. Çin bundan hiç rahatsız değil. Zaten biliyorsunuz ki Çin

Amerika’nın da devlet tahvillerini satın alıyor, bu şekilde ABD’ye de aynı politikaları

uygulamaya devam ediyor.

Çin böyle giderek bu büyüme hızıyla on yıl içinde en geç reel olarak söylüyorum, satın

alma paritesi değil, Amerika’yı yakalamış ve geçmiş olacaktır. Satın alma paritesi ile Çin

ABD’yi şu anda zaten geçmiştir. Dolayısıyla, Amerika’nın böyle bir durumda sermaye

çevrelerinin, özellikle silah sanayinin ve petrol sanayinin mutlaka böyle bir gelişimine

ihtiyacı vardır. Bunlara baktığımızda onbir Eylül’ün nereye oturduğunu çok açık

141

görüyorsunuz. Yani New Pearl Harbor, yeni Pearl Harbor tabiri ki onu ben

kullanmamıştım, o zaman söylediğimiz şeyin ne kadar doğru bir tespit olduğunu görmüş

oluyoruz.

Şimdi, o zaman, bizim civarımızda meydana gelen, arkasından Kuzey Afrika ve Orta

Doğu’da domino etkisi gibi ortaya çıkan ayaklanmalar da buraya tam olarak oturuyor.

Çünkü bunları aynı planın parçaları olarak görmek mümkün. Bazı yorumcular ve

siyasetçiler şimdi şunu da söyleyeceklerdir: “Efendim şimdi buradaki insanlar hürriyeti

çok seviyorlar, demokrasiyi çok seviyorlar, onun için bunlar böyle bir takım içerden gelen

hoşnutsuzluk sebebiyle ayaklanıyorlar”. Orta Doğu’daki karışıklıkların yalnız iç

etmenlerle açıklanmasının mümkün olduğunu düşünmüyorum. Dış etmenlerin burada bunu

harekete geçirecek unsurların çok akıllıca kullanıldığını, yani sosyal bilimlerin politikada

çok iyi bir araç olarak-hem de ölçülebilir şekilde-yapıldığını görüyorum. Biliyorsunuz,

sosyal bilimler ölçülemediği için bir takım handikaplara sahipti. Ünlü İngiliz fizikçisi Lord

Kelvin’inin ifadesi ile “Bir şeyi ölçülebilir yapıyorsanız biliyorsunuz demektir”. Ölçülebilir

yapmak için bir şeyleri mukayese ederek ölçülebilir hale getirmek lazım. Bunu yapmak

kolay bir şey değil gayet tabii. Ama anlaşılan sosyal bilimler, özellikle uluslararası ilişkiler

bu alanda büyük ilerlemeler kaydetti. Mesela Sudan’ın parçalanması olayı. Güney

Sudan’ın kuzeyden ayrılması ki Hristiyanların oranı Güney Sudan’da % 25’i geçmez. Buna

rağmen bu olmuştur. Aynı şekilde, Darfur Bölgesi’nin Sudan’dan ayrılması şeklinde

cereyan eden parçalanma hareketi şu anda devam etmektedir. Orası da petrol ve su

kaynaklarının olduğu yerdir. Orada ikisi de Müslüman olduğu halde farklı etnik yapılar

ortaya çıkarılmaktadır. Yani ‘siyah’ kökenli ile Arap kökenli arasındaki kültür farklılığı.

Bir başka deyişle, demek ki etnik ve dini farklılıklar ortaya çıkarılarak bir parçalanma

stratejisi izlenmekte ve burada çok akıllı bir şekilde yürütülmektedir.

