+ All Categories
Home > Documents > İki Kimlik İki Varoluş Mücadelesi Olarak İsrail Filistin Sorunu

İki Kimlik İki Varoluş Mücadelesi Olarak İsrail Filistin Sorunu

Date post: 27-Feb-2023
Category:
Upload: galatasaray
View: 0 times
Download: 0 times
Share this document with a friend
115
ÖZ İKİ KİMLİK İKİ VAROLUŞ MÜCADELESİ OLARAK İSRAİL FİLİSTİN SORUNU VE ETKİLERİ Reyyan DOĞAN Yüksek Lisans, Sosyal Bilimler Enstitüsü Proje Danışmanı: Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU Ocak, 2015 Bu çalışma, iki kimlik ve iki halkın varoluş mücadelesi olan İsrail- Filistin çatışmasının arka planı ele alındıktan sonra söz konusu çatışmanın taraflara olan etkilerini ele almaktadır. Ayrıca bu çalışmada çatışmanın yıkıcı etkisi incelenerek daha militarize bir hale gelen İsrail Devleti ve daha radikal dindar bir topluma dönüşen Filistin toplumu arasında gerçekleşen mücadele detaylı olarak tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Terörizm, İsrail-Filistin Çatışması, Hamas, FKÖ, Oslo Barış Süreci
Transcript

ÖZ

İKİ KİMLİK İKİ VAROLUŞ MÜCADELESİ OLARAK İSRAİL FİLİSTİN SORUNU VE ETKİLERİ

Reyyan DOĞAN

Yüksek Lisans, Sosyal Bilimler Enstitüsü

Proje Danışmanı: Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU Ocak, 2015

Bu çalışma, iki kimlik ve iki halkın varoluş mücadelesi olan İsrail- Filistin

çatışmasının arka planı ele alındıktan sonra söz konusu çatışmanın taraflara olan

etkilerini ele almaktadır. Ayrıca bu çalışmada çatışmanın yıkıcı etkisi incelenerek

daha militarize bir hale gelen İsrail Devleti ve daha radikal dindar bir topluma

dönüşen Filistin toplumu arasında gerçekleşen mücadele detaylı olarak tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Terörizm, İsrail-Filistin Çatışması, Hamas, FKÖ, Oslo Barış

Süreci

ÖNSÖZ

Filistin’in herkes için ayrı bir önemi vardır. Kimileri için özgürlük savaşı,

kimileri için ise var oluş mücadelesidir. Aynı zamanda çok hassas ve duygusal da bir

konu olması beni bu çalışmaya iten sebepler arasında yer almaktadır. Yazarken

kullandığım kaynaklar ufkumu genişletti, bu sorunu günümüze getiren sebepleri daha

iyi anlamamı ya da ne kadar da idrakten uzak olduğumu ortaya koydu. Çok değerli

uzman ve araştırmacıların kaynaklarında bilinmeyen noktalara yolculuk yaptım.

Filistin Sorunu hepimizin sorunudur. Bu sorun çözülmeden kanımca dünyadaki

çatışma da sona ermeyecektir.

Sorunun köken ve meseleyi mesele yapan sebep ve sonuçları çalışmamda çok

değerli uzmanların kaynaklarından yararlandım. Başta proje danışmanım Sayın Prof.

Dr. Beril Dedeoğlu ve yüksek lisans eğitim boyunca ders aldığım tüm Galatasaray

Üniversitesi mensubu hocalarıma en derin şükranlarımı sunarım. Ayrıca tüm destek

ve temennileriyle yanımda olan iş arkadaşlarıma ve hiç kuşkusuz aileme de içten

teşekkür ederim.

Filistin topraklarında kalıcı barış umuduyla…

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ……………………………………………………………………………….ii İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………........iii KISALTMALAR………………………………………………………………..........v GİRİŞ…………………………………………………………………………………1 1. İKİ KİMLİK İKİ VAROLUŞ MÜCADELESİ………………………………….3 A. SOĞUK SAVAŞ ÖNCESİ TARİHSEL ARKA PLAN…………………3 a. Siyonizm’in Doğuşu ve Filistin’de Yahudilerin Top. Mülk……….5 b. 1917-1960 arası Dönemde Yaşanan Gelişmeler…………….........10 B. SOĞUK S. YILLARI VE SONRASI TARİHSEL ARKA PLAN…….19 a. Çatışmalar…………………………………………………………20

- 1967 Arap- İsrail Savaşı ve Sonuçları…………………...20 - 1973 Arap- İsrail Savaşı (Yom Kippur)…………………23

b. Barış Süreci……………………………………………………….24

- Madrid Barış Konferansı………………………………...27 - Oslo Anlaşmaları…………………………………...........28 - Wye Plentation Barış Anlaşması…………………...........32 - II. İntifadan önce Son Anlaşma: Camp David…………..33

2. TEMEL SORUNLAR VE TARAFLARA OLAN ETKİLERİ……………........39 A. SORUNUN FİLİSTİN’E OLAN ETKİLERİ…………………………..39

- Terör ve Şiddet Sarmalı………………………………….39 - İntifada Günleri………………………………………….44 - Hamas’ın Yükselişi ve Tırmanan Şidet………….............48 - Gazze Ablukası……………………………………..........50

B. SORUNUN İSRAİL’E OLAN ETKİLERİ……………………….........54

- Sosyal ve Ekonomik Sıkıntılar………………………......55 - Militarist ve Terörize Toplum İnşası……………............59 - Demokrasi Krizi……………………………………........64 - Yalnızlaşan İsrail…………………………………...........69

SONUÇ……………………………………………………………………….......74 KAYNAKÇA……………………………………………………………………..79 EKLER……………………………………………………………………………84 Ek. 1 : İsrail-Filistin Sorununda Yer alan Temel Anlaşmazlık Noktaları…….......84 Ek. 2 : Filistin Direniş Hareketleri ve İsrail’deki Siyasi Partiler………………….89 ÖZGEÇMİŞ……………………………………………………………………..111

KISALTMALAR

ABD: Amerika Birleşik Devletleri

AET: Avrupa Ekonomik Topluluğu

BMGK: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi

DFPR: Filistin Hakları Bölümü

DOP: İlkeler Bildirgesi

EEC: Avrupa Ekonomik Topluluğu

GSMH: Gayri Safi Milli Hâsıla

GSYİH: Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla

FKÖ: Filistin Kurtuluş Örgütü

FUK: Filistin Ulusal Konseyi

HAMAS: İslami Direniş Örgütü

IDF: İsrail Savunma Kuvvetleri

PLO: Filistin Kurtuluş Örgütü

PLF: Filistin Kurtuluş Cephesi

PNC: Filistin Ulusal Kongresi

UN: Birleşmiş Milletler

UNSCOP: Birleşmiş Milletler Filistin Üzerine Özel Komitesi

UK: Birleşik Krallık

US: Birleşik Devletler

USSR: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği

GİRİŞ

Filistin konusunun her duyarlı vatandaş için ayrı bir önemi vardır. Uzun bir süredir bu

konu unutulsa da, İsrail’in Filistin topraklarını yeniden işgal etmesi, onlarca Filistinliyi

katletmesi, evlerinden vatanlarından sürmesi ve daha onca yaşanan acı dolu hikâyeden sonra

bu sorun yeniden gündeme gelmiştir. Filistinliler ve İsrail arasında yaşanan bu mücadele

20.yüzyıla damgasını vuran çatışmalardan biri olmuştur. Her ne kadar bu çatışma İsrail ve

Filistin arasında geçen bir mücadele olsa da sadece İsrail ve Filistin arasındaki mücadele gibi

değerlendirmek bu sorunu çok basite indirgemek olur. Arap Devletleri, Siyonizm, Semitizm,

Süper Güçler ve benzeri unsurlar muhakkak bu soruna dâhil edilmelidir.

Sorunun her şeyden önce iki ekseni olduğu akıldan çıkarılmamakla birlikte ilk ekseni

İsrail Devleti’nin doğuşundan itibaren ele alınacak olan Yahudi boyutu, ikinci ekseni ise

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile ortaya çıkan ve “devletlerarası bir sorun olarak

uluslararası politikanın gündemine oturan ve sıcaklığını hiç kaybetmeyen bir sorunun parçası

olan” Filistin boyutudur.1 Ortadoğu coğrafyasının sahip olduğu hassas dengeler ve değişik

etmenler birçok bölge devletinin yanı sıra dünya siyasetinde etkili olan büyük devletlerin de

Sorun’un içine girmelerinde birinci derecede etkili olmuşlardır. Böylece Sorun’un kendisi

ulusal boyutları aşarak uluslararası siyasetin gündemine girmiştir. Bunun yanı sıra uluslararası

siyasette etkili olan ana güç unsurları ya da “reelpolitik” Filistin Sorunu’nun gelişimi ve

dönüşümünde önemli etkilerin oluşmasına sebep olmuşlardır.

Diğer taraftan Filistin ve İsrail arasında yaşanan bu mücadeleyi sadece dış etkenlere bağlayıp,

içeriden kaynaklanan yerel ve bölgesel dinamikleri göz ardı etmek de Sorun’un sağlıklı bir

değerlendirme yapmamızı engelleyebilir. Bilindiği üzere Sorun, yerel ve bölgesel etkilerle

Arap-İsrail çatışmasının ana unsuru haline gelmiştir.2

Çalışmanın ana eksenini iki kimlik ve iki halkın varoluş mücadelesi olarak İsrail ve

Filistin çatışması oluşturmaktadır. Ayrıca Sorunu’nun taraflara olan etkisi şiddet ve terörizm

1 Bülent Aras, Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye, İstanbul: Bağlam Yayınları, s.11. 2 Ibid., s. 11.

ekseninde yaşananlar, işgal edilen bölgeler ve başarısız geçen barış görüşmeleri sonrası 2000-

2005 yılları arasında yaşanan İntifadalar oluşturmaktadır.

İlk bölümde İsrail- Filistin çatışmasını anlayabilmek için tarihsel arka plan “Soğuk

Savaş yılları öncesi ve sonrası” olarak incelenmiştir. Bu bölümde yaşanan önemli tarih ve

olaylar ortaya konarak günümüze kadar gelen bu Sorun’un önemli noktaları belirtilmiştir.

İkinci bölümde ortaya konan tarihsel arka plan doğrultusunda Sorun’un taraflara olan

yıkıcı ve yapıcı etkisi ifade edilmiştir.

Sonuç bölümünde ise çalışmanın özeti ve genel değerlendirilmesi yapılarak İsrail-

Filistin çatışmasının aslında iki tarafın kaybettiği bir oyun olduğu benzetmesi yapılarak

çalışmaya son verilmiştir.

I. İKİ KİMLİK, İKİ VAROLUŞ MÜCADELESİ

A. Soğuk Savaş Öncesi Tarihsel Arka Plan

Filistin’in başlı başına bir tarihi olmaktan ziyade, Filistin’in tarihte bir yeri vardır.3

Filistin toprakları Suriye, Mısır ve Akdeniz ile Şeria Nehri arasında kalan topraklar olup Şeria

Nehri’nin döküldüğü Ölü Deniz ( Lut Gölü) de Filistin’in doğu sınırına dâhildir. Bu sınırlar

içinde de Filistin toprakları coğrafi bakımdan Akdeniz kıyı şeridi, kuzeyden güneye dağ

silsilesinin bulunduğu orta yayla bölümü ve Şeria vadisi olmak üzere üç parçaya

ayrılmaktadır.4 Filistin’in 1922 yılındaki manda yönetimi siyasi sınırlara bağlı olarak kuzeyde

Akdeniz kıyısında Ra’s al-Nakura’dan kuzeydoğuda Banyas’a uzanan bir çizgi güneyden

Taberiye Gölü, Şeria Nehri ve Vadi’l A’raba ve Ölü Deniz’den Akabe Körfezine uzanmakta

oradan da Akdeniz kıyısında Tell Refah’a ulaşarak Filistin sınırlarını meydana getirmektedir.

Bu sınırlar içinde kalan Filistin toprakları 26. 319 km2 dir.5 Filistin’in ilk halkı ise Arabistan

yarımadasından buralara göç eden Sami ırkından insanlar olduğu bilinmektedir.6 Yahudilerin

Filistin ile tarihi bağları ise esas olarak Tevrat’a dayanmaktadır. İsrail- Filistin sorunu

açısından da Kutsal Kitap’ın yeri çok önemlidir. Özellikle Yahudi barış perspektifi açısından

üç yaklaşım mevcuttur. “Yaklaşımlar önceliği kutsal sayılan toprağın egemenliğine verenler;

insan hayatının kutsallığına ve savaşın önlenmesine öncelik verenler; demokrasinin

(Tevrat’ın üstünlüğüne dayalı, yöneticilerin, halkın meşru taleplerine duyarlı ve sorumlu

olduğu bir yönetim) tesisi ve iç çatışmanın önlenmesine ağırlık verenler şeklinde özetlenebilir.

Bu yaklaşımları savunanların her birinin referansı Tevrat’tır.”7 İlerleyen bölümlerde çeşitli

yansımalarını göreceğimiz birtakım nüanslar ise kutsal sayılan kitaptaki farklı metinlerin

farklı gruplar tarafından ön plana çıkarılmasıyla ilgili olduğunu söylemek zorundayız.

3 Celal Tevfik Karasapan, Filistin ve Şark-ül Ürdün, Cilt I. İstanbul, Ahmed İhsan Basımevi Ltd., ss. 10. 4 Tarih I: Tarihten Evvelki Zamanlar ve Eski Zamanlar (Türk Tarih Kurumu tarafından yazılmıştır), istanbul, Devlet Basımevi, 1938, s. 154. 5 Celal Tevfik Karasapan, Filistin ve Şark-ül Ürdün eserinde (s.3) bu yüz ölçümünü 26.158 km2 olarak vermekte ve bunun 678 km2 sini Şeria nehri ile Hule, Taberiye ve Lut göllerinin meydana getirdiğini söylemektedir. 6 Ibid., s.13. “Semite” maddesinde şunları söylemektedir: Samilerin Nuh’un oğlu Shem’den geldiğine inanılmaktadır. Sami’lere Araplar, Akadlar, Asuriler, Kenan’lar ve çeşitli Arami kabileleri dâhil bulunmaktadır. 7 Bora Bayraktar, “Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail-Filistin Sorunu”, 24.03.14 tarihinde http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-156-2014040731b_bayraktar.pdf erişildi.

Örneğin 1993 yılında Haham Shlomo Goren Yahudilerin Batı Şeria ve Gazze topraklarındaki

yerleşimleri boşaltmalarının dinen yasak olduğunu söylerken, aynı şekilde 1985 yılında

Yahudi Yerleşimleri Konseyi bu topraklardan çekilmenin İsrail Devleti’nin parçalanmasına

neden olacak bir ihanet olarak ifade etmiştir.8

Diğer taraftan Tevrat’ın yaratılışına ait olan ilk kitabı Genesis’e göre Yahudi kavminin

başlangıcı İbraniler’dir ve en ulu atası ise Abraham’dır (İbrahim) Tevrat’ta göçebe bir Arami

olarak nitelendirilen İbrahim’in Keldanilerin Ur şehrinden çıkıp Harran’a ve daha sonra

Allah’ın vahyiyle Kenan (Filistin) topraklarına göç etmesi Yahudiliğin de başlangıcı

olmuştur.9 Filistinliler ve Kenaniler tarafından dışlanan Yahudi kabileleri birbirine yaklaşarak

M.Ö. 1000 yılında bir krallık kurmuşlardır. Judaa kabilesinden gelen bu sözcükle Yahudi

kelimesi türemiştir. Judaa kabilesinden olan Kral David, Kudüs’ü alarak ilk tapınak projesini

hazırlar. Kudüs Müslümanların olduğu kadar Yahudiler için de çok önemli bir yere sahiptir.

Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs’ün Yahudilerin kontrol altında olması İsrail’in varoluş

nedenlerinin ilk sırasında yer alır. Özellikle Kutsal kitaptan alınan referans ile Yahudilerin

İsrail topraklarına geri dönerek El-Halil, Kudüs ve benzeri yerlerin kendi kontrolleri altında

olması siyasi bir amaçtır. Filistin toprakları Halife Hz. Ömer’in M.S. 638 tarihinde Yermuk

muharebesinde Bizanslıları yenmesi üzerine İslam egemenliğine girmiş ve Filistin, İslam’ın

elinde ve bir Müslüman toprağı olarak, 1948’de İsrail’in kuruluşuna kadar bu durumunu

muhafaza etmiştir.

Bu dönemde Yahudiler için üç önemli hadiseden bahsetmek gerekirse; ilki felaket

sayılabilecek bir hadise olup şöyle ifade edilebilir: Orta Çağ’da Batı Avrupa’da görülen

“Yahudi düşmanlığı”dır. (anti-semitisme) Yahudilere karşı açılan bu düşmanlık sonrası, 1290

yılında İngiltere’den, 1392’de Fransa’dan, 1492’de İspanya’dan ve 1497’de de Portekiz’den

Yahudiler kovulmuşlardır. 15.yüzyılın sonunda öldürülen Yahudilerin sayısı 100.000

bulmuştur.10 Kovulan Yahudilerin bir kısmı Hollanda’ya iltica etmekle birlikte büyük

çoğunluğu Osmanlı topraklarına sığınmıştır.

8 Gerald M. Steinberg, “Interpretations of Jewish Tradition on Democracy, Land and Peace,” Journal of Church and State 43 1 (Winter 2001): 94-97. 9 Salime Leyla Gürkan, Yahudilik, İsmar Yayınları, 2008, s. 21. 10 Bkz. John G. Gager, The Origins of Anti-Semitism, New York, Oxford University Press, 1983.

Yahudiler için gerçekleşen iki önemli hadiselerden biri ise Selahaddin Eyyubi’nin

Haçlı ordusunu yenerek Kudüs’ü geri almasıdır. Yahudiler için gerçekleşen diğer önemli bir

vaka ise 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’ı almasıyla Filistin’in de Türk

egemenliğine girmesidir. Filistin’in Türk egemenliğine girmesiyle birlikte özellikle Kudüs’e

Avrupa ülkelerinden yeniden Yahudi göçleri başlamış ve ilerleyen yıllarda bu göçlerin

artmasıyla 18.yüzyılın ortalarında Yahudilerin Kudüs nüfusunun çoğunluğunu meydana

getirir bir hale gelmiştir.11 Diğer taraftan 19.yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da yeniden

canlanan Yahudi düşmanlığı bir yandan Filistin’e akın akın Yahudi göçlerinin başlamasına bir

yandan da Siyonizm denen Yahudi bütünlüğü hareketinin doğmasını beraberinde

getirmiştir.12

a) Siyonizm Doğuşu ve Filistin’de Yahudilerin Toprak Mülkiyeti

“Siyonizm” teriminin kökünü oluşturan Siyon sözcüğü Musevi tarihinin ilk

çağlarından beri Kudüs ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Siyon kelimesinin adının

ilahilerde ve duygu hazinesi olarak kullanılmaya başlamasına rağmen bir siyasal düşünce

akımını simgeleyen bir deyim olarak Rus Yahudisi olan Nathan Birnbaum tarafından

literatüre girmesi 19.yüzyılın son çeyreğinde olmuştur. Birnbaum tarafından 1 Nisan 1890

tarihinde çıkartılan “Kendi Kendine Kurtuluş” adlı dergide Siyonizm’i Musevileri Filistin’e

yerleştirmek amacını güden ve üyelerinin Yahudilerden oluştuğu bir siyasal parti örgütünün

kurulması olarak anladığını dile getirmiştir.13 Birnbaum’un dile getirdiği bu terim kısa bir

süre sonra Yahudi çevrelerce benimsenerek Musevi milliyetçiler tarafından kullanılmaya

başlanmıştır. Zamanla Siyonizm, Yahudileri Filistin’e yerleştirme girişimlerinin, siyasal

nedenle ya da değil, tümünü içine alacak bir hal almıştır. Daha sonraları Dr. Pinsker’in

liderliğinde “Siyon Aşıkları” kulüplerini ve Dr. Herzl’in yarattığı siyasal okul taraftarlarını

tanımlamak için “Siyonist” ortak bir ad olarak kullanılmaya başlanmıştır. Böylece Batı siyasal

düşünce sistemleri içerisinde köklenen “Siyonizm” tanımını “Yahudilerin Filistin’de bağımsız

bir devlet şeklinde yerleşmesi ve orada Yahudiliğin tüm kurumları ile dirilmesini amaçlayan

11 Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara: 1994. 12 Ibid., s. 20. 13 G. Kressel, The Word and İts Meaning, Zionism, Encyclopedia of Judaica, Israel Pocket Library, Kudüs, 1973.

bir evrensel hareket” olarak yapabiliriz.14 Bununla birlikte Filistin’e Yahudi göçleri “Dünya

Siyonist Teşkilatı”nın kurulması ile daha da ivme kazanarak artacak ve Siyonizm’in bir

teşkilat haline gelmesi İsrail’in kuruluşuna giden yolu açacaktı. Basel Kongresi’nde kurulan

Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Theodor Herzl’in başkanlığında alınan kararlar doğrultusunda

Filistin’de bir Yurt edinilmesi için çalışılacak, her yerdeki Yahudiler dernekler, federasyonlar

şeklinde organize olacaklar ve Yahudilerde milli bir şuurun sağlanması için her türlü destek

ve çaba harcanacaktır.15 Bu kararlarda dikkat çeken husus ise, bir Yahudi Devleti’nin

kurulmasından çok “yurt edinme fikri”ne yapılan vurgudur. Böylece Filistin toprakları

“Teşkilatlı Siyonizm’in” ilk amacı olarak ilan edilmiştir. Dünya Siyonizm Hareketi 1897

Basel Kongresi’nden sonra gelişmeye başlamıştır. Bu kapsamda dünyadaki Siyonist

derneklerin sayısı 900’ü bulmuş, Filistin’de Yahudilerin toprak satın almaları için oluşturulan

“Yahudi Milli Fonu” ile Filistin Yahudilerine mali destek sağlamak amacıyla “Jewish

Colonial Trust ve Anglo-Palestine Company” gibi kurumlar oluşturulmuştur.16

1897 Birinci Siyonist Kongresi ve Dünya Siyonist Teşkilatının kuruluşu, Siyonizm

hareketinde ilk ve önemli bir adım olarak atılmış ise, 1904 yılında Dünya Siyonist

Teşkilatı’nın yedinci Kongresi’nde alınan Filistin kararı, Filistin’den başka toprağın Yahudi

yurdu olarak nazarı itibara alınmaması, ikinci önemli adımı teşkil etmektedir.17 Yahudilerin

Filistin’de bir yurt edinmek için 1893 yıllarında Padişah II. Abdülhamit ile Türkiye’deki

Yahudi liderler arasında geçen görüşmeleri ile başlayan gayretleri Herzl’in 1904’de

ölümünden sonra da devam etti. Özellikle 1908 Meşrutiyet’i Osmanlı Yahudilerine bir umut

ışığı oldu.18 İttihat ve Terakki Partisi ve liderleri, Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu’na göç

etmelerini yeni bir yaklaşımla olumlu değerlendirdiler. Hac için Filistin’e gidecek Yahudilere

tatbik edilen kısıtlamalar (Kırmızı Tezkere) kaldırıldığı gibi, Yahudilerin Filistin’de toprak

satın almaları da serbest bırakıldı.19 Fakat bu ılımlı ortam çok uzun sürmedi, 31 Mart

hadisesinden sonra azınlıkların oluşturulan bu özgürlük ortamından istifade ederek

14 Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul: 2011. 15 Bkz. Walter Laquer, The Arab-Israeli Reader, s. 6-11, Herzl bu önsözünde şöyle diyor: “Bu kitapçığı yazmaya beni sevk eden fikir, çok eski bir fikirdir: Yahudi Devleti’nin yeniden kurulması. “ 16 Armaoğlu, op.cit., s. 22. 17 Walter Laquer, op.cit., s. 5. 18 Bkz. Mim Kemal Öke, Siyonistlerin İttihatçılar Nezdinde Başarısız Girişimleri, Cilt: 2, İstanbul: 1982, s. 121-132. 19 Ibid., s. 125.

faaliyetlerini artırmaları İmparatorluğun parçalanması için bir araç haline geliyordu. Bu

nedenden ötürü İttihat ve Terakki, Siyonizm’i Osmanlı’dan bağımsız ayrıştırıcı bir hareket

olarak gördü. Böylece Siyonistlerin Osmanlı’dan gelecek faydaları sonuçsuz kaldı. Fakat I.

Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile yıkılan Osmanlı Devleti ve akabinde Siyonizm’in Filistin

davası önündeki engelleri kaldırması nedeniyle Siyonizm’in önünde yeni ufuklar açtı.20

Osmanlı Devleti’nin bütün yasaklama ve kısıtlamalarına rağmen, Filistin’e birtakım

Yahudi göçleri olmuş ve I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Filistin’deki Yahudi

nüfusu artmış bulunmaktaydı. 20.yüzyıla girerken Filistin’deki Yahudi nüfusunun 50.000

kadar olduğu iddia edilmekle birlikte,21 İslam Ansiklopedisi’nin verdiği bilgilere göre 1914

yılında Filistin’de 46 tane Yahudi kolonisi olduğunu, nüfuslarının da toplam 85.000 kadar

olduğu söylenmektedir.22 Buna karşılık başka bir kaynaktan alınan bilgiler doğrultusunda

1915’de Filistin’de toplam nüfusun 689.275 ve Yahudi nüfusun da 83.000 olduğu

bildirmektedir.23 Filistin’de Yahudilerin toprak mülkiyeti konusunda yaşanan gelişmeleri en

iyi takip eden yazarlardan biri olan Arieh Avneri’nin verdiği bilgilere göre ise Filistin’deki

1922 yılında Yahudi nüfusu tam olarak 83.790 olarak verilmektedir, Müslüman nüfusu da

486.177 olarak ifade edilmektedir.24 Bu rakamlar ve kaynaklar arasındaki farklılıklara rağmen

1880’lerde 35.000 civarında bulunan Filistin’in Yahudi nüfusunun I. Dünya Savaşı sırasında

iki katına çıktığını söylememizde sakınca yoktur. Bu nüfus artışında Dünya Siyonist

Teşkilatı’nın kuruluşu ve Yahudilerin Filistin’e göç etmeleri konusunda yapılan tahrik ve

uyarıların önemli bir rolü vardır. Yahudilerin teşkilatlı hale gelerek nüfuslarını artırma yoluna

gitmelerinde ise hiç kuşkusuz mali bakımdan yapılan yardımların büyük etkisi olmuştur. 20.

yüzyıla gelinceye kadar daha önce de belirttiğimiz gibi Yahudilerin Filistin’de toprak

genişletme ya da nüfuslarını artırma faaliyetleri çok daha yavaştı. Bundan iki etmenden söz

edilebilir: ilk olarak Osmanlı Devleti’nin genellikle yabancılara bilhassa da Filistin’de

Yahudilere toprak satın almayı yasaklamış olması, ikinci etmen ise Filistin Yahudilerinin

20 Armaoğlu, op.cit., s. 24. 21 Ibid., s. 24. 22 İslam Ansiklopedisi, “Filistin” maddesi. 23 Avneri, The Claim of Dispossesion- Jewish Land – Settlement and the Arabs, 1878-1948, New Bruncwick and London, Transaction Books, 1984, p. 12. 24 Ibid., s. 30.

topraksız olmalarından dolayı kaynaklanan mali imkânlarının yeterli olmaması ve dünyadaki

çeşitli yerlerde yaşayan Yahudilerden mali destek almalarına dayanmaktaydı.25

Yahudilerin Filistin’de toprak mülkiyetlerinin gelişmesi ise Moşav denen koloniler

halinde olmuştur. Yahudi belgelerinden alınan bilgilere göre Filistin’de ilk moşav 1860

yılında Petah-Tikva adı ile kurulmuş, dışarıdan gelen göçmenlerin artmasıyla Petah-Tikva’nın

nüfusu artarak satın almalarla arazi genişlemiştir.26

Filistin Yahudilerinin toprak genişletmeleri şu kuruluşların yardımları ile mümkün

olmuştur.

Zion’u Sevenler tarafından kurulan dernek, vakıf ve mali gücü yüksek olan Yahudiler

Zengin Yahudi banker Baron Rotschild ve onun kurup desteklediği vakıf olan Yahudi

Kolonizasyon Derneği

Siyonist hareketlerin Filistin Ofisi tarafından 1901’de toprak satın almayı desteklemek

üzere kurulan Yahudi Milli Fonu ve Filistin Toprak Geliştirme Şirketi

Bütün bu gelişmeler ve desteklemelerle birlikte Filistin’deki Yahudilerin sahip olduğu

toprak miktarı Yahudi nüfusundan fazla hale gelmiştir. 1918 yılında Filistin’deki Yahudi

topraklarının miktarı 418.000 dönüm iken 1939 yılında bu rakam 1.543.000 dönüme

çıkmıştır.27 İşte bu noktada, Yahudilerin toprak genişlemesi ve toprağa bağlı hale gelen

Yahudi nüfusunun artması ilk Arap-Yahudi çatışmasının ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Buradan da anlaşılacağı üzere Yahudiler “toprak unsurunun” dışında kaldıkları sürece

Filistin’de Arap-Yahudi çatışması dikkat çekmeyecekti. Fakat ne zaman ki, Yahudiler de

Araplar gibi toprağa bağlanmaya, toprakla uğraşmaya başladılar, işte o zaman Filistin’de bu

iki kimlik grubu arasında mücadele kendini göstermeye başlamıştır.28 İsrail’in Filistin

topraklarını işgal etmesi, Batı Şeria’da açılan söz konusu yerleşim birimlerinin sayısının

giderek ve artarak devam etmesi, güvenlik gerekçeleriyle Filistin kentlerinin birbirinden ayrı

bir halde bulunması Filistin halkı için inanılmaz sonuçlar doğurmuştur. İlerleyen bölümlerde 25 Armaoğlu, op. cit., s. 25. 26 Avneri, op.cit., s. 79. 27 Armaoğlu, op.cit., s. 25-26. 28 Ibid., s. 27.

de vurgulanacağı gibi mevcut koşullarda bu durumların düzelerek bir yaşam sürdürmeleri ise

mümkün görünmemektedir. Bu fikir ve yaklaşımlardan hareketle meselenin salt “toprak

paylaşımı” meselesi olmadığını ısrarla vurgulamak gerekir. Eğer toprak paylaşımı meselesi

olsaydı şimdiye kadar çözümü mümkün olurdu.

Diğer bir Yahudi-Arap çatışmasında öne çıkan husus da “su kaynaklarının

kullanılması” meselesidir. Arap inancına göre su kaynağı Allah’ın bahşettiği özel bir ikram ve

lütuf ise bu kaynaktan herkesin yararlanma hakkı vardır. Fakat bu inanca aykırı düşen bir

davranış olarak, yeni gelen Yahudiler su kaynaklarını sulama için ıslah ettiklerinden dolayı bu

kaynaklar üzerinde özel mülkiyet iddia edip kamu malı gibi kullanılmasına karşı çıkmaya

başlamışlardır.29 Toprak çatışmaları ve su kaynaklarının kullanımı üzerine çıkan çatışmalar

üzerine Yafa ve Kudüs’teki Arap liderler 1911 yılında bir araya gelerek İstanbul hükümetine

telgraf çekerek Yahudi göçlerine Yahudilere toprak satma konusunda yasak getirmesini

istediler. Telgraf üzerine İstanbul hükümeti Kudüs valisine talimat vererek, Yahudilere toprak

satışının yasaklanması talimatı verdi.30

Diğer taraftan Arap liderler ise Siyonizm’e karşı mücadele etmek ve Yahudilere

toprak satışını engelleme konusunda bütüncül hareket etmek için 1913 yılında Nablus’ta bir

toplantı düzenlemek istediler. Bu girişim başarısız oldu ve toplantı gerçekleşmedi. Fakat bu

tarihten sonra “Yahudilere toprak satışı meselesi, Siyonizm’e31 ve Yahudi yerleşimine karşı

Arap milliyetçiliği yaklaşımıyla hareket etmenin” önemini ortaya çıkarmıştır. I. Dünya Savaşı

sonunda Osmanlı Devleti’nin yıkılarak Filistin’in İngiliz manda yönetimine girmesi ile

birlikte Filistin’e Yahudi göçü başladı. Böylece “topraktan” başlayan Arap-İsrail çatışmasının

“Siyonizm’e karşı Arap milliyetçiliğinin “direnme mücadelesine” dönüşerek günümüze kadar

etkilerinin devam etmesine neden oldu. “Kimlik ve güvenlik” eksenli bu sorunun ise salt

“toprak paylaşımı” sorunu olmayıp, temelde “Filistin milliyetçiliği ile Siyonizm’in toprak,

kendi kendini idare hakkı ve devlet olma eksenindeki bir kimlik ve varoluş mücadelesi”

olduğunu bir kere daha vurgulamak gerekir.32 Böylece Filistin meselesi aynı topraklar

29 Ibid., s. 77. 30 Ibid., s. 95. 31 Ibid., s. 114. 32 Bora Bayraktar, “Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail-Filistin Sorunu”, 24.03.14 tarihinde http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-156-2014040731b_bayraktar.pdf erişildi.

üzerinde hak iddia eden, bunu yaparken de birbirlerinin kimlik ve varoluş amaçlarını

sorgulayan bir hale evirilmiştir. Başka bir deyişle Filistin meselesi “iki kimlik ve iki varoluş

mücadelesidir.”

b) 1917- 1960 Arası Dönemde Yaşanan Gelişmeler

İngiltere Dışişleri Bakanı A. J. Balfour’un İngiliz Yahudi liderlerden I. W. Rotschild’e

“İngilizlerin Filistin’de Yahudiler için bir yurt” oluşturmasına desteklerini bildiren bu

mektup, Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan söz konusu bölgede İngiliz denetiminin

sağlanmasını öngörmüştür.33

Olayın tarihsel arka planına bakmak gerekirse; 19.yüzyılda İngiltere, Ortadoğu ile

daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Bu ilgisinin en büyük nedenlerinden biri hiç şüphesiz

Hindistan’a giden ve “İmparatorluk Yolu” olarak adlandırılan deniz yolunun açık tutulması

endişesi olmuştur. İngiliz’in göz bebeği olan Hindistan’ın giderek artan stratejik önemi Orta

Doğu coğrafyasını da önemli bir bölge haline getirmiştir.

19.yüzyılın ortalarında Osmanlı etkisinde yer alan Ortadoğu, İngiltere, İtalya ve Fransa

arasında paylaşılan bir bölge olmaya başlayarak Avrupalıların Ortadoğu’yu ele geçirme süreci

içinde özellikle 1876’dan itibaren Beyrut, Halep, Şam illerinde Osmanlı karşıtı hareketler

başlamıştır.34 Bu gelişmeler ışığında 18-24 Haziran 1913’de Paris’te gerçekleşen Birinci Arap

Ulusları Kongresi’nde bir araya gelen 22 delegenin katılımıyla alınan kararlar doğrultusunda

Arap vilayetleri için özerklik öngörülmüş, Arapçanın Osmanlı’nın resmi dillerinden biri

olarak ilan edilmesi talep edilmiştir. Yapılan bütün bu Osmanlı karşıtı hareketler Osmanlı’nın

Almanya’ya yaklaşarak Ortadoğu’da yeni bir rekabet alanı yaratmasına yol açmıştır. Mevcut

durum içerisinde Avrupa’da giderek artan rekabet sonucunda 1914 yılında patlak veren

Birinci Dünya Savaşı sırasındaki ve sonrasında yaşanan gelişmeler Ortadoğu’nun

günümüzdeki özellikleri açısından etkiler doğurmuştur. Örneğin I. Dünya Savaşı ile birlikte

Arap dünyasında hızla artan bağımsızlık faaliyetleri ve Arap milliyetçiliğinin artışı söz

33 Der. Faruk Sönmezoğlu, Haz: Ülke Arıboğan, Gülden Ayman, Beril Dedeoğlu, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, İstanbul: 2010. 34 Ibid., s. 13.

konusudur. Bu arada şu noktayı belirtmek gerekir ki Arap milliyetçiliği ile Siyonizm arasında

ortak bir nokta mevcuttur. Siyonizm her şeyden önce dini temel alan bir milliyetçilik

anlayışıdır. Musevilik, yani Musa dinine bağlılık, Yahudilerden başka diğer toplumlara

yayılmadığı için, İslamiyet’te olduğu gibi bu kavrama “Ümmetçilik” denmemektedir.35

Filistin ve İsrail’i ayıran temel kimliksel ve varoluşsal özelliklerden biri de söz konusu

“Filistin milliyetçiliği ve Siyonizm” eksenli mücadele biçimidir.

Savaşın çıktığı ilk zamanlardan beri İngiltere, sözü edilen Arap milliyetçiliğini Osmanlı

aleyhine uygulayacak politikalar izleyerek 1915’de Hicaz’ı almış ve Filistin’i işgal etmiştir. 9

Mayıs 1916’da Rusya’nın da onayı alınarak Fransa ve İngiltere, Ortadoğu’nun paylaşımını

esas alan Sykes-Picot antlaşması imzalamışlardır. Bu antlaşmaya göre;

- Lübnan ve Suriye kıyılarında Adana, Kilikya, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır ve

Musul Fransızlara,

- Bağdat dâhil güney Mezopotamya ile Hayfa ve Akka limanları İngilizlere,

- Fransa ile İngiltere’ye bırakılan topraklar arasında bir Arap devletleri konfederasyonu

ya da kuzeyi Fransız, güneyi İngiliz etki alanlarına bölünmüş tek bir bağımsız Arap

Devleti kurulacak,

- İskenderun serbest liman olacak

- Filistin buradaki kutsal topraklar göz önüne alınarak uluslararası rejime tabi

tutulacaktı.

İngiltere’ye dayanan Hüseyin temaslarını İngiltere’nin Mısır’daki Yüksek Komiseri

Henry McMahon ile yürütmüştür. Hüseyin ile McMahon arasında 1915 ve 1916 yılları

arasında geçen mektuplaşmalar olmuştur.36 Şerif Hüseyin’in McMahon’a 1915 tarihinde

yazdığı ilk mektubunda, “bütün Arap milletinin” hürriyetlerini gerçekleştirmeye ve

yönetimlerini kendi ellerine almaya karar verdiğini, böyle bir gayenin gerçekleşmesini

desteklemenin ve buna yardım etmenin İngiltere menfaatine olacağını belirten tekliflerde

bulunmuştur.

35 Armaoğlu, op. cit., s. 28. 36 John Norton Moore, op. cit., s. 6-18.

Diğer taraftan İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un Siyonist Dernekleri

Federasyonu Başkanı Edmund Rotschild’e gönderdiği mektupta, daha sonra Balfour

Deklarasyonu olarak anılacak, şu ifadeler yer almaktadır:

“Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasını olumlu

karşılamaktadır ve bu gayenin gerçekleşmesini sağlamak için her türlü çabayı

gösterecektir”37

Bununla birlikte bu ifadenin hemen arkasından Yahudiler için bir yurt kurulmasının,

bu ülkede yaşayan ve Yahudi olmayan toplumların medeni ve dini haklarını hiçbir şekilde

ihlal edilmeyeceği de vurgulanıyordu. Bu ifade Filistin’in bir Yahudi yurdu yapılmadığını

belirtmek için kabine müzakerelerinde konulmuştur. Fakat metinde geçen “Filistin’de bir

Yahudi yurdu kurulması ifadesinin” Filistin’in mutlak Yahudi yurdu olmasını arzu eden

Yahudiler için isteklerini karşılayacak nitelikte olmadığını söylemek zorundayız.38 Ancak

yine bu kapsamda, Yahudi göçleri için bir taahhüde girişilmemiş ve bir “Yahudi Devleti”

kurulmasının da söz konusu olmayacağı kararlaştırılmıştı.39

İngiltere Şerif Hüseyin’i Balfour Deklarasyonu’ndan sonra 1919 yılında haberdar ettiği

bildirim sonunda Yahudilerin Filistin’e dönmelerini destekleyeceğini belirterek şu ifadeleri

kullandı: “Siyonizm hareketinin liderleri, Siyonizm’in başarısını, Araplarla dostluk ve

işbirliği yaparak, sağlamaya kararlıdırlar ve böyle bir teklif de bir kenara atılacak teklif

değildir.” Akıllara hiç kuşkusuz İngiltere’nin Filistin’de bir Arap Yahudi işbirliğini

gerçekleştirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. İngiltere’nin gerçekleştirmeye çalıştığı Arap-

Yahudi işbirliği “Hicaz Arap Devleti” adına, Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal ile Dünya

Siyonist Teşkilatı lideri Chaim Weizmann arasında 3 Ocak 1919’”da Londra’da imzalanan bir

anlaşma ile sağlandı.40 Bu anlaşmada “Araplarla Yahudi halkı arasındaki ırki akrabalığın ve

çok eski bağların varlığının idraki içinde ve milli gayeleri gerçekleştirmenin en emin

vasıtasının” Arap Devleti ile Filistin arasında işbirliği olduğu inancını anlatan 9 madde vardı.

Bu anlaşma aynı zamanda Paris Konferansı’nın sona ermesinden hemen sonra Arap Devleti

ile Filistin arasındaki sınır tespiti konusuna geçileceğini belirtmekteydi ki bu ifade 37 Ibid., s. 32 38 Dedeoğlu, op.cit., s. 16. 39 Bkz. T. G. Fraser, The Middle East, 1914-1979, New York, St. Martin’s Press, 1980, s. 11-18. 40 Moore, op. cit., s. 40-41.

Weizmann’ın Filistin adına söz sahibi olması demekti ki bu durum Balfour Deklarasyonu’na

aykırıydı. Diğer maddeler ise Filistin’deki İslam’ın kutsal yerlerinin tamamen Müslümanların

kontrolünde olacağını, Dünya Siyonist Teşkilatı’nın ise Arap Devleti’ne mali ve teknik

yardım yapacağını ifade ediyordu. Araplar ile Yahudiler arasındaki yakınlaşma bu kadar ile

sınırlı kalmadı. Arap Devleti’nin kurulması için taraftar toplamaya giden Emir Faysal’ın

Dünya Siyonist Teşkilatından Felix Frankfurter’e yazdığı 1919 tarihli mektupta şu ifadeler

yer alıyordu:

“Biz, Araplarla Yahudilerin ırk bakımından yeğen olduklarına inanıyoruz. Biz Araplar,

bilhassa içimizde aydın olanlar, Siyonist hareketine derin bir sempatiyle bakıyoruz… Biz

Yahudilere, yurtlarına hoş geldiler diyoruz. Hareketinizin liderleri, bilhassa Dr. Weizmann

davamıza çok yardım etti ve ümit ederim Araplar da yakında onun bu nazik davranışına

mukabele etme durumunda olurlar. Her iki hareketimiz birbirini tamamlamaktadır. Yahudi

hareketi milli bir harekettir ve emperyalist değildir. Ve Suriye’de her ikimizi de yer vardır. İki

hareketimizden hiç biri diğeri olmadan gerçek bir başarıya ulaşamaz.”41

Falix Franfurter de 5 Mart 1919’da mektuba verdiği cevapla memnuniyetle karşıladığını

ifade etmiştir.42 Fakat Emir Faysal’ın Yahudilere karşı duyduğu sempati ve ılımlı hareketleri

çok uzun sürmemiştir ve 1919 yılında Suriye’de ortaya çıkan Arap milliyetçiliğinin neticesi

olarak Şam’da toplanan Milli Kongre, Filistin’in Suriye’den hiçbir şekilde ayrılamayacağını

belirtmekle birlikte Filistin’e Yahudi yurdu kurulması şöyle dursun, Filistin’e Yahudi

göçlerine bile karşı çıkan kararlar alınmıştır.43 Bu açıklamada yer alan İngiliz Hükümeti’nin

sadece Dünya Siyonist Teşkilatı’nın muhatap olarak kabul etmesi, Arapların Yahudilerle

birlikte yaşamaları ve Filistin’de yaşayan Yahudilerin yönetimi paylaşmalarının söz konusu

olmadığı gibi yapılan vurgularda Filistin’de yaşayan Araplar bu durumun önemi ve tehlikesini

gördüklerinden, İngiliz manda idaresi başlar başlamaz, ilk günden itibaren direnme yolunu

seçmişlerdir. Bu durum ise bizim de çalışmamızın konusunu teşkil eden “kimlik ve güvenlik”

üzerine kurulu Filistin-İsrail mücadelesi Filistin’in toplumsal kimliğini güvence altına alacak

bir devlet yapısından uzak olması ve bundan kaynaklanan silah ve güç kullanımının meşru bir

zeminde olmamasından ötürü; İsrail’in ise 1947 yılı itibariyle “İsrail Devleti’nin

41 Mektubun metni: Ibid., s. 43-44 ve Laquer, op.cit., s. 21-22. 42 Moore, op.cit., s. 44.

43 Hurewitz, op. cit., s. 180-82

kuruluşundan” sonra gerekli gördüğü takdirde Yahudi yerleşimcilere silahla serbest dolaşma

hakkı tanıması ve aşırı güç kullanımını meşru kılmasından dolayı “terör ve şiddet” unsurları

ortaya çıkmaktadır.

Prof. Dr. Fahir Armaoğlu’nun “Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları” adlı eserinde

ifade ettiği gibi, “iki savaş arası döneminde (1919-1939) Filistin meselesinin esasını,

Yahudilerin Balfour Deklarasyonunu fiiliyatta daha sağlam hale getirme ve bir yurt kurmanın

ötesinde bir devlet kurma çabaları, buna karşılık Arapların da bu Deklarasyonu etkisiz kılma,

bu belgeyi sıfıra indirme ve Yahudilerin değil devlet kurmalarına, bir yurt dahi kurmalarına

imkân vermeme çabaları teşkil eder.”44 Bu sebeple Yahudiler İngiliz manda yönetimi

altındaki Filistin’e daha fazla Yahudi göçü sağlamaya çalışırken, Araplar da ellerinden geldiği

kadar bu göçü engellemeyi, direnerek tepki göstermeyi ve öte yandan da Filistin’de “bağımsız

bir Arap Devleti” kurulması için uğraş vermişlerdir.45 Yapılan bu göçler sonunda 1918’de

60.000 olan Yahudi nüfusu 1929’da 170.000’e çıkmıştır. 46 Başka bir deyişle birbirlerine karşı

“ya hep ya hiç” savaşı veren bu iki halkın verdiği “kimlik” eksenli mücadelesi söz konusudur.

Armaoğlu’nun ifadelerine tekrar göz atarsak, “Çünkü Araplara göre Yahudiler Filistin

meselesinin bir unsuru değil, hâlbuki İngiliz yönetimi, bu görüşün aksine, Yahudileri bir

unsur olarak ele almaktaydı. İşte bu durum, İngiliz yönetiminin Yahudileri de hesabın içine

katma çabalarına karşılık Arapların Yahudileri hiç yokmuş gibi kabul etmeleri, Araplarla

İngiliz manda yönetimi arasındaki çatışmanın da başlıca ve ana sebebini teşkil etmiştir.” İşte

tam da İngiliz yönetimi arasındaki mevcut görüş ayrılıkların olduğu bir zeminde 1920 yılında

ilk Arap-İsrail çatışması meydana gelmiştir. 1920 yılında başlayıp, 19 sene sürerek 1939

yılına kadar şiddetlenerek gelişen bu çatışmaları iki bölümde almak gerekirse;47

1) 1920-1933 Dönemi: Bu dönemde Arap-Yahudi çatışmaları genellikle mahalli çapta ve

dağınık şekilde olmakla birlikte, bu durumun sebebi Arap toplumunun Yahudiler gibi

sıkı bir dayanışma ve organize olma hallerinden yoksun olmalarından kaynaklandığı

44 Armaoğlu, op. cit., s. 38. 45 Dedeoğlu, op.cit., s. 23. 46 Karasapan, op. cit., Cilt II, s. 89. 47 Armaoğlu, op. cit., s. 38. Dedeoğlu, op.cit., s. 24.

öne sürülebilir. Bu dönemde meydana gelen çatışmaların en önemlileri 1920 yılında

Kudüs’te, 1921’de Yafa’da, 1929’da Hebron ve Safed’de olanlardır.

2) 1933-1939 Dönemi: Arap-Yahudi çatışmalarında bir dönüm noktasını teşkil eden

1933 yılı başında, Almanya’da Yahudi düşmanlığını kendilerine bayraktarlık yapan

Nazi Partisi’nin iktidara gelmesi Yahudiler arasında panik yaratarak Almanya ile

yakınlaşma ilişkilerine giren ülkelerden Filistin’e olan Yahudi göçlerini

hızlandırmıştır. Bu durum ise tehlikeyi gören Arapları şiddet ve direniş faaliyetlerini

artırmalarını sağlamıştır. Böylece 1933 dönüm noktası ile birlikte Arap-Yahudi

çatışmaları şiddetini artırarak süregelmiştir.

Bununla birlikte bu dönemde çok sayıda Arap ayaklanmaları meydana gelmiş ve şiddet

dolu çatışmalar yaşanmıştır. Başlıca gerçekleşen üç çatışmalar ise, 1920, 1921 ve 1929

yıllarında yaşanmıştır.

