Date post: | 18-Nov-2023 |
Category: |
Documents |
Upload: | independent |
View: | 0 times |
Download: | 0 times |
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ
SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ
Yönetişim Bağlamında Devlet İdaresinin Dönüşüm Süreci
Bağımsız Düzenleyici Kurumlar: Yetki-Örgüt-İşlev
Seminer I
Şükrü YILMAZ
12080530
ÖĞRETİM ELEMANI
Yrd. Doç. Ozan ZENGİN
Ankara-2015
II
İçindekiler GİRİŞ ...................................................................................................................................... III
DEVLET AYGITININ DÖNÜŞÜMÜ .................................................................................... 1
GKY ve YKİ : DEĞERLER VE İLKELER ............................................................................ 6
KÜRESEL PAZAR İÇİN : YÖNETİŞİM ............................................................................. 15
YÖNETİŞİM: KAVRAM VE MODEL ................................................................................ 19
İyi Yönetişim ve Piyasa Dostu Devlet ............................................................................... 21
DÜZENLEMENİN ÜÇ HALİ VE BDK’LAR ...................................................................... 24
Bağımsız Düzenleyici Kurumlar: Yetki-Örgüt –İşlev ....................................................... 33
Yönetişim ve BDK’lar: Nasıl Bir Süreklilik ? ................................................................... 36
SONUÇ .................................................................................................................................. 38
KAYNAKÇA ......................................................................................................................... 39
III
GİRİŞ
Bu çalışmada büyüteç konusu olarak 1990’lı yıllarda yükselen yeni bir
devlet tipolojisi olan Düzenleyici Devlet’e ve bu devlet anlayışının vazgeçilmez
unsurlarından Bağımsız Düzenleyici Kurumlar’a odaklanılmakla birlikte, esas olarak
bu sürece evrilişin arkasındaki değişimi anlamak açısından öncelikle Geleneksel
Kamu Yönetimi anlayışı ile Yeni Kamu İşletmeciliği anlayışının sunduğu özellik ve
uygulama alanlarına değinilecektir. Daha sonra ‘demokratikleşme’, ‘küçük devlet’,
‘piyasa dostu devlet’ gibi kavramsallaştırılmaların arasından sıyrılan, gerek
akademik alanda, gerek küresel sermayenin düzenleyici kurumları arasında da
oydaşılan ve dilimize ‘yönetişim’ olarak tercüme edilen ‘governance’ kavramını, bu
kavramı oluşturan unsurlar ile bu kavramın sunduğu ilkeler ayrıştırılarak bunların
betimleyici bir açıklaması yapılacaktır. Yönetişim kavramının ortaya koyduğu
modeli betimleme esnasında, bu kavramın hızlı yükselişinde 1990’lar boyunca
belirleyici olan Dünya Bankası’nın etkilerine de değinilecektir. Son kısımda ise yeni,
bir o kadar muğlak olan yönetişim modelini, bir toplum ve devlet modeli olarak ete
kemiğe büründüren (Bayramoğlu, 2004: 188), dönüşmüş olan devlet mekanizmasının
önemli bir parçası haline gelen ve geleneksel devlet mekanizmasına bir o kadar da
yabancı olan Bağımsız Düzenleyici Kurumlar’ın oluşum süreci, yapısal ve işlevsel
özellikleri açıklanmaya çalışılacaktır. Çünkü bu kurumlar, küresel düzeyde yeni bir
yönetim modeline ulaşmak için küresel, ulusal ve yerel düzeyleri birbirine
bağlayacak mekanizmanın bugün en önemli aracıdır. (Bayramoğlu, 2004, sf.188)
1
DEVLET AYGITININ DÖNÜŞÜMÜ
Devlet, sermayenin merkezileşmesi, yoğunlaşması ve uluslarasılaşması
süreci karşısında, bu sürecin gereklerine uygun düşecek şekilde neoliberal yeniden
yapılan(dır)maları içinde barındıran bir dönüşüme girmiş ya da girdirilmiştir.
“Devletin yeniden yapılanması, devlet aygıtının belirlenmiş iktisadi-politik hedefler
doğrultusunda konum ve işlevleri bakımından yeniden tanımlanarak örgütlenmesidir.
Yeniden yapılanma devletin ‘kendiliğinden’ değişimini değil, doğrudan bilinçli insan
müdahalesi ile değişimini kapsar.” (Güler, 2005: 129) Bu dönüşümü siyasi ve
toplumsal ilişkiler üzerinde sermayenin tahakkümünü derinleştirmeye ve
sistematikleştirmeye yönelik siyasi bir proje (Angın ve Bedirhanoğlu, 2012: 75)
olarak tanımlayabileceğimiz neoliberalizmin zorunlu gördüğü ve dayattığı ilkeleri
devletin çeşitli mekanizmalarla içselleştirme çabası olarak da adlandırabiliriz.
Dolayısıyla bu dönüşüm her ne kadar temel de ekonomik olsa da bunun yanında
siyasal, toplumsal ve yönetsel alanları da kapsar niteliktedir. “Kökleri 1970’lerdeki
krize dayanan bu yapılanma sürecinin önemli bir uğrağı, reel sosyalizmin çözüldüğü,
tek kutuplu dünyanın ve piyasanın devlete karşı zaferinin ilan edildiği 1990’lı
yıllardır. Çözülüşle birlikte küreselleşme neoliberalizmin en temel ideolojik
söylemlerinden biri haline gelmiş, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması
temelinde ortaya çıkan kapitalist küreselleşme, kapitalizmin mantığını tüm dünyaya
yaymıştır.”(Güzelsarı, 2003: 17)
1920’lerden sonra ekonomide talep kaynaklı problemler ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde kapitalist yoğun üretime karşın bu üretimi karşılayacak tüketimin(talep)
azlığı nedeniyle ürünlerini satamayan şirketler üretimi durdurmaya, işçi çıkartmaya
2
başlamışlardır. Bu durum 1929’da ekonomik buhran olarak adlandırılan krize neden
olmuş, artık bu krizden sonra devletin bu müdahaleci olmayan yönü sorgulanmaya
başlanmıştır. Ekonomik buhran ile ortaya çıkan işsizliği azaltmak ve buhranın
yarattığı durgunluğu bitirmek için J.M. Keynes’in “devletin ekonomiye müdahalesi”
fikri çözüm olarak birçok ülkede kabul görmeye ve uygulanmaya başlanmıştır.
Keynes, ekonomik durgunluğun yenilmesi için gerekirse devletin çukur kazdırıp
sonra da o kazdırdığı çukurları doldurtmak zorunda olduğunu belirtmiştir. Özel
sektörün girmediği alanlara devlet ya bizzat girecek ya da bu alanlarda talebi
arttıracak önlemler alacaktı. Çukur örneğinde olduğu gibi talebi arttıracak önlemlerle
istihdamın arttırılması ve işsizliğin azaltılmasıyla da ekonomik krizlerin olumsuz
sonuçlarının devlet eliyle ortadan kaldırılması amaçlanmıştı. Keynesyen ekonomi
politikalarla birlikte ekonomide uygulanan klasik iktisat anlayışından, müdahaleci
devlet anlayışına geçilmiş, bu anlayış hem devletin işlevlerini hem de harcamalarını
arttırmıştır. Devletin bu müdahaleci politikaları II. Dünya Savaşı sonrası dönemde
daha da ihtiyaç duyulan politikalar olmuştur. Çünkü savaştan sonra yokluk içine
düşen ülkelerde halkın himayeye ve ekonomik desteğe olan ihtiyaçları devletin
müdahalesini daha da zorunlu kılmıştır. II. Dünya Savaşı, ekonomik ve yönetsel
açıdan bir kırılma noktası oluşturmaktadır. Savaştan sonra gerek ekonomide gerekse
yönetsel alanda var olan kabuller değişmiş ve değişen bu kabuller 80’lere kadar
değişikliğe uğramadan devam etmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da meydana
gelen maddi hasarların, devletin müdahalesi olmadan onarılması ve tekrardan
ekonomik kalkınmanın sağlanması mümkün görünmüyordu. Bu dönemde devlet,
Beveridge’nin deyimiyle “vatandaşların beşikten mezara kadar tüm ihtiyaçlarını
karşılamakla mükellef” olarak görülmekteydi. Keynesyen ekonomi politikaları,
hükümetlerin ekonominin yönetiminde ve sosyal politikalarda daha aktif rol almasını
3
ortaya çıkarmıştır. “Bu politikalar, kapsamlı sağlık ve eğitim programları, sosyal
güvenlik harcamaları, yaşlılara, ailelere, öğrencilere, çocuklara ve konuta yönelik
sosyal hizmetler, devletin yapı ve faaliyetlerini genişletmiş ve refah devleti denilen
bir olguyu ortaya çıkartmıştır.” (Eryılmaz, 2014: 48) Ancak 1970’lerin ortasında
meydana gelen petrol krizi kamu harcamalarının artmasına ve bütçe açıklarına neden
olmuştur. Hükümetler bu bütçe açıklarını kapatabilmek için borçlanmış ve daha da
radikal önlemler almak zorunda kalmıştır. “1970’li yıllarda gelişmiş ülkelerde kar
oranları düşmüş, sabit sermaye yatırımlarında azalma baş göstermiş, tüm sanayi
dallarında üretken kapasite kullanımı daralmış, işsizlik ve enflasyon oranları artma
eğilimine girmiştir.” (Güler, 2005: 85) Gelinen noktada her krizde olduğu gibi
70’lerin ortasında yaşanan krizde de tartışmaların odağı devlete yönelmiştir. Refah
devleti olarak adlandırdığımız ekonomi politikalar bu dönemde önemini yitirmiş,
devletin faaliyet alanlarının daraltılması fikri gündeme gelmiştir. “1970’lerin
sonunda, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, devleti küçültmek ve yeniden
yapılandırmak isteyen ve Yeni Sağ olarak nitelendirilen partiler ve liderler iktidara
gelmiş, bu liderler ve iktidarlar, kamu sektörünün yapılanmasını, devletin faaliyet
alanlarını ve kamunun iş görme yöntemlerini masaya yatırmışlardır. Bu iktidarlar
Yeni Sağ programları ve politikaları, devletin yapı ve işleyişinde radikal bir değişimi
başlatmış ve refah devletinin sonunu ilan etmiştir.” (Eryılmaz, 2014: 48-9)
Devletin bu dönemde ekonomik büyümeyi ve bireysel özgürlüğü
sınırlandıran problemleri ortaya çıkardığı fikri neoliberal iktisatçılar tarafından
sıklıkla dile getiriliyordu. Devlet bu düşünürlerce merkeziyetçi, katı hiyerarşik ve
kurallara sıkı sıkıya bağlı olmakla suçlanıyor, devletin geleneksel yönetim anlayışına
karşı çıkılarak, bu anlayış yerine esnek örgütlü, adem-i merkeziyetçi, yumuşak
hiyerarşiye dayalı minimal devlet anlayışını içinde barındıran yönetim anlayışları
4
ikame edilmek isteniyordu. Devlet, artık üretim, tüketim ve bölüşüm sürecine
doğrudan bir müdahaleci bir tutum takınmayacak, bunun yerine piyasa ekonomisinin
işleyişini kolaylaştırıcı, ulusal ve uluslar arası piyasa aktörlerinin faaliyetlerini
destekleyici bir görünüme bürünecektir (Zengin, 2014: 502). “Bu görüş ve
politikalar sonucunda 70’lerin sonuna doğru, gelişmiş ülke devletlerinin öncülük ve
koruyuculuk sundukları şirketler ulusaşırı tekellere dönüşmüş ve bunlar hamilerini de
tehdit eden güçler haline gelmişlerdir. Çokuluslu –giderek ulusaşırı- şirketler
azgelişmiş ülkelerde çıkarlarına ters karar alan hükümetleri devirmeye
girişebildikleri gibi, kendi hükümetlerinin dış ekonomik ve siyasal politikasını da
yönlendirme gücüne erişmişlerdir.”(Güler, 2005: 85) Çokuluslu firmaların gelişimi
ve sermayenin uluslarasılaşması süreciyle, “mekansal örtüşmezlik” olarak
kavramsallaştırılan (Murray 1971 aktaran Akçay, 2012: 20) , dünyanın ekonomik ve
politik örgütlenişi ile devlet arasında bir gerilimin oluştuğu tezi ortaya atıldı. Yani
sermaye yoğunlaşmakta ve uluslararası bir boyut kazanmakta böyle bir süreçte,bu
kavram bizi sermayenin yeniden üretiminin (re-production) kim tarafından
üslenileceği sorusuna yönlendirmektedir. Buna göre 1970’lere kadar hem erken
kapitalistleşen ülkelerde hem de geç kapitalistleşen ülkelerde, mekânsal olarak
devletin ve sermayenin operasyon alanları arasında önemli bir örtüşme gözleniyordu.