Bu anlatılanları Libya örneğinde çok güzel görüyoruz. Doğuda Bingazi bölgesindeki aşiret,

Sinüzi aşireti ile öbür tarafta Kaddafi’nin mensup olduğu aşiretler arasındaki çatışma

netice itibarıyla. Libya beş milyonluk bir ülke. Kaddafi yönetimi sosyal imkânları

yaratıyor, eğitim sağlık hizmetleri bedava, işsizlik parası var, sanayileşme yapıyor,

Misurata’da çelik fabrikası kurdu. Meşhur o büyük “great man made river” dediğimiz su

projesini gerçekleştirdi. Suyu olmayan bir Libya’yı bugün su sahibi yaptı. Çünkü

Libya’nın altında yer altı su kaynakları olarak çok büyük su kaynakları var. Aşağı yukarı

Nil nehrinin debisi kadar. Libya’nın doğusunda, Büyük Sahra’nın altında da su kaynağı

var. Çok büyük bir imkân demektir bu. Dolayısıyla Libya bunu yaparak büyük bir projeyi

142

dünyada gerçekleştirdi. Böyle bir projeyi gerçekleştirmede Libya tektir. Bir de bu

yetmezmiş gibi Afrika ülkelerini birleştirip onlara doğal kaynaklarına sahip çıkmaları

konusunda çatı desteği verdi. Sudan’da mevcut Devlet Başkanına destek verdi. Bunlar tabii

ABD ve Batı’nın stratejilere hiçbir şekilde uymuyor, ayrıca bir de Çin’in oraya girip petrol

kaynaklarında pay sahibi olmaya başlaması da endişe verici boyutlarda görülüyor.

Peki, o zaman BM Güvenlik Konseyi’nde Çin niye veto hakkını kullanmadı, diye

sorabilirsiniz. Cevabı çok açık. Çin’in şu anda savaşa ihtiyacı yok. On-on beş sene daha

dişini sıkarsa, belli bir duruma geldikten sonra zaten savaşa ihtiyaç kalmayacak.

Dolayısıyla, mesele bu dönemi atlatmak. Yani onun için belli yerlerde belli fedakârlıklar

yapılabilir. Bence Libya olayında Çin’in veto kullanmaması, Güvenlik Konseyi’nde

tarafsız kalması bu şekilde açıklanabilir. Ama İran için Libya gibi bir durum olsa, acaba

bunu yapar mı diye sorarsanız orda büyük şüphem var. Onu yapmayacaktır. İran veya

Pakistan konusunda daha ciddi bir duruş sergileyecektir.

Böyle baktığımız zaman Türkiye’nin nereye oturduğu da kendi kendine hemen ortaya

çıkmaya başlıyor. Türkiye’de de etnik ve dini bölücülük yapılarak Kuzey Afrika ve Orta

Doğu’daki gibi aynı unsurlar kullanılmaya çalışılmaktadır. Terör örgütü PKK, bu iş için

gayet güzel bir enstrüman olarak kullanılmıştır ve kullanılmaya devam etmektedir. Bunun

siyasi aracı da vardır. İşte malum parti. Dolayısıyla, Güney Doğu’da itaatsizlik eylemleri

yapılması, bölgenin bir sopa olarak Türkiye’ye gösterilip yani ‘bizim dediğimizi yap, aksi

takdirde sen bilirsin’ denmesi olarak değerlendirilebilir. Gerektiği takdirde suçlayıcı kaset

de koyabilirsiniz, gerektiği takdirde adamları hapse de atabilirsiniz. Adam niçin

suçlandığını bilmeden tutuklu olarak kalabilir. Yani bu bir noktada yargının vs. nasıl

etkilendiğini de gösteriyor. Bunlar netice itibariyle çok vahim gelişmeler.

Bugün, Türkiye’nin büyük güç olduğu iddiası pompalanıyor. Yani kurbağa gibi şişip

patlamaya hiç gerek yok. Büyük güç olmadınız, siz şu anda 800 milyar dolarlık milli geliri

olan bir ülkesiniz. Eğer çalışırsanız bir şey olabilirsiniz. Üretim gücünüze bakmanız lazım,

istihdamınıza bakmanız lazım, nereye geldiğinize bakmanız lazım, teknolojinize bakmanız

lazım, bakmazsanız o zaman tabii Soros’un dediği gibi “en iyi ihraç kalemi asker” gibi bir

noktaya gelirsiniz. Hani İsviçreli Orta Çağ’da para kazanmak için paralı asker olurdu.