Diğer taraftan, bütün bu karmaşa içinde İngiltere Filistin sorununu çözebilmek için

çeşitli projeler üretmiştir. Bunlardan biri 1930 yılında Yahudi göçlerini ve Yahudilerin toprak

alım haklarına kısıtlama getirmeyi öneren Passfield Beyaz Kitabı’dır. Ancak dönemin İngiliz

Başbakanı MacDonald Dünya Siyonist Örgütü’ne mektup yazarak Balfour Deklarasyonu’nun

geçerliliğini koruduğunu ve Pasfield Beyaz Kitabı önerilerinin dikkate alınmayacağını ifade

etmiştir.48 Diğer taraftan Arapların dağınık ve organize olmaktan yoksun hareketlerine

karşılık Dünya Siyonist Teşkilatı ile Filistin’deki Yahudi Ajansı sıkı bir işbirliği içerisinde

sistematik şekilde ve tutarlı bir politika izleyerek İngiliz manda yönetimi ile İngiltere

hükümetini baskı altına almakta başarılı olmuşlardır. Bu başarılı sistemli politikaların

sonucunda ise Filistin’de hem Yahudi nüfusu hem de Yahudilere ait toprak varlığı artış

göstermiştir. Böylece I. Dünya Savaşı sonunda 60-80.000 dolaylarında olan Filistin’deki

Yahudi nüfusu, 1929 yılı itibariyle 170.000’e çıkmıştır. 1930-1936 yılları arasında da bu nüfus

200 bin artarak 1936 yılında 400 bine ulaşacaktır.49 Sorun sadece artan Yahudi nüfusu ve

toprak mülkiyetleriyle kalmamış 1933 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Prag’da yapılan

48 Dedeoğlu, Ibid., s. 24. 49 Michael J. Cohen, Palestine and the Great Powers, 1945-1948, Princeton University, 1982, s. 6.

toplantısında Almanya’daki Yahudi durumunun ele alınarak, Yahudi milli yurdu’nun mümkün

olan en hızlı şekilde kurulması için aldığı hayati bir kararla da önemli bir noktaya taşınmıştır.50

Bütün bu gelişmeler ve alınan kararlar Arapları daha da tahrik etmiş ve Filistin Arapları

aldığı karar ile “yoğun bir Yahudi istilası” altında kaldıklarını düşünmüşlerdir. Bu sebeple

direnişe geçen Araplar “terörizme” başvurmaya “zorunlu” olarak sevk olmuşlardır.

Tevrat’ta geçen “Seni unutursam Ey Kudüs, sağ elim hünerini yitirsin!... Eğer seni

anmazsam, eğer Kudüs’ü baş sevincimden üstün tutmazsam, dilim damağıma yapışsın…”51

ayeti yüzyıllar boyunca Yahudilerin, Kudüs’e dönme ülkülerinin dini bir dayanak noktasını

teşkil etmiştir. I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği zamanlarda Arap ve Yahudiler için de önemli

gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmelerin Filistin meselesi açısından bakan tarafında birkaç

önemli noktayı belirtmek gerekir. Bunlardan ilki ayrık ve teşkilatlanma yapısından uzak olan

Arapların durumu, ikinci nokta etkili bir lider figürünün olmaması ve son nokta ise Arapların

bu dönemde Nazi Almanya’sını destekleyen tutumlarıdır.52 II. Dünya Savaşı ile birlikte lidersiz

ve dağınık halde bulunan Arapların durumu Yahudilerin işine gelerek, Yahudilerin toprak satın

alma ve Yahudilerin Filistin’e göçlerini artırma noktasında İngilizlerin serbest bırakması için

baskı yapmalarını sağlamıştır.

Arap ve Yahudiler için yaşanan gelişmelerin dışında, İngiltere de savaş biter bitmez

Filistin meselesinin başlı başına bir sorun olarak gördüğünden kendi açısından önemli

çalışmaların içine girmiştir. Savaşın sona erdiği 1945 yılına kadar İngiltere’nin bu

çalışmalarında üç önemli sacayağı vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:53

İngiliz Savaş Kabinesi, İngiltere’nin uzun vadeli Filistin politikasını tespit etmek üzere

kendi içinden bir Komite teşkil ederek bu Komite’nin Başkanlığına da İçişleri Bakanı

Herbert Morrison getirilmiştir. Komite çalışmalarında 1937 Peel Komisyonu’nun

öngördüğü “taksim” formülünden hareket edecekti.

50 Karasapan, Ibid., Cilt 2, s. 164. 51 Tevrat, Mezmur, 137. 52 Armaoğlu, op.cit., s. 60. 53 Ibid., s. 63-64.

İngiltere’nin Kahire’deki Ortadoğu Devlet Bakanının hükümetine sunduğu raporda

Filistin’de tek ve bağımsız bir devlet kurulmasını önermişti.

11 Haziran 1945 tarihli rapor ise değişik alternatiflerin değerlendirilmesi önerisinde

bulunarak “taksim, üniter devlet, Yahudi göçlerine müsaadeye devam etmek ve

Filistin’i bugünkü manda yönetimi altındaki şekliyle görmek” olarak sıralanmıştır.

I. ve II. Dünya Savaşları, dünya Yahudilerinin milli bir devlet kurmaları için önemli

iki dönüm noktasıdır. Daha önce bahsettiğimiz gibi, I. Dünya Savaşı’nın başlamasından II.

Dünya Savaşı’nın sona ermesine kadar geçen sürede Yahudiler, Dünya Siyonist Teşkilatı

liderliğinde Filistin’de kurulacak bir “Yahudi devleti ya da Yurdunun” temellerini attılar.

Özellikle I. Dünya Savaşı sonrası Filistin İngiliz mandası kurulmasından İsrail’in

bağımsızlığını ilan ettiği 1948 yılına kadar geçen dönemde Siyonist hareket, kurulacak

Yahudi Devleti’nin, vaat edilmiş toprakların hayalini kuran Yahudilerin kuracakları devletin

temelini teşkil ettiler. II. Dünya Savaşı’nda ise Nazilerin Yahudileri katletmesi, bir taraftan

İsrail’e Yahudi göçünü hızlandırırken, diğer taraftan da Yahudilerin uluslararası kamuoyu ve

kuruluşları “Filistin’de Yahudi Devleti’nin” kurulmasının elzem olduğu konusunda ikna

ettiler. Yahudilerin ikna çabalarının hemen sonuç vermesi neticesinde, BM Genel Kurulu’nun

1947 yılında aldığı kararda Filistin’in kurulacak Arap ve Yahudiler arasında bölüştürülmesi

ifade edildi. Karar sonrasında tırmanan gergin ortam İsrail’in 14 Mayıs 1948’de

bağımsızlığını ilan etmesiyle adeta savaşa dönüştü. II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası

ilişkilerin temelini oluşturan “güç” unsuru bu karardan sonra daha belirgin bir hal almıştır.

Özellikle Filistinliler bu tarihten sonra güç politikasının acı ve yıkıcı etkisiyle burun buruna

yaşayacaklardır. Bir Arap araştırmacının yorumuyla, “Filistin Sorunu’nun

uluslararasılaşması Filistinli Arap topluluğunu belirgin biçimde elverişsiz bir konuma

yerleştirdi. Filistinli Araplar uluslararası forumlarda etkili bir kampanya yürütecek…”54

İngiliz mandasına son verilen gün olan 14 Mayıs 1948’de Yahudi Ajansı, İsrail Devleti’nin

kuruluşunu şu bildiri ile kamuoyunu duyurmuştu:

“Eretz-İsrail Yahudi Halkının doğum yeridir…

54 Bülent Aras, op.cit., s. 16.

…ilk Siyonist Kongresi… Yahudi halkının kendi ülkesinde milli diriliş hakkını ilan ettiler…

…Balfour Deklarasyonu ile tanındı… ve manda rejimi tarafından onaylandı.

…biz Halk Konseyi’nin üyeleri,…Eretz-İsrail’de İsrail Devleti olarak bilinecek Yahudi

Devleti’nin kuruluşunu ilan ediyoruz…”55

ABD ve Sovyetler Birliği tarafından derhal tanınan yeni İsrail Devleti’nin ilk

Başbakanı olan David Ben Gurion dönemindeki iktidar esas itibariyle iki seçenek arasında

kalmıştır: Bu seçeneklerden ilki yeni kurulan devletin sınırların içerisine 1 milyon Arab’ı

dâhil edilip edilmemesi ve ona göre oluşturulacak bir yapı, ya da ikinci bir seçenek ise İsrail’e

binlerce yıl önce yapılan “haksızlığın” aynısını Araplara uygulamaktı ki İsrail ikinci yolu

tercih etmiştir. Böylece İsrail Taksim Planı ile Araplara verilen toprağın önemli bir kısmında

kontrolü ele geçirmiş, Gazze Şeridi ve Batı Yakası’nın idareleri Mısır ve Ürdün tarafından

yürütülmeye başlanmış ve daha sonra Ürdün Batı Yakası’nda kendi meşru yönetimini

kurmuştur.56

Filistin Sorunu, İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra BM gündeminin önemli

maddelerinden biri olmuştur. BM yeni kurulmuş olmasına rağmen bu sorun ile alakalı olarak

uluslararası girişimlerle Filistinlilerin haklarını tanımaya çalışsa da İsrail kendisi için

belirlenen sınırların ötesine çıkarak yayılmacı bir tavır sergilemeye çalışmaktadır. BM’nin

konuyla ilgili olarak yaptığı ilk girişimlerden biri savaşın devam ettiği yıllarda Kont

Bernadotte’yi Filistin’e göndermek olmuştur. Ancak Yahudilerin düzenlediği suikasta kurban

giden Kont, bu görevini tamamlayamadan ölecek ve görevini Dr. Ralph Bunche’e

bırakacaktır.

B. Soğuk Savaş Yılları ve Sonrası Tarihsel Arka Plan

1956 yılına gelindiğinde meydana gelen Süveyş Krizi ya da Süveyş Savaşı olarak

bilinen savaşın Arap-İsrail meselesi ile doğrudan bir bağlantısı olmayıp tamamıyla Nasır 55 Walter Laquer ve Barry Rubin, The Israel and Arab Reader, op.cit., s. 125-128. 56 UN, The United Nations and the Question of Palestine, (New York, 1985)

Meselesinden ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Prof. Dr. Fahir Armaoğlu’nun ifadelerinden

hareketle Nasır’ın Arap Dünyası liderliğine soyunması ile ortaya çıkan Arap milliyetçiliğinin

Batı’nın çıkarlarına aykırı olması 1956 Süveyş Savaşı’nın gerçek nedenidir.57

1956 Savaşı, Filistin mücadelesinin rotasını da belirlemiştir. Nitekim bu savaş

sırasında Süveyş Kanalı’nda İngiliz birliklerine karşı saldırılara katılan Yaser Arafat ve

arkadaşları tarafından 1959 yılında El-Fetih örgütü kurulmuştur.58

1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan önce meydana gelen en önemli gelişmelerden biri de

etkisini günümüze kadar sürdüren, Arap-İsrail mücadelesinin en mühim faktörlerinden biri

olan ve günümüzde de halen Filistin halkının siyasi olarak tek temsilcisi sayılan Filistin

Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulmasıdır.

FKÖ, 1974’te kabul ettiği On Nokta Programı ile İsrail’in 1948 Savaşı sonrası elde

ettiği topraklardan çekilmesi talebinden vazgeçerek iki devletli çözümü tanımış ve İsrail’in

1967 öncesi sınırlarına çekilmesi öncelikli hedef haline getirmiştir.59 Bu durum FKÖ’ye

uluslararası alanda meşruiyet zemini sağlarken, İsrail’e karşı tavizkar tutumu örgüt içinde

bölünmelere neden olmuştur. Bu ortam ve şartlarda Ürdün Kralı Hüseyin’in 2 Ağustos

1988’de Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki egemenlik haklarından vazgeçtiğini açıklaması

sonrası, Filistin Ulusal Konseyi 15 Kasım 1988’de Cezayir’de toplantı yaparak BMGK’nin

242 sayılı kararı kabul ettiğini belirterek “bağımsız Filistin devletini tek taraflı” olarak kabul

etmiştir.60 1991 Madrid Konferansı ile başlayan ve Oslo ile devam eden barış sürecinde I.

Oslo Antlaşması ile İsrail FKÖ’yü, FKÖ’de ilk kez İsrail’i tanımıştır.61

a) Çatışmalar

57 Armaoğlu, op. cit., s. 115. 58 Filistin’de etkili olan siyasi aktörler hakkında detaylı bilgi için bkz. Ek. 2. 59 On Nokta Programı için bkz: www.un.int/wcm/content/site/palestine/cache/offonce/pid/12354 60 Helena Cobban, The Palestinian Liberation Organization People, Power and Politics, Cambridge University Press, 1992, s. 163-64. 61 FKÖ hakkında detaylı bilgi için Bkz. Ek.2. “Filistin Direniş Hareketleri ve İsrail’deki Siyasi Partiler”

- 1967 Arap-İsrail Savaşı (Altı Gün Savaşı) ve Sonuçları

1964’te FKÖ’nün kurulması ve Suriye’de Arap milliyetçiliği ile sosyalizme dayanan

Baas Partisi’nin 1963’te darbeyle iktidara gelmesi, bunalımı yeniden başlatmıştır. Nasır’ın

Sina’da konuşlandırılan BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini istemesi ve oraya asker

yığması ve ayrıca Mayıs 1967’de Akabe Körfezi’ni deniz ulaşımına kapatması, İsrail

Savunma Bakanı Moşe Dayan’ı harekete geçirmiştir. 5 Haziran 1967’de ilk defa Arap

düzenli orduları ile İsrail birlikleri karşı karşıya gelerek; Mısır hava kuvvetlerini ani bir

saldırıyla saf dışı bırakan İsrail, Suriye ve Ürdün’e de saldırmıştır. İsrail, Arap ülkeleri

arasındaki ilişkileri arasındaki bu kopukluğu ve çıkar ayrılıklarını çok iyi değerlendirerek

Filistin topraklarının geriye kalan %22’sini (yani 1949’dan beri Mısır ile Ürdün’ün kontrolü

altında bulunan Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze), Mısır topraklarının %6’sını (Sina

Yarımadası), Suriye topraklarının %1’ni (Golan Tepeleri) işgal etmiştir. Altı gün süren bu

savaşla İsrail, kendi kontrolündeki toprağı üç kattan daha fazla arttırmış ve üstelik stratejik

açıdan avantajlı bir hale kavuşmuştur. Müslümanlara ait kutsal mekânlarla birlikte Kudüs’ün

tamamı İsrail’in eline geçmiştir. Ve fakat İsrail’in işgali, BM Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım

1967 tarihinde oy birliğiyle aldığı, savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemeyeceğini

öngören 242 sayılı kararına aykırıydı. Arap ülkeleri 242 sayılı karara göre İsrail’in işgal ettiği

tüm topraklardan geri çekilmesi gerektiğini savunurken, İsrail buna her zamanki tepkisiyle

karşı çıkmıştır. 1967 Savaşı’nda 300.000’e yakın mültecinin Şeria Nehri’nin doğusuna

geçmesiyle Ürdün, en fazla Filistinli mülteciyi barındıran ülke haline gelmiştir. Böylece

mültecilerin sayısında yarım milyona yakın bir artış meydana gelirken yeni bir mesele olarak

“mülteciler” meselesi de gündeme gelmiştir.

Artık Araplar için tek mesele İsrail Devleti’nin yok edilmesinden ziyade bu

hezimetin etkilerinin nasıl yok edileceği olmuştur.62 Bu savaş neticesine göre Arap ülkeleri

için İsrail politikası artık 1967 Savaşında kaybedilmiş toprakların geri alınması, İsrail’in işgal

ettiği topraklardan çekilmesi anlamlarını ifade etmekteydi. 1967 Savaşı Arap-İsrail

Sorununun da genel adı haline gelen “Filistin Meselesi” olarak ortaya çıkmıştır. Sanıyorum

62 Armaoğlu, op. cit., s. 259.

“Filistin Meselesi ya da Sorunu” olarak ifade edilen bu “kimlik ve güvenlik” merkezli

çatışmanın çözümünün de başlı başına bir çatışma alanı olma ihtimali son derece yüksektir.

Savaş sonrası dönem birçok değişikliği beraberinde getirmesine karşın, özellikle iki

nokta üzerinde fazlaca durulmasına neden olmuştur. Bunlardan biri, Filistin halkı savaştan

sonra “kitlesel göçlere” sebebiyet veren felaketli bir duruma terk edilmiştir.63 Filistinliler

arasında milli bilincin artmasında ve bu milli şuurun mücadelelerde rol oynamasında çok

etkili olmuşlardır. William B. Quandt’ın “Filistin Milliyetçiliği Siyaseti” adlı kitabından bir

alıntıyla bu durumu daha iyi açıklayabiliriz: “Filistin milliyetçiliği bir fikir ve duyguyu esas

almış siyasal organizasyonlar olarak savaşla birlikte ortaya sürüldü… Filistin’in kurtuluş

çaresinin Arap Birliği olduğu şeklindeki eski slogan ters çevrilerek “Filistin Kurtuluşu’nun

Arap Birliği’ne yol açacağı” tarzında okunmaya başlandı.”64

Savaşın üzerinde durulması gereken bir diğer sonucu ise daha önce ifade ettiğimiz,

Filistin’de 1967 sonrası duruma gösterilen uluslararası tepkiyle alınan BM 242 sayılı

Güvenlik Konseyi kararıdır. 7 kez toplanan BM Güvenlik Konseyi beş ayrı karar taslağı

üzerinde tartışarak sonuçta Ortadoğu’da barışçı bir çözümü hedefleyen ilkeleri esas alan

242(1967) sayılı kararı almıştır. Bu kararı temel hatlarıyla özetlemek gerekirse;

- Son savaşta işgal edilen bölgelerden İsrail silahlı kuvvetlerinin geri çekilmesi

- Çatışma iddia ve durumlarına son verilmesi, bölgedeki her devletin hükümdarlığına,

toprak bütünlüğüne, politik bağımsızlığına, güvenli ve tanınmış sınırlar dâhilinde

tehdit ve kuvvet kullanımından uzak bir biçimde barış içinde yaşama hakkına saygı

gösterilmesi ve bunun kabul edilmesi,

- Bölgedeki uluslararası sularda gemicilik faaliyetlerinin serbestliğine dair güvence

verilmesi

- Mülteci sorununa adil bir çözüm bulunması

63 Aras, op. cit., s. 25. 64 Ouandt, op. cit., s. 52.

- Bölgedeki devletlerin toprak bütünlüğünün ve siyasi bağımsızlığın korunması

doğrultusunda silahtan arındırılmış bölgeleri de kapsayan tedbirler alınması.65

İsrail görüldüğü gibi savaştan sonra çok fazla avantaj elde etmiş; bu avantajları da

hemen kullanabilmek için Arap devletleri ile doğrudan görüşme talepleri olmuştur ve işgal

edilmiş topraklardan çekilmek için ise tam kapsamlı bir toprak paylaşımını içerecek uzlaşma

üzerine ısrar edecektir. Arap cephesinde ise Ürdün ve Mısır Güvenlik Konseyi kararını kabul

etmişler fakat anlaşma masasına oturmak için İsrail’in geçen savaşta işgal ettiği tüm

topraklardan çekilmesini ön koşul olarak ileri sürmüşlerdir. Karar aynı zamanda Ortadoğu’ya

barışçı bir çözüm üretmek üzere özel bir temsilcinin gönderilmesini de gündeme getirmiş,

Ürdün, Mısır ve İsrail’de girişim ve çalışmalarda bulunulmuş fakat “çözümü olmayan”

çalışmalar şeklinde tarihe karışmıştır.

1967 Savaşı’nın en önemli sorunlarından biri de Müslümanların Mekke’den sonra en

kutsal şehri olan Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesiydi. Her ne kadar Kudüs şehri, daha önce

1947 BM Filistin taksim kararı alındığı zaman “ayrı bir statü” olarak vurgulanmış olsa da.

Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesiyle daha önce Arap Devletlerinin meselesi olan bu sorun

artık “Müslümanların Meselesi” olmuştur. 21 Ağustos 1969’da, Kudüs’teki Mescid-i

Aksa’nın, Mesih’in gelişini hızlandırma iddiasındaki Avustralyalı Evanjelik bir Hristiyan

tarafından yakılma girişimi66 İslam dünyasının tepkisine yol açmıştır.

1967 Savaşında Arapların uğradığı hezimet sonrası Filistin Sorunu ile yakından

ilgilenenler üzerinde değişiklik meydana getirmemiş ve İsrail’e karşı olan mücadeleci

tutumlarında da azalma olmamıştır. Yalnız daha önce İsrail Devleti’nin varlığına son vermek

isteyen Arap dünyası, bu ideanın gerçek olamayacağını anlamış ve İsrail işgali altındaki

65 UN, Committee on the Exercise of the Inalieanable Rights of the Palestinian People, Resolutions and Decisions of the General Assembly anf the Security Council Relating to the Question of Palestine, 1947-1975, New York, 1976. 66 Harem-i Şerif’teki Mescid-i Aksa ve Kubbetu’s-Sahra gibi İslam mabetlerinin yıkılarak Süleyman Mabedi’nin tekrar inşa edilmesi isteği, Harem-i Şerif’e yönelik yıkıcı eylemlerin nirengi noktasını oluşturmaktadır. Mescid-i Aksa’da çıkan yangın ve Mach Teret Yahudit adlı aşırı sağcı örgütün Harem-i Şerif’e yönelik yıkıcı eylemlerini bu çerçevede ele almak gerekir. 1969 yılı Ağustos’unda Mescid-i Aksa’yı yakıp yok etme girişiminde bulunan Yahudiler, aynı hedefe matuf olarak 21 Mart 1983 tarihli kazı eylemlerini gerçekleştirerek Kur’an-ı Kerim’de “Kendisinin ve çevresinin mübarek kılındığının” belirtildiği, Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa’yı yıkmaya çalışmışlardır.

topraklarını geri alma mücadelesine girişmişlerdir. Çünkü Filistin topraklarının göz bebeği

olan Batı Şeria, Gazze, Kudüs (Arap dünyasının olduğu kadar İslam âlemi için önemli bir

yere sahiptir), Suriye için Golan Tepeleri İsrail işgali altındaydı ve derhal bu toprakların geri

alınması mühimdi. Bu arada 1967 Savaşı’nın hemen ardından ki bahsedilen nedenlerden

ötürü, Arap dünyasında yumuşamanın yerini intikam planlamaları almıştır.

- 1973 Arap – İsrail Savaşı (Yom Kippur Savaşı)

Ortadoğu’da Filistin Sorunu ile alakalı olarak çıkan bir sonraki savaş ise 1973 Arap-

İsrail Savaşı olmuştur. Ekim Savaşı olarak da bilinen bu savaş doğrudan Filistin Sorunu ile

irtibatlı olmamasına karşın FKÖ’nün Arap dünyası ve uluslararası camiada tanınmasına neden

olmuştur.

6 Ekim 1973’de başlayan IV. Arap-İsrail Savaşı ise Müslümanların Ramazan ayına

rastlaması dolayısıyla Ramazan Savaşı, İsraillilerin çok kutsal bir ayı olan Yom Kippur’a

rastlaması dolayısıyla Yom Kippur Savaşı adı verilmiştir. Fakat esas olarak Yom Kippur

Savaşı olarak adlandırılmaktadır. Bu savaşın daha önceki Arap-İsrail Savaşlarına kıyasla iki

önemli farklılığı bulunmaktadır. Araplar, özellikle de Mısır tarafından başlatılan bu savaşın

amacı, daha öncekilerde olduğu gibi İsrail’i haritan silmek, yok etmek değil, 1967 Savaşında

İsrail’in ele geçirdiği toprakların geri alınmasını ve bu suretle Arapların saygınlığı tamirinin

sağlanarak tekrar kazandırmaktır.

1974’te BM Genel Kurulunda konuşma yapan FKÖ Lideri Arafat, Filistin’de ulusal

bağımsızlık, egemenlik, self determinasyon hakkı ve Filistin halkının hakları ile ilgili olarak

görüşlerini beyan etmiş ve sözlerine şöyle son vermiştir: “Bugün bir özgürlük savaşçısı silahı

ve bir zeytin dalı alarak geldim. Zeytin dalının elimden düşmesine izin vermeyin.”67

67 UN, İnternational…18.

Bu toplantıdan bir hafta sonra BM Genel Kurulu “Filistin Sorunu” kararı ile

Filistinlilerin vazgeçilmez haklarını şeksiz şüphesiz tanımıştır. Böylece Filistin halkını

Ortadoğu’da kurulacak barış tesisinin başlıca taraflarından biri olarak tanınmasını

sağlamıştır.68 Aynı gün yaşanan gelişmelerden biri de FKÖ’ye BM Genel Kurulu kararı ile

gözlemci statüsü verilmiştir. Bu karara göre69,

- FKÖ’yü Genel Kurul’un ilgili çalışma ve oturumlarına gözlemci statüsünde katılmaya

davet eder,

- Genel Kurul gözetiminde toplanan bütün uluslararası konferans çalışma oturumlarına

gözlemci statüsünde katılmaya çağırır,

- BM’nin başka organlarının gözetiminde gerçekleştirilen milletler arası toplantıların

bütün oturumlarında da gözlemci olarak katılma hakkı bulunduğunu dikkate alır.

FKÖ’nün yukarıda özetlenen şekilde uluslararası arenada tanınması kendi içinde

ideolojik olarak ayrılıklara sebep olsa da Arafat, 1973’den sonra soruna uzlaşma yoluyla

çözüm bulma düşüncesine yakınlığını gösterecektir.

b) Barış Süreci

Diğer taraftan dört ayrı savaş tecrübesinin ardından savaşarak değil müzakere

masasında topraklarını geri alabileceğine kanaat getiren Mısır yönetimi, Eylül 1978’de ABD

Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın arabuluculuğunda, İsrail ile muhtemel bir barışın

çerçevesini belirleyen iki anlaşma (Camp David Anlaşmaları) imzalamış; bunları 26 Mart

1979’da Mısır-İsrail Barış Anlaşması takip etmiştir. Camp David Anlaşması’nın arka

planında ise İsrail’in çeşitli nedenlerle (Araplar ile Yahudiler arasındaki gerginlik iyice

büyümüş, terörist saldırılar, karşı saldırılar tırmanışa geçmiştir. Filistinlilerin Yahudilere

yönelik terörist saldırıları dünya kamuoyunda önemli yer edinmelerine yol açmıştır.) bozulan

ilişkilerinin ABD’nin aldığı inisiyatifle Camp David’de müzakere masasına oturtması olarak 68 UN, Resolutions and Decisions…115. 69 UN, Resolutions and Decisions…,115.

tarihe geçmiştir. Fakat İsrail farklı hesapların peşindeydi. Moshe Dayan’ın sözleriyle;

“Gelecek Mısır iledir. Arabanın bir tekerliğini alırsanız, yoluna devam edemez. Mısır

mücadele dışında kalırsa bir daha savaş olmayacaktır.”