Ancak 1970’lerin ortasındaki krizden sonra gelişen ve dünyayı büyük bir köy haline
getiren küreselleşme (Güler, 2005: 84) süreci ile birlikte, dünya ekonomisi yapısal
olarak bütünleşmiş ve bu bütünleşme de kendi ulus-üstü kurumlarını yaratmıştır.
Özetle, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yükselen ve daha fazla
toplumsal talebe cevap verme adına büyüdükçe büyüyen müdahaleci “refah devleti”
ve onun bürokrasisi gittikçe artan ekonomik ve siyasi krizlerle baş edemez hale geldi.
“ Buna tepki olarak “her şeyi piyasa bırakma, her şeyi serbestleştirme” düşüncesi
5
tekrar parladı ve devleti ekonomiden tamamen dışlamaya amaçlayan bu liberal
anlayış 1980’lerde kısa bir zafer kazanır gibi oldu. Ama on yıl içinde “görünmez bir
elle” işleyen serbest piyasa ve toplumun bir illüzyondan ibaret olduğunu en hızlı
piyasacılar bile kabul eder hale geldiler. ”(Sönmez, 2011: 17) Sonuçta devletin ne
yapabileceği tartışılmaya başlandı ve “devletin kapasitesi” (Sönmez, 2011: 17) temel
ilgi alanı oldu. Artık kürek çeken değil ama dümen tutan bir devlet sloganları
yükselmeye başladı. Bu yükselişte gemiden ilk atılan da bürokrasi oldu. Kürekleri
elinden alınan ve kovulan bürokrasinin yerine dümene de Düzenleyici Ve
Denetleyici Kurumlar oturtuldu.(Sönmez, 2011:17)
Yönetim olgusu boşlukta oluşan bir kavram değildir. Bu olgu içinde
bulunduğu ekonomik, siyasal ve sosyal konjonktürden etkilenen bir niteliktedir.
Dolayısıyla çevresini saran koşulların değişiminden etkilenmemesi beklenemez.
Devlet aygıtının değişim ve dönüşümü, bu dönüşüme uygun düşecek şekilde yönetsel
alanı etkilemiş ve bu alanda yeni kavram ve anlayışların ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Bu noktada Geleneksel Kamu Yönetimi anlayışı yoğun eleştirilere maruz
kalmış ve bu anlayışın karşısına kamu yönetiminin etkililik, rasyonellik ve verimlilik
çerçevesinde yeniden düzenlenmesini öngören Yeni Kamu İşletmeciliği fikri ve
kamu yönetiminde, mahiyeti değişen yöneten-yönetilen ilişkilerinden
demokratikleşme arayışına, devletin hizmet sunma kapasitesinin iyileştirilmesinden
hukukun üstünlüğüne kadar bir çok tartışmayla ilişkilendirilen yönetişim kavramı
(Sobacı, 2007: 219) ortaya atılmıştır.
6
GKY1 ve YKİ2 : DEĞERLER VE İLKELER
Neoliberal düşünce ve onun etkili ideolojik söylemi olarak
küreselleşmenin etkisiyle 20.yüzyılın son çeyreğinde kamu yönetimi anlayışı, siyasal
ve akademik alanda önemli bir tartışma haline gelmiştir. Bilindiği üzere 1970’lerin
ortasında çıkan krizin ortaya çıkardığı sonuçlar neoliberalizmin gerekçesi olarak
belirmiş, dolayısıyla devletin ekonomik ve sosyal hayata yön verici konumda olduğu
bir dönemde doğmuştur. Dolayısıyla reaksiyoner bir gelişim olarak neoliberalizmin
etkisiyle sosyal devlet ve devletin idari yapısı sorgulanmaya başlanmıştır. Bu
sorgulama faaliyeti, devletin küçültülmesi tartışmalarını beraberinde getirmiş,
böylelikle etkin devlet kavramı bir söylem olarak kamu yönetiminin gündemine
oturmuştur (Çevikbaş, 2012: 15). Bu bağlamda da kamu yönetiminde yeni ve bir o
kadar da Geleneksel Kamu Yönetimi anlayışından farklı, etkili, katı hiyerarşik
olmayan, yönlendirici, kalite odaklı, vatandaşı müşteri olarak algılama eğiliminde
olan yeni bir kamu yönetimi modeli oluşturmaya çalışılmıştır. İşte bu yeni bir kamu
yönetimi modeli kısaca özel sektör tipi yönetim uygulamalarının kamu sektöründe de
uygulanması olarak ifade edilebilecek “Yeni Kamu İşletmeciliği” yaklaşımı
bünyesinde değerlendirilmektedir (Uçar, 2007:8 aktaran Çevikbaş, 2012: 15 ).
Özetle ulusal ve küresel ekonominin boyut ve yoğunluğunun değişmesi,
devlet ile onun örgütlenmesini ve işleyişini belirleyen kamu yönetimi alanının da
değişimini gerekli kılmıştır. Bu gelişme özellikle 80’lerin ortasından sonra kamu
yönetiminde yeni kavram ve değerlerin yaratılmasına öncülük ederek kamu
yönetiminde bir paradigma değişimini zorunlu kılmıştır. Kamu yönetiminin ilke ve
değerlerindeki bu değişim ve dönüşümü iki başlık altında toplamak mümkün.
1 Geleneksel Kamu Yönetimi 2 Yeni Kamu İşletmeciliği
7
Birincisi geleneksel kamu yönetimi anlayışından yeni kamu işletmeciliği anlayışına
geçiş, ikincisi günümüze yakın süreçte de yeni kamu işletmeciliği anlayışından
yönetişim(govarnance) anlayışına geçiştir. Çalışmamın devamında Yeni Kamu
İşletmeciliği ve Yönetişim anlayışlarına odaklanacak olsam da, bu iki anlayışın
geleneksel kamu yönetimi anlayışına kapsamlı bir eleştiri vererek ortaya çıkmalarını
göz önünde bulundurarak öncelikle az da olsa geleneksel kamu yönetimi anlayışının
sunduğu ilke ve değerlere değinilmesi gerektiği fikrindeyim. Son olarak incelemeye
başlamadan önce şunu belirtmek gerekir ki yönetişim fikri; yönetimden sonraki bir
aşama ya da başka bir deyişle yönetimin ortadan kaldırılıp yerine konulan bir kavram
değildir, yönetim olgusu yönetişimi de kapsayan geniş bir olgudur, yönetişim ise
yönetim olgusu içerisinde yeni bir yönetme modeli ortaya koyma fikridir.
Geleneksel kamu yönetimi anlayışı, 19.yüzyılın ikinci yarısından
başlayarak 20.yüzyılın son çeyreğine kadar kamu yönetiminde geçerli olan hâkim
paradigmanın adıdır (Eryılmaz, 2014: 44). Bu yönetim paradigması temellerini
Alman sosyolog Max Weber, Frederick Taylor ve Woodrow Wilson’da bulur.
Geleneksel kamu yönetimi temel olarak yönetimin anatomisi ile ilgilenir. Kurumun
içinde olduğu toplum, ihmal edilebilir bir değişken olarak görülür. “Buna göre
yönetimin işleyişinde yapı önemlidir, bu nedenle geleneksel kamu yönetimi
dikkatleri örgütün biçimsel yapısının tasarımı üzerine yoğunlaştırmıştır. Geleneksel
kamu yönetimi iş bölümü, dikey ve işlevsel süreçler, yapı ve denetim alanı gibi yapı
taşları üzerine inşa olmuştur.”(Uçar, 2007:6 aktaran Çevikbaş, 2012: 14) Geleneksel
yönetim anlayışında yönetim her şeyden önce yapısal olarak Weber’in ortaya
koyduğu bürokrasi modeline göre örgütlenmiştir. “Weberci bürokrasi görüşü, son
tahlilde, çağdaş devletin siyasal rejimi ne olursa olsun, hangi siyasal ve toplumsal
değişmelere uğrarsa uğrasın, bürokrasinin toplum ve devlet hayatında
8
gitmemecesine kök saldığı varsayımına dayanmaktadır.” (Fişek, 2012: 107) Bü-
rokrasi, işbölümünden, otoriteye dayalı hiyerarşiden, yazılı kurallardan oluşan
disipline olmuş bir yapı ve örgüt biçimidir. Rasyonel bir örgüt olan bürokrasi, sabit
dairelerden ve resmi yetkilerden oluşur ve diğer örgüt biçimlerinden üstündür. Bu
sabit dairelerin yetkileri formel kurallarca düzenlenmiştir, bu kurallar çalışanların
statülerini ve rollerini tanımlar, patronaj ve kayırma kural olarak bu örgütün istikrarlı
işleyişinde yer alamayacak şeylerdir (Eryılmaz, 2014: 45-7). Dolayısıyla bürokrasi
kariyeri esas alan, gayrişahsi ve merkeziyetçi bir niteliğe sahiptir.
Eryılmaz (2014) geleneksel yönetim anlayışının ilke ve değerlerini dört
grupta toplamıştır. Birinci ilke olarak kamu yönetimi yapısıyla ilgili yukarıda
bahsettiğim bürokrasi modeliyle örgütlendiğini belirtmiştir. İkinci ise, devletin
üstlenmiş olduğu kamusal mal ve hizmetlerin üretilmesinde ve dağıtılmasında, sahip
olduğu kendi örgütü (bürokrasi) ile doğrudan görev alması gerektiği düşüncesine
dayandığını belirtir. Üçüncü ilke olarak da siyaset ve yönetim düşüncesinin
birbirinden ayrı olduğu düşüncesini belirtmiştir. Geleneksel kamu yönetiminde
idareye, siyasal iktidara bağımlı bir rol verilmiştir. Yani idarenin ve kamu
yönetiminin görevi, talimatları ve kuralları uygulamaktır. Siyasi kurumlara ve
yöneticilere kesin bir itaat vardır. Çalışanların kendi alanlarını ilgilendiren konularda
özerk bırakılması ve bu özerkliğinden sorumlu tutulması öngörülmemiştir. Üstlere
sadakat kültürü gelişmiştir. Katı hiyerarşik yapı da bu durumda ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca kurumların işleyişinde misyon, performans hedefli, çıktı odaklı çalışma ve
denetleme mekanizması yoktur. Denetimde esas olan, yasal ve finansal ilkelere
uyulup uyulmadığıdır. Son ilke olarak da kamu yönetimi, yönetimin özel bir
biçimidir ve özel sektörün yönetiminden oldukça farklı olduğu düşüncesidir.