Vatikan’da, hâlen İsviçreli askerler Papa’yı korur. Türk İnsanının durumu buna

dönüşebilir. Tabii, savaşın özelleştirilmesine giriyoruz o zaman. Çünkü savaş şimdi

özelleştirilmiş bir sektör haline gelmiş bir vaziyettedir. Yani bir nokta da ekonomiye

önemli bir destek sağlayan, insanlara istihdam yaratan, bir sektör oluyor. Etik değerler,

143

Kant’ın dünyada ebedi barışı, barış çalışmaları, Birleşmiş Milletler teşkilatı, hepsi boşa

gitmiş oluyor. İnsan tabii bunları sormak zorunda kalıyor.

Esasen bunlar da çelişkileri ortaya koyan şeylerdir. Çünkü demokrasiden bahsediyorsunuz,

anayasadan bahsediyoruz. Burada bunu daha iyi söyleyecek arkadaşlarımız var ama

anayasa dediğimiz şey, Immanuel Kant’a göre de, özellikle ebedi barışın en önemli gerekli

şartlarından biridir ve bunun halkçı/sivil olması gerekir. Sivilden kastedilen halkın yaptığı

anayasadır. Toplumsal mutabakatla sağlanır. Cumhuriyetçi olmalıdır. Cumhuriyetçiliğin

tersi de despotik yapıdır. Bu, bir grubun hâkimiyeti olabilir, bir partinin hâkimiyeti olabilir,

bir despot kişinin hâkimiyeti olabilir. Yani şimdi biz % 51 ile anayasayı değiştirmeye

kalktığımızda doğru bir şey yapmış olmuyoruz. Ben buna ‘demokratik despotizm’

diyorum. Çünkü despotizm tabirini Kant kullanıyor da, demokratik despotizmi

kullanmıyor. Bunu ben söylüyorum.

Dolayısıyla, şu anda demokratik despotizme doğru gidiş var. Bu, oyun kartı gibi devrilen

domino etkisi içinde Kuzey Afrika’da ve Arap dünyasında olan çelişkili durumlar.

Bahreyn’deki durumla Libya’daki durumu karşılaştırırsanız tamamen çelişkili değil mi?

Bahreyn’de ekseriyet Şii. Bunlar mevcut Sünni azınlığın hâkimiyetine hayır diyor. Batı ses

çıkarmıyor. Oradaki % 15’lik grup idareye devam ediyor. Öbür tarafta Suriye’de tersi

durum mevcuttur. “Niçin?” Mevcut Suriye lideri Batının işine gelmiyor. ‘Onu indireceğiz,

biz kendi adamımız getireceğiz’. Bu davranış tarzları ekonomik çıkarlar ötesinde aynı

zamanda siyasi hâkimiyet bölgesi olarak çıkıyor.

Tabii; Türkiye kendi oynama hakkı sınırlarını, gücünü iyi tahmin etmeli, iyi bilmeli,

maceracı olmamalı. Ama Türkiye mutlaka kişiliğini koruyan, kendi çıkarlarını her şeyin

önünde tutan bir dış politika izlemeli; birinin borazancı başçısı veya birinin sopası, birinin

aleti haline gelmemeli. Buna gelmesi de Türk toplumuna zarar verir. Anayasanın % 51 ile

değişmesi bir noktada despotizmin oluşmasını sağlar. Biz bir taraftan Afrika’da despotizmi

yıkmaya çalıştığımızı iddia ediyoruz, öbür taraftan despotizmi buraya davet ediyoruz. Yani

bu anayasa meselesinde garip bir çelişki oluyor, değil mi? Kabul edilmesi pek mümkün

olabilecek şey değil. Birleşmiş Milletler teşkilatının çalışma şekli de böyle. Güvenlik

Konseyi’nde veto hakkı olan beş ülkenin varlığı böyle despotik bir yapı ortaya koyuyor.