Bu arada Camp David anlaşmalarının iki çerçeve anlaşmasından meydana geldiğini de

ifade etmekte yarar var. Bu iki çerçeve anlaşmalardan biri, Ortadoğu barışının esaslarını

çizmekte olup Batı Şeria ile Gazze ve Filistin meselesini ele almaktadır. Diğeri ise İsrail ile

Mısır arasındaki barışın esaslarını çizmekte olup Sina yarımadasına ait bulunmaktadır. Bu

barış anlaşmasının maddeleri şöyledir:

- İsrail Sina’dan çekilecek

- İsrail ve Mısır arasında normal ve dostça ilişkiler kurulacak

- İki ülke birbirinin toprak bütünlüğünü ve barış içinde yaşama hakkını kabul edecek

- Sina’dan tampon bölgeye BM Barış Gücü yerleştirilecek

- İsrail gemilerine Süveyş Kanalından geçiş hakkı tanınacak

- Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilere tam özerklik verilmesi için görüşmeler

yapılacak

- Batı Şeria ve Gazze’de kendini yöneten bir idare oluşturulması için seçimler yapılacak

Böylece çeşitli neden ve gerekçelerle kesintiye uğrayan barış görüşmeleri, 1991’deki

Madrid Barış Konferansı ile yeniden başlamıştır. 1993’te imzalanan Oslo Anlaşması ile

birlikte Filistin halkının topyekun bir başkaldırı hareketi olan İntifada sona ermiş; söz konusu

İntifa’dan sonra çeşitli direniş örgütleri İsrail’e karşı saldırılarda bulunmuştur.

İntifada sürerken Filistin Sorunu’nun geleceğini şekillendiren iki önemli hadise

meydana gelmiştir. Armaoğlu’nun ifadeleriyle durumu özetlersek; Soğuk Savaşın sona

ermesiyle küresel ölçekte radikal değişiklikler meydana getirdiği gibi ABD’nin İsrail’e baskı

uygulayarak barış yönündeki engellerin kaldırılmasına yol açmıştır.70

70 Armaoğlu, op. cit., s. 595.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından meydana gelen Körfez Krizi 1991’de İsrail-

Filistin görüşmelerinin yeniden başlaması yönünde etkileri olmuştur. Bazı analizciler

tarafından “büyük bir hata” olarak değerlendirilen FKÖ’nün Saddam Hüseyin liderliğindeki

Irak’ı desteklemesi Körfez ülkelerinden gelen ekonomik yardımın kesilmesine neden olmuş

ve zor durumda kalan FKÖ, barış görüşmeleri konusunda daha tavizkar bir tutum takınmak

zorunda kalmıştır.71 Körfez Savaşı aynı zamanda ABD’yi Arap müttefiklerine karşı borçlu

hale getirerek Washington yönetimini barış girişimleri konusunda arabulucu etmesini

sağlayarak söz konusu borcunu ödetmesini sağlamıştır.72 Bunlardan daha önemli bir nokta ise

petrol akışının güvenliği ve serbest pazarın yaygınlaşması için Ortadoğu’da Filistin

Sorunu’nun çözülmesi hayati bir önem taşımasıdır. Görüldüğü gibi Filistin tarafını barış

sürecine iten sebepler konusunda böyle bir arka plan mevcuttu. Kısaca ABD öncülüğündeki

Batı’nın zaferiyle sonuçlanan Soğuk Savaş ile birlikte Sovyetlerin desteğini kaybeden Arap

devletlerinin artık ABD himayesindeki İsrail’i barışın tesisi için mutlak taraf ve kalıcı bir

gerçeği olarak görmeleri Filistin’i bu barış sürecine iten temel motivasyon olmuştur.73

Bu dönemde FKÖ ile İsrail aynı masaya oturarak “tüm dünyada sahip olduğu

meşruiyet problemini” aşmak için “barış karşılığı toprak” ilkesini kabul etmek zorunda

kalmıştır.74 İktidarda bulunan Yitzak Rabin, İsrail politikasını “toprak karşılığı barış” olarak

açıklasa da bu öneri hoş karşılanmamıştır. Buna rağmen görüşmeler sürmeye devam etmiş ve

bu tarihten sonra diğer bölge devletleri ile çözülmesi yönünde adımlar atılmaya başlamıştır.75

71 Walid Khalidi, “The Palestine Problem: An Overview”, Journal of Palestine Studies, Vol.: XXI, No.: 1, Autumn 1991, s. 10; George T. Abed, “The Palestinians and the Gulf Crisis”, Journal of Palestine Studies, Vol.: XX, No.: 2, Winter 1991, s. 34; Bu politikanın makul gerekçeleri olduğunu savunan bir analiz için bkz. Muhammad Hallaj, “Taking Sides: Palestinians and the Gulf Crisis”, Journal of Palestine Studies, Vol.: XX, No.: 3, Spring 1991, ss. 43–45 72 Salman Ebu Sitta, “Geriye Dönüş Hakkının Tanınması”, Yeni İntifada: İsrail’in Apartheid Politikasına Direnmek, Roane Carey (Der.), Çev.: Kemal Sarısözen, Everest Yayınları, İstanbul: 2002, s. 480-481; Said, a.g.e, ss. 152–156; Benny Morris, “Yosef Weitz and the Transfer Committees, 1948–1949”, Middle Eastern Studies, Volume 22, Number: 4, October 1986, ss. 522–561 73 Ali Balcı, “İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü,” Sakarya Üniversitesi, Uluslar arası İlişkiler Bölümü, s. 139-140. 74 Bülent Aras, Filistin İsrail Barış Surecinde Ulaşılan Nokta ve Barışın Geleceği”, Avrasya Dosyası, Ankara: Yaz 1996, s. 24. 75 Dedeoğlu, op. cit., s. 92.

- Madrid Barış Konferansı

Uluslararası ve bölgesel dengelerin tepetaklak olduğu bir dönemde, Ekim 1991’de

uluslararası toplumun ve özellikle de ABD’nin baskısıyla Madrid Konferansı başlamıştır. Bu

konferansa İsrail, Filistin, Suriye, Lübnan ile birlikte Avrupa Topluluğu, Mısır, Suudi

Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Umman, BAE, Katar, Fas, Tunus, Cezayir ve Moritanya da

katılmışlardır. Açılış oturumundan sonra bir araya gelen taraflar esas itibariyle “toprak, barış

ve güvenlik” konuları üzerine görüşmeler yapmışlardır. ABD Başkanı açılış konuşması

yaparak şu sözleri belirtmiştir: “Bu tarihi fırsatı değerlendirmezseniz, bölgeniz dışında kimse

sizi ayıplamayacak. Siz şimdi komşularınızla doğrudan görüşmelere girerek barış yapma

hedef ve sorumluluğunu omuzladınız. Bu sürecin devam ve başarısı sizin elinizdedir. Dünya

her birinizden barıştan yana bir tercih yapmanızı bekliyor.”76

Gerçekleşen bu konferans 1970 yılında Cenevre Konferansı’ndan sonra yapılan ilk

toplantı olması ve İsrail’in hem Arap devletleri hem de Filistin ile olan problemlerini çözmeyi

amaçladığından dolayı geniş kapsamlı ayrı bir önem arz ediyordu. Diğer bir önemi ise

Filistinliler Ürdün ile ortak delegasyon şemsiyesi altında gerçekleşse de uzlaşma masasına

bağımsız bir taraf olarak oturma hakkını elde etmişlerdir.77 Bu konferansı önemli kılan diğer

hususlar ise içerdiği maddeler ile yakından alakalı olup şöyle sıralanabilir:78

- BM Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarına (barış karşılığında

topraklarından çekilme) dayanarak adil, sürekli ve kapsamlı bir barış çağrısında

bulunması

- Barış anlaşması için İsrail ile Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin arasında iki taraflı;

silahların kontrolü, ekonomik gelişme, su, mülteciler ve çevre konularında ise çok

taraflı görüşmelerin başlatılması

- Filistinliler için geçici özerk yönetim ile başlayıp kalıcı özerklik ile sonuçlanacak iki

aşamalı müzakere kavramının oluşturulması

76 Secretary Baker Middle East Peace Conference Opening Remarks at the Middle East Peace Conference, the Royal Palace, Madrid, 1 Kasım 1991, Dispatch, 3, No.4A, Supplement, No.2 (Şubat 1992), 10-14. 77 Alfred B. Prados, Jordan: US Relations and Bilateral Issues, CRS Report (Foreign Affairs and National Defence Division, 1993), 7. 78 http://www.centerpeace.org/factsheets/fact-sheet-peaceprocess.htm

ABD’nin 1992’de yapılacak başkanlık seçimleri nedeniyle barış sürecinde yeterli

etkiye sahip olamazken, aynı yıl İsrail’in Hamas ve İslami Cihat üyelerini sınır dışı etmesi

sonucu Madrid Barış Konferansı problem çözme konusunda başarısız olsa da Arapların ve

İsrail’in aynı masaya oturmasını sağladığı için sembolik bir öneme sahiptir.

- Oslo Anlaşmaları

İsrail-Filistin görüşmelerinin başlamasına yönelik ilk direniş adımları İsrail’deki

Yahudi gruplardan ve Hamas’tan gelmiştir. 1993 yılı başlarında Rabin ve Arafat günümüze

değin kesintiler yaşayarak uzanan barış anlaşması görüşmelerini başlatmışlardır.79 Önceleri

gizli olarak yürütülen Oslo barış görüşmelerinin başarıya ulaşmasından sonra 9 Eylül 1993

tarihinde İsrail ve FKÖ birbirini tanımışlar ve Washington’da bir araya gelen Arafat ve Rabin

ortak bir barış bildirisi yayınlamışlardır. Bu bildiriyle taraflar “Barış Anlaşması” imzalanana

kadar görüşmelere devam etme kararı alarak bir “İlkeler Deklarasyonu”na imza atmış ve

böylece iki halk arasındaki barışın esasları belirlenmiştir. Barış esasları Filistin’in özerkliği

üzerine şekil almıştır. Barış bildirgesine göre;80

- FKÖ, İsrail Devleti’ni tanımış ve onun var olma hakkını kabul etmiştir.

- Filistin özerk bölgesi, Mısır ve Ürdün ile sınır komşusu olacak biçimde tasarlanmıştır.

- İsrail, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’dan yavaş yavaş çekilecek ve buraların güvenliğini

Filistinlilere devredecektir.

- Batı Şeria’da bulunan Eriha’da Filistinlilere ait özerk bölge 91 km2 den önce 155

km2’ye daha sonra da 207 km2’ye genişletilecektir.

- Kalıcı çözüm denen Filistin’in özerklik rejimi, İsrail’in bölgeden çekilme işlemi

1996’da tamamlandıktan sonra görüşülecek ve Kudüs sorunu daha sonra ele

alınacaktır.

79 Dedeoğlu, op.cit., s. 92-93 80 Ibid., s. 93.

Barış esasları konusunda tarafların anlaşmış gözükmeleri yapıcı bir ilerleme gelişme

olarak görünse de barış bildirgesi sonrası yaşanan birtakım hadiseler Barış Anlaşması’nı

tehlikeye sokmuştur. İsrail’in 1991’den itibaren çekildiği bölgelerde sürdürdüğü

kamulaştırma politikası ve bu kamulaştırılan arazilere Yahudi yerleşimleri oluşturmasından

dolayı İsrail’e olan güven azalmış, bir de bütün bunlara Kudüs meselesi de eklenince taraflar

arası ilişki içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Bunun ardından Oslo Süreci yaşanmıştır. Oslo

süreci olarak adlandırılan bu tarihsel süreç, 1993 ve 1995 yılları arasında FKÖ ile İsrail

arasında imzalanan anlaşmalar serisidir. Oslo’da diplomatların uzun bir süre masa altında

yürüttükleri birtakım meselelerin gün yüzüne çıkarak kâğıda dökülmesi de denilebilir. Bu

İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948’den sonra Filistin ve İsrail arasında imzalanan ilk belge

olması münasebetiyle çok önemlidir. Oslo Süreci, İlkeler Bildirgesi, Kahire Anlaşması

Washington Anlaşması ve Paris Protokolünü içerir. Söz konusu Oslo görüşmeleri sekiz ay

sürerek 13 Eylül 1993’te “Oslo I” olarak tamamlanarak “İsrail-FKÖ İlkeler Bildirgesi” ile

sonuçlanmıştır. Oslo I’in temel maddeleri şu şekilde sıralanmaktadır:81

- İsrail’in FKÖ’yü Filistin halkının meşru temsilcisi olarak kabulü ve FKÖ’nün İsrail’in

güvenli sınırlar içinde var olma hakkını tanıması

- İsrail hükümeti ile FKÖ arasında İsrail askerlerinin Gazze Şeridi ve Eriha’da

çekilmeleri ile başlayan beş yıllık bir geçiş dönemi uygulanması için anlaşma

yapılması

- Batı Şeria’nın büyük bir kesiminde yönetimin, savunma ve dış ilişkiler hariç, Filistin

Ulusal Otoritesine teslim edilmesi ile sonuçlanacak geçici bir dönemin belirlenmesi

- Özerk yönetim oluşturma konusunda anlaşmanın ve Filistin Konseyi seçiminin nihai

statü anlaşmasından önce yapılması.

Bu anlaşma ile İsrail, FKÖ’yü Filistinlilerin “resmi” temsilcisi, muhatabı olarak

tanımış, barış karşılığında bazı topraklardan vazgeçmeyi kabul ederek, uzun dönemde

Filistinlilerin bağımsızlığını tanıyacağını belirtmektedir. Filistin tarafı ise İsrail’in varlığını

tanıyacağını ve “güvenli” sınırlar içerisinde yaşamasını vaat etmiştir. Oslo I Süreci Gazze

81 http://www.centerpeace.org/factsheets/fact-sheet-peaceprocess.htm.

Şeridi ve Eriha ile alakalı olarak 1994 yılında imzalanan Kahire Anlaşması ile yürürlüğe

girmiştir. Bu anlaşmanın maddeleri ise şöyledir:82

- İsrail askeri birliklerinin Gazze ve Eriha’dan üç hafta içinde çekilmesi

- İsrail’in dış ilişkiler, iç güvenlik ve yerleşimler konusunda kontrolünü devam ettirmesi

şartıyla tüm sivil otoritenin Filistinlilere devredilmesi

- Filistin Ulusal Otoritesi’nin yetkilerinin tanımlanması ve bir polis gücünün

oluşturulması

- İlkeler Bildirgesi’nde tanımlanan beş yıllık geçiş sürecinin başlaması

Bu anlaşmayla birlikte böylece İsrail’in geri çekildiği Filistin topraklarını yönetecek

bir otorite kurulmuş oldu, bu otorite de “Filistin Ulusal Otoritesi” olarak adlandırılmıştır.

Kahire Anlaşması’ndan sonra 28 Eylül 1995 yılında Oslo II Anlaşması imzalanmıştır. Bu

anlaşmanın diğer adı ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi Geçici Anlaşması’dır. Bu anlaşma ile

Filistin Ulusal Otoritesi Batı Şeria’nın büyük illerini de içine alacak şekilde genişletilmiştir.

Oslo II Anlaşması şu maddeleri içermektedir:83

- Batı Şeria’nın üç bölgeye ayrılması: El-Halil, Doğu Kudüs dışındaki ana Filistin

kentlerini kapsayan yüzde 7’lik A Bölgesi (Filistin Ulusal Otoritesi), yüzde 21’lik B

Bölgesi (Filistin sivil yönetimi ve İsrail güvenlik kontrolü), yüzde 72’lik C Bölgesi

(İsrail Yönetimi).

- İsrail’in Filistin seçimlerinden (1996) 22 gün önce Batı Şeria şehirlerinden

(Beytullahim, Cenin, Nablus, Kalkilya, Ramallah ve Tulkarim) çekilmesi

- Filistin seçimlerini takip eden altı aylık aralarla üç aşamada C Bölgelerinin B

Bölgelerine dönüştürülmesi

- Ortak güvenlik amaçları için bir İsrail-Filistin Güvenlik ve İşbirliği Konseyi

Kurulması

- Kudüs, yerleşimciler, sınırlar ve mültecilerin ele alınacağı nihai statü görüşmelerinin

en geç 4 Mayıs 1996’da başlaması.

82 http://www.centerpeace.org/factsheets/fact-sheet-peaceprocess.htm. 83 http://www.centerpeace.org/factsheets/fact-sheet-peaceprocess.htm.

Oslo Anlaşmalarında konuşulan konular maddeler görüldüğü gibi çok girift

olmamakla birlikte çözümü zor ve karmaşık konular “nihai statü anlaşmasına” ertelenmiştir.

Oslo Anlaşmaları ile sivil yönetim Filistinlilere geçerken, iç güvenlik ve yerleşim ile ilgili

kontrol ve düzenlemeleri İsrail sürdürmektedir. Bu arada sivil yönetim konusunda Filistinliler

söz sahibiymiş gibi görünse de devredilen bölgeler ekonomik açıdan İsrail’e bağımlı olmaya

devam etmişlerdir. Ayrıca söz konusu anlaşmanın kararlarına göre Filistinliler uluslararası

hukuka dayalı bazı haklarından taviz vermişlerdir. Bu anlaşmadan sonra Edward Said’in

deyişiyle birçok Filistinli kendi kendine şu soruyu sorar hale gelmiştir;84: “Bunca tavizden

sonra, nihai statü görüşmelerine kadar ve belki o zaman dahi gerçekleşmeyecek vaatler

karşılığında İsrail ve ABD’nin haklılığını niçin tanıyalım?”

Bununla birlikte Said Oslo sürecinin, Filistinlileri birbirinden ayrı tutarak kuşatma

altındaki bölgelere ayırmak ve bu bölgeler arasına Yahudi yerleşimcileri yerleştirmek

suretiyle kurulacak olan Filistin devletinin toprak bütünlüğünü engellemek üzere dizayn

edildiğine dikkat çekmişti.85 Ve İsrail hiç kuşkusuz izlediği tutum ve politikalarla Said’in

sözünü ettiği öngörüleri ispatlamış oldu. Diğer taraftan “Oslo Barış Süreci’nin mimarlarından

olan Herbert C. Kelman da İsrail-Filistin sorununu 1967 savaşından sonra “iki halkın ya hep

ya hiç (sıfır toplamlı) felsefesiyle yaklaşarak aynı topraklar üzerinde yurt ve bağımsız devlet

kurmak için hak iddia ettiği bir kimlik savaşı olarak” görmektedir.86

Oslo Süreci aynı zamanda Said’in “bunca tavizden sonra nihai statü görüşmelerine

kadar, belki o zaman dahi gerçekleşmeyecek” dediği bu cümleleri ve Filistinlilerin genel

kanaati olan “Yahudilerle Barış yapılmaz” ifadelerini haklı çıkarmıştır. Çünkü İsrail, İlkeler

Bildirgesi’nin kurallarına uymamış ya da gereken önemi vermemiştir. Barış girişimi ilk

yıllarda Filistinli aydınlar tarafından da tepkiyle karşılanmış ve tarihten gelen husumetlerden

dolayı başarıya ulaşılamayacağını vurgulamışlardır. Raşit Halidi bu durumu şöyle ifade

etmektedir:

84 Edward Said, A Profile of Palestinian People, 1988, s. 192. 85 Edward Said, “Oslo’nun Sonu”, Birikim, Aralık 2000, s. 53. 86 Herbert C. Kelman, “The Israeli-Palestinian Peace Process and Its Vicissitudes,” American Psychologist 62 4 (May-June 2007): 289.

“Ulaşılan her anlaşmanın tartışmasız önemi olduğu gerçekken, İsrail ve Filistinliler

arasındaki tarihi düşmanlık dikkate alındığında anlaşmanın kendisinin ve içindekilerin çok az

somut değeri vardır ya da hiç yoktur. Anlaşma büyük oranda kapris ve atmosferin ürünü

olduğu için eğer kamu tavrı bir tarafta ya da her iki tarafta değişirse her zaman başlatılan

sürecin bozulması ihtimali vardır.”87

Halidi’nin bu satırları aradan geçen yıllar içinde daha da somutlaşmış, “tarihi

düşmanlıklar” yerini dostluk ya da yumuşamaya bırakmamıştır.

Diğer taraftan bu dönemde yaşanan bir diğer hadise ise söz konusu Oslo Anlaşması’nın

altına kerhen de olsa imza atarak FKÖ’yü ve özerklik planını tanıyan İsrail Başbakanı İzak

Rabin’in 4 Kasım 1995’te öldürülmesidir. Ardından 1996 seçimlerinde Likud Partisi’nin

seçimlerde birinci parti çıkması ve aşırı sağcı Benjamin Netanyahu liderliğinde hükümet

kurması barış sürecine ağır bir darbe almasına neden olmuştur. Bu dönemde gerçekleşen bir

diğer hadise ise İsrail hükümetlerinin Filistinlilere bırakılacak topraklar üzerine yeni yerleşim

bölgeleri inşasına devam etmeleridir. Bu yerleşim bölgeleri arasında en stratejik olarak

belirlenen bölge Har Homa Projesi olup, Netanyahu döneminde başlayarak amacı Batı Şeria

ile Doğu Kudüs arasındaki bağlantıyı koparmaktır.

- Wye Plantation Barış Anlaşması

Oslo’dan sonra 1997 yılında El-Halil Anlaşması imzalanarak İsrail’in El-Halil’den yüzde

80 çekilmesi sağlanacaktı. Diğer taraftan yeni İsrail hükümetinin sertlik yanlı olması, barış

sürecinin kesilmesine engel olmamış ve taraflar arasında 24 Ocak 1998’de ABD’de Wye

Plantation Barış Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre İsrail’in işgal ettiği

topraklardan çıkışı takvime bağlanmıştır.88 Aynı anlaşmaya göre İsrail, 750 Filistinli

tutukluyu serbest bırakma sözü vermiş ama bu sözü tutmamıştır. Karşılığında Filistin’in terör

eylemlerini kontrol altına alması beklenmiştir. Tarafların anlaşma konusunda uzlaşmadan

87 Aras, op. cit., s. 123. 88 Dedeoğlu, op. cit., s. 95.

uzak bir tutum sergilemeleri sonucunda devreye ABD girmiş ve 1998’de Başkan Bill Clinton

Gazze’ye ziyarette bulunmuştur.

- II. İntifa’dan Önce Son Anlaşma: Camp David

Ortadoğu’ya özel önem veren ABD Başkanı Clinton, başkanlığı bırakmadan Oslo

Sürecini sonuçlandırmada kararlı bir tutum sergilemiştir. İktidarı kaybeden Netanyahu yerine

17 Mayıs 1999’da düzenlenen genel seçimler sonrasında “barış” yanlısı emekli General Ehud

Barak “Barışı ben gerçekleştiririm” sloganıyla iktidara gelmiş ve görüşmeler yeniden

başlamıştır. 1999 Eylül’ünde taraflar Mısır’da bir araya gelerek Oslo-Washington (Wye

Plantation) sürecinin bir devamı olan Wye River Barış Anlaşmasını imzalamışlardır. Bu

anlaşmaya göre İsrail, geri çekilme işlemini tamamlanmadan Filistin’in nihai pozisyonunun

belirlenmesi konusundaki ısrarından vazgeçmiş, Arafat da bölgedeki terör faaliyetlerini

denetim altına alacağının garantisini vermiştir. Kudüs ise bu görüşmelerin dışında

tutulmuştur. “Sonun başlangıcı” niteliğinde olan Oslo Anlaşması’nda yer alan şartları yerine

getirmeyen Barak, El-Aksa ayaklanmasıyla da iktidarı bırakmak zorunda kalmıştır.

Oslo Sürecinin son merhalesi olan Camp David, anlaşmalardaki metinler gereği

tarafların “sonuç” için hareket etmesi gereken bir anlaşma olmasına rağmen, daha zirve

toplantılarına geçmeden “gündemdeki konuların ağırlığı” nedeniyle anlaşma sağlanamayacağı

ortaya konmuştur. Bu konular ise: “Filistin Devleti’nin geleceği, Sınırlar, Filistinli Mülteciler,

Yahudi Yerleşimciler, Kudüs’ün nihai Statüsü”dür. 89

- Filistin Devleti’nin Geleceği: İsrail Başbakanı Ehud Barak Batı Şeria ve Gazze

Şeridi’nde bir Filistin devletinin varlığını kabul edeceğinin işaretlerini vermiş olsa da

İsrail, Batı Şeria ve Gazze arasındaki bağlantıların İsrail topraklarından geçmesini

kabul ediyor. Bu karar karşı çıkan Arafat ise “tam egemen ve bağımsız bir Filistin

89 Mete Çubukçu, Bizim Filistin: Bir Direnişin Tarihçesi, Metis Güncel Yayınları, Kasım 2004. Detaylı bilgi için bkz. Ek. 1.