9
Geleneksel kamu yönetimi anlayışı ve onun örgütlenme modeli olarak
bürokrasi, hantal, verimsiz, karmaşık kurallara dayalı olmakla, küresel değişimlere
ve vatandaşların ihtiyaçlarına yanıt verememekle eleştirilmiştir. Bürokratik
problemlerin yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı sonrası devletin artan harcamalarının
yarattığı bütçe açıkları ciddi bir mali krize yol açmıştı. Yeni Kamu İşletmeciliği3 de,
geleneksel bürokrasinin ve ortaya koyduğu devlet yapısının kapsamlı bir eleştirisini
vererek ortaya çıktı. Yeni Kamu İşletmeciliği (YKİ) anlayışı, klasik anlamda iş
yapmaya dayanan kamu yönetiminin, yapısı ve isleyişi ne yöneltilen eleştirilerden
destek alarak iletişim ve teknoloji alanındaki gelişmelere paralel olarak özel sektörde
gözlemlenen değişim sonucu ortaya çıkmıştır. “YKİ, geleneksel bürokratik yapıları
parçalayıp, sadece politika yapımı, planlama ve eşgüdümden sorumlu bakanlık ve
benzeri kuruluşlar ile yerinden yönetim sistemi doğrultusunda örgütsel ve mali
özerkliğe kavuşturulmuş icracı kuruluşlar oluşturmak amacındadır.”(Karcı, 2008: 46)
YKİ, neoliberal düşüncenin hedefi haline gelen geleneksel yönetim anlayışının
yerine geçecek, ülkeleri küresel rekabete eklemleyecek, 70’lerin sonlarında krize
girmiş olan ve 80’lerde uluslarasılaşma eğilimi gösteren sermaye birikimine engel
olmayacak şekilde kamu yönetiminin yapısal, örgütsel ve beşeri açıdan dönüştürecek
modelin adıdır. O halde özetlersek YKİ kapitalizmin küreselleşme sürecine cevap
verebilme yetisi ölçüsünde yaygın bir kuram haline gelmiştir.(Sönmez, 2011: 92)
Diyebiliriz ki kamu yönetimi değişime ihtiyaç duysa da değişimin asıl tetikleyicisi
kamu değil, kapitalizmin gerekleri olmuştur. Kamu yönetimini yükselen özel sektöre
ait yönetim tarzı olan işletmecilik ilkelerine göre yeniden yapılandırmaya hedefleyen
YKİ’nin terimleriyle özel sektör işletmeciliğindeki eğilim ve yenilikler kamu
yönetimine taşınmıştır.
3 New Public Management’ın dilimizdeki karşılığı olarak Yeni Kamu İşletmeciliği terimi kullanılmaktadır.
Bu çalışmada “yeni kamu işletmeciliği” demeyi tercih ettim.
10
Yeni Kamu İşletmeciliğinin teorik ve kavramsal açıdan varoluşunu
1970’lerin sonuna 1980’lerin başında, kamu yönetiminde işletme değer, yapı ve
tekniklerinin egemen olması biçiminde ortaya çıkan “Kamu İşletmeciliği (Public
Management)” yaklaşımı ile bulduğunu söyleyebiliriz. Kamu işletmeciliği yaklaşımı,
James Perry ve Kenneth Kraemer’ın 1983 yılında yayınladıkları “Public
Management: Public and Private Perspectives” başlıklı derleme kitap ile olgunluk
düzeyine erişmiştir. Bu kitapta akımın temel amaç ve özellikleri; “kamu örgütlerinin
görevlerini yerine getirmelerinin yollarını aramak ve geliştirmek, yürütme erkini
temel analiz birimi olarak ele almak, kamu kuruluşlarında görevli yöneticilerin daha
yetkin bir duruma getirilebilmeleri için gerekli araç ve teknikleri geliştirmek,
yöntemsel olarak kesimler ve örgütler arası karşılaştırma teknikleri üzerinde
yoğunlaşmak” şeklinde belirtilmiştir. Ancak Kamu İşletmeciliği Yaklaşımını
kuramsal düzeyde meşrulaştırma çabalarında ortaya çıkan sorunlar, 1980’li yılların
sonlarında bu okulu entelektüel bir krize sokmuştur. Bunun nedeni ise sınırlamacı ve
indirgemeci bir metodolojinin benimsemesi olmuştur. Okulun kendini yeniden
tanımlamasıyla da “Yeni Kamu İşletmeciliği (New Public Management)” okulu
ortaya çıkmıştır. Esas olarak Anglo - Sakson kökenli olan Yeni Kamu İşletmeciliği
(YKİ) yaklaşımının 1990’ların başından itibaren birçok ülkede çeşitli reformlar
çerçevesinde kamu yönetiminde uygulama ortamı bulduğu rahatlıkla söylenebilir.
“Yeni Kamu İşletmeciliği” deyimi ilk defa İngiliz akademisyen
Christopher Hood4 tarafından kullanılmıştır. Hood, YKİ’nin doğuşunu iki temel
kuramsal gerekçeye bağlamaktadır. Birincisi, “yeni kurumcu iktisat yaklaşımı”
denilen, içinde kamu tercihi ve işlem maliyeti kuramı gibi iktisat kuramlarının
bulunduğu kurumsal yaklaşımdaki gelişmelerdir. Bu yaklaşım doğrultusunda
4 C.Hood , bu ismi “A Public Management for All Seasons” başlıklı makalesinde kullanmıştır.
11
rekabete dayalı, müşterilerin tercih özgürlüklerinin bulunduğu, şeffaf ve inisiyatif
sahibi bir bürokrasi oluşturma amacına dönük bürokratik reform hareketleri,
kuramsal dayanaklarına kavuşmuştur. İkinci grup gelişme ise kamu yönetimi
alanında giderek yaygınlaşan “işletmecilik (managerialism)” yaklaşımıdır. Bu
anlayış, bürokraside işletme yönetimi ilkelerinin egemen kılınması düşüncesine
dayanmaktadır. Kimileri tarafından eleştirilip kimileri tarafından göklere çıkarılan
işletmecilik ilkesine göre, kamu örgütlerinin yöneticileri basitçe kurallar uygulamak
yerine başlarında oldukları örgütleri yönetmek ve değiştirmek için inisiyatif ve
sağduyularını kullanırlar ve sonuç odaklı olurlarsa kamu örgütleri kamu hizmetlerini
daha ucuza mal edip daha etkin sunarlar. Dolayısıyla kamu örgütlerinin başında
bulunan yöneticilere belirli amaçlara ulaşmak için doğrudan sorumluluk verilmesi
gerekir (Hood,1991:5; 2001:300 aktaran Karcı, 2008: 46).
YKİ’nin ortaya koyduğu, ilke ve değerleri Sönmez (2011)
tablolaştırdığım şu başlıklar altında ele almış ve incelemişti
Yeni Kamu İşletmeciliği İlke ve Değerler
Kamu Sektörünün özel sektör
gibi örgütlenmesi:
Politika yapma ve hizmet
Sunumunun ayrılması
Girdilerden ziyade çıktıların
dikkate alınması:
YKİ kuramcılarına göre özel sektördeki örgütsel,
işlevsel, teknik değişimler kamu sektörüne de
aktarılmalıydı. Kamu ve özel kurumlar arasındaki
formel çizgi reddedilmeli, özel sektörün
benimsediği değerler doğrudan kamu sektörüne
aktarılmalıdır.
Politika yapma ve hizmet sunumu arasında katı bir
ayrım gözetilmelidir. Politika yapma sorumluluğu
siyasi otoritelere bırakılmalı; hizmet sunumu ise
özel örgütlere verilmelidir.
Geleneksel bürokrasinin kural temelli ve
prosedürel idaresi reddedilmeli; karar alma
süreçlerinde daha stratejik ve sonuç odaklı
yaklaşım (etkinlik, verimlilik ve hizmet kalitesi)
benimsenmelidir.
12
Kamu sektörünün parçalara
Ayrılması:
Hesap verilebilirlik ilkesinin
Uygulanması:
İdarede esneklik sağlanması:
Kamu sektörünün
piyasalaştırılması:
Müşteri-yönelimlilik ilkesi:
Performans ölçümü yapılmalı:
Merkezi hiyerarşik örgütsel yapılanma yerini
adem-i merkeziyetçi işletme birimlerine
bırakmalıdır. Bu birimlerde hizmet sunumu ve
kaynak dağılımın ilişkin kararların, hizmeti alacak
kişilere en yakın yerden verilmesi esastır. Bu
yakınlık daha kolay ve faydalı bilgiye erişmek,
çıkar gruplarından geri besleme sağlamak için
önemlidir.
İdarenin etkinliği ve verimliliği performans
ölçümüne dayalı olarak değerlendirilmelidir.
Müşteri yönelimli kontrol mekanizmaları
geliştirilmelidir. Kamu çalışanlarının hedefe nasıl
ulaştığı değil hedefe ulaşıp ulaşmadığı dikkate
alınmalıdır.
Kamu hizmetinde maliyet açısından daha verimli
sonuçlar elde edebilmek için esneklik ilkesi çok
önemlidir. Hem örgütün işleyiş biçiminde hem de
personelin çalışma koşullarında esneklik
sağlanmalıdır.
Rekabetçi piyasalar daha etkin ve verimli olduğu
için özelleştirme yapılmalı, kamu kuruluşları
sözleşme yoluyla hizmet devrini tercih
etmelidirler. Bu şekilde hükümet sadece kamu
hizmetlerinin bir bölümüne yön verebilecek,
sözleşmenin tarafları hizmet sunumu ve kalitesiyle
ilgileneceklerdir.
Vatandaş sadece oy veren ya da vergi ödeyen
olarak değil, aynı zamanda talep ve beklentileri
olan bir müşteri olarak görülmelidir. Yönetimde
özerklik, bürokratikleşmenin azaltılması,
özelleştirme müşteri yönelimli bir idarenin
parçalarıdır.
Kamu kurumlarında stratejik planlamalar
yapılmalı, kurumların amaçları önceden
belirlenmeli ve buna uygun performans kriterleri
de saptanmalıdır. Kamu personeli, belirli bir
memuriyet statüsüne göre değil, geçici
sözleşmeyle işe alınmalıdır. Başarı ya da
başarısızlık durumlarında ise performans ödülleri
ve yaptırım şemaları belirlenmelidir.
13
Daha az maliyetli devlet
anlayışının benimsenmesi:
Düzenleyici rejimler
kurulması:
Yeni kamu işletmeciliği yaklaşımı, yönetim sürecinde siyasetçi ve
bürokratlara olumsuz bir şekilde yaklaşan ve bireyci temellerden yola çıkan kamu
seçimi kuramından farklı olarak, bürokrasinin bu yeni değerler sistemine ayak
uyduracak şekilde dönüştürülebileceğini savunuyorlardı. Ancak ABD, İngiltere ve
Avustralya gibi gelişmiş ülkelerde başlatılan ve daha sonra da azgelişmiş ülkelere
ihraç edilen bürokraside reform çalışmaları ciddi eleştirilere maruz kaldı (Sönmez,
2011: 111). İlk olarak ortaya konulan kavramlara dair söylemsel düşünceler keyfi bir
şekilde şekillenmekte, ancak yeterince temellendirilmemektedir. Kavramsal düzeyde
vatandaş, müşteri, tüketici birbiri yerine ikame edilebilir bir şekilde kullanılmış ve
bunlar arasında herhangi bir ayrıma gidilmemiştir (Sönmez, 2011: 112).
Yeni kamu işletmeciliğinde idari/yönetsel ve sosyal problemlere karşı
temelde ekonomik temelli yaklaşım düşüncesi yatmaktadır. Ancak bu ülkelerde
yaygın olan kamu yönetimi ve kamu hizmetinin kendi has özelliklerinden ötürü her
zaman geçerli olamayacaktır. Ayrıca YKİ, kamu hizmeti kavramını öyle daraltmıştır
ki “dışsallığı” olan birçok kamu hizmetin piyasa ile arz edilmesini öngörmüştür.
Ancak pazar ekonomisi çerçevesinde bazı kamu hizmetlerinin üretilemeyeceğine dair
Daha az maliyetli devlet anlayışı için, bütçe
kesintileri yapılmalı, kamu çalışanlarında atıl
çalışanların sayısı düşürülmeli, devletin yeniden
bölüşümle ilgili işlevleri azaltılmalı, etkin mali
yönetim ve muhasebe araçları geliştirilmelidir.