Yani Kant’ın söylediği gibi üye devletlerin hür iradesine dayanan iş birliği değil; bazıları

birilerinden daha eşit oluyor. Özellikle o beş malum BM kurucu üyesi ülke ayrıcalıklı

oluyor. II. Dünya savaşının galipleri olduğu söylenen ülkeler. Artık zaman değişmiş

vaziyette.

144

Bütün bunları gördüğümüzde gelecek için şunları söylemek mümkün: ABD kesin olarak

önümüzdeki dönemde gücünü kaybediyor. Onun yerini yeni yükselen bir güç alıyor. Eğer

bir rasyonel yaklaşım olursa, savaş olmadan bu güç devir teslimi, dünya üzerinde başkanlık

değişimi gibi olur. İrrasyonel bir gelişme olursa, insanların irrasyonel davranışlarını da

hesaba katmak lazım, maalesef büyük bir çatışma, savaş bekleyebiliriz. Bu, tabii Çin’i bu

işin içine çekerek daha önceden olabilecek bir gücü ortadan kaldırma gayreti olur.

Avrupa’nın bu konuda Amerika ile aynı tarafta olmayacağını düşünüyorum. Avrupa bu

işlerden artık bıkmış durumda. Karşımızda ayrıca yaşlanan bir Avrupa var. Avrupa artık

emeklilik çağını iyi geçirmek istiyor. Yani dolayısıyla Avrupa’yı böyle maceralara

sokmamak lazım.

Türkiye, tabii aklını başına alıp böyle maceralar içinde yer almamalı. Ondan sonraki konu,

Türkiye’de cereyan edecek olaylar, bu söylediğimiz çerçeve içinde, yani ayaklanmalar,

huzursuzluklar şeklinde olacaktır. Dil birliğinin tehlikeye sokulması halinde orta vadede

bir parçalanma tehlikesinin var olduğunu düşünüyorum. Çünkü ülkelerin birliğini sağlayan

dil birliğidir. Aksi halde gevşek bir birliktelik olur. BM Genel Sekreteri Boutros Boutros

Ghali; 1990’lı yıllarda hatırlanacağı üzere “II. Dünya savaşı sonrasında elli devlet vardı,

şimdi iki yüz devlet var, ileriki bir tarihte iki bin devlet tane olacak” demişti. O zaman bu

durum gerçekleşmiş olur. Tabii, bu parçalanacak devletlere ABD ve Avrupa’daki

Almanya, Fransa gibi devletler dâhil olmayacaktır. Ama bazı Avrupa devletleri dâhil

olacaktır. Türkiye’nin parçalanmayan devletlerden olması gerekir. O bazılarından

olmamak için bazı politikalar izlememiz gerekir.

Benim görebildiğim şudur ki biz Libya’ya bir takım müteahhitler gönderiyoruz. Orada bu

adamlar inşaat faaliyetleri yürütüyorlar. Fakat yalnız inşaat faaliyetleri yaparak bir devletin

parçalanması önlenemiyor. İnşaat ekonominin bir parçası ama orada sosyal bilimlerle

uğraşan ve o aşiretlerin nabzını tutan adamlarımız olmamıştır. Orası hakkında yeni

bilgilere sahip değiliz. Dış İşleri Bakanlığı’nın bunu yapması zaten mümkün değildir.

Kadrosu bu işe kifayet etmez. Burada Türkiye’de var olan düşünce kuruluşları ve

üniversiteler bu işi yürütebilir. Her birinin bir bölgeye uzmanlaşması, oraları tanıması ve

bu konularda çalışmalar yapması gerekir. Belki bu şekilde biz bu aşiretler arası kavgayı

önleyerek Libya’nın barışını ve birlikteliğini sağlayabilirdik. O zaman kendi çıkarlarımıza

hizmet etmiş olurduk. Karşı taraf da onları çarpıştırarak kendi çıkarlarına hizmet ediyor.

En azından bir şansımız olurdu. Biz ne Sudan’da bu işlerle meşgul olduk, ne Libya’da.