Devleti” kurulması konusundaki talebini ifade etti. Çünkü İsrail, Filistin’in ordu

kurmasına karşı çıkmakla birlikte hava sahasını kontrol de etmekte ısrar ediyor.

- Sınırlar: Filistinlileri diğer tüm anlaşmalarda olduğu gibi bu kez de BM’nin

kararlarına uyulmasını istiyor ve İsrail’in 1967 öncesi sınırlarına çekilmesini talep

ediyordu. İsrail ise 1967 öncesi sınırlarına dönmeyi kesinlikle reddediyordu.

- Filistinli Mülteciler: İsrail Devleti’nin kuruluşu olan 1948 yılı ve 1967 Arap-İsrail

Savaşındaki göç nedeniyle yaklaşık 3,5 milyon Filistinli mülteci durumuna düşmüştü.

Artık 3,5 milyon Filistinli mültecinin nerede, nasıl ve hangi topraklarda yaşamlarını

sürdüreceği konusu büyük bir sorun olmuş ve İsrail söz konusu mesele hakkında

çözüme yanaşmazken Filistinliler kovuldukları bölgelere geri dönmek istiyorlar. İsrail

sadece Filistinli mültecilere uluslararası toplum tarafından ödenecek tazminattan öteye

gidemeyen bir sorun olarak önemi korumaktadır.

- Yahudi Yerleşimciler: Filistin tarafı, Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail yerleşim

birimlerinin boşaltılması ve egemenliğinin kendilerine verilmesini isterken, İsrail de

söz konusu yerleşim birimlerinin kendisinde kalması noktasında ısrarcı olmaktadır.

- Kudüs’ün Nihai Statüsü: Daha önceki anlaşmalarda olduğu gibi bu zirvenin de en

zor ve girift konusu, taraflar arasında genel hatlarıyla anlaşmaya dahi varılmayan

Kudüs’ün statüsü konusuydu. Üç büyük din için de kutsal sayılan Kudüs’ün bu

durumdan dolayı “özel bir statü” tanınması dışındaki bütün konularda anlaşmazlıklar

vardı. Kudüs’ün doğusunu 1967 savaşından sonra kendilerine bağlayan İsrail, Doğu

Kudüs’ün egemenliğini Filistinlilere vermemek konusunda kararlı, Filistinliler ise

tarihsel ve doğal başkent olarak kabul ettikleri Kudüs’ün işgal altında olduğunu

söyleyerek üzerinde hak iddia ediyorlar.

Anlaşma zemininde bir araya gelen iki lider günlerce süren pazarlıktan sonra hiçbir

konuda uzlaşma sağlamadan ABD’den ayrıldılar. En büyük sorun ise hiç kuşkusuz karşılıklı

anlaşma sağlamanın asla mümkün olamayacağı meseleler olan “Kudüs’ün statüsü,

yerleşimciler ve Filistinli mülteciler” konularında olmuştu. Yaser Arafat ise diğer konular bir

yana Kudüs’ün statüsü konusunda taviz vermemiştir.

Nihai anlaşmanın 13 Eylül 2000’de yapılması ve Filistin Devleti’nin bu tarihte

kurulacağı ilan edilmiş olsa da bunun gerçekleşmesi mümkün olmamış ve yeni bir gerginlik

dönemine girilmiştir. Ekim 2000’de İsrail muhalefet lideri Ariel Şaron’un Müslümanlar için

çok büyük bir önem arz eden El-Aksa Camii’ni ziyaret etmesi “Kudüs’ün İsrail Başkenti”

olduğunun teyidi yönünde bir amaç taşıdığı için kışkırtmaya neden olmuştur. Böylece

Filistinli radikal kesimler yeniden harekete geçmiş ve şehrin Filistin devletinin başkenti

olacağını savunan direniş hareketi başlatmışlardır.

Başlangıçta bölgesel ve yerel olan bu direniş kısa zamanda Batı Şeria ve Gazze

Şeridi’ne yayılmış. Bu şiddet ve çatışma ortamı 2002 yılında Suudi Arabistan’ın devreye

girmesiyle ortaya konan Ortadoğu Barış Planı’na kadar sürdü. Barış planı şunları

içermektedir:90

1) İsrail adil barış istediğini talep edecektir.

2) İsrail şu koşulları kabul edecektir:

a) 1967 sınırlarına dönmek

b) Mülteci sorununa Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 194 sayılı kararı uyarınca

adil çözüm

c) Başkenti Kudüs olan bağımsız Filistin Devleti

3) Filistinliler ise şu koşulları kabul edecektir:

a) İsrail ile barış anlaşması imzalamayı kabul etmek

b) İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesini kabul etmek

4) Uluslararası arabulucuların barış girişimleri taraflarca kabul edilecektir.

5) İsrail’in 1967 sınırlarına dönmesi halinde tüm Arap devletleri bu ülkeyi

tanıyacaklardır.

90 Dedeoğlu, op. cit., s. 100.

Söz konusu plan, İsrail’i ateşkes ilan etmek, Kudüs’ü Filistin’e vermek gibi şartlar

içerdiği için İsrail tarafından reddedilmiştir. Ardından ABD, AB, BM ve Rusya tarafından

hazırlanan Yol Haritası Planı 2003 yılında Filistin ve İsrail tarafından kabul edilerek

muhtemel bir barışın çerçevesi haline geldi, ancak çatışmalar durmadı, taşlar atılmaya, kan

akmaya devam etti.

Pek çok unsurları bakımından İsrail- Filistin sorunu, Filistin Meselesi, 20.yüzyılın en

karmaşık konularından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Barındırdığı özellikleri bakımından

gerek “kimlik” gerek de “güvenlik” araştırmacılarının odaklandığı bir meseledir. Bu bölümde

sözü edilen özelliklerden dolayı (Kudüs’ün statüsü, Siyonizm, Filistin milliyetçiliği, Kutsal

Kitap metinleri vs. ) İsrail-Filistin Sorunu tarafımızdan da “kimlik ve güvenlik” temelli bir

çatışma olarak değerlendirilmiştir.

1960’ların sonu ve özellikle 1967 Savaşı’ndan sonra da bu çatışmanın kimlik ve

güvenlik gibi unsurlar arasındaki anlaşmazlıklardan kaynaklandığı bir kere daha ortaya

çıkmıştır. Bu özellikleri ile Sorun, “çözümü zor çatışmalar” grubuna girerek geleneksel

müzakere yöntemleriyle çözülmesi güç bir hal almıştır.91 Başka bir ifadeyle Sorun, Oslo Barış

sürecinin temel ilkesi olarak kabul edilen “barış için toprak” ilkesinin gerektirdiği gibi salt bir

toprak paylaşımı meselesi olmaktan çıkarak başka bir meseleye doğru dönüşmüştür. Sorun

sadece toprak paylaşımı meselesi olsaydı hiç şüphesiz şimdiye kadar çoktan çözülmüş olur,

beklenen barış sağlanırdı. Daha önce çok defa tekrar etmiş olsak da Sorun temelde “iki kimlik

ve iki varoluş mücadelesidir.” Kökeninde Filistin halkı ile Filistin’e göç eden Yahudi halk

arasında meydana gelen toplumsal merkezli bir savaş silsilesi gibi görünse de gerçekte

“Filistin milliyetçiliği ile Siyonizm” merkezli gerçekleşen “kimlik” mücadelesidir. Bu

mücadele yapılırken de çatışma tarafları “birbirlerinin varlığını ve meşruiyetlerini”

sorgulamaktadır. Aynı zamanda Oslo Süreci mimarlarından Herbert. C. Kelman da İsrail –

Filistin arasındaki çatışmanın iki halkın aynı toprak parçası üzerinde yurt kurarak bağımsız bir

devlet kurma yönündeki iddialarından kaynaklanan bir kimlik savaşı olduğu yönündeki

açıklamalarında ifade etmiştik.92

91 Nadim N. Rouhana, “Psychological Dynamics of Intractable Ethnonational Conflict: The Israeli –Palestinian Case,” American Psychologist 53 7 (July 1998): 761. 92 Kelman, op. cit., s. 288-289.

Taraflar birbirlerinin varlığı tehdit olarak görerek birinin varoluş maksadını diğer

tarafın yok oluşuna neden olacağının fikrinden hareketle “toprak ve kaynaklar” üzerinde hak

iddiasında bulunmaktadır. Bu hak iddiası Sorun’un sadece toprak meselesi olmayıp, “var oluş

ve kimlik” anlaşmazlığını da “ya hep ya hiç yaklaşımına” getirerek sıfır toplamlı bir

çatışmaya dönüştürmektedir. Böylece “öteki” ancak bizim aleyhimize ulus kimliği hakkını

elde eder” anlayışı merkeze alınmıştır.93 Bu sebeple İsrail ve Filistin liderleri, “ötekinin”

varlığını sorgulayarak bir “diğerinin” ulus olma hakkını dahi inkâr etmektedirler. Bunun pek

çok örneği mevcuttur. Yahudi lider Golda Meir’in “Filistin halkı diye bir halk yoktur” ifadesi

ya da FKÖ lideri ve Filistin Ulusal Yönetimi’nin ilk balkanı olan Arafat’ın “Yahudilerin

kutsal tapınağı belki de Nablus’ta bulunmaktadır” şeklinde ifadeleri iki halkın bugün olduğu

gibi geçmişte de birbirlerinin varlık ve kimliklerini inkâr ettiğinin örneklerinden sadece

birkaçıdır.94 Bu bakış açısı başta da ifade etmeye çalıştığımız “ideolojik” ayrılıklarda

kazanarak karşılıklı “güvensizlik ve çaresizlik” duygularından da beslenerek karşılıklı şiddete

dönüşmüştür. Her ne kadar Oslo Süreci tarafların “kimlik” konusunda mesafeleri aşarak

birbirlerini tanımaları ve varoluş amaçlarını anlamaları açısından etkili bir adım olsa da “bu

tanıma iki tarafın da uzun yıllar boyunca sıfır toplamlı çatışma” olarak görmesi nedeniyle zor

olmuştur.

Diğer taraftan Kelman’a göre Oslo Süreci tarafların politik fikirlerini kökten değiştiren

bir süreçten ziyade politik tavır ve hareketlerinin sorgulanarak yeni forma dönüştüren bir

süreç olmuştur. Bu süreçte aynı zamanda yeni ve pozitif yönde adımlar atılmaya başlanırken

eski birtakım olumsuz tavırlarında da kaybolarak izlerinin bir anda silinmesi mümkün

olmamıştır. Aynı zamanda Oslo ile birlikte tarafların birtakım söz konusu olumsuz negatif

davranış ve fikirleri tıpkı su yüzen çıkan parçacıklar misali tamamen ortaya çıkmıştır.95 Bu

sebeple toprağa bağlı çözüm yolu gerçek bir çözüm olmamıştır. Toprağa bağlı politikalar ve

ülke bütünlüğünün güvenlik ve kimlik ile olan bağı doğru okunamamış, özellikle Camp David

ile Filistin halkına sunulan iyi niyetli toprak ve egemenlik önerileri Filistin halkı tarafından

kötü niyetli bir tehdit algılaması olarak anlaşılmış ve durum çıkmaza girmiştir. Söz konusu

93 Ibid., s. 288-290. 94 Ibid., s. 288-290. 95 Ibid., s. 288-290.

tehdit algılamaları ve çıkmaza sürülen durumda tek çıkış yolu şiddet olmuştur.96 Schulz aynı

zamanda korku ve belirsiz koşulların kimliğin tanımlanmasında ve form değiştirmesinde etkili

bir unsur olduğunu belirterek, şiddete dönüşümün hızlandığını savunmuştur.97

Yapılan araştırmalar ve değerlendirmelerden hareketle, İsrail-Filistin çatışması

temelini “kimlik ve varoluş mücadelesinden” almaktadır. Sorun, “iki tarafın aynı gerçeğe

farklı açılardan bakarak “mağduriyet” anlamları yüklemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu

anlayış özellikle tarihsel süreçte kendini göstermektedir. Yahudilere göre “binlerce yıl

öncesinden topraklarından sürülen ve geri dönerek asıl vatanlarına hizmet eden” bir tarih

anlatımı varken; Filistinliler için ise Yahudilerin topraklarını işgal etmesiyle evsiz, yurtsuz

kalarak zor şartlarda yaşam mücadelesi veren bir tarih anlatımı mevcuttur. Birbirine

tamamıyla zıt olan bu “tarih okumalarından” ise mevcut koşullarda “uzlaşma” yaratmak

neredeyse imkânsızdır. Aksi halde Yahudilerin Filistin tarih anlatımını, Filistinlilerin ise

Yahudi tezlerini benimsemeleri iki tarafı da kimlik açısından “yabancılaştırarak” kendi

topraklarından dışlayacaktır. Bu durum ise sanıyorum yeni bir çatışma alanının konusu

olacaktır.98

Görüldüğü gibi İsrail-Filistin Sorunu salt “toprak paylaşımı sorunu” gibi basit bir

nedene indirgenerek açıklanabilecek bir çatışma değildir. Eğer öyle olsaydı geleneksel

müzakere yöntemleriyle çözülerek mevcut ortamda barış sağlanmış olurdu. İsrail- Filistin

çatışması ya da Filistin meselesi olarak da ifade edilen bu çatışma “iki halkın, iki kimliğin var

oluş mücadelesidir.” Her ne kadar Oslo Barış görüşmelerinden sonra “iki devletli çözüm”

ilkesi taraflar tarafından olumlu karşılansa da, sanıyorum son tahlilde kalıcı barışın

sağlanmasındaki en büyük engel birbirlerinin “kimlik ve varoluş nedenlerini”

içselleştirilememesinden kaynaklanmaktadır.

II. TEMEL SORUNLAR VE TARAFLARA OLAN ETKİLERİ

96 Helena Lindholm Schulz, “The Politics of Fear and the Collapse of the Mideast Peace Process,” International Journal of Peace Studies 9 1 (Spring/Summer 2004): 91-101. 97 Ibid., s. 85-105. 98 Bora Bayraktar, “Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail-Filistin Sorunu”, 24.03.14 tarihinde http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-156-2014040731b_bayraktar.pdf erişildi.

A. Sorunun Filistin’e olan Etkileri

İsrail-Filistin Sorunu 1948’den beri çatışma/barış sürecine girme şeklinde yaklaşık 50

yıldır devam eden bir sorundur. Diğer taraftan ise 11 Eylül 2001 sonrası Ortadoğu’nun

yeniden biçimlenmesi durumuna göre yakın bir gelecekte yeni bir şekil alması

beklenmektedir. I. Bölümde İsrail-Filistin Sorunu ana hatlarıyla ele alınarak “egemenlik, etnik

ve dini kimlikler, toprak meselesi, bölgesel güç mücadelesinin iç içe geçtiği, dini sembolik

boyutlarıyla nedeniyle sadece Orta Doğuyu değil, tüm dünyayı etkileyen bir sorun” olduğu

tarihsel arka plan çerçevesinde belirtilmişti. İsrail-Filistin çatışması hiç kuşkusuz bölgedeki

diğer sorunları doğrudan veya dolaylı olarak etkilemesine rağmen en büyük etkiyi taraflar

olan İsrail ve Filistin üzerinde göstermektedir. Bu kapsamda bu bölümde sorunun Filistin ve

İsrail’e olan yansımaları detaylı bir şekilde incelenecektir.

Özellikle BM Genel Kurulu’nun 29 Kasım 1947 tarihli Taksim kararınca Filistin

topraklarının yüzde 56,4’ünde bir Yahudi devleti kurulması ve 14 Mayıs 1948 yılı İsrail

Devleti’nin kurulduğu açıklaması ile başlayan I. Arap- İsrail Savaşı ve akabinde gerçekleşen

1967 Savaşı’nın Filistinliler üzerinde ciddi etkileri olmuştur. Bu etkiler “Filistin direniş

hareketleri içinde önemli bir yere sahip olan Hamas’ın ortaya çıkışı, terörizm ve şiddet, Gazze

ablukası, gerçekleşen İntifaların siyasi olumlu tutum ve insani olarak olumsuz yanları” ifade

edilecektir.

- Terör ve Şiddet Sarmalı

Arap-Yahudi çatışmalarında bir dönüm noktasını teşkil eden 1933 yılı başında

Yahudilerin Filistin’e olan göçlerinin hızlanmasıyla başlayan çatışma Filistinlileri direniş ve

ayaklanmaya mecbur kılmıştır. Böylece İsrail- Filistin çatışmasında şiddet ve terör sarmalının

nüveleri atılmıştır. Özellikle 1930-1936 yılları arasında Filistin’de Yahudi nüfusunun

artırılma çalışmaları ile Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Prag’da yapılan toplantısında

Almanya’daki Yahudi durumunun ele alınarak, Yahudi milli yurdu’nun mümkün olan en hızlı

şekilde kurulması için aldığı hayati kararlar Arapları daha da tahrik etmiş ve Filistin Arapları

“yoğun bir Yahudi istilası” altında kaldıklarını düşündürmüştür. Bu sebeple direnişe geçen

Araplar “terörizme” başvurmaya “zorunlu” olarak sevk olmuşlardır.

Bununla birlikte İsrail ise sınırların tartışılmasını gündeme getirmede ısrarcı olurken,

Filistinliler önceliği mültecilerin dönüş problemine vermekteydi. Bilindiği gibi İsrail’in

bağımsızlığını ilan etmesinden sadece birkaç saat sonra Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Irak

kuvvetleri saldırıya geçmiş ve BM’nin aracılık ettiği pek çok ateşkesin bozulmasından sonra,

savaş yaklaşık bir yıl kadar sürmüştür ve resmen 15 Mayıs 1948’den itibaren başlayan Savaş,

1949 yılı başlarında İsrail’in zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu arada Aralık ayında başlayan bu

çarpışmaların Ocak 1948’den itibaren şiddetlenmesinde İngiltere’nin 1 Ocak 1948’de yaptığı

açıklamada yer alan “15 Mayıs 1948’de Filistin’den çekilmiş olacağını bildirmesi” büyük rol

oynamıştır.

Nisan ayında gerçekleşen çarpışmalarda yaşanan en önemli olay ise “Deir Yasin

Katliamı” olarak bilinen hadisedir. Yahudilerin Kudüs’te yaşayan Yahudilere ulaşmak için

birçok Arap köyünü ele geçirdikten sonra Irgun ve Stern terörist gruplarının Kudüs

yakınlarında bulunan Deir Yasin köyüne saldırarak, hamile kadınların, çocukların da dâhil

olduğu 250 kadar Arap’ı sokaklarda dolaştırdıktan sonra kurşunlayarak katletmesi olayıdır.

Olayın duyulması o kadar tepki yaratmıştır ki, Haganah(Yahudi silahlı yeraltı örgütü) bir

açıklama yapma gereği duyarak Deir Yasin Katliamı ile ilgisi olmadığını belirtmiştir. Ayrıca

Yahudi Ajansı da verdiği demeçte olayı “dehşet ve nefretle” kınadığını açıklamıştır. .

Siyonistler, kurulacak Yahudi Devleti’nden Arapları temizlemenin en kestirme

yolunun şiddetten geçtiğini öne sürerek bu katliamı yapmışlardır. Bu politika Ben-Gurion

daha 1941’de şiddetli ve yoğun içerikli bir baskı olmaksızın Arap halkının bölgeden atmanın

mümkün olmadığını ifade eden ve uzun süredir devam eden bir projenin savaş sonrasına

sarkan kısmıydı.99 Filistinli yerlilerin yüreklerine korku salmak, tarım alanlarını tahrip edip,

yakıp yıkmak, Yahudilerin “şiddet” yoluyla elde etme politikalarının bir parçasıydı.

Diğer taraftan 1946 yılı içinde İsrail tarafından gerçekleşen terör faaliyetlerini şöyle

sıralayabiliriz:100

99 Nur Masalha, The Bible and Zionism: Invented Traditions, Archaeology and Postcolonialism in Palestine-Israel, Zed Books, London, 2007, s. 49 100 Armaoğlu, op.cit., s. 66

- 27 Aralık 1945’te polise ve askeri mahallelere terörist saldırılar yapıldı ve 10 polis

öldürüldü, 11 kişi de yaralandı.

- 20 Şubat 1946’da Haganah’ın komanda kolu Palmach, kaçak Yahudi göçmeni getiren

gemileri izleyen Hayfa radar istasyonunu havaya uçurdu. Aynı zamanda Tel Aviv’de 7

İngiliz askeri öldürülmüştür. Bu hareket Filistin’de bulunan İngiliz askerleri

tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

Bununla birlikte şiddet ve terörün artarak tırmanmasında çok önemli bir yeri olan 1967

yılında gerçekleşen Arap – İsrail Savaşı olmuştur. Etkisi günümüze kadar uzanan sorunun

alanını oluşturan topraklar olan Gazze, Sina yarımadası, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün

İsrail’in eline geçmiş olması Filistinliler açısından şiddet ve terör eylemleri kullanmayı meşru

bir hale getirmiştir. Çünkü fiziki olarak işgal altında bulunan Filistinliler için yaşam oldukça

güçleşmekte, ayrıca Filistin’in devlet yapısından uzak bulunması ve her şeyin İsrail kontrolü

altında bulunması da Filistinlilerin mevcut potansiyellerinin açığa çıkmasına engel

olmaktadır. Burada önemli kimlik araştırmacılarından olan Nadim Rouhana’nın da üzerinde

durmuş olduğu Sorun’un kimlik boyutundan söz etmek yerinde olacaktır. Rouhana’ya göre iki

tarafta da mağduriyet tarihi, diğer bir deyişle, her iki tarafında kendi gerçeği ve bu doğrultuda

benimsenen anlatımları söz konusudur.101 Filistin anlatımına göre Yahudi yerleşimcilerin

topraklarını işgal etmesi sonucu evsiz, barksız ve yurtsuz kalan Filistinliler, doğal olarak

birtakım tedhiş ve direniş hareketleriyle kendilerini müdafaa etmektedirler.

Bu konuda Filistin davasının entelektüel destekçilerinden Edward Said, Filistin

sorunu üzerine yazdığı makalelerinin derlendiği Yeni Binyılda Filistin Sorunu adlı kitapta

şunları kaydetmektedir102: “Bu bağlamda, terörizm Filistinliler açısından zayıf ve baskı

altında tutulanların silahına dönüşmüştür. Son derece sınırlı ve münferittir, ama kendilerini

her zaman kurban olarak göstermeye çalışan İsrailliler tarafından gülünç ölçülerde

şişirilmektedir. Onlar bu çatışmada kurban değiller. Onlar ezenlerdir. Çoğu insan sanki iki

eşit güç karşı karşıyaymış ve taraflardan biri, yani İsrail taciz ediliyormuş ve kurban

101 Nadim N. Rouhana, “Psychological Dynamics of Intractable Ethnonational Conflicts The Israeli-Palestinian Case,” American Psychologist 53 7 (July 1998): 761. 102 Edward W. Said, “Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu”, Aram Yayınları, İstanbul: 2004.

konumundaymış gibi algılamakta, Arapların ve İsraillilerin yine kavgaya tutuştuklarını

düşünmektedir.”

Diğer taraftan Filistinliler için Batı Şeria’nın kaybı büyük bir felaket olmuştur. Bu

felaket ardından Filistin’de terörizm daha da şiddetlenerek artmıştır. Bu sertlik özellikle İsrail

sınırları ve işgal altındaki Arap topraklarında istenen neticeyi vermeyince İsrail dışında da

devam etmiştir.103

1969 yılının Filistin terörü açısından önemli özellikleri vardır. Bunlardan biri İsrail

toprakları ile işgal edilmiş Arap topraklarında “birikmiş bir intikam” hissiyle İsrail’e karşı

terör faaliyetlerinin yoğunlaşmasıdır. Bu hisse “birikmiş bir intikam” demekteyim, çünkü

İsrail Filistin’in adeta kalbini sökerek yaşaması için yüz üstü bırakmıştır. Bundan sonra kalbi

olamayan bir Filistin intikam duygularıyla dolu bir halde önüne çıkan düşmanlara saldırmaya

başlamıştır.

Filistin’in 1969 sonrası terör açısından bir başka özelliği ise terörün Avrupa’ya

yayılarak, Avrupa’daki İsrail hedeflerine saldırmaya başlamasıdır. El-Fetih terörünün bu iki

şekilde şiddetini artırmasında bu belirtilen özellikler rol oynamaktadır. İsrail’in işgal altındaki

topraklarda yarattığı hareketlerin mevcut koşullarda çatışma ya da patlamalar yaratmaması da

zaten anormalliktir. “İsrail’in Batı Şeria’da yeni yerleşimlerle işgali genişletme siyaseti,

Filistinlilerin tarlalarını ve zeytin ağaçlarını ateşe verip evlerine taşıyan yerleşimcilerin

estirdiği terör, Gazze’yi açık hapishaneye çeviren kuşatma, suikast politikası, Batı Şeria’lı

gençlerin gösterilerine sert müdahaleler sürerken”104 İsrail’in hiç kuşkusuz işgal ettiği

yerlerde huzurlu yaşaması mümkün değildir.