Hizmet sunumunda arz talebi belirleme görevi
piyasalara aittir. Ancak piyasa mekanizmalarını
düzenleyen rejimlerin olması da şarttır.
14
teorik bir çerçeve sunmamıştır. Topluma yaralı olan bazı kamu hizmetlerinin
üretilmesi sürecinden devletin dışlanması olanaksız görünmektedir. Çünkü kamu
hizmetlerinin niteliği gereği rekabete açık değildir. Toplumun bazı hizmetlerini
talebe bağlı olarak rekabet ortamında üretmek, kamu yararı açısından sakıncalıdır.
Öyle hizmetler vardır ki bunların üretilmesi zorunlu, sürekli ve ivedidir. Ayrıca
eşitsizliği ve toplumsal hakkaniyet gibi konulara değinmeyen, yeniden bölüşümcü
politikaları reddeden, toplumsal refahı piyasanın sağlayacağına güvenen neoliberal
politikaların kamu yönetimine yansıması olarak anılan YKİ, toplumsal çelişkileri
keskinleştirmiştir(Sönmez, 2011: 118)
Bunun yanında kamu yönetiminin düzenlenmesinde, özel sektöre ait
teknik ve değerler kamu yönetimi için ödünç alınmış, bu değerler ve tekniklerin
kamu yönetimi ile uyum sağlayacağını düşünmüşlerdir. Ancak performans esaslı
hedefler, hizmetlerde etkinlik, müşteri merkezlilik gibi özele ait olan değerler, yakın
zamanda kamu yönetimiyle kan uyuşmazlığı olduğunu göstermiştir. Örneğin
güvenlik, sağlık, eğitim gibi hizmetlerde vatandaşı müşteri gibi algılamak, temel
vatandaşlık hakları ile çatışır haldedir.
Yeni Kamu İşletmeciliğinin hem ortaya koyduğu teorik çerçeveye hem
de uygulanışında ortaya çıkardığı pratiklerin sonuçlarına dair yukarıda değinilen
eleştirilerin yanında daha fazla ve kapsamlı eleştiriler mevcuttur. Ancak konumuz
gereği bu eleştirilerin çeşitlerine ve farklı yönlerine ayrıntıya girmeden ana hatlarıyla
değinmeye çalıştım. 5
5 Ayrıntılar için bkz. Sönmez(2011)
15
KÜRESEL PAZAR İÇİN : YÖNETİŞİM
Yönetişim 1990’larda ortaya çıkan, literatürde çok fazla kullanımı olan,
günümüzde farklı kurum ve disiplinler tarafından kullanılan, ama kuramsal açıdan da
çok tartışılan bir kavramdır. Yönetişim kavramının günümüzde bu denli
popülerleşmesini ve evrensel bir model haline gelmesini sağlayan kurum Dünya
Bankası’dır (Sönmez, 2011:127). “Yönetişim, Dünya Bankası'nın 1989'da Afrika'da
varolan durumu bir "yönetişim krizi" olarak tanımlamasından sonra güncelleşen ve
diğer uluslararası finans kuruluşlarınca da benimsenen bir kavram oldu” (Zabcı,
2002: 151). Dünya Bankası Afrika’daki duruma yönelik Sub Sabaran Africa: From
Crisis to Sustainable Growth (1989) adında bir rapor hazırladı. “Dünya bankası
Afrika ülkesindeki yapısal uyum programlarının uygulanması sürecinde karşılaşılan
güçlükleri incelemiş ve yaşanan sorunların kaynağı olarak içsel siyasi ve bürokratik
faktörleri göstermiştir. DB bu ülkelerin bir “yönetişim” sorunu olduğunu, keyfi ve
baskıcı bir şekilde toplumlarını idare eden yolsuz siyasetçilerin gücünün
sınırlandırılması gerektiğini ileri sürmüştür. Ayrıca çoğulcu idari yapıların
kurulmasını, etkinlik ve verimlilik arttırıcı işletme reformlarının hayata geçirilmesini
önermiştir. Raporun temelinde katılımcı, hesap verebilir, şeffaf bir idarenin
gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasının önkoşulu olduğu varsayımı yatmaktadır.”
(Sönmez, 2011: 127) Bu raporda yönetişim, “ülke meselelerinin yönetiminde politik
gücün kullanımı” olarak tanımlanmıştır. Burada dilimize yönetişim olarak
çevirdiğimiz ‘governance’ kelimesini, Dünya Bankası “bir ulusun işlerini yöneten
siyasal iktidar uygulaması” biçiminde, alışılagelmiş ‘government’ kelimesi ile eş
anlamı kullanmıştır (Güler, 2003: 9). Dünya Bankası’nın ortaya koyduğu tanıma
16
göre yönetişimi çeşitli kuruluşlarda yönetim gücünün yönetici ve işadamlarıyla
paylaşıldığı bir durumu, kuvvetler ayrılığı üzerine oturmuş meşru bir siyasal rejimi
ve son olarak da yönetimin etkin, bağımsız, hesap verebilen, saydam bir kamu
yönetimi yapı ve işleyişini ifade etmektedir (Kazancı, 2010: 208).
“ Tanımda üç kurumun ya da kavramın öne çıkmaktadır. “ Dünya bankası
tanımına göre kamu yönetimi gücünü iş adamlarıyla paylaşacaktır. Yani
bu tanımla yönetim gücüne bir ortak gelmektedir: İş dünyası. Yeni ortak
iş dünyası temsilcileri yani iş adamlarıdır. İş dünyası böylece yönetim
sürecine etkili bir biçimde ve siyaset arenası dışından resmen girmiş
olmaktadır… Dünya Bankası yine bu tanımda siyasal rejimi kuvvetler
ayrımına oturtmaktadır. Devlet gücünün tek elde toplanması sakıncalı
bulunmakta ve kuvvetler ayrılığı ilkesi vazgeçilmez bir ilke olarak
tanımda yer almaktadır. Üçüncü gerek koşul hesap verilebilirliktir.
Yönetişime konu olan kurumun eylem ve işlemleri nedeniyle halk bu
kuruluşlardan hesap sorabilecektir… Ancak hesap sorma görüşü tanımda
yer almasına karşın hesap soracakla ilgili herhangi bir öneri ve
düzenleme yoktur.” (Kazancı, 2010: 209)
Dünya Bankası başka bir raporunda ise yönetişim şöyle tanımlanmıştır: “
Bir ülkenin ekonomik ve sosyal kaynaklarını, kalkınma amaçlı bir bakış açısıyla
yönetmede iktidarın kullanılma biçimi.” Bu tanımda siyasal iktidarın kullanımıyla
alakalı nasıl bir yönetim biçimi sunulduğuna dair bir bilgilendirme yoktur. Bu
tanımın mantıksal sonucu, kalkınmanın hedeflerini ve yöntemlerini belirleyen gücün,
gelişmekte olan ülkelerdeki ulusal siyasi iktidarlar olmaktan çıkmasıdır (Zabcı, 2002:
160). Siyasal otoritenin kullanılma biçimi, ona dışsal olarak belirlenen bir programın
çizdiği sınırlar içinde olacaktır. Borç verdiği ülkelerde doğrudan "iktidarın
uygulanma tarzı”nı belirlemede artık kendini "yetkili bir organ" olarak gören DB,
aslında "Ana Sözleşmesi"nde böyle bir yetkiden yoksun bırakılmıştır. Kuşkusuz,
17
Banka, üyesi olduğu ülkelerin iç siyasetine karışmama gibi bir ilkeye kuruluşundan
itibaren sadık kalmamıştır. Fakat, 80'lerin sonlarından itibaren bu müdahale daha
açık ve meşru bir hale gelmiştir (Zabcı, 2002: 160).
Azgelişmiş ülkelerin sorunlarını bir yönetişim problemi olarak
tanımlamak aslında bu ülkelerde 1980’ler boyunca uygulanan yapısal uyum
programlarının temelde doğru olduğunu kabul etmek, reform programlarını gerektiği
gibi uygulayamayan siyasetçileri sorumlu tutmak anlamına geliyor. Bu varsayımdan
hareketle Dünya Bankası gibi kurumlar yönetişimi reformlarını azgelişmiş ülkelere
yapılan yardım programlarının bir önkoşulu haline getirmeye başladılar (Sönmez,
2011: 128). Başka bir deyişle devletlere böyle bir yola girdiklerinde, kendileri için,
IMF ve Dünya Bankası’nın parasal olanaklarının seferber edileceğinin ve kendilerine
krediler açılacağının güvencesi verilmekte ama buna karşın tersinden okuyacak
olursak devletler, bu koşulları yerine getirmediği takdirde de kredi musluklarının
kapatılacağı tehdidi ile karşı karşıya gelmektedir. Dünya Bankası ve diğer
uluslararası kuruluşlar, yönetişim kavramıyla ortaya konulan programların
uygulanmasını dikte ettirdiği ülkelerin demokratik bir yönetim biçimine evrildiği
görüntüsü vererek, yapısal uyum programının gereği olarak “yapısal reformları”
ulusal egemenliğin altını oyacak şekilde adım adım hayata geçirdi. Ama uygulamaya
baktığımızda Dünya Bankası’nın gizli amacı “demokrasiyi demokratlaştırmaktır”
(Kazancı, 2010: 210)
“Siyasi alan açısından bunun en önemli sonucu, "ulusal egemenliğin
gerilemesi” dir. Ulusal egemenliğin gerilemesi, devletin düzenleyici
işlevlerinden vazgeçildiği anlamına gelmez. Tersine, özellikle iletişim,
enerji, tarım gibi yaşamsal önemdeki sektörlerde kamunun düzenleme
18
işlevinin vazgeçilmez kabul edildiği bir gerçek. Ancak, kamunun ya da
devletin bu düzenleyici işlevleri, ancak ve ancak DB ve IMF’nin
himayesinde hatta doğrudan kontrol alam içinde gerçekleşmektedir. Bu
kontrol alanı kurmanın en kestirme yolu ise, özerk kurullar ya da başka
bir adıyla "üst kurullar" oluşturmaktır.” (Zabcı, 2002: 158)
1989’da ilk defa ortaya atılan yönetişim kavramının popüler nitelik
kazanması, 1980’lerde uygulanan neoliberal sermaye birikimiyle uyuşacak yapısal
uyum programlarının eleştirisiyle oldu. Bilindiği üzere 1980’lerde devleti tamamen
dışlayan, piyasanın kendisini görünmez el aracığıyla düzenleyeceğini düşünen
neoklasik iktisat hâkimdi. Ancak 1990’lara gelindiğinde piyasa reformlarının ortaya
çıkardığı sorunlar –yoksulluk ve sosyal problemler ve -piyasa aksaklıkları üzerinde
yoğunlaştı (Sönmez, 2011: 128) Yani yönetişim, neoliberal yeniden üretim sürecine
uygun düşecek yapısal reform uygulamalarının ortaya çıkardığı meşruiyet sorununu
çözebilmek için ortaya atılmış modelin adıdır. Çünkü Dünya Bankası aslında,
azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki devlet biçiminin nasıl olması yönüne
eğilmemekte, bu ülkeleri neoliberal sürece eklemleyecek program ve reformların,
belirlenen biçimde uygulanmasını sağlayacak bir “kurumsal çerçeve” yaratmayı
hedeflemektedir (Zabcı, 2002:161).