İşler bittikten sonra, yumurta kapıya geldikten sonra bizim bir şeyler yapmamız lazım

145

diyoruz. Bu da İngilizce yayınları takip ederek, Almanca, Fransızca veya her neyse hangi

dildense yayın takip ederek olmaz. Orada yerinde bulunarak ve orada bunları inceleyerek

olur. Lawrence’i çok iyi etüt etmek gerekir. Bence Lawrence İngiltere’ye bu alanda çok iyi

hizmetler vermiştir. Bizim de başka türlü Lawrence’lere ihtiyacımız olduğunu

düşünüyorum. Yani Lawrence’i küçük göreceğimiz yerde Lawrence’den ders çıkarmamız

lazım. Ortalığı karıştırmak yerine bizim çıkarlarımız doğrultusunda Lawrence’in belki o

birleştirici özelliğini devreye sokmamız lazım. Benim görebildiğim budur.

İsrail’in konumu, bölge çıkarları bakımından fevkalade büyük önem taşıyor. O da kendi

çıkarları doğrultusunda bölgeyi şekillendirmeye çalışıyor. O küçük küçük devletçikler

meselesi biraz da İsrail’in arzusundan kaynaklanıyor. Malum, bayrağındaki iki çizgi bizim

bölgeyi de içerisine dâhil ediyor; Nil nehri ile Fırat nehri arasındaki bölge. İdeolojik yapıda

bir devlet olan İsrail bundan kurtulmuş değil ve maalesef bu ideolojik yapıya sahip olduğu

için başka türlü davranamıyor. İsrail içinde hiç aklı başında adamlar yok mu? Var. Ama

onların etkili olduklarını düşünmüyorum. Dolayısıyla, bu tip karıştırıcı ve parçalayıcı

politikaların İsrail’in kendisine de uzun vadede çok zarar vereceğini düşünüyorum.

İran’ı onlar ideolojik olarak büyük bir tehdit olarak görüyorlar. Çünkü İran onlara göre

İncil’den gelen, eski Ahit’ten gelen sebeplerle tehdittir. Onları dağıtır, yok eder, ortadan

kaldırır. O bakımdan İran’dan çok büyük endişe duymaktadırlar ve İran’ın mesela bu

nükleer meselede geçirdiği macera çok enteresandır. İsterseniz onu da çok kısa söylemiş

olayım: İran, Arapların petrolü silah olarak kullanmalarından sonra, 1973’ten sonra, petrol

birden üç dolardan on bir dolara çıkınca nükleer enerjiye önem vermeye başladı. Şu anda

dünyanın toplam birincil enerjisinin % 7 civarında bir kısmı nükleer enerjiden sağlanıyor.

Şu anda Çin’de 24 nükleer santral inşaat halinde. Çin’in başka çaresi yok. Mecbur. Şimdi

İran Şahı o zaman Amerika’nın en büyük müttefiki idi. Çünkü petrolleri Amerikan

şirketlerine, İngiliz şirketlerine vermişti. Hangi şartlarla verdiği ayrı bir konu. Gizli, zaten

bunlar malum gizli tutulur. Oradan elde edilen gelirler Amerika’ya gidiyor, oradan silahlar

geliyor, böylece İran ordusu silahları mükemmel ordu haline geliyor. Hem petrolü alıyoruz

hem silah satıyoruz. Her şey çok yerinde. Fakat tam bu böyleyken İran Şahı nükleer

maceraya girmek istiyor. Bir nükleer santral kurmak istiyor. Amerika’nın onayıyla 1974’te

Almanlar, Siemens şirketi orada bir santral inşaatına başlıyor. Şu anda santralin kurulduğu

yerden bahsediyorum: Buşehr. Santrali kurmaya başlıyorlar. Fakat İran Şahı bir hata

yapıyor. Yaptığı hata şu: Bir değil yirmi nükleer santral kurmak istiyor. Bu isteği sonunu

getirmiştir. Nitekim Humeyni birkaç sene sonra seferber olarak Paris’ten İran’a gelmiştir.