Bununla birlikte 1968 sonundan itibaren Filistin terörü İsrail toprakları dışına çıkarak

yeni bir hüviyet kazanmıştır. Bu da kendini uçak kaçırma ve özellikle İsrail ve Amerikan

uçaklarına yapılan bombalı saldırılar şeklinde ortaya koymuştur. Bu uçak kaçırma

hareketlerinin yöneticisi olan Filistin Kurtuluşu için Halk Cephesi lideri George Habbash idi.

103 Armaoğlu, op. cit., s. 280. 104 Fehim Taştekin, “Kanlı Sarmal”, Radikal, 15.07.2004. Erişim için: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/kanli_sarmal-1201773

Bu hareketin 1967 Savaşı sonrası kabul ettiği 6 maddelik programda “sınıf şuuruna dayalı bir

halk savaşı” ilkesi benimsenmiştir. Ayrıca “halkın savaşı bir sınıf savaşı olmalı, sınıf savaşı

ise uzun süreli gerilla savaşı şeklinde yürütülmelidir” ilkesi hâkimdir.105 Bu şekilde başlayan

uçak kaçırma ve İsrail uçaklarına karşı olan saldırılar 1969-1970 yılları ve sonrasında da

devam etmiştir. 1969 yılı Filistin terörü açısından bir başka özelliği ise İsrail toprakları ile

işgal edilmiş Arap toprakları arasında İsrail’e karşı tedhiş ve sabotaj hareketlerinin birdenbire

şiddetini artırmasıdır. 106

Diğer taraftan dünya kamuoyunun Camp David ve Lübnan’a odaklandığı sırada,

Likud yönetimi Batı Şeria’da daha önce görülmemiş bir yerleşim hareketi başlatarak 1977-

1981 yılları arasında işgal altındaki bölgelerdeki yerleşimcilerin sayısını 5 bin’den 18 bin beş

yüze çıkarması Yahudilere yönelik Filistin şiddetinin ve terör eylemlerinin sayısının daha da

artmasına neden olmuştur. Gerek yerleşim politikasında önemli bir araç işlevi görmesi

amacıyla Likud yönetimi tarafından Gush Eminum gibi yasa dışı örgütlere meşruluk

kazandırılmış, bu terör örgütlerinin uyguladığı şiddet karşı bir şiddeti meydana getirerek

1980’lerin başında Batı Şeria önemli bir çatışma merkezi haline gelmiştir. Akabinde 30

Temmuz 1980’de İsrail’in bölünmez ve birleşmiş bir Kudüs’ü başkent ilan etmesi, 4 Ağustos

1981’de işgal altındaki bölgelere yönelik aşırı politikalarıyla ünlü, daha sonra izlediği politika

ve kararlarıyla katliam ve cinayetlere sebep olmasından dolayı ‘Kasap’ diye anılacak olan

Ariel Şaron’un Savunma Bakanlığına atanması bölgedeki gerilimi daha da artırmıştır. Bu

şiddet silsilesinden karlı çıkan FKÖ olmuş ve Batı Şeria’da devam eden bu şiddet ortamında

bölgedeki taraftar ve destekçilerini artırmıştır. Bu durumun neticesi olarak “organize bir örgüt

etrafında toplanan Batı Şeria’daki Filistinlilerin İsrail hedeflerine yönelik eylemlerinin

şiddetini artırması” olmuştur. Bu durumda İsrail için tehlikeli bir hale gelen FKÖ’nün gücünü

yok etmek gerekli bir hal almıştır.

Aynı zamanda İsrail Parlamentosu Knesset’teki 48 olan koltuk sayısını ise 64’e

çıkaran Likud yönetimi, Sabra ve Şatilla Katliamı’nın hemen ardından prestij kaybına

uğradıysa da, İsrail iç politikasındaki bu dönüşüm 1990 yılında başlayan Barış Süreci’nin en

önemli mihenk taşı olmuştur. Diğer taraftan Filistinliler ve İsrail arasındaki şiddet gün 105 Armaoğlu, op.cit., s. 283. 106 Ibid., s. 284.

yüzüne çıkmaya devam etmiştir. Bu gerilim önce daha önce bahsedildiği gibi İsrail’in işgal

politikalarından kaynaklanmaktaydı, söz konusu topraklarda insanları bezdiren bürokrasi ve

İsrail’in uyguladığı çifte standart Filistin’deki ayaklanmaların temel nedeniydi.

- İntifada Günleri

FKÖ’nün Lübnan’dan uzaklaştırılması İsrail açısından beklenen sonucu vermemekle

birlikte, İran desteğiyle Hizbullah gibi yeni radikal örgütlerin oluşmasına yol açmıştır. Sözü

edilen bu radikal örgüt, FKÖ’nün yerini alırken Batı Şeria’da Filistin ve İsrail askerleri

arasındaki şiddet artarak devam etmiş ve 1987’de İntifada ile sonuçlanmıştır. Böylece 8

Aralık 1987 Filistin’de İsrail işgaline karşı ilk toplu başkaldırı (İntifada: silkinme, direnme)

başlamış oldu.

Askeri bir faaliyet yerine halk direnişi niteliği gösteren İntifada, Filistinli olup da eli

“taş ve sopa” tutan herkesin İsrail’e karşı terör eylemleri kapsamında gelişen bir biçime

dönüşmüştür. Böylece daha önce Filistinlilerin aleyhine sonuçlanmış barış görüşmeleri

yetmezmiş gibi Gazze’de bir Yahudi’ye ait bir kamyonetin Filistinli işçileri taşıyan araca

çarparak dört Filistinlinin ölümüne, dokuz kişinin de yaralanmasına neden olması adeta fitili

ateşleyen bir hamle olmuştur.

İntifada için ilk çalışma Gazze İslam Üniversitesi Öğrenci Meclisi tarafından yapılmış

ve tamamı Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) mensubu öğrenciler yaralıların bulunduğu

Şifa Hastanesi etrafında toplanmışlardır. İntifada Hamas öncülüğünde başlayarak kısa sürede

Batı Şeria’ya yayılmıştır. Ağır silah ve zırhlılarla donanmış İsrail askerlerine karşı Filistinliler

“taş ve sopayla” direnmiştir. FKÖ Lideri Arafat, İntifada çerçevesinde Filistin Devleti’nin

kurulacağını ve başkentinin de Kudüs olacağını belirterek Filistin Devleti’nin iki ayrı devlete

bölünmesini kabul etmiştir. Filistinliler artık dünya ayaklanma tarihine bir katkı yaparak

“düşmana taşla direnmeyi” öğretmişlerdir. 1993’e kadar süren İntifada’da toplam can kaybı

1.300’e ulaşmıştır. İsrail askerlerinin taş atanların elleri ve ayaklarını kırması nedeniyle on

binlerce Filistinli genç de sakat kalmıştır. İntifada yıllardır ezilen, işkence edilen, zorla

evlerinden kovulan, en ağır katliamlara uğrayan bir halkın kadın-erkek, yaşlı-genç, hep

birlikte İsrail’e karşı doğal başkaldırısının adı olmuştur.

İntifada Hareketi’nde karşılıklı bu sertleşmelerin, yıkımların artması üzerine

Başbakan İzak Şamir’in 1989 yılında Batı Şeria ve Gazze’den çekilebileceğini bildirmesi

önerisi ve Filistinlilerin söz konusu öneriyi reddetmesi üzerine, İsrail’in 200 bin Sovyet

Yahudisini İsrail’e yerleştirme kararı almıştır.107

Diğer taraftan Hamas’da intifada hareketleriyle birlikte fiilen harekete geçmiştir.

Müslüman Kardeşler cemaatinin Filistin kanadı durumunda “İslami Hareket” içinden geniş

tabanlı bir kitle hareketi niteliğinde ortaya çıkan Hamas, İntifada ile bütün dünyaya sesini

duyurmuştur.

İntifada uluslararası toplum ve kuruluşlarında dikkatini çekmeyi başarmış ve birtakım

düzenlemelerin yapılmasında da ön ayak olmuştur. Batı medya ve uluslararası basında sıkça

rastlanan ağır silah ve tanklara karşı “taş ve sopa atan minik ellerin” yer aldığı görüntüler

dünya kamuoyunun Filistin’e karşı sempatisini ve duyarlılığını artırmıştır.108 Avrupa

Topluluğu’nun 12 üyesi Mart 1988’de bu olaylardan sonra İsrail’i eleştirerek, İsrail ile

yapılacak ticaret anlaşmalarında olumsuz tavır almıştır. Ayrıca AT’nin İntifada konusunda

yalnız olmadığını BM’nin aldığı kararlardan da anlayabiliriz. 1989 Ekim ayında Genel Kurul

İsrail’in işgal altındaki insanlara yönelik “gayri insani” tavır ve hareketlerinden dolayı İsrail’i

kınayarak konu ile irtibatlı olarak 44/2 sayılı kararı almıştır. Bu karar şöyle ifade edilmiştir:

“Genel Kurul;

İsrail işgaline karşı Filistin halkının 9 Aralık 1987’den beri sürdürdüğü, dünya kamuoyunun

kayda değer dikkat ve sempatisini toplamış bulunan İntifada’ya vakıf olarak…

İşgalci Güç İsrail’in Kudüs dâhil, işgal altındaki Filistin toprağında bulunan Filistin halkının

insan haklarını ihlal eden siyaset ve uygulamalarını ve özellikle, İsrail ordusu ve

yerleşimcilerin giriştiği savunmasız Filistinli sivillerin ölümü yahut yaralanması ile

107 Dedeoğlu, op. cit., s. 83. 108 Amos Perlmutter, Israel’s Dilemma, Foreign Affairs, Vol. 68, No.5 (Kış 89/90), 119.

sonuçlanan ateş açma eylemleri, dövülme ve kemiklerin kırılışı, Filistinli sivillerin sınır dışı

edilmesi, kısıtlayıcı iktisadi önlemlerin zorla uygulanışı gibi hareketleri kınar…

İşgalci güç İsrail’in Güvenlik Konseyinin ilgili kararlarına karşı sürdürdüğü kayıtsız tutumu

şiddetle kınar.”109

İntifada böylece uluslararası alanda da tepki çekmeyi başararak işgalin devam

edebileceği fikrini tarihe gömmüştür. Walid Khalidi’nin vardığı sonuca göre İsrail’in Filistin

direniş hareketi olan FKÖ’yü tanıması nasıl olması gereken bir hakikat ise aynı şekilde

“Filistin ulusu” fikri de aynı mihvalde bir gerçektir. Bu düşünceden hareketle İsrail bu

topraklara yerleşmek ve kalmak için var olduklarına göre Filistin halkı da söz konusu

topraklarda yaşam sürmek için bulunmaktadırlar. 110

İntifadanın bir diğer önemli sonucu ise İsrail siyasetindeki kutuplaşmayı artırmasıdır.

Bülent Aras’ın ifadesiyle “şahinler daha şahin, güvercinler daha fazla güvercin” olmuşlardır.

Bu olaydan sonra İsrail halkı da 1988 seçimleri ertesinde İşçi Partisi lideri Şimon Peres’in

barış manevraları ve red cephesini temsil eden sağcı Likud Partisi lideri İzak Şamir arasında

bölünmüştür.111 Bununla da kalmayarak İsrail nüfusunun yüzde 17’sini oluşturan İsrailli

Araplar İntifada ve İsrail siyasetindeki bölünmelerle de çelişki içine düşmüş, İntifada yanlısı

Yahudiler ile İsrail’in insan haklarına aykırı tutumu konusunda sempati duyan Yahudiler

arasında mesafe oluşmuştur. Aslında İsrailli Yahudilerin temel problemi ileride yaşanacak

“vatandaşlık” konusu ile alakalı olmakla birlikte, bu sorunun, İntifada’nın askeri metotlarla

bitirilemeyeceği konusundaki fikirleridir. Ayrıca İntifada’nın İsrail toplumuna oluşturduğu bir

diğer kaygı ise “artan protestolar” olmuştur.

Bütün bu sonuçlar da göz önünde bulundurularak İsrail’in bu konuda üç yol izleme

alternatifi bulunmaktadır:112 1) baskıya devam etmek 2) Filistinlileri kitleler halinde başka

ülkelere sürmek 3) Batı Şeria ve Gazze’de silahtan arındırılmış bağımsız bir Filistin

109 UN, DFPR, No. 10, 1-2 110 Walid Khalidi, War and Peace in Israeli Politics: Labor Party Positions on National Security (London: Lynne Rienner, 1991), 158. 111 Aras, op. cit., s. 56. 112 Philip Mattar, The Critical Moment for Peace, Foreign Policy, No.76, 1989, 144.

Devleti’ne izin vermek. Her ne kadar dünya kamuoyunun tercihi 3. olandan yana olsa da

yakın bir gelecekte İsrail bu tercih konusunda aynı fikirde değildir.

İsrail’i barış sürecine iten temel neden ise işgalin olumsuz etkilerini belki de ilk kez

yakından hissetmelerine neden olan İntifada’nın bir türlü sona erdirilemeyişiydi. Daha önce

İntifadanın içerdiği eylem ve saldırılarla dünya kamuoyunun dikkatini bölgeye çekmesi ve

İsrail tarafından öldürülen Filistinli gençlerin görüntülerinden dolayı da İsrail kendisini baskı

altında hissetmekteydi. Ayrıca İntifadanın sonucu olarak Sovyetlerden gelen Yahudi göçleri

ve yerleşim yerlerinin artmasıyla da İsrail “işgalinin” ekonomik bedellerini ödemeye

başlamıştı. Raşit Halidi’nin bu satırları aradan geçen yıllar içinde daha da somutlaşmış, “tarihi

düşmanlıklar” yerini dostluk ya da yumuşamaya bırakmamıştır. Çünkü ilk intifada’nın kalbi

olan Gazze’de, İsrail’in her türlü baskı, zulüm ve işkencesine maruz kalan Filistinli halkın

anlaşamaya tepkisi hiç kuşkusuz olumlu olmamıştır. İlk intifada’nın izlerini silememiş,

gözlerindeki yaşları kurumamış, yakınlarının matemini bile tutmaya vakit olmadan yeni acılar

eklenmiş bu halk üzerinde İsrail’in “güven inşa” etmesi kolay olmayacaktır. Her ne kadar

bazıları için günlük yaşamı kolaylaştırmak için (gece dışarı çıkma yasağının kalkması,

İsrail’de çalışanların işlerine güvenli gidip gelebilmesi, siyasi tutukluların serbest kalması)

birtakım beklentileri olsa da uzun vadede bu durum yine karamsarlığa bırakmaktadır.

Camp David görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından 29 Eylül 2000

günü İsrail tarihinin “eli kanlı” figürlerinden nam-ı diğer “Kasap” olan Likud Lideri Ariel

Şaron’un Yahudilerin bile adım atmalarının yasak olduğu Müslümanların Haremüş Şerif

olarak adlandırdıkları bölgeye girme hadsizliğini göstermesi ile Müslümanlar arasında

gösteriler ile protestolar ile karşılanmış, ardından Eski Kudüs’te bulunan Aslanlı Kapı’dan

çıkanların İsrail askerlerine attıkları taşlar “aylarca sürecek bir ayaklanmanın habercisi”

olmuş ve El-Aksa İntifadası Oslo Anlaşması ile elde edilen hakların İsrail tarafından yerine

getirmemesine bir tepki olarak başlamıştır. Yalnız El-Aksa İntifadası’nın birinci İntifadan

farkı bağımsızlığa ve devlet kurmaya hazırlanan Filistin Yönetimi’nin kontrolü altındaki

bölgelerde başlamış olmasıdır. Bu arada o gün Cuma Namazından çıkan ve sadece “taş”

atarak tepkilerini gösteren Filistinli Müslümanlar üzerine ateş açan İsrail, 19 kişiyi

öldürmüştür. Cuma namazları çıkışları İsrail ve Filistinliler arasında yaşanan çatışma böylece

ilk ve son da olmamıştır.

Başlangıçta bölgesel ve yerel olan bu direniş kısa zamanda Batı Şeria ve Gazze

Şeridi’ne yayılmış. Yollarda yanan lastiklerden örülmüş barikatlar, greve giden Filistinli

işçiler, yasaklanmış Filistin bayrakları ve her yerde, her koşulda kadın, genç, yaşlılar

tarafından atılmaya başlayan taşlar görülmeye başlanmıştır. Ve bu taşlar, ilk intifadadan sonra

elden hiç düşmeyen taşlar, 13 yıl sonra yeniden ve bu sefere daha kararlı bir şekilde gündeme

gelmiş ve “mazlumların silahı” olarak sembol olmuştur.

Gazeteci Robert Fisk’in olanları ifade eden cümleleriyle; “Ortadoğu’ya ilişkin haberlerde

ne zaman çatışma ya da çapraz ateş sözcüklerini duysam, olayın gerisini dinlemeden ne

olduğunu anlarım. Çoğunlukla bu, İsraillerin suçsuz bir insanı daha öldürdükleri anlamına

gelir.”113 Sanırım olayın vahametini en güzel ifade eden cümlelerden biri, İsrail’in yine ve

yeniden bir suçsuz cana kıymak suretiyle “politikasını” icra etmesi olarak görülmektedir.

Bu şiddet ve çatışma ortamı 2002 yılında Suudi Arabistan’ın devreye girmesiyle

ortaya konan Ortadoğu Barış Planı’na kadar sürmüştür. Söz konusu plan, İsrail’i ateşkes ilan

etmek, Kudüs’ü Filistin’e vermek gibi şartlar içerdiği için İsrail tarafından reddedilmiştir.

Ardından ABD, AB, BM ve Rusya tarafından hazırlanan Yol Haritası Planı 2003 yılında

Filistin ve İsrail tarafından kabul edilerek muhtemel bir barışın çerçevesi haline geldi, ancak

çatışmalar durmadı, taşlar atılmaya, kan akmaya devam etti. İsrail ise tek taraflı olarak kah

savaşlar açarak, kah katliamlar yaparak bölgenin kaderini kendisi tayin etmeye çalıştı.

Katliam ve iç savaş silsilesiyle içinden çıkılmaz bir hale gelen Ortadoğu, ABD’nin girişimiyle

yeniden bir barış sürecine girse de sonu diğerlerinden farklı olmadı. 2008 yılı Aralık ayında

İsrail’in Gazze’ye topyekûn saldırısı böylece bir barış hikâyesinin daha sonunu “mutsuz” bir

şekilde bitirdi.

- Hamas’ın Yükselişi ve Tırmanan Şiddet

113 Robert Fisk, İndependent, 6 Ekim 2000. Erişim için: http://www.globalissues.org/article/114/mainstream-media-portrayal

2006 yılında yapılan seçimlerde El-Fetih’e karşı ezici bir çoğunlukla üstün gelen

Hamas, İsrail tarafından tanınmamış ve terörist bir örgüt olarak nitelendirmekle birlikte

Hamas’a karşı birtakım ekonomik yaptırımlar ve baskılar uygulamıştır. 8 Haziran 2006

tarihinde Hamas’ın önemli isimlerinden Cemal Ebu Samhadana’nın İsrail Savunma güçleri

tarafından öldürülmesi ve ertesi gün İsrail’in Gazze’de bulunan bir plaja saldırması sonucu 8

Filistinli sivilin vefat etmesi sonucu Hamas için fitili ateşleyen son nokta olmuştur. Böylece

Hamas 2005 yılından beri tek taraflı olarak sürdürdüğü ateşkesi kaldırdığını belirterek

saldırılarda bulunmaya başlamıştır.114 Filistinliler Gazze’de tüneller açmış ve 25 Haziran

2006 tarihinde de İsrail askeri olan Gilat Şalit’i esir almışlardır. Filistinliler İsrail

hapishanelerinde bulunan 8 bin beş yüz kişiden 95 kadın ve 313 çocuğun serbest kalması

karşılığında İsrail askeri Şalit’i iade teklifinde bulunsalar da; İsrail bu teklifi reddetmiş,

Gazze’ye olan saldırılarını artarak sürdürmüş, yüzlerce Filistinliyi öldürmüş ve binlerce

Filistinlinin de yaralanmasına neden olmuştur.

Diğer taraftan 2007 yılında Hamas ve El-Fetih güçleri arasında çıkan çatışma sonucu

Gazze Şeridi Hamas’ın kontrolüne geçerken, Batı Şeria ise El- Fetih kontrolüne geçmiştir.

Böylece Batı Şeria’da Mahmut Abbas’ın başkanlığında resmi yönetim varlık gösterirken,

Gazze’de ise İsmail Haniye’nin idaresinde fakat “muhatap alınmayan, tanınmayan” bir

yönetim ortaya çıkmıştır. Hamas kontrolü altındaki Gazze, İsrail tarafından endişe ile

karşılanmıştır. Hamas’ın Gazze’deki gücüne son vermek ve El-Fetih’in tekrar Gazze’ye

dönüşünü sağlamak için İsrail tarafından Gazze’ye abluka uygulanmıştır. Söz konusu abluka

ile temel amaç Gazze’de yaşamı birtakım sınırlandırmalar ve yaptırımlarla zor bir hale

sokarak bölgede İsrail kontrolünü sağlamak olmuştur. Ve fakat İsrail’in ablukanın

gerektirdiklerinden ve uygulamalarından sonra Hamas’ın gözden düşeceği inancı beklenen

etkiyi yapmamıştır. İsrail’in bütün yıldırma, sindirme ve baskıcı politikalarına karşı dimdik

duran bir direniş hareketi olarak Hamas, tabiri caizse İsrail’in daha da kızmasına ve etrafa ateş

saçmasına neden olmuştur. Bundan sonra İsrail, Gazze’de insani olarak olumsuzlukların

artmasına sebep olmuştur. Bu kapsamda gıda fiyatlarının astronomik bir şekilde artması, buna

bağlı olarak halkın sağlıklı ve yeterli şekilde gıda alamamaları, temel sağlık hizmetlerinin

kötüleşmesi, yakıt ve diğer temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu gibi koşullar ortaya çıkmıştır. 114 Ali Balcı, “Filistin 2006”, Ortadoğu Yıllığı, Ed: Kemal İnat, Muhittin Ataman, Nobel yayınları, Ankara: 2008, s. 135.

Dünya kamuoyu tarafından çok fazla tepki alan İsrail kendi açısından beklediği askeri

başarıyı getirmemekle birlikte Hamas’ın Gazze’deki erkini artırması, İsrail’in Suriye ile barış

görüşmelerine girmek istemesi, Batı Şeria’daki Hamas varlığını azaltmak ve Hamas’ın

İsrail’e karşı olan roket saldırılarını engellemek istemesi gibi gerekçelerle 18 Haziran 2008’de

Hamas ve İsrail arasında 6 aylık süreyi kapsayan ateşkes imzalanmıştır.115 Bu anlaşmanın

hükümleri şu maddeleri içermektedir:116

1) Hamas saldırıları sona erdirecek ve diğer silahlı grupların faaliyetlerini

engelleyecektir; buna karşılık eş zamanlı olarak İsrail, Gazze’deki operasyonlarını tamamen

durduracaktır, 2) Hamas, Gazze’ye silah ve askeri teknoloji kaçırmayı durduracak ve İran’da

eleman yetiştirmeyecektir, 3) Mısır gerekli tedbirleri alarak ateşkesin sürmesine katkıda

bulunacaktır, 4) Hamas ateşkese uyarsa, İsrail kısa bir süre içinde aşamalı olarak Gazze

şeridi üzerindeki ablukaları önce hafifletecek sonra da kaldıracaktır, 5) Esir edilen

Filistinliler karşılığında esir alınan Gilad Şalit serbest bırakılacaktır.

Tarafların yükümlülüklerini ifa etmelerine bağlı olarak 2008 Aralık ayında

yenileneceği düşünülen ateşkes İsrail ordusunun 4 Kasım 2008 tarihinde 8 Hamas üyesini

öldürmesiyle bozulmuştur. Buna karşılık Kassam füzeleriyle karşılık veren Hamas, bu eylem

akabinde İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı kaldırma şartıyla ateşkesin devam edeceğini

bildirmiştir. Diğer taraftan İsrail’in Hamas yüzünden kamuoyu nezdinde itibar kaybetmek

istememesi, yaklaşan 2009 genel seçimlerini kazanmak istemesi Gazze saldırılarının temel

amacını teşkil etmektedir.117

- Gazze Ablukası

Gazze şeridinin bugünkü sınırları 1948’deki 1. Arap-İsrail Savaşı’nın ardından

imzalanan İsrail-Mısır ateşkes antlaşmasıyla belirlenmiştir. Bu savaşın ardından

topraklarından çıkarılan Filistinlilerin önemli bir kısmı göçmen olarak Gazze’ye yerleşmiştir.

115 Mehmet Dalar, “İsrail’in Gazze Saldırısının Siyasal Arka Planı ve Uluslararası Hukuk Açısından Değerlendirilmesi”, Akademik Orta Doğu, Cilt 4, Sayı 1, 2009. 116 Ibid., s. 10. 117 Ibid., s. 112.