19
YÖNETİŞİM: KAVRAM VE MODEL
Öncelikle kavrama ve ortaya koyduğu modelin açıklamasına geçmeden
önce şunu belirtmek gerekir ki yönetişim kavramı; yönetimden sonraki bir aşama ya
da başka bir deyişle yönetimin ortadan kaldırılıp yerine konulan bir kavram değildir,
yönetim olgusu yönetişimi de kapsayan geniş bir olgudur, yönetişim ise yönetim
olgusu içerisinde yeni bir yönetme modeli ortaya koyma fikridir. Yönetişim
kavramının gerek akademik yazında gerek kuruluşların raporlarında yönetim
kavramıyla özdeş şekilde kullanılması kavramsal olarak hatalıdır. Yineleyecek
olursak yönetişim, toplum için “yeni” bir yönetim modelidir. “Çağdaş dünyada asıl
olarak devlet, özel sektör ve zaman zaman da sivil toplum kuruluşlarının ekonomik
gerekçelerle ve yönetmek için bir araya getirildiği bir yönetim biçimidir.” (Kazancı,
2010: 201) Yani yönetme süreci artık sadece devlet tarafından yürütülen bir süreç
olarak görülmemekte, bu sürece özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının da katılımı
öngörülmektedir. Sözün özü olarak yönetişim küresel kapitalizm gerçekliğine uygun
yeni bir iktidar tarzı ve devlet anlayışını geliştirmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla bu
noktada yönetişimle birlikte ortaya konulan ortaklaşmacı yönetme modelinde, devlet
ya da kamu görevlileri egemenliğin temsilci değil, işadamlarıyla, hissedarlarla
kurulan ortaklık köprüsünde uyuşmanın, uzlaşmanın simgeleridir ve dolayısıyla
egemenlik kavramının kurum ya da kişilere getirdiği ayrıcalık ve üstünlük yok
olmuştur (Kazancı, 2010: 201).
Yönetişim kuramcılarının ortaklaşa paylaştıkları tanımlamada ise yönetişim,
kamu-özel, devlet-devletdışı, ulusal-uluslarası kurum ve pratikler tarafından
gerçekleştirilen bir işlev olarak tanımlanmakta; kavram bunların arasındaki yeni
etkileşimsel ilişkilerin gelişimini kavramsallaştırmada kullanılmaktadır ( Güzelsarı,
20
2003: 19). Bu çerçevede ortak bir amacı gerçekleştirmek için tek özneli, merkezi,
hiyerarşik bir işbölümüne dayalı olarak üretim yapan, bunun gerçekleşmesinde
kaynakları kendiliğinden kullanan yönetimden, ‘ağ’ ilişkileri içinde konumlanmış,
çok aktörlü, adem-i merkezi, kendisi yapmaktan çok toplumdaki bütün aktörleri
yetkilendiren, yönlendiren ve kaynaklarının yönlendirmesini kolaylaştıran yönetişim
anlayışına geçildiği ileri sürülmektedir (Tekeli, 1990: 248 aktaran Güzelsarı, 2003:
19).
Kamu yönetiminde 1990’larda hegemonik hale gelen yönetişimi ortaya
çıkaran en önemli konulardan biri devletin rolünün yeniden tanımlanmasıdır. Çünkü
1980’lerde bir zafer kazanır gibi olan görünmez elle işleyen piyasa ve tamamen
ekonomiden dışlanmış neoliberal devlet modelinin yanıltıcı olduğunu hemen hemen
herkes kabul etti. Artık piyasadan tamamen dışlanmış, piyasaya herhangi bir
müdahalesi olmayan devlet modelinin ortaya koyduğu sorunları aşmak,
neoliberalizmin daha iyi uygulanması için “devletin kapasitesi” (Sönmez, 2011) ve
ne yapabileceği tartışılmaya başlandı. Öncelikle Dünya Bankası 1997 yılında
Değişen Dünyada Devletin Rolü başlıklı Kalkınma Raporu’yla devlete olan bakış
açısında değişiklikler yaptı. Yönetişim müdahaleci bir devlet yerine, serbest piyasa
ekonomisini mümkün kılan bir devlet anlayışını savunuyordu. Yönetişim modelinde
devlet, politika yapma otoritesini diğer toplumsal aktörlerle paylaşan, küçük ama
etkin bir devletti. Ancak bu devlet modelini, yani piyasa reformlarına sorunlarına ve
artan yoksulluğa çözüm geliştirme çabalarını neoliberalizmden bir sapma olarak
görmemek gerek. Tersine yazının devamında ele alınacak olarak Bağımsız
Düzenleyici Kurulları’nda parçası olduğu bu yeni kurumsal reformlar,
neoliberalizmden bir kopuş değil aksine bir sürekliliktir. Bu yeni modelde devletle
toplumsal öğeler arasında eşitler arası bir bağıntı oluşturulmuş, devlet yok
21
sayılmamış ancak gücü toplumdaki diğer güçler ile eşit kılınmıştır (Kazancı, 2010:
206) Daha iyi işleyen, yönlendiren bu devlet modelinde sermaye ve sivil toplum
kesimi gerekli olan koşulları yaratacak, bizzat her şeyi yapan/üstlenen değil ama her
şeyi rasyonel kurumlar aracığıyla örgütleyecek ve denetleyecek olan bir devlet söz
konusudur. Görüldüğü üzere devlet yine sınırlı bir roldedir, yani hizmet üretecek
olan özel sektör, kamu sektörü, sivil toplum kuruluşlarından oluşan bu çoklu yapıyı
iyi bir şekilde koordine etmekle sınırlı bir kapasiteye sahiptir. Bu yönetişim
modelinde “piramit devlet” modelinden ( hiyerarşik bürokratik örgütlenme) kurumlar
arasında ağlar oluşturacak biçimde, eşgüdümü maksimize eden, ekonomiyi sağlayan
ve sinerjiden yararlanan ‘ağ devlet’ geçilmesi gerektiği önerilmektedir (Klicksberg,
1994 aktaran Güzelsarı, 2003: 24).
İyi Yönetişim ve Piyasa Dostu Devlet
Yönetişim devlet, sermaye ve toplum yönetme eyleminde biraya getiren,
bu üç sacayağı bu eylemde eşitleştiren, ortaklaşa hareket etme biçimlerine sokan yeni
yönetim modelidir. DB, BM gibi uluslararası kuruluşlar, yönetişimi daha çok
kalkınma çerçevesinde ele alınmakta ve “iyi yönetişim” terimini kullanmaktadırlar
(Bayramoğlu, 2004: 84)
“Bir kalkınma modeli olarak, demokrasi, yönetişim ve kalkınma arasında
doğrusal ve pozitif bir ilişkinin olduğunu varsayan iyi yönetişim; kamu
harcamalarının azaltılması, temel sağlık, temel eğitim, sosyal korumaya
yatırım yapılması, düzenleyici reformlarla özel sektörün desteklenmesi,
özel bankacılığın güçlendirilmesi, vergi sisteminde reform, daha şeffaf ve
22
hesapverebilir bir hükümet yaratmayı içeren, yönetsel ve sosyal alandaki
reformlarla (ki bunlara “ikinci kuşak” reformlar denilmektedir) ilgilidir. ”
(Kersbergen ve Waarden, 2004: 143-171 aktaran Bayramoğlu, 2004: 84)
İyi yönetişim kavramı özellikle batılı olmayan Üçüncü Dünya ülkelerine
uygulanması amaçlanmıştır. Bu model Üçüncü Dünya ülkelerinin siyasi, idari ve
ekonomik sistemlerini küresel kapitalizmin, piyasa ekonomisinin ve liberal
demokrasinin gereklerine uyarlamak için Dünya Bankası tarafından geliştirilen bir
dizi kurumsal önlemi içerir (Sönmez, 2011:131). Dünya Bankası’nın 90’lı yıllar
boyunca hazırladığı raporlarda artık kendi kendini düzenleyen piyanın mümkün
olmadığını ve devlet kapasitesinin hem piyasa hem de toplum için önemli olduğunu
vurgulaması dikkat çekicidir. “Piyasa dostu devlet fikrini geliştiren DB iyi yönetişim
reformları olarak siyasi liberalleşmeyi, idari yerelleşmeyi, bürokratik kontrollerin
azaltılmasını, hesap verebilir, demokratik, katılımcı, açık ve birbirleriyle etkileşimde
olan idari sistemlerin kurulmasını savunur.”(Sönmez, 2011: 131) Yani iyi yönetişim,
devletin piyasaysa olan müdahalesini piyasa aktörlerinin unsurlarına sınırlandırıcı bir
modeldir. İyi yönetişim modeli ile, kamu sektöründe verimliliğin sağlanması, özel
teşebbüsün ve piyasanın korunmasından devletin katalizörlüğünün sağlanması,
kamuya karşı sorumluluğun ve yönetimde de şeffaflığın sağlanması
amaçlanmaktadır.
Özetle yönetişim, yönetme eyleminde sermayenin lehine olacak şekilde
ve neoliberal politikaların uygun bir şekilde uygulanmasını sağlayacak olan, Dünya
Bankası tarafından gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere krediler karşılığında ihraç
edilen, toplum yönetiminin devlet, sermaye ve sivil toplum kuruluşlarının teoride
ortaklaşa ama uygulamada sermayenin etkisi altında ve onun yararına olacak şekilde
23
kullanılmasını öngören modeldir. Bu kavram son derece yönetimin yerine geçecek
şekilde ‘ideolojik’ işlevde kullanılmaktadır. Çünkü bu kavram gelişmekte olan
ülkelerin kapitalist dünya sisteminin egemen güçlerine, ki bunların başında DB, DTÖ
ve IMF gibi kuruluşlar gelmektedir, daha fazla bağımlı kılınmasını gizleyecek,
mistifiye edecek bir terim olarak dolaşıma sokulmaktadır (Zabcı, 2003: 177).
24
DÜZENLEMENİN ÜÇ HALİ VE BDK’LAR
Kural koyma ve bu kuralların uygulanmasının denetlenmesi olarak
düzenleme işlevi, modern devletin oluşumundan itibaren yerine getirdiği bir işlevdir.
Ancak I.Dünya Savaşına kadar hatta 1929 krizine kadar, klasik iktisat modelinin
hakim olduğu yıllarda özellikle ekonomide ve üretimde devletin müdahalesini
belirgin bir şekilde görememekteyiz. Düzenleme faaliyetlerinin yoğunluğunu ve
çeşitliliğini esas olarak 1929 Ekonomik Buhranı’ndan sonra ortaya konan Keynesyen
Model ve onun uygulanışı olan sosyal devlette görmekteyiz. Özellikle II.Dünya
Savaşı’ndan sonra gerek ekonomide gerek yönetsel alanda devletin her alanda
düzenleyici rolü, ekonomik kalkınmanın temeli olarak görülmüş ve bu model
1980’lere kadar sürdürülmüştür. Merkezi planlama, müdahale ve doğrudan kalkınma
temelleri üzerinden yükselen bu faaliyetlerin varlığını koruması ve kapsayıcı
olabilmesi için mali kaynaklara ihtiyaç vardı. Devletin her alanda düzenleyici ve
müdahaleci rolü kolaylıkla mali kaynaklar elde ettiği 1970’lerin ortalarına kadar
varlığını korudu. Ancak 70’lerin ortasında yaşanan krizlerden sonra devlet, üstlenmiş
olduğu bizzat her alanda var olan ve düzenleyen rolü için gerekli mali kaynakları
bulmakta sıkıntı çekmeye başladı. Bu dönemde ortaya çıkan krizin birçok nedenleri
üzerinde tartışıldı ama üzerinde en çok yoğunlaşılan unsur devletin ekonomiye
gereğinden fazla müdahalesi oldu. 1980’lerde devletin bu müdahaleci yönü
sorgulandı ve bu müdahaleci rolün ciddi bir yönetilebilirlik sorunu olduğu yönünde
oydaşıldı. Bu devlet modelinin aşılması için birtakım öneriler sunuldu. Bu önerilerin
küresel düzeyde kabul edilmesi sonucu müdahaleci devlet anlayışı yerini yavaş yavaş
deregülasyon6 vurgusu yapan yeni kamu işletmeciliği yaklaşımına bıraktı.