146

Geldikten sonra Şah oradan kaçmak zorunda kalmıştır: En büyük müttefikleri. Humeyni ve

etrafındakilerin çıkardığı fetvalar incelendiğinde görülecektir ki şeytan işi olduğu için

böyle nükleer santrallerle filan uğraşmak doğru değildir. Yeşillere benzeyen tarafları var

İslami devrimcilerin. Ondan sonra ideolojik yaklaşanlar bu işleri böyle görebilirler.

Dolayısıyla, böyle baktığımız zaman da Humeyni’nin bu yaklaşımı arkasından başlayan

Saddam saldırılarıyla adamların aklı başına gelmiştir. Sekiz senede bir milyonu aşkın genç

ölmüştür. Mezarlarını ziyaret ederseniz göreceksiniz. Genç genç çocuklar 18 yaşında, 19

yaşında. Resimlerini koymuşlar, mumlar yanıyor orada. Bir Milyonu aşkın kişi mezarda

yatıyor. Karşı tarafta da, Irak’ta da öyle. Bu genç insanlar bir hiç için öldüler. Bunun

üzerine İranlılar uyanıyor: ‘Biz şu nükleer santrali yapalım, bu teknolojiyi yapmamız

lazım’, diyorlar. Fakat nükleer santral teknolojisini alacak yer yok. Almanlar yapmıyor,

Avrupalılar yapmıyor, Amerikalılar yapmıyor, Kanadılar yapmıyor. ‘Ne yapacağız,

Ruslara başvuruyoruz’ dediklerini farz edebiliriz. Ruslar tabii diyorlar. 1995’te başlıyorlar,

şu anda 2011’deyiz. Kaç sene geçti hala çalışmıyor santral. Bu arada İran zenginleştirmeyi

yaptı Rusları da kızdırdılar. Çünkü Ruslar o zenginleştirmeyi tekellerinde tutarak,

zenginleştirilmiş uranyumu satmayı düşünüyorlardı. Hâlâ santral çalışmıyor, ne kadar

çalışmaz onu da bilmem. Çalıştıktan sonra başına neler gelir, onu da bilemem.

Gördüğünüz gibi burada çok ciddi bir çıkar kavgası oluyor. En basit teknolojilerden bakın,

biraz önce anlattım, pencere camından başladık, bu işler böyle yürüyor. Burada gelişmiş

ülkeler ile gelişmemiş ülkelerin birbirleri arasında devam eden bir paylaşım kavgası vardır.

Buna ek olarak gelen bir de sermayenin hâkimiyeti kavgası vardır. O büyük şirketlerin

hâkimiyeti meselesidir. Bu şirketler ulus devletleri bir kenara iterek kendi hâkimiyet

alanlarını genişletme hedefindedirler. Dolayısıyla, Amerika’da olanlar da mutlaka

Amerikan toplumunun çıkarları doğrultusunda cereyan eden olaylar değildir. Mesele karar

alma süreçlerine halkın katılımı meselesidir. Biz halkın katılım süreçleri söz konusu

olduğunda cumhuriyet diyoruz, onlar demokrasi diyor. Demokrasi değil de cumhuriyet

demek daha doğru olur. Bir cumhuriyet de despotik olmamalıdır. Zaten o zaman o devlet

cumhuriyet olmaz. Biz cumhuriyetin değerini bilmiyoruz. Biz hep demokrasiden bahseder

olduk. Bir türlü cumhuriyet kelimesi ağzımıza gelmiyor, aklımıza da gelmiyor. Onun için

anayasada bir bakıyoruz böyle seçilen bir meclis anayasa yapmaya kalkıyor. Çok vahim

esasen.

147

KAYNAKÇA

Kant, Immanuel (1953). Zum ewigen Frieden. Stuttgart: Philip Reklam Jun.

Tarpley, Webster Griffin (2006). 9/11 Synthetic Teror: Made in USA, Vienna, Torina, Bari,

Oldenburg.

Uyar, Hakkı (2011). Topraktan Parlementoya Muammer Erten. İstanbul: Boyut.

www.amazon-noir.com


Recommended