1967 savaşında Mısır kontrolünde iken İsrail işgaline uğrayan Gazze, 1993 Oslo Barış

Görüşmelerinin ardından Filistin nüfusunun yoğun olduğu bölgelerin Filistin otoritesi altına

girmesi ile birlikte yeni bir statüye kavuşmuştur. Fakat bu statü altında Gazze hava sahası ile

bazı sınırların ve su kaynaklarının kontrolü İsrail’de kalmıştır. Bu durum, İsrail’in Gazze’den

tek taraflı bir kararla çekildiği 2005 yılına kadar devam etmiştir. Bu tarihe kadar Filistin

otoritesinin kötü yönetimi ve bilhassa yaşanan yolsuzluklar sonucu Gazze ekonomisi

gerilemiştir.118 Hamas’ın 2006 seçimlerini kazanması ile de Gazze’nin durumu farklı bir alana

taşınarak El-Fetih ve Hamas arasında yaşanan çatışma sonucu Gazze’nin kontrolü tamamen

Hamas’a geçmiştir. Ancak İsrail ve Batılı devletler tarafından Hamas politik aktör olarak

tanınmamış ve bu aktör muhatap olarak alınmamıştır. Seçimler sonunda saldırı ve baskılarını

daha da artıran İsrail, Hamas’ı yönetimden uzak tutmak için bir takım siyasi ve ekonomik

yaptırımlar uygulamaya başlamıştır. Bu bağlamda Hamas’ı sindirmek ve yönetimden uzak

tutmak için Filistinlilerin hareket özgürlüğünü sınırlandırmak için bölgeye gelen ilaç, gıda,

akaryakıt ve asgari ihtiyaç kapsamındaki yardımların girişine engel olmuş, sınırlamalar

getirmiştir. 2008 yılının sonlarında başlayan ve 2009 yılında şiddetini artıran İsrail saldırıları,

Gazze’de 1000’in üzerinde sivilin ölümüne yol açarken, abluka ile zaten çökme noktasına

gelen Gazze ekonomisini de bitirme noktasına getirmiştir.

İsrail yönetimi ablukanın diğer sebeplerini bölgeden İsrail’e karşı olan saldırıların

engellenmesi, Hamas örgütünün eylemlerinin son bulması şeklinde açıklamıştır. Diğer

taraftan bu ablukanın sonuçlarından sadece İsrail’i sorumlu tutmak da doğru olmamakla

birlikte, Gazze’nin dünya ile ilişkisini sağlayan Refah sınır kapısını kapatan Mısır da bu

drama ortak olmuştur. 2008 yılı sonlarında başlayan ve 2009 yılında İsrail’in artan şiddetiyle

Gazze’de 1000’in üzerinde sivilin ölüm, çok sayıda yaralı ve zaten durma noktasına gelen

ekonominin de çökmesine neden olmuştur. Mısır’ın ise İsrail ile işbirliği içinde olarak daha en

başından ablukaya uyarak sınır ve tünelleri kapatmak suretiyle politikalar yapması bu durumu

daha dramatik hale getirmiştir. Her ne kadar dünya kamuoyu tarafından Gazze ablukasının

“insani dramı” boyutu konusu vurgulu bir şekilde seslendirilse de bu politikanın derin

sonuçları olduğunu belirtmek gerekir. Bu noktada ablukanın insani boyutu vurgulanarak

“siyasal ve güvenlik boyutundan” çok fazla söz edilmemektedir. İsrail yönetiminin yaptığı

118 Sabri Çiftçi, “Gazze Ablukası ve İsrail-Filistin Sorunu’nun Geleceği”, Ortadoğu Analiz, Temmuz- Ağustos, 2010 Cilt 2 Sayı 19-20

açıklamalar doğrultusunda “ablukayı gevşetmek” kararı uyarınca “siviller için sivil mallar”

olduğunu açıklasa da “güvenlik ablukasının” devam edeceğini belirtmiştir.119

Diğer taraftan abluka devam ederken Filistin halkının temel ihtiyaçları karşılanıyor

olmasına rağmen Gazze’de yıkılan evlerin, okul ve hastanelerin inşası konusunda yasak ve

sınırlamalar devam etmektedir. Bu koşullarda ise Gazze’yi yeniden ayağa kaldırıp,

canlandıracak olan fabrikalar kurulmadıkça, sınır kapıları açılmadıkça ekonominin iyileşmesi

mümkün değildir. Özellikle Gazze’nin Hamas’ın kontrolüne girdiği 2007 yılından beri ise

2005 yılı rakamlarına göre dörtte bir oranında ithalatta düşüş görülmüştür.120 İsrail sadece

temel insani ihtiyaçların girişine izin verirken sakıncalı bulduğuna inandığı çelik boru, suni

gübre gibi malzemelerin de girişine engel olmuştur.

Birleşmiş Milletler Filistinli Göçmenlere Yardım Ajansı (UNRWA) ise “kitap, ampul,

cd, dvd, ayakkabı, çanta, kahve, çikolata, boya kalemleri” gibi temel ihtiyaçların bölgeye

girişine izin verilmeyen malzemeler olarak belirtmiştir. Bununla birlikte “araba, buzdolabı,

bilgisayar, çimento ve kereste” gibi malların ise girşini kesin olarak yasak saymıştır. Ayrıca

İsrail’in UNRWA’nın temel malzemelerin dağıtımına da müdahale ederek sınırları kapatarak

tünelleri bombalama girişimleri de sık sık meydana gelmiştir.

Bununla birlikte Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün açıklamasına göre

Gazzeli haklın yüzde 61’nin gıda güvenliğinden yoksun olması ve yine yapılan bir

araştırmaya göre Gazzelilerin büyük çoğunluğunun temel gıda malzemeleri alabilmek için

mal varlıklarını satarak borçlandıklarını, bu durumun sonucu olarak da yeterince temel gıda

tüketemediklerini belirtmektedir. Ayrıca Gazze’de bulunan alt yapıların bombalanması

sonucu da Gazze halkı temiz içme suyu bulamamakta ve hijyenik olmayan şartlarda yaşamaya

mahkum edilmektedirler.

Ablukanın sayamayacağız çok ciddi sonuçlar meydana getirdiğini belirtmek

zorundayız. Bütün bu sonuçlara ek olarak Gazze ekonomisi neredeyse çökmüş, işsizlik

oranları yüzde 50’ye tırmanmıştır. Ayrıca Kızıl Haç Komitesi Direktörü Pierre

Krahenbühl’ün Gazze’de sivillerin durumunun tolere edilemez olduğuna dair açıklaması

Gazze’deki insani durumun ne kadar fena olduğunu açıklamıştır. Verilen rakamlara göre

119 Ibid., s. 11. 120 Ibid., s. 11.

1300’den fazla kişi ölmüş, 4 bin bina yıkılmış, 200 bin ev zarar görmüş, 50 bin Gazzeli evsiz

kalmış ve 400 bini temiz içme suyuna sahip olamayacak duruma gelmiştir.

Ayrıca mevcut altyapı ağları da çökerek tarım alanları tahrip edilmiş, inşaat sektörü

durmuş, Gazzeliler evsiz, barksız ve hastanesiz kalmaya mecbur bırakılmıştır. Bütün bu

koşullarda Gazzelileri önemli ölçüde etkileyen boyut sadece “ekonomik boyut” değildir. Aynı

zamanda bu sınırlama ve engellerin ciddi uzantıları olarak sosyal hayatın, eğitim ve sağlık

koşullarının çökme noktasına geldiği ve yaşam kalitesinin normalin çok altında seyrettiği

aşikâr bir haldedir. Yaşam kalitesinden sadece asgari ihtiyaçların kastedilmediğini belirterek

çocukların zihinsel ve sosyal gelişimine katkı sağlayacak kitap, boya kalemleri, cd, dvd gibi

malzemelerin sınırlanmasından dolayı sanatsal faaliyetlerin ve sosyal gelişmelerin kalitesi de

çökmektedir. Bu sağlıksız ortam ve şartlarda ise yetişen bireylerin, özellikle de gençlerin,

şiddete eğilimli olmaları da sanırım olağan karşılanmaktadır. Şiddet ve terör sarmalında

büyüyen gençlerin hayal dünyaları da bir o kadar şiddet ve baskı içerir bir hale gelmektedir.

Yapılan bilimsel bir araştırmaya göre akrabası ya da yakını İsrail tarafından öldürülen

veya şiddete uğrayan gençlerin daha fazla oranda şiddeti benimsediği ve şiddet kullanmanın

da meşru bir yaklaşım olduğunu, bununla birlikte adaletsizliğin olduğu yerde de şiddetin daha

fazla araçsallaştırıldığı belirtilmektedir.121

Yapılan araştırmalar ve anketlerden çıkan sonuçlara göre varacağımız nokta kesinlikle

şudur: Filistin toplumunda meydana gelen terör ve şiddetin kaynağını Hamas ya da sahip

olduğu misyon oluşturmamaktadır, söz konusu şiddetin kökeninde İsrail’in baskıcı, saldırgan

politikaları yer almakta ve Gazze ablukasının meydana getirdiği adaletsiz tutum

bulunmaktadır.122

Diğer taraftan gelinen nokta itibariyle Gazze ablukası İsrail’in ulaşmak istediği

neticeleri de vermemiştir. En başta, daha önce ifade ettiğimiz gibi, İsrail’in Gazze ablukası ile

ulaşmaya çalıştığı nokta abluka vasıtasıyla Hamas’ı etkisiz ve güçsüz hale getirmek ve esir

İsrail askeri olan Gilat Shalit’i geri almaktı. Fakat şu noktada herhangi bir sonuca

ulaşılamamıştır. Böylece 27 Aralık 2008 tarihinde başlayıp 19 Ocak 2009 tarihine kadar 22

gün süren İsrail’in ağır şiddet ve baskısı altındaki Gazze’de çok ciddi insani, ekonomik,

121 Ibid., s. 12. 122 Ibid., s. 13.

sosyal yıkımlar meydana gelmiştir. Ayrıca İsrail’in güvenlik gerekçesiyle meşru olarak

gördüğü Gazze ablukası uluslararası hukukun sivil halkın korunmasıyla ilgili maddelerini de

ihlal etmesi nedeniyle de meşru değildir.

Şu noktayı da ısrarla vurgulamak gerekir ki İsrail’in Gazze’ye ördüğü duvar ve

ablukadan salt Filistin etkilenmemiş, aynı zamanda kendine de örmüştür.

B. Sorunun İsrail’e Olan Etkileri

Filistin topraklarında BM’nin 1947 yılındaki 181- II sayılı kararınca tarif edilen

sınırların ötesinde kurulan Yahudi Devleti’nin 1948 yılında şekillenerek 1967 Savaşında Batı

Şeria, Gazze ve Kudüs’ün işgaliyle bugünkü halini alan Filistin Meselesi’nin Filistin

açısından ciddi ve derin etkileri olduğu gibi İsrail açısından da hiç kuşkusuz birtakım etkiler

meydana getirmiştir. Şu noktayı tekrar belirtmek gerekir ki Filistin Meselesi, tarafların aynı

gerçekliğe farklı anlam ve misyonların yüklenmesiyle çatışma alanı oluşturmuştur. İsrail

kendi tarih anlatımına göre “Yahudi soykırımını, Arap saldırganlığı sonucu tepkisel olması”

gibi bir bakış açısına sahip iken Filistinliler çok daha farklı bir gerçekle Sorun’a

bakmaktadırlar. Ayrıca İsrail’de Filistin Sorunu üzerine çok değişik bakış açıları olmakla

birlikte İsrail’i “monolitik” değerlendirme eğilimi olduğunu ve bu eğilimin Soruna tarafsız

bakmamıza engel olduğunu belirtmek zorundayız. Diğer taraftan İsrail’in Kutsal Kitap

metinlerden aldığı ilham ve öğretilerin de Soruna olan bakış açısının değişmesinde çok fazla

etkisi vardır.

Bununla birlikte İsrail, Filistin Sorununa “çok boyutlu bir pencereden” bakmasına

rağmen asıl olarak “güvenlik boyutundan” bakmaktadır. Ayrıca İsrail’in Filistin Meselesine

bakışı ve barış görüşmeleri de tehdit algılamasına göre de değişmektedir. İsrail için asıl

“güvenlik problemi topraklarını genişletmek değil, demografik tehdit ve İsrail Devleti’nin

niteliğidir.”123 Bu kapsamda İsrail-Filistin Çatışmasının İsrail’e olan etkileri “ekonomik

123 Erişim için: http://www.orsam.org.tr/tr/truploads/yazilar/dosyalar/201093_baris.sureci.orsam.pdf

problemler, militarist yapısı, terör ve güvenlik, yalnızlaşma” gibi unsurlar dikkate alınarak

incelenecektir.

- Sosyal ve Ekonomik Sıkıntılar

Siyonist hareketin 19.yy sonları itibariyle ortaya koyulan çabaların bir sonucu olarak

kurulan İsrail Devleti’nin kurulması ile birlikte yeni devleti içte ve dışta birçok sorun

beklemekteydi. İç sorunların en büyüğü farklı coğrafyalarda ve kültürlerle yaşamış Yahudi

topluluklarını aynı çatı altında ve uyum içinde yaşamaları konusundaki sorunlardı. Bir işgal

devleti olan İsrail’in bu toplulukları aynı çatı altında ve uyum içinde yaşamaları için gerekli

altyapıyı bir an önce kurması gerekiyordu. Barınma, eğitim, sosyal hizmetler, istihdam

konularında çok ciddi eksiklikler ve eşitsizlikler vardı.124

İsrail Devleti’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlardan biri de ekonomik sıkıntılar

olmuştur. Özellikle Avrupa’dan göç sebebiyle yetişmiş insan gücüne ihtiyaç duyan İsrail, bu

dönemde diaspora Yahudilerinden ciddi destek almaktaydı, bu desteğe rağmen güvenlik ve

savunma harcamalarının fazla olması nedeniyle ekonomik olarak dışa bağımlıydı. En büyük

destekçisi ve en büyük dış yardımı İsrail’e yapan Amerika Birleşik Devletleri, özellikle

1985’den sonra İsrail’e 3 milyar dolarlık dış destek vermiştir.125

İsrail kuruluşundan bu yana birçok devlette görüldüğü gibi ekonomisini devlet eliyle

güçlü tutmaya çalışmıştır. İsrail’in 1967 Batı Şeria ve Gazze işgali ile bölgede egemenliğini

güçlendirmeye çalışırken ekonomik olarak büyük bir işgücüyle karşılaşmıştır. Her ne kadar

bu durum Filistin açısından İsrail’e ekonomik olarak bağımlılığını artırırken İsrail tarafı için

ciddi işgücü alanı oluşturmuştur. İsrail Merkez İstatistik Bürosundan 1991 yılı sayımlardan

alınan verilere göre Filistin’de Gazze ve Batı Şeria’daki 1.628.000 Filistinli nüfusun

124 Selin Bölme, Ufuk Ulutaş, op.cit., s. 20. 125 Çağrı Bakar, “Savaş Barışa Dahil: Oslo Barış Süreci Çerçevesinde Filistin-İsrail Sorunu”, Ankara Üniversitesi S.B.F., s. 8.

1.005.600’ü Batı Şeria’da 676.100’ü de Gazze’de bölgesinde yaşamakta olup bu nüfusun

312.000’i işgücünü oluşturmaktadır. Resmi rakamlardan ziyade 3 milyar dolar civarında

GSMH olan Filistin’in yüzde 25 civarını bulan işler İsrail’den gelmektedir. Bu durumda

özellikle işgal altında bulunan Filistin’in ekonomisinin neden geride kaldığı ve alt yapı

hizmetlerinin çöktüğü anlaşılmaktadır.126

1967 yılında İsrail’in Filistin’i işgaliyle İsrail ekonomisinin Filistinli işçi akımına

uğradığını söylesek yanlış olmaz sanırım. Daha önce de belirttiğimiz gibi İsrail bu sayede

ucuz iş gücü elde ederek İsrail’de biriken sermaye için yeni pazarlar açmıştır.127 Böylece

Filistinliler ve İsrail’e Asya, Avrupa ve Afrika’dan göç etmiş diğer Yahudilerle birlikte işçi

sınıfını oluşturmuşlardır. Bu sayede işgal, İsrail ekonomisine canlılık katarken, Filistinlilerin

ise özerk bir ekonomik yapılanma sürecine gidecek yolların da kapanması için altyapı

hazırlamıştır. Böylece İsrail Filistin’i kendine bağımlı kılma amacına ulaşmıştır.

Aynı zamanda Filistin’in 1967 – 1970 yılları arasında İsrail’e olan ekonomik

bağımlılığı da İsrail açısından Filistinli işçileri işten çıkarma, dış ticareti istediği vakit

dondurma noktasına getirerek Filistinlileri açlığa mahkûm etme gibi birtakım kozlar

veriyordu. Diğer taraftan 1980’lerin sonuna gelindiğinde ise BM Güvenlik Konseyi’nin

İsrail’in Filistin’de işgal ettiği topraklardan çekilmesini istemesine rağmen İsrail bu duruma

kulaklarını tıkamış bir halde hareket etmeye devam etmiştir. 12 Mart 1988’de İsrail’in bu

tavır ve ayrımcı askeri politikalarının eşlik etmesiyle birlikte Avrupa Ekonomik Topluluğu

İsrail’i ağır bir şekilde eleştirmiş ve İsrail ile yapılması planlanan ticaret anlaşmalarına karşı

olumsuz tavır sergilemelerine neden olmuştur.

Özellikle kuruluşunu takip eden yıllarda II. Dünya Savaşı tazminatları, Siyonist

sermaye sahiplerinin İsrail’e yardım ve destekleriyle İsrail hızlı bir büyüme dönemine girmiş

olsa da 1980’de ekonomik olarak ciddi değişikliklere girmiştir. O dönemin piyasa şartlarına

göre devlet eliyle büyümenin gerçekleşemeyeceğini düşünen şirket ve sermaye sahipleri

liberal ve şirketleri özelleştirme taleplerini dile getirmişlerdir. İşçi Partisi’nin 1970’lerin ikinci

yarısında güç kaybetmesiyle Likud iktidarı döneminde bu taleplerin yerine getirilmesi

126 Meltem Müftüler, Serdar Sayan, “İsrail – Filistin Barışının Türkiye ve Bölge Ekonomileri Üzerindeki Olası Etkilerine bir Bakış”, Ekonomik Yaklaşım, Cilt 4 Sayı: 11, 1994. Erişim için: http://ekonomikyaklasim.org/pdfs2/EYD_V04_N11_A03.pdf 127 Özge Özkoç, “Savaş ve Barış: Doksanlı Yıllarda Filistin-İsrail Sorunu,” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 64, Sayı 3: s. 168.

noktasında fırsat bulmuşlardır ve 1985 yılında açıklanan yeni Ekonomik Kalkınma Programı

ile devlet eliyle ekonomi modeli değiştirilerek özelleştirilme ve kapitalizm benimsenmiş oldu.

Böylece devlet aygıtlarından ayrılan ana holding ve şirketler sermaye birikiminin kaynağı

olmuşlardır.128

Bu özelleştirmelerle birlikte küresel liberalizme uyum sağlamaya çalışan İsrail

sermayesinin bu uyumu başarabilmesi için dış yatırımlar yaparak İsrail’e de aynı şekilde dış

yatırımların gelmesi gerekiyordu. Bu durumun önündeki en büyük engellerden birisi ise

bölgede dur durak bilmeden devam eden çatışma ve kaos ortamıydı. Bu sebeple barış sürecine

en büyük desteği İsrailli sermaye sahipleri vermiştir. İsrail işçi hareketinin yönlendirdiği İsrail

ekonomisi, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başı itibariyle böylece sınıfsal ve ekonomik olarak

değişim yaşamıştır. Hiç şüphesiz İsrail’in ekonomik ve sınıfsal olarak geçirdiği değişim

Filistinlilere de yansımıştır. İsrail’in kapitalizme tam entegre olmak ve dış yatırımları bölgeye

çekmek adına Filistin Meselesinde uzlaşma sağlayarak bu konuda bir an önce çözüm yoluna

gitmesi gerekirdi. Aksi halde mevcut çatışma ve kaos ortamında bölgeye yatırım yapacak

ABD, Avrupa ülkeleri, Arap ülkelerinin yatırım yapması mümkün değildir. Oslo

görüşmelerinin başında İsrail’in ekonomik endişelerinin büyük etkisi olmuştur.

İsrail’in işgalle birlikte Filistinlileri işgücü kaynağı olarak görmesine ve dünya piyasa

sistemine uyum sağlamasına rağmen, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, İsrail-Filistin

çatışmasını “güvenlik boyutu” ile gördüğü için savunma ve altyapı hizmetlerine gereğinden

fazla harcama yapmıştır. Bu durum ise İsrail’i ekonomik olarak dış yardımlara fazlasıyla

bağımlı hale getirmiştir. Savunma Harcamalarının Düzeyi konulu bir araştırmada yer alan

“Ülkelerin jeopolitik durumları ve tarihsel bağlantılarının savunmadaki rolü” alt başlığı

içerisinde yer alan İsrail, GSMH içerisinde savunmaya en fazla yer ayıran ülkeler arasında yer

almaktadır.129 Ayrıca ülkede savunma alanında ileri teknolojiler ve cihazlarlar

kullanılmaktadır. Güvenlik ve savunma sanayi, ülkenin teknolojik ve sanayi kapasitesinin

gelişmesinde ana role sahiptir. Bu durumun yansımalarından biri olarak 1997 yılında ülkedeki

en büyük yüz elli şirketten onu savunma sanayindeki firmalardan oluşmaktadır. Ayrıca dünya

savunma sanayi ölçeğinde yapılan araştırmalara göre en büyük ve ileri teknolojiye sahip olan

128 Adam Hanieh, “Class, Economy and the Second Intifada”, Monthly Review, V. 54, No. 5 (October 2009), http://www.monthlyreview.org/1002hanieh.htm, Erişim Tarihi (15.11.2014). 129 Filiz Giray, “Savunma Harcamaları ve Ekonomik Büyüme”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 5, Sayı 1. Erişim için: http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/865.pdf

yüz firma içerisinde yer alan beş firma İsrail’e aittir. Aynı şekilde 1980’lerde ulusal araştırma

geliştirme harcamalarının % 65’i savunma sanayi ile ilgili iken, sadece % 13 kadarı sivil

sanayilere yöneliktir. İsrail, kendi savunma sanayini geliştirirken birkaç unsura önem

vermiştir. Bunlar arasında, yabancı politik sınırlamalar ve potansiyel ambargolardan masun,

bağımsız bir askeri silah arzını garanti altına alma ve ithalata dayalı olmayan bir savunma

sistemine sahip olma arzusu sayılabilir.”130

Bununla birlikte özellikle Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte ABD, Avrupa gibi

ülkelerde savunma harcamalarının azalmasına rağmen Ortadoğu’da, bilhassa da İsrail’de

ülkenin en büyük giderinin savunma giderleri olması mevcut çatışma ortamından

kaynaklanmaktadır. İsrail ve Filistin arasında meydana gelen söz konusu çatışma İsrail

açısından silahlanma yarışına, ekonomik hızın düşmesine ve dış borçların artmasına neden

olmaktadır. Mevcut koşullarda Sorunun çözümü konusunda uzlaşma sağlanmadıkça da İsrail

ülke gelirinin önemli bir kısmını savunma harcamalarına aktaracağı tahmin edilmektedir. Bu

rakamları kısaca belirtmek gerekirse;

İsrail savunmaya GSMH’sının yaklaşık % 11’ini ayırmaktadır. İsrail ayrıca ABD’den

yabancı askeri yardım ve uluslararası asker eğitim yardımları almaktadır. 1997 yılında her iki

fondan 1,8 milyar dolar, 1998 yılında da 1,2 milyar dolar yardım almıştır. İsrail’in 1992

yılında 5 milyar dolar olan savunma harcaması devamlı artarak 1997 yılında 11,1 milyar dolar

olarak gerçekleşmiştir. İsrail silah satın alan ülkeler arasında beşinci sıradadır.131

İsrail’in asıl olarak güvenlik perspektifi ile gördüğü Filistin Meselesi, İsrail’i

ekonomik olarak savunma ve altyapı harcamalarının fazla olması nedeniyle dış yardım ve

desteklere bağımlı olması sonucunu vermiştir. Bu sorunun çözülerek, uzlaşma sağlanmasının

130 Peled, D. (2001), Defense R & D and Economic Growth ın Israil: A Research Agenda, Haifa: Samuel Neaman Institute. 131 Melih Perçin, “Ortadoğu’da Savunma Harcamaları ve Askeri Güç Değişimi”, Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslami Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1999,s. 88.

gerçekleşmesi ihtimalinde ise ekonomik olarak dışa bağımlı olması önündeki engeller büyük

ölçüde kalkacaktır.

- Militarist ve Terörize Toplumun İnşası

İsrail’in Filistin meselesi ile nasıl “radikal militarist ve terörize bir toplum” haline

geldiğini açıklamaya başlamadan önce kısaca İsrail’de ordu yapısı hakkında bilgi vermek

niyetindeyim.