6 Regülasyon terimi, İngilizce’de ‘regulation’ kelimesinden çevrilerek, yazı boyunca ‘düzenleme’ ifadesine denk gelecek
şekilde kullanılmıştır. Deregülasyon ise Türkçe –kuralsızlaştırma olarak çevirebileceğimiz bir ifadedir ve yazı boyunca
25
Hatırlanacağı üzere YKİ ile merkezi planlamanın zayıflatılması, yönetimde rekabetin
canlandırılması, kamu örgütlerinde esnekliğin sağlanması, katı hiyerarşinin
azaltılması gibi öneriler üzerinden devletin süreçlere gereğinden fazla dahil olduğu
ve ekonomik ve sosyal gelişmeler önünde devletin regülasyon yetkisinin engel teşkil
ettiği vurgulanıyordu. Çünkü ekonomik istikrar ve üretim/istihdamın arttırılması için
gerekli olan esnekliğe ekonomik üzerindeki katı regülasyon izin vermiyordu. YKİ bu
noktada Keynesyen modelin sunduğu katı regülasyon rolünün yerine rekabetin
canlandırılmasına olanak sağlayacak deregülasyon yönünde adımlar atılmasının
gerekliliğine inanıyordu. Özetle ekonomi liberalleşmeli, devlet ekonomi ve
üretimden mümkün olduğu kadar çekilmeli, bu alanlar özele devredilmeliydi. Ancak
bu o kadar kolay değildi. Çünkü özellikle 1945’ten 1980’lere kadar vatandaşların
birincil ihtiyaçları olan elektrik, su, ulaşım, telekomünikasyon gibi hizmetler KİT’ler
aracılığıyla bizzat devletin tekelindeydi ve devlet piyasada bir aktör gibi faaliyet
göstermekteydi. Devletin bu tekel konumundan sıyrılıp, kabuğuna çekilmesi için
KİT’ler aracılığıyla faaliyette bulunduğu alanlardan özelleştirmeler yoluyla
çekilmeli, bizzat bu hizmetlerin üretimini özel sektöre devretmeliydi. Yani 1980
sonrası dönemin önemli gelişmeleri arasında kamu mal ve hizmetlerinin
özelleştirilmesi, devletin daha önce yatırım yaptığı alanlardan çekilmesi, pek çok
sektörde deregülasyona gidilmesi, ticaret ve finansın liberalleştirilmesi yer
almaktaydı (Sönmez, 2011: 24). O yüzden deregülasyon süreci düzenlemenin sona
erdiği anlamına gelmemeli. Çünkü piyasaların işlemesi, toplumsal aktörler arasındaki
ilişkilerin gelişmesi için düzenlemeye her an gerek vardır (Sönmez, 2011: 25).
Devlet bir yandan özelleştirmeler yoluyla vatandaşların aldığı asli kamu hizmetlerini
özel sektöre devredip bu alandan çekilmekte (deregülasyon) diğer yandan da bu
regülasyonun/ düzenlenmenin karşıtı olarak, devletin belirli iş alanlarından çekilip yerini başka aktörlere bırakarak, bu alan ve
sektörlerdeki müdahalesinin kısmi ya da tam olarak kaldırılmasını içerecek anlamda kullanılmıştır.
26
hizmetlerin sunumunda ortaya çıkacak aksaklıkların, istismarların önlenmesi ve
tüketicilerin birtakım hakları ile toplumun haklarının korunması için belli roller
(reregülasyon7) üstlenmektedir. Keynesyen refah devletinin müdahaleci düzenleyici
özelliğinden ayrıştırmak için “reregülasyon” adlandırılması yaygın olarak
kullanılmıştır (Tuncer ve Köseoğlu, 2015: 91). Dolayısıyla düzenleme hala var ve
olmak zorunda, ama 1980’lerde ve 1990’larda tartışılan düzenlemenin biçimi ve
aktörleri farklı (Sönmez, 2011:25). 1980 öncesinde düzenleme aktörleri daha çok
merkezi idarenin içine gömülmüş, onların hiyerarşik denetimindeki kurumlardı.
“Örneğin enerji fiyatını belirleyen enerji bakanlığıydı, elektrik ve gaz
hizmetini sunan aktörler ise bu sektörde yatırım, üretim, iletim, dağıtım
yapan dev kuruluşlardı. Yeni dönemde ise enerji sektöründe özel
firmaların hizmet vermesi içi reformlar yapılıyor. Bu sektördeki
düzenlemelerden ise bakanlıklardan bağımsız, atamayla iş başına gelen,
ilgili sektörde uzmanlaşmış kişilerin yönettiği bağımsız kurumlar
sorumlu. (Sönmez, 2011: 25)
Yeni olan düzenleyici rol değil düzenleyici devlet modelidir. Modern
devletin kuruluşundan bu yana regülasyon, deregülasyon ve reregülasyon başlıkları
altında kavramsallaştırdığımız düzenleme biçimleri vardır. Yani neoliberal süreçte
devletin düzenleyici rolü ortadan kalkmamıştır, aksine hatta belli açılardan bu rolün
arttığı bir dönem geçiriyoruz da diyebiliriz. Artmıştır çünkü tamamen müdahaleden
arınmış piyasaların ortaya çıkardığı bilgi asimetrisi, işlem maliyeti ve piyasa
aksaklığı gibi sorunları aşacak ve küresel bütünleşmeyi destekleyecek kurumlar
7 Reregülasyon kavramı yazı boyunca –yeniden düzenleme anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu düzenleme ile
klasik anlamda devletin düzenleyici rolü aynı anlama gelmemektedir. 1980’lerden sonra içeriği ve biçimi
değişmiş bir düzenleme rolünden bahsedilmektedir.
27
aracılığıyla bu düzenleme boyut ve biçim değiştirmiştir. Buna neoliberalizmin
düzenleyici çerçevesi de diyebiliriz (Sönmez, 2011: 26). “Yani deregülasyon ve
neoliberalizmin zirvede olduğu bir dönemde yeni kurallar ve düzenlemeler dikkat
çekici bir noktaya ulaşıyordu ki düzenleyici devlet, bu paradoks ve karmaşıklık
üzerinde yükselmiştir.”(Veggeland, 2009:8 aktaran Tuncer ve Köseoğlu, 2015: 91)
Keynesyen ya da refah devleti olarak tanımlanan devlet modelinin tersine birçok
devletin sunumunu bizzat devlet kendisi üstlenmiyor, bu faaliyetleri özele
devrederek, bu faaliyetlere ilişin hizmet alanlarında düzenleme yapma görevini ise
bağımsız düzenleyici kurumlara bırakıyor. Keynesyen refah devleti döneminde
devlet, düzenleme faaliyetlerini diğer faaliyetleriyle bütünleşik olarak yürütmekte ve
bütün unsurlar birbiri ile iç içe geçmiş durumdayken; düzenleyici devlette düzenleme
diğer fonksiyonların bir parçası olmaktan çıkarılmış ve ayrı olarak yürütülen bir
faaliyet haline dönüştürülmüştür (Christensen vd., 2008:17 aktaran Tuncer ve
Köseoğlu, 2015: 93).
YKİ reformlarının BDK’lar üzerine olan etkisini Sönmez (2011) şu
eksenler üzerine ele almış ve değerlendirmiş:
1.Yerelleşme: Yeni Kamu İşletmeciliği merkezi idarenin kontrollerinin
azaldığı, örgütsel ve bireysel performansın ödüllendirildiği, yöneticilerin
insan kaynaklarını ve teknolojiyi performans hedeflerine uygun olarak
kullandığı bir model sunmaktadır. Yerelleşme aynı zamanda vatandaşları
karar alma sürecine dahil ederek, onları güçlendirebilmekte ve daha
verimli hale getirebilmektedir. Hope (2011: 122-6) dört tip yerelleşme
reformuna dikkat çeker: yetki genişliği, vekalet, intikal ve özelleştirme.
Burada intikal yerelleşmenin en güçlü biçimidir. İntikal, daha alt
düzeylerdeki yönetici ve kurumlara tek başına karar alma yetkisinin
28
verilmesidir. Vekalet ise yetki ve karar verme gücünün var olan
bürokratik yapıların dışında olan ve sadece dolaylı olarak hükümet
tarafından kontrol edilen örgütlere verilmesi anlamına gelmektedir. Bu
anlamda olağanüstü yetkilerle donanmış olan BDK’lar intikal ve vekalet
arası yerelleşme örnekleri olarak görülebilir. Ancak burada BDK’lardaki
yerelleşmenin merkezi otoritenin tamamen dışında olma ya da mekansal
bir yerellik anlamında olmadığını belirtmek gerekir.
2. Kamu Personel Reformu: YKİ savunucularına göre geleneksel kamu
hizmetlerinin verimsiz olmasının nedenlerinden biri de kamu
görevlilerinin verimsiz, esnek olmayan ve yolsuzluğu besleyen çalışma
ilişkilerinde olmalarıdır. Bu olumsuzlukları önlemek için YKİ
savunucuları bir takım reformlar önerdi. Bu reformların arasında,
maaşların yükseltilmesi, yüksek düzeydeki kamu görevlilerinin
rekabetini artırmak için iş değerlendirmelerine dayalı bir derecelendirme
sisteminin yapılması, sabit süreli memuriyet sisteminin yerine geçici
süreli sözleşmeye dayalı performans yönetimine geçilmesi gibi
düzenlemeler sayılabilir. Bu ilke ve önlemlerin BDK’ların personel
yapısına sıkı bir şekilde uygulandığını görüyoruz. BDK’lar özel sektör
yöneticilerini, danışman ve denetçi olarak işe alabilmektedir. Atanan
kamu görevlilerine çok yüksek maaşların verilmesi, yolsuzluk ve rüşvetin
engelleneceği gerekçesiyle meşrulaştırılmaktadır. Ayrıca YKİ’nin
önerdiği ast-üst ilişkisi içinde olmayan, önceden belirlenmiş olan örgütsel
hedeflere ulaşabilmek için inisiyatif alan yaratıcı ve özerk yöneticiler
BDK’larda hayata geçirilmiştir.
29
3. Hesap Verilebilirlik Ve Şeffaflığın Sağlanması: YKİ, kamu
görevlilerinden karmaşık bürokratik prosedürleri değil, kişisel dürüstlük,
adil olma, açıklık ilkelerine uyum göstermeleri beklenmektedir. Bu
ilkeler klasik anlamda doğrudan halka hesap vermeyen BDK’lar için
olmazsa olmaz özellikler olduğu ileri sürülmüştür.
4. Kamu Mal ve Hizmetlerinin Piyasalaştırılması: Devlet artık piyasanın
sıradan bir oyuncusu gibi piyasa kuralları ve piyasa mantığı ile hareket
etmelidir. Bunun yanında hükümet işlevleri ve hizmetlerinin operasyonel
kontrol ve sorumlulukları özel sektöre devredilmelidir. Çünkü kamu
işletmeleri sürekli olarak açık vermekte, bunlar tasfiye edilip kamu
harcamaları azaltılmalıdır. Yukarıda bahsedilen özelleştirmenin değişik
yöntemleri vardır: kamu ve özel örgütler arasında ortaklık kurma, özel
sektörün kamu hizmetini yerine getirmesi, kamu hizmeti veren kurumların
tamamıyla satılması gibi. Özetle YKİ merkezi hükümetin genel
politikaları formüle etmesini, hizmet sunumunu ise özele bırakmasını
savunuyor; mal ve hizmetlerin en iyi fiyatı ve kaliteyi sunan firmadan
satın alınmasını öneriyordu. BDK’ların özelleştirme reformları açısından
iki anlamı vardır. Birincisi sektör tam olarak özelleşmemişse özelleştirme
süreci tamamlama, ikincisi ise devletin artık aktif oyuncu olmadığı ya da
doğrudan yönetmediği piyasalarda rekabete aykırı davranışları engelleme
görevidir.
30
Özetle Bağımsız Düzenleyici Kurumlar, politika yapan aktörlerle hizmeti
gerçekleştiren aktörleri birbirinden ayıran, kamu mal ve hizmetlerin sunumunda
kamu tekeline son veren, gittikçe adem-i merkezi bir yapı alan ve bürokrasisinde
kendi bütçelerini kendi kontrol eden, kendi kararlarını kendisi verebilen birimler
oluşturan bu düzenleyici devlet modelinde, piyasa reformlarının tam anlamıyla işler
kılınmasını sağlayacak, piyasa aksaklıklarının önlenmesini ve küresel bütünleşmeyi
pekiştirecek ve bu amaçlara uygun düzenlemeler yapacak olan en çarpıcı
kurumlardır.
“ Türkiye’de üst-kurullar diye adlandırılan bağımsız düzenleyici
kurumlar, yakın zamana kadar “bağımsız idari otoriteler”, “düzenleyici
kurullar” isimleri ile de anılmışlardı. Türkiye’de çok yakın bir zamanda
kabul edilen yasal metinlerde, bu kurumlar ‘düzenleyici ve denetleyici
kurumlar’ olarak adlandırılmıştır. Günlük dildeki üst kurullar ifadesi,
‘üst’ sözcüğü ile kendine belirlediği hiyerarşik yeri doğru bir biçimde
göstermekte, kurul ifadesi ise, bu kurumların idare biçimini işaret ettiği
için aygıtın ruhuna uygun düşmektedir. Günlük dilden farklı olarak
akademik alanda “bağımsız düzenleyici kurum” terimi tercih
edilmektedir.” (Bayramoğlu, 2004:189)
Bağımsız Düzenleyici Kurumlar ismini oluşturan sözcükleri açımlamak,
bu kurumların uygun tanımını yapmak için kullanışlıdır. BDK’lar için bağımsızlık,
yürütme organından bağımsız olmak, hükümetlerin siyasi kontrollerinden
arındırılmış olmaktır. Bu bir anlamda devlet aygıtı içindeki iktidarın seçilmiş olan
bakanlıklardan atanmış BDK’lara kaymasıdır. Bu bağımsızlıkla, kurumu oluşturan
uzmanlar ve yöneticilerin politik etkiye maruz kalmadan bilimsel ve hukuki temeller
üzerinde doğru kararlar almalarını sağlamaktır. Bu bağımsızlığı mutlak bir
31
bağımsızlık olarak algılamamak gerekir. Piyasada ilgili sektörde rol alan aktörlerin
tümel çıkarı bu kurumlarda göz önünde bulundurulmak zorundadır. Düzenleme ise
piyasanın ilgili sektörde kendi kendini düzenlemesini sağlayacak kurumlar ve
kurallar bütünüdür.
Bağımsız Düzenleyici Kurumlar düzenleyici devlet modelinin en önemli
kurumları olsalar da bu kurumlar tarihsel olarak yeni ortaya çıkmış kurumlar
değildir. Tarihsel olarak ilk BDK’nın kurulduğu ülke Amerika Birleşik Devletleridir
(Sönmez, 2011: 47). Bağımsız düzenleyici kurumun tarih içinde izi sürüldüğünde,
1887 yılında ABD’de eyaletlerararası ticareti düzenlemek amacıyla çıkarılan bir yasa
ile demiryolu taşımacılığı alanında federal düzeyde kurulan Eyaletlerararası Ticaret
Komisyonuna ulaşılmaktadır. İlk bağımsız düzenleyici kurum olarak kabul edilen
Eyaletlerararası Ticaret Komisyonuna, eyaletlerarası antitekel düzenlemelerinin
kurumsal ifadelerinden biri olarak ortaya çıkmıştır (Bayramoğlu, 2004: 194). “Daha
sonra bu komisyon, su taşımacığılığı, karayolu taşımacılığı, petrol taşımacılığını
düzenleme görevini de üstlendi. Rekabeti sağlamak için Federal Ticaret Komiyonu
kuruldu. Federal düzenleyici kurumların sayısı hızlıca arttı ve günümüzde yaklaşık
yüz kadar düzenleyici kurum mevcut.” (Sönmez, 2011: 46)
Bu kurumların tarihi ne kadar eskiye götürülse de 1980’lerden sonra
popüler olmalarının arkasında başka nedenler vardır. Bu kurumlar küresel
ekonominin ve neoliberal sistemin vazgeçilmez kurumları, pek çok ülkenin küresel
piyasayla bütünleşmesini, ticaret ve finansın serbestleşmesini, piyasanın ve rekabet
kurallarının standartlaştırılmasını sağlayacak varlıklar olarak önem kazanmaktadırlar.
Günümüzde bu kurumlar, ‘küresel’ piyasa ile entegre olmuş açık ekonomilerde bu
entegrasyonu yerli pazarda düzenleyen/kurumsallaştıran işlevleriyle ön plana
çıkmaktadır (Bayramoğlu, 2004: 194).
32
Bu noktada BDK’ları 1980 ve 1990’lardaki toplumsal, ekonomik ve
siyasi dönüşümlerden ayrı tututamayız. Çünkü BDK’ların tarihteki örneklerinden
farklılaşarak ve farklı ülkenin tesiri altında diğer ülkelere yayılması bu döneme denk
gelmektedir.
“Gerçektende bağımsız düzenleyici kurumların dünyada yaygınlaşmasını
etkileyen ülke, ABD’den ziyade İngiltere olmuştur. ABD’deki
kurumların uzun bir tarihi bulunmasına ve bu tarih içerisinde kendine
özgü kimi özellikler kazanmalarına rağmen İngiltere’deki bağımsız
düzenleyici kurumların model alınması anlaşılabilir bir şeydir. Çünkü,
İngiltere’deki bağımsız düzenleyici kurumlar, doğrudan 1980’de başlayan
neo-liberal politikaların ürünüdür. İngiltere’deki bağımsız düzenleyici
kurumların gelişimine biraz daha yakından bakıldığında, bunların
1980’lerde uygulanan yeni bir devlet yönetimi anlayışına oturduğu
görülmektedir.” (Bayramoğlu, 2004:197)
Demokratik denetimin altında olmayan Bağımsız Düzenleyici Kurumlar,
daha önceden hiç olmayan ya da çok az sayıda bulunan ülkelerde, 1990’lardan sonra
hızlı bir şekilde artış göstermiştir. Bu ülkelerde giderek kamu politikasını
yönlendiren kurumlar haline gelmiştir. Üstelik bu kurumların düzenleme yaptıkları
alanlar dahilinde kural koyma, politika yapma, kontrol ve yaptırımda bulunma
konularında olağanüstü güçlere sahip olma özellikleri kendilerini faaliyet
gösterdikleri sektörde tek otorite haline getirmiştir (Sönmez, 2011: 29) Ancak
neoliberal politikalar çerçevesinde başta Dünya Bankası olmak üzere uluslararası
kuruluşların hızlı ve eş zamanlı bir şekilde çeşitli reformlar yoluyla ülkelere
dayatılması bu kurumlar için genel bir tanım yapabilmemizi engellemektedir. Çünkü
bu durum kurumların kurumsal yapılarının, idari yapı içindeki konumlarının,
33
yetkilerinin ve tabi oldukları kontrol mekanizmalarının ülkeden ülkeye hatta ülke
içinde sektörden sektöre farklı özellikler göstermesine neden olmuştur.
Ancak bu kurumların farklı ülkelerdeki uygulanışlarından yola çıkarak
yapacağımız analiz, kurumların yapısına dair zihinlerimizde bir şema
oluşturabilmemize yardımcı olacaktır. Bu yüzden yazının ilerleyen kısmında
bağımsız düzenleyici kurumların yapısını yetki-örgüt-işlev ve özellikler bağlamında
ele alarak, bu kurumların yönetişim ile olan ilişkisini anlamlandırmaya çalışacağım.
Bağımsız Düzenleyici Kurumlar: Yetki-Örgüt –İşlev
Düzenleyici kurumların büyük çoğunluğu yasalar ile kurulmaktadır. Bu
durum tesadüf değildir. Çünkü bu kurumlar DB, AB, OECD gibi uluslararası
örgütlerin çeşitli yollarla dayatılması sonucu oluşturulan ve yaygınlık kazanan
kurumlardır. Bağımsız düzenleyici kurumlar, kuruldukları sektör ya da alanla ilgili
olarak, hükümet ve parlamentoya ait bulunan düzenleme, denetleme, izin ve onay
gibi yetki ve görevleri devralarak, bu alanlarda devlet yapısı içerisinde en yetkin
mercii haline gelmektedir. İkincil mevzuat çıkarma ya da düzenleme yetkisi olmayan
bağımsız düzenleyici kurumlar bile, sistemde kendilerine sağlanan meşruiyet
sayesinde, sadece danışmanlık işlevi ya da denetleme işlevi kullanarak çok önemli
bir iktidar alanı yaratabilmektedir (Bayramoğlu, 2004:210).
“ İngiltere, İtalya, İrlanda ve Türkiye’de bağımsız düzenleyici kurumlar,
diğer ülkelere kıyasla daha geniş yetkilere sahiptir. Örneğin, Fransa’daki
düzenleyici kurumların düzenleme yetkileri bulunmamakta; Almanya’da
Rekabet Kurumu (Bundeskartellamt) kimi yetkilere sahip ve bağımsız
34
gibi görünmesine ve gerçekten de güçlü olmasına rağmen, örgütsel
özerkliğe ve yasal bağımsızlığa sahip değildir.” (Bayramoğlu, 2004:210)
Bağımsız düzenleyici kurumların ayırt edici özelliklerden biri de örgüt
yapısı ile ilgilidir. Bu kurumların örgüt yapısına baktığımızda geleneksel yönetimin
personel yapısına göre daha esnek bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu
kurumlarda süresiz memuriyet statüsünden ziyade, ücret miktarları genellikle kurum
yöneticileri tarafından belirlenen sözleşmeli personele dayanan bir personel rejimi
söz konusudur. Bu kurumların karar alma mekanizmalarını ise genellikle ‘kurul’lar
oluşturmaktadır. Bu kurullarda bulun kişiler göreve atanma yoluyla gelmekte ve
atandıktan sonrada görevden alınmaları zor koşullara bağlanmaktadır. Böylece her
şeyden önce atanmış organlar aracılığıyla siyasal istikrarsızlık ya da sürekli
yenilenen seçimler yoluyla bu kurulların el değiştirmesi kolay olmayacak, böylece
belirlenen politikaların uygulayacak sürekli bir teknokrat kadro elde hazır olacaktır.
Böylece, uluslararası sermayenin uzun dönemli çıkarları doğrultusunda çalışan finans
kuruluşlarına tabi hale getirilmiş bu kurullar, yasama ve yürütme organlarından daha
etkili bir konuma yükselebilmektedir (Zabcı, 202: 158-9). Üzerlerinde herhangi bir
emredici organ ya da hiyerarşik makam bulunmayan bu kurumlar, diğer kamu
organlarıyla eşit ilişkiler kurabilmekte, kendi personelinin ücret ve statüsünü kendi
belirlemektedir. Bu durumda diyebiliriz ki bu kurumlar genel kamu yönetimi içinde
özerk adacıklardır (Kazancı, 2010: 214) Tüm bunları değerlendirdiğimizde, BDK’lar
için neden “kurtarılmış ada” ya da “devlet içinde devlet” gibi benzetmelerin yapıldığı
daha anlaşılır olmaktadır (Bayramoğlu, 2004:211). Bu kurumların kurulmasındaki
amaç, ekonomi ve siyaseti birbirinden ayırmak gibi temelsiz bir gerekçeye
dayandırılmaktadır. Bir anlamda, siyasal patronaj sistemini ve siyasi çıkar ağlanın
35
ekonominin işleyişinden dışlamak, ekonomiyi kurtarmanın elzem koşulu olarak
sunulmaktadır. Kitlelerin, devlet ve siyasetçilere karşı duyduğu gittikçe katmerleşen
güvensizlik, bu anlamsız gerekçe için meşru bir temel de sağlamaktadır. Uluslararası
finans kuruluşlarının asıl hedefleri, yani ulusal ekonomiyi ve ulusal karar
mekanizmalarım kendilerine göbek bağı ile bağlama amacı, bu sayede gözlerden
kolayca kaçabilmektedir (Zabcı, 2002: 159). Bilindiği üzere BDK’lar üzerindeki
siyasi denetim oldukça zayıftır. Bu kurumların hükümetlerle olan ilişkileri genellikle
kurumların ilgili bakanlığa sundukları bilgi raporlarıyla sınırlı kalmaktadır.
“Almanya, Britanya, Fransa, İtalya’da bağımsız düzenleyici kurumlar
ilgili bakanlara yıllık bilgi amaçlı rapor sunar. Bakana karşı sorumlu
tutulan düzenleyici kurumlar da bulunmaktadır: Örneğin, kamu
çalışanlarının yüzde 35’ini istihdam eden Kanada’daki üç büyük
bağımsız düzenleyici kurum, ilgili bakanlara karşı sorumludur ve ayrıca
rapor sunmakla yükümlüdür.” (Bayramoğlu, 2004: 212)
Özetle BDK’lar, kamusal hukuk alanında kendine ait sorumlulukları ve
yetkileri olan, örgütsel yapısı bakanlıklardan ayrılmış ve hiyerarşik denetim
mekanizmasından ayrılmış, üyelerinin doğrudan halk tarafından seçilmediği,
yöneticilerinin atanarak iş başına geldiği ve istikrarın sağlanması açısından da
bunların görevden alınmalarının zor koşullara bağlandığı kurumlardır. Bu kurumları
iki gruba ayırmak mümkündür. Bunları piyasa işleyişini düzenleyen kurumlar ve
kamu çıkarını korumaya yönelik düzenlemeler yapan kurumlar başlığı altında
sınıflandırabiliriz. Birinci gruptakiler haksız rekabeti önleme, lisans verme ve
fiyatları kontrol etme ihtiyacından doğmuş olan kurumlardır. İkinci gruptakiler ise
36
ilgili alanlarda standartları belirlemek, lisans vermek, çevre sağlık gibi konularda
bilgi dolaşımını sağlamak, kadın-erkek eşitliğini sağlamak gibi alanlarda düzenleme
yapan kurumlardır. Diyebiliriz ki bu kurumlar iktisadın, siyasetin ve yönetimin
kesiştiği yerde durmaktadır ( Zengin, 2014: 505).
Yönetişim ve BDK’lar: Nasıl Bir Süreklilik ?
“BDK’lar ile yönetişim arasındaki ilişkiyi anlamlandırmak için
Leftwich’in kurduğu şemayı izleyebiliriz. Leftwich’e göre (1994:370) yönetişimin
sistematik, siyasi ve idari boyutları vardır. Sistematik olarak yönetişim geleneksel
yönetim yapısında bir değişime işaret eder ve karar alma süreçlerine yeni aktörlerin
dahil edilmesini önerir. Bu süreç hem içsel hem de dışsal siyasi ve ekonomik
güçlerin yeni aktörlere daha geniş ve rahat bir şekilde dağıtılması anlamına
gelmektedir. Siyasi olarak yönetişim, devletim meşruiyet krizini aşacak şekilde bütün
vatandaşların yönetim sürecine, idarenin her düzeyine katılması anlamına
gelmektedir. İdari olarak yönetişim ise bağımsız, açık, etkin ve hesap verebilir bir
idarenin kurulmasını gerektirmektedir. BDK’lar da tamamen bu tarz bir idarenin
gereklerini yerine getirecek organlar olarak öne çıkmaktadır.” (Sönmez, 2011: 137)
Hatırlanacağı üzere, Dünya Bankası’nın kredi teklifleri ve şantajlarıyla
ülkelere dayattığı yönetişim paketlerinde, neoliberal reformların başarısızlığa
uğramasının önündeki en büyük engeller olarak siyasetçilerin başarısızlığı işaret
edilmişti. Dolayısıyla böyle bir başarısızlığı ortadan kaldırma ve reformların
neoliberal çerçevede sürdürülmesini sağlama görevi siyasi belirsizlikten arınmış
BDK’lara verilmiştir. BDK’lar aracılığıyla sermaye güven ve istikrar sunulması
umuluyordu (Sönmez, 2011:138). Verdikleri borç karşılığında DB ve gelişmiş
kapitalist ülkeler, Türkiye, Latin Amerika ve Güney Afrika gibi gelişmekte olan
37
ülkelerde yönetişimin parçası olarak BDK’ların kurulması için önemli rol oynadılar.
(Sönmez, 2011: 138)
Yönetişim politikaları bağlamında BDK’lara ciddi görevler biçilmiştir.
BDK’lar iyi yönetişim pratiklerini hayata geçirecek ve bunları denetleyecektir,
böylece sermayenin güveni kazanılacak, uzun dönemli çıkarları korunacaktır. Aynı
zamanda devletin piyasadan çekilmesiyle, piyasa da bizzat kendi kaderine
bırakılmayacak, BDK’lar aracılığıyla bu çok aktörlü yapı koruncak, oluşan piyasa
aksaklıkları önlenecektir. Bağımsız düzenleyici kurumlar, yönetişim modelinin
somutlaştığı kurumlar olarak öne çıkmışlardır (Zengin, 2014: 503)
Bazı ülkelerde BDK’ların yönetim kurulları adeta yönetişim organları
olarak işlev yapmaktadır. Devleti temsil eden bürokrasi, özel sektörü temsil eden
işverenler ve sivil toplum kuruluşlarını temsil eden aktörler bir arada BDK’ların
yönetim kurulu üyeleri olarak çalışmaktadırlar ( Sönmez, 2011: 140). Bu yöntem
yönetişimin kapsayıcılığı ile desteklenmekte, katılımcılık ilkesiyle de
meşrulaştırılmaktadır. Ancak yönetişimin söylemsel boyutta ifade ettiği özel sektör,
devlet ve sivil toplumun katılımcılığı, çoğu ülkede hayata geçirilmemektedir. Yani
karar alma mekanizmalarında her örgütün temsilcileri eşit koşullarda yer almaması,
BDK’ların sadece müşterilere mi yoksa yurttaşların bütününe mi hizmet ettiği
yönetişim yaklaşımı tarafından kolaylıkla cevaplanamamaktadır (Sönmez, 2011:
141).
38
SONUÇ
Bu çalışmada büyüteç konusu olarak 1990’lı yıllarda yükselen yeni bir
devlet tipolojisi olan Düzenleyici Devlet’e ve bu devlet anlayışının vazgeçilmez
unsurlarından Bağımsız Düzenleyici Kurumlara odaklanılmakla birlikte, esas olarak
bu sürece evirilişin arkasındaki değişimi anlamak açısından öncelikle Geleneksel
Kamu Yönetimi anlayışı ile Yeni Kamu İşletmeciliği anlayışının sunduğu özellik ve
uygulama alanlarına değinildi. Daha sonra ‘demokratikleşme’, ‘küçük devlet’,
‘piyasa dostu devlet’ gibi kavramsallaştırılmaların arasından sıyrılan, gerek
akademik alanda, gerek küresel sermayenin düzenleyici kurumları arasında da
oydaşılan ve dilimize ‘yönetişim’ olarak tercüme edilen ‘governance’ kavramının
betimleyici bir açıklaması yapıldı. Yönetişim kavramının ortaya koyduğu modeli
betimleme esnasında, bu modelin yaratıcısı ve itici gücü olan Dünya Bankası’nın bu
süreçte oynadığı role dikkat çekildi.. Son kısımda ise yeni, bir o kadar muğlak olan
yönetişim modelini, bir toplum ve devlet modeli olarak ete kemiğe büründüren
(Bayramoğlu, 2004), Bağımsız Düzenleyici Kurumlar’ın bu devlet mekanizmasının
arkasındaki yeni kamu işletmeciliği ve yönetişim modeli ile arasındaki ‘süreklilik’
ilişkisi, kurumların görev, yetki ve örgüt yapısı bağlamında genel olarak irdelenmeye
çalışıldı. Ancak konumuz gereği çalışmada BDK’ların farklı ülkelerdeki yapı ve
uygulanışlarına, daha da özelde Türkiye’deki ilk dönem ve AKP hükümetleri
dönemlerindeki farklılaşan BDK yapılarına değinilemedi. Çünkü bu denli bir analiz
ve karşılaştırmanın yapılabilmesi daha derin okuma ve araştırmaların yapılmasını
gerekli kılmaktadır. Bu nedenle çalışmamız, devlet aygıtındaki dönüşüm sürecine ve
bu süreçte BDK’lar arasında birbirini besleyen yönlere ortaya konulmaya çalışıldı.
39
KAYNAKÇA
Akçay, Ü. (2012) “Sermayenin Uluslarasılaşması ve Devletin Dönüşümü:
Teknokratik Otoriterizmin Yükselişi”, Praksis, 30: 11-39
Angın, M. ve Bedirhanoğlu, P. (2012) “AKP Döneminde Türkiye’de Büyük Ölçekli
Özelleştirmeler ve Devletin Dönüşümünü”, Praksis, 30: 77-99
Bayramoğlu, S. (2004) “ Yönetişim ve Demokrasi İlişkisinde Siyasal İktidar Sorunu:
Türkiye’de Bağımsız Düzenleyici Kurumlar ”. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Çevikbaş, R.(2012) “ Yeni Kamu Yönetimi Anlayışı ve Türkiye Uygulamaları” ,
Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi, C.1, S.2, s.9-31
Fişek, K. (2012) Yönetim, Ankara: Kilit.
Güler, B.A. (2005) Yeni Sağ ve Devletin Değişimi, Ankara: İmge.
Güler, B.A. (2003) “ Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye” , Praksis, 9: 93-116
Güzelsarı, S. (2003) “ Neoliberal Politikalar ve Yönetişim Modeli ” , Amme İdaresi Dergisi,
C.36, S.2: 17-34
Karcı, Ş.M. (2008) “ Kamu Yönetimi Yaklaşımının Temel Değerleri Üzerine Bir
İnceleme ” , Akdeniz Üniversitesi, İ.İ.B.F. Dergisi, S.16
Kazancı, Metin (2010) “ Türk Kamu Yönetimi ve Yönetişim”, Sayan, İpek (Ed),
Prof.Dr. Kurthan FİŞEK için Yönetim Üzerine, A.Ü.S.B.F, Ankara, s.201-226
Kurt, M. ve Uğurlu, Ö.Y. (2007) “ Yeni Kamu Yönetimi ve Yeni Kamu Yönetimi
Yaklaşımının Gelişiminde Avrupa Birliği’nin Rolü: İlerleme Raporları İçerik Analizi ” ,
Afyon Kocatepe Üniversitesi, İ.İ.B.F. Dergisi, C.9, S.117
Sobacı, M.Z. (2007) “ Yönetişim Kavramı ve Türkiye’de Uygulanabilirliği Üzerine”,
Yönetim Bilimleri Dergisi, C.5, S.1, s.219-236
Sönmez, Ü. (2011) Piyasanın İdaresi: Neoliberalizm ve Bağımsız Düzenleyici
Kurulların Anatomisi, İstanbul: İletişim
Tuncer, A. Ve Köseoğlu, Ö. (2015) “ Düzenlemenin Üç Hali: Refah Devletinden
Düzenleyici Devlete Düzenleme Faaliyetinin Vazgeçilmezliği ”, Süleyman Demirel
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, C.20, S.1, s.85-100.
Zabcı, Filiz Çulha. (2002) “Dünya Bankasının Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi:
Yönetişim” , AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C.57, S.2, s.151-179