İsrail Savunma Kuvvetleri (Tsahal), İşçi Partisi ile birlikte İsrail’in ilk yıllarından beri

toplumda çok önemli bir yere sahiptir. Dini sebeplerden ötürü askerlik yapmayan Ortodoks

Yahudiler dışında “bir halk ordusu olan” İsrail Savunma Kuvvetlerinde kadın ve erkek her

Yahudi askerlik görevini ifa etmek zorundadırlar. Bu sebepten ötürü İsrail için “asker millet”

demek yanlış bir ifade değildir. Zorunlu askerlik İsrail toplumunun birbirleriyle uyumu ve

bütünleşmesi noktasında etkili bir araçtır. Özellikle Avrupa, Asya, Afrika gibi çeşitli

kültürlerden gelen Yahudilerin sosyalleşme ve uyumu için önemli bir işlev görmektedir.

Bununla birlikte İsrail Savunma Kuvvetleri “kendi kendine yeten Yahudi” fikrinin de hayata

geçirilmesi ile devletin savunma görevini üstlenmesi dışında ihtiyaç duyduğu savunma

sanayinin de kurulması ve gelişmesine de öncülük etmiştir.132 Böylece geliştirilen savunma

sanayi sadece ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla kalamayarak ülke ekonomisi için de önemli

bir gelir kaynağını oluşturmuştur. Ayrıca İsrail Savunma Kuvvetleri, bu önemli vazifelerin

yanında İsrail siyasetine de Moşe Dayan, İzhak Rabin, Ariel Şaron, Ehud Barak gibi önemli

liderler kazandırmıştır. Bu liderler askerlik görevlerinden emekli olduktan sonra siyasete adım

atmışlardır. Görüldüğü gibi İsrail Savunma Kuvvetleri’nin İsrail ekonomik ve siyasi yapısında

çok muazzam önemi vardır.

İsrail-Filistin Çatışmasının İsrail’e olan en büyük ve derin etkilerinden belki de en

önemlisi “Militarist ve Terörize bir Toplum”a dönüşmesidir. Bu durumun oluşmasında daha

önce de sözünü ettiğim İsrail toplumunun Filistin’e bakarken bilinçaltlarında “güvenlik

endişesi” kodlarının hâkim olduğunu belirtmeliyiz. İsrail toplumundaki bu militarist yapının

ise salt askerlik hizmetleriyle kendisini hissettirmemekle birlikte günlük hayatın her alanında

görülmesi mümkündür. Ünlü İsrail liderlerden Menahem Begin’in “Gerçek barış, gerçek

güvenlikle sağlanır” sözü toplumun bilinçaltına da her an bir saldırının gerçekleşme

132 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, “İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu”, op.cit., s. 23.

ihtimalinin var olması şeklinde yansımıştır. Bu Arap ve Filistin düşmanlığı İsrail toplumunu

her an tetikte ve dikkatli olmaları gerektiği duygularını ortaya çıkarmıştır.

İsrail için barış içinde yaşamamanın tek koşulu “güvenliktir.” Günlük yaşamlarının her

yanı “güvenlik” ile dolu olan İsrail toplumunun varoluşlarının tek sebebi düşmanlarla çevrili

bu coğrafyada kendilerini güvende hissetmeleridir.133 İsrail’de Yahudiler dışında herkese

düşman gözüyle bakıldığı için Yahudiler dışındakiler birer tehlike unsurudur. Yahudi

toplumunun II. Dünya Savaşı sırasında uğradığı soykırım ve yaraları sarılamayan travma,

Ortadoğu coğrafyasının karmaşık yapısıyla harmanlanınca İsrail toplumunda yarattığı

travmatik fikir doğal karşılanabilir. 1948 yılı İsrail Devleti’nin kuruluşundan bu yana

neredeyse her on yılda bir çatışma ya da savaş yaşayan İsrail halkının neden bu kadar

“temkinli ve tetikte” olduğunu anlayabiliriz. Dünyanın en iyi istihbarat teşkilatı olan

MOSSAD’ın İsrail’in “güvenlik ve savunma” konusunda gösterdiği önem ve titizliğin bir

sonucu olduğu kesindir.

Bununla birlikte çatışma ya da savaşlarda öldürülen her Filistinlinin İsrail toplumu için

çok fazla önem arz etmemekle birlikte, asker ya da sivil bir Yahudi’nin öldürülmesi İsrail için

çok derin felaketlere meydan verebilir. İsrail toplumuna göre bu düşüncenin hâsıl olmasındaki

temel neden için yapılan her şeyin meşru olmasıdır. Filistin tarafından gösterilen her tepki

“terörist” bir eylem iken, İsrail’in saldırı ve eylemleri bir o kadar “meşru müdafaa”dır. Söz

konusu durumun örneği İntifadalar sırasında gerçekleşmiştir.

İsrail toplumu için güvenliğin kaynağı ve temel gücü İsrail Ordusu’dur. (IDF) Ama

sadece ordu değil, İsrail halkı askerleşerek, militer bir yapıya sahip olan “asker millet”

olmuştur. Aileden başlayarak okullardaki ders kitaplarına kadar İsrail’in var olması için

verilen mücadeleden söz edilir ve bu yüzden İsrail toplumundaki her vatandaş “asker olmanın

kutsal görevi ile” hareket eder. 18 yaşına gelen her İsrailli kadın erkek fark etmeden askere

alınır. Erkeklerde 3 yıl, kadınlarda 21 ay askerlik zorunlu olarak ifa edilir. Askerlik görevini

tamamlayan her İsrailli 45 yaşına kadar her yıl 39 gün süreyle orduya alınarak ordunun her

kademesinde görev alır, daha sonra çatışmaya girerek güvenlik görevi üstlenirler.134

Askerliğin tek istisnası, kendilerini dine adayarak, hayatları boyunca Yahudi şeriat ve

kurallarına uygun olarak yaşamlarını sürdüren Ortodoks Yahudiler olup, devletten belli bir 133 Mete Çubukçu, “Bizim Filistin: Bir Direnişin Tarihçesi”, Metis yayınları, İstanbul: 2004, s.156. 134 Ibid., s. 157.

miktar alarak çalışmayan, devlete vergi vermeyen ve ayrı mahallede otururlar. Fakat İsrail

siyasetindeki etkileri büyüktür. Gerçek Yahudiliği temsil ettiklerini düşünen bu grup, hem

İsrail hem de Yahudiliğin yaşatılması ve korunması için çok önemli bir görev

üstlenmektedirler.

Görüldüğü gibi İsrail –Filistin çatışmasının İsrail üzerinde oluşturduğu en büyük

etkilerden birisi de adeta “güvenlik paranoyası ve endişesi ile” militer ve askerleşmiş bir

toplum yaratmasıdır. Her İsrail vatandaşının Filistinlileri birer “terörist” potansiyeli ile

görerek güvenlik ve savunmaya bu denli titizlik göstermeleri sonucu “asker millet” meydana

gelmiştir.

Sorunun İsrail toplumu üzerinde “militer” bir yapı oluşturmasına ek olarak “terörize

bir toplum” yarattığını söylemek zorundayız. Özellikle insan haklarının intifadalar sırasında

tepe noktaya ulaşması dünya kamuoyu tarafından da defalarca eleştiri konusu olmuştur.

İsrail insan hakları gruplarından olan B’Tselem’in İntifada’nın ikinci ayında

yayınladığı raporda “Filistinlileri öldürmelerine, Filistin kentlerinin İsrail tanklarıyla

çevrilmesi, kentlere giriş çıkış yasaklanmaları” yer almaktadır.

2000 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı İnsan Hakları Raporunda ise İsrail insan hakları

ihlalinde ilk sırada yer aldığı belirtilmiştir. Bu rapora göre İsrail’in genel olarak insan

haklarına saygı göstermesine rağmen 2000 yılında Yahudi olmayanlara yönelik ihlalleri

yüksek seviyeye ulaşmış ve işgal altındaki topraklarda gerçekleşen çatışma ve ayaklanmalar

sonucu 300’den fazla Filistinlinin ölümüne sebep olduğu belirtilmiştir.135

El Aksa İntifadasında 1183 ölümden 790’ı Filistinli ve 293 ise İsraillidir. On binlerce

yaralı ve çocuk ölümleri de ayrıca mevcuttur. Diğer taraftan Filistinliler sadece İsrail

tarafından şiddet ve baskıya maruz kalmamakta, ayrıca tutuklu olan birçok Filistinliyi de

çeşitli işkencelere maruz bırakmaktadır. İsrail için ise bu şiddet kullanımı tamamen Filistinli

teröristlerin saldırılarına karşı koyarak meşru müdafaa için alınmış önlemlerdir. Diğer taraftan

1999 sonlarında siyasi tutukluların sayısında da artış görülmektedir.

Bununla birlikte İsrail’in Gazze’ye olan abluka ve saldırıları da hukuki olarak

incelenmiş ve uluslararası insan hakları ihlalline değinilerek İsrail’in insanlığa karşı suç

135 Ibid., s. 158.

işlediği ortaya konmuştur. “Ünlü uluslararası hukukçu ve siyaset bilimci aynı zamanda BM

İnsan hakları özel raportörü Richard Falk, İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçu kapsamına

giren eylemlerini üç gruba ayırmıştır:136

• Toplu Cezalandırma: Birkaç militanın eylemi yüzünden Gazze Şeridinde yaşayan 1,5

milyon insanın tümü cezalandırılmıştır.

• Sivil hedefleri vurma: Nüfusun en kalabalık bulunduğu yerlere hava saldırıları

düzenlenmiştir.

• Orantısız askeri güç kullanımı: Hava bombardımanları sadece Gazze’deki bütün

resmi polis ve güvenlik bürolarına değil, diğer sivil yerlere de yapılmıştır. Evden

üniversiteye öğrenci taşıyan ulaşım araçlarına da saldırılar düzenlendiği rapor

edilmiştir.

Birinci gruba giren eylemler Cenevre Sözleşmesi tarafından yasa dışı olarak kabul

edilmiştir. “Bu sözleşmenin 33. maddesi, işlemediği suçtan dolayı korunan sivil halktan hiç

kimsenin cezalandırılamayacağını, toplu cezalandırmalarda bulunma ve bunun gibi halk

üzerinde korku salma ve onları dehşete düşürme eylemlerinin yasaklandığını hükme

bağlamıştır.”137 İkinci ve üçüncü gruba giren eylemler ise İsrail’in sivil hedeflere saldırması

nedeniyle insan hakları ihlaline girmektedir. Bununla birlikte İsrail’in “güvenlik ve savunma”

gerekçesiyle Filistin’e uyguladığı ihlaller ve katliamların sayısı oldukça kabarıktır. İsrail

1946’dan 2009 yılına kadar dur durak bilmeden nice katliam ve operasyon yapmıştır. Bu

katliamların en bilinenleri ise şöyledir:138

136Richard Falk, “Israel’s War Crime” December 29, 2008, http://www.thenation.com/doc/20090112/falk?rel=hp_currently , E.T: 15.11.2014. 137 İsrail, uluslararası insancıl hukuku düzenleyen 12 Ağustos 1949 tarihinde Cenevre’de imzalanarak kabul edilen 4 adet sözleşmeye 06.07.1951 tarihinde taraf olmuştur. Bkz. M. Lutfullah Karaman, Uluslararası İlişkiler Çıkmazında Filistin Sorunu, İz yayıncılık, İstanbul, 1991, s. 131; ICRC, (International Committee of the Red Cross) (2009, “Convention (IV) relative to the Protection of Civilian Persons in Time of War. Geneva, 12 August 1949”, http://www.icrc.org/ihl.nsf/385ec082b509e76c41256739003e636d/6756482d86146898c125641e004aa3c5 E.T:12.11.2014. 138 Bkz. Fatma Tunç Yaşar, Sevinç Alkan Özcan, Zahide Tuba Kor, “Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine”, IHH Araştırma Yayınları, İstanbul: 2010 s. 97.

Deir Yasin Katliamı (9 Nisan 1948)

Irgun terör örgütü militanları tarafından Deir Yasin köyünde yapılan katliamda 254 Filistinli

sivil katledilmiştir. Evler havaya uçurularak köyde kalan herkes kurşuna dizilmiş ve cesetleri

kuyulara atılmıştır.

Hayfa Katliamı (22 Nisan 1948)

Hayfa şehrini işgal eden Yahudi terörist ve örgütler 50 Filistinliyi katletmiş ve 200’ünü

yaralamıştır. Akka kentine doğru kaçmaya çalışarak hayatını kurtarmaya çalışan kadın ve

çocukların da 100’ü katledilmiş, 200’ü yaralanmıştır.

Kudüs Katliamı (5-7 Haziran 1967)

İsrail Birlikleri’nin Kudüs’ü havadan ve karadan yangın bombasına tutarak gerçekleştirdiği

katliamda 300 sivil hayatını kaybetmiştir. Yüzlerce ev ve iş yeri tahrip olmuş, çok sayıda

maddi hasar meydana gelmiştir.

Sabra ve Şatilla Katliamları (15-16 Eylül 1982)

1982’de Lübnan’ı işgal eden İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron’un gözetimi ve koruması

altında Lübnanlı Hristiyan Falanjist militanlar tarafından 36 saat içinde 2.000’e yakın

Filistinli mültecinin katledildiği elim olayda yüzlerce kişi İsrail’in Güney Lübnan’daki

sorgulama merkezlerine götürülmüş ve pek çoğundan bir daha haber alınması mümkün

olmamıştır.

Kudüs Katliamı (24-27 Eylül 1996)

Mescid-i Aksa’nın altında kazılan tünelin İsrail yönetimince açılması sürecinde ayaklanan

Filistinlilere yönelik olarak İsrail askerleri, 27 Eylül’de cuma namazı sırasında 12 Filistinliyi

katletmiş, birçoğunu da yaralamıştır. Bu süreçte toplam 76 Filistinli hayatını kaybetmiş,

yaklaşık 2.000 Filistinli de hafif ve ağır olarak yaralanmıştır.

Refah Katliamı (18-23 Mayıs 2004)

İsrail’in “Gökkuşağı Operasyonu” sırasında Gazze’deki Refah Mülteci Kampı’na düzenlediği

saldırılarda 53 Filistinli hayatını kaybetmiş, 120’si de yaralanmıştır. Yaklaşık 155 bina hasar

görerek yıkılmış, 1960 Filistinli evsiz kalmıştır. Katliamın neden olarak öne sürülen bahanesi

ise kaçakçılık yapılan tünelleri bulmak, yasa dışı füze sevkine engel olmak ve öldürülen 13

İsrail askerinin intikamını almaktır.

“Sıcak Kış” Operasyonu (28 Şubat-3 Mart 2008)

Filistin direniş örgütlerinin her türlü altyapı ve donanımını bozmak ve Kassam roketlerini

yok etmek nedeniyle Gazze’ye operasyon düzenleyen İsrail, en az 117 Filistinliyi öldürmüş,

200’ünü de yaralamıştır. Yaklaşık 800 Filistinlinin evi tahrip olarak kullanılamaz hale

gelmiştir.

Görüldüğü gibi Filistin meselesinde de güvenlik ve savunmanın çok önemli bir yeri

olduğu İsrail’de meşru müdafaa ve güvenlik gerekçesiyle sayısız operasyon, baskı ve

katliamlar gerçekleştirerek “radikal militan ve terörize” bir topluma dönüşmüştür.

- Demokrasi Krizi

Birbirinden farklı kültür ve ülkelerden gelen göçmen Yahudilerin devleti olan İsrail’de

var olan söz konusu kültürel faklılıkların ülkede “homojen bir Yahudi kimliği oluşturma”

çabaları sonucunda demokratik ve kimliksel olarak bir çıkmaz meydana gelmiştir. İsrail’in

hem Yahudiliğe hem de demokratik değerlere olan bağlılığını aynı potada birleştirme çabaları

bu iki değer arasında dengesizlik oluşturmuştur. Bütün dünya Yahudilerine kucak açarak

onlara ev sahipliği yapan İsrail, farklı kültürlerden gelen bu Yahudi topluluklarını “homojen

Yahudi ulusal kimliğine” uyumlu hale getirmeye çalışırken demokrasi ve kimlik konularında

ciddi bir kriz ortaya çıkarmıştır.

Diğer taraftan İsrail’in Filistin Sorunu kapsamında yaşadığı demokrasi krizinin arka

planını daha iyi anlamak için Ortadoğu Uzmanı Ufuk Ulutaş’ın İsrail Siyasetini Anlama

Kılavuzu adlı rapor giriş bölümünde yer alan şu ifadeleri yerinde olacaktır:“İsrail’i analiz

ederken yapılan en büyük yanlışlardan birisi, İsrail’i Ortadoğu ülkeleriyle aynı yöntem ve

ölçütlerle anlama çabasıdır. İsrail kuruluşundan beri fiziken Ortadoğu’nun kalbinde olsa da

zihnen bölge dışında yer almış ve bu sebepten Ortadoğulu olmakla olmamak arasında

ideolojik ve siyasi gelgitler yaşamış bir ülkedir. Vatandaşların önemli bir kısmı İsrail’de

doğmamış, on yıllardır aliya (İsrail’e göç) merkezli demografik stratejiler izlemiş, konuşulan

dillerden ve kullanılan aksanlardan, dini yaşayış ve anlayış şekillerine hatta fiziki

görünüşlerine kadar birçok önemli farklılıkları barındıran bir ülke olan İsrail, diğer

Ortadoğu ülkelerinin hepsinden farklı dinamiklere sahiptir.”139 Bu nedenle İsrail’i anlamak,

İsrail-Filistin Sorunu’nu daha iyi analiz edebilmek için bu dinamikleri açıklamaya

çalışacağım.

19. yüzyıl sonlarından itibaren Filistin topraklarına yönelik Yahudi göçleri sonucu

oluşan İsrail toplumu, İsrail nüfusunun %83’nü meydana getirmektedir. Bu Yahudi göçmenler

zaman içerisinde köken, kültür ve gelenek açısından bir takım değişikliklere uğramış olsa

İsrail siyasetinden büyük rol oynamaktadırlar. İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılında 650

bin olan Yahudi nüfus, sonraki yıllarda artan göçlerle 1961 yılında 1 milyon 900 bin, 1982’de

3 milyon 300 bin ve günümüzde ise 7 milyon 800 bin civarındadır. 1948 yılında sadece yüzde

35 olan ve Sabra olarak adlandırılan İsrail doğumlu Yahudilerin oranı yüzde 57 iken

günümüzde bu oran yüzde 75’tir. Bu oranla ile İsrail, yedi milyona yakın Yahudi’yi

barındıran ABD’nin ardından en çok Yahudi nüfusuna sahip olan ülke durumundadır.140

Kurulduğu dönemde ilk olarak Nazi soykırımından kurtularak İsrail’e sığınan

Yahudileri göçmen olarak kabul eden İsrail, Arap devletleriyle de birçok mücadelede

bulunmuş ve söz konusu göçleri kolaylaştırmak için de çeşitli operasyonlar düzenlemiştir.

Böylelikle İsrail, “varoluş amacının dünyanın neresinde olursa olsun tüm Yahudilerin

sığınabilecekleri bir yurt haline gelmek olduğunu” bir kere daha ortaya koymuştur.141 Bu

duruma emsal olarak 1950 yılındaki “Geri Dönüş” yasasıyla Musevi dinine mensup olan

herkesin İsrail’e ayak basar basmaz vatandaşlık hakkı verilmesidir. Özellikle 1970’li yıllarda

İsrail’e olan göçlerin azalması ile endişelenen İsrail, bu konuda birtakım önlemler almıştır. Bu

önlemlerden bazıları Etiyopya’da yaşayan ve Falaşa olarak adlandırılan Yahudilerin İsrail’e

getirilmesi olarak belirtilebilir.

139 Ufuk Ulutaş, Selin M. Bölme, “İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu”, SETA Raporu, Aralık 2012, s. 11. 140 https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/is.html 141 Beril Dedeoğlu, Ortadoğu Üzerine Notlar, İstanbul: Derin Yayınları, 2002, s. 105.

İsrail’in göçleri artırmak suretiyle ülkeyi bir “Yahudi Yurdu” haline getirmesi yolunda

en çok çaba sarf ettiği alan olması ile birlikte “göçmenlerin ülkeye uyum sağlaması” da bir o

kadar çaba gereken bir alan olmuştur. Bu konuda çeşitli sıkıntılar yaşanmış olup, en büyük

sıkıntılar ise etnik ayrımlardan kaynaklanmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa kökenli olan,

İsrail’de her zaman üstün bir konuma sahip olan Aşkenazlar ile genellikle Ortadoğu ve

Müslüman ülkelerden gelen, genel olarak Aşkenazlara göre yüzde 30 oranında daha az gelire

sahip olan Sefarad toplulukları arasında yaşanan gerginliklerdir. Aşkenazlar içinde yer alan

Almanya kökenli Yahudiler kendilerini Polonya kökenli Yahudilerden daima üstün görmüş,

Rusya’dan son göç dalgalarıyla gelen Yahudiler ise tamamen ayrı bir topluluk olarak

varsaymışlardır. Rusya’dan çok kalabalık bir halde ve göç dalgasıyla gelen bu Yahudilerin

birçoğunun İbranice bilmemesi ve dini kurallara bağlı olmamalarından dolayı İsrail’de ciddi

eleştiriler almışlardır.142

Diğer taraftan kendilerini İsrail Devleti kurulduğu günden bu yana ikinci sınıf

vatandaş olarak görüldüğünü iddia eden Sefaradlar ise kendi içlerinde dahi uyum

sağlayamamışlardır. Örneğin Irak Yahudileri kendilerini Yemen veya Fas Yahudilerinden

üstün görmüşlerdir. Bununla birlikte Etiyopya’da yaşayan ve Falaşa olarak adlandırılan zenci

kökenli Yahudilerin de tam anlamıyla bir Yahudi olup olmaması konusunda çeşitli tartışmalar

çıkmıştır. Uzun süren tartışmalar sonucu İsrail Hahambaşılığı Falaşaların Yahudi olduklarına

karar vermiştir. Günümüzde Falaşalar İsrail’de en fakir ve en az bütünleşmiş topluluktur.

Bütün bu etnik ayrım ve tartışmaların yanında dini açıdan da İsrail’de “seküler-dindar”

tartışmaları yaşanmıştır. Haredim olarak adlandırılan ve siyah kıyafetleriyle tanınan bu tutucu

Yahudiler, İsrail’in demokratik karakterindeki en büyük engeldir.143 1995 yılında Başbakan

Yitzak Rabin’in tutucu bir Yahudi tarafından öldürülmesi bu durumu açıklamaktadır.144 Diğer

taraftan İsrail’in kuruluşundan bu yana laik kesim ile radikal dindar kesim arasında yaşanan

bu anlaşmazlıklar nedeniyle İsrail’in yazılı anayasası yoktur. Bunun yerine 11 maddelik temel

yasa ile yönetilmektedir. Radikal dincilerin yazılı anayasaya çıkmalarının en büyük nedeni ise

Yahudi şeriatı olarak belirtilebilecek Halaka’dan daha iyi bir kural metninin olamayacağına

olan görüşleridir.

142 Nurlan Mumınov, “İsrail’de Demokrasi ve Kimlik Krizi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 7 Sayı 34. 143 Dedeoğlu, op.cit., s. 107. 144 Ibid., s. 108.

Diğer taraftan Eşkenaz – Sefarad çatışmasının bir benzerini de Ortodoks ve Seküler

Yahudiler arasında görülmektedir. İsrail’in ilk yıllarındaki seküler Yahudiler genel olarak

Siyonizmi destekleyip İsrail’in ekonomik, sosyal ve siyasi olarak güçlendirme hedefleri

varken, Ortodoks Yahudilerinin temel olarak Yahudiliğin saflığının korunarak muhafaza

edilmesi amaçları vardır. Bu çatışma belirgin olarak İsrail Devleti’nin Geri Dönüş Yasası,

Anayasa tartışmaları gibi karakteristik özelliklerinin belirlenmesinde kendini göstermiştir.

Bununla birlikte Yahudiler dışında nüfusun yüzde 17’sini oluşturan İsrailli Araplar mevcuttur.

İşgal edilen topraklarda yaşayan ve Filistinli olan Araplar dışında varlığını sürdüren İsrailli

Araplar, İsrail’de yaşayan diğer Yahudi vatandaşlık haklarından yararlanmaktadır. 1948

yılında 165 bin olan İsrailli Arapların şu an sayıları 800 bini aşmıştır. Filistinlilere göre çok

daha eğitimli ve ekonomik durumları iyi olan İsrailli Araplar, 1949 yılından beri İsrail

Parlamento’sunda (Knesset) temsil edilmektedir. Çoğunluğu Müslüman olan İsrailli Arapların

yaklaşık 100 bini Hristiyan, 80 bini ise Dürzidir.

Bu karmaşık etnik yapı hiç kuşkusuz İsrail siyasal yapısını da etkileyerek yapılan

seçim sonuçlarına da yansımıştır. 1999 yılı yapılan seçimler 1996 yılında yapılan seçimlere

göre çeşitlilik göstermiştir.

Diğer taraftan her ne gerekçe gösterilirse gösterilsin, İsrail’de yapılan çoğu

araştırmalarda halkın barışı sürecini desteklediği sonucuna varılmıştır. Tercihler genellikle

“hangi partinin İsrail çıkarları doğrultusunda barış sağlayacağına” göre şekil almaktadır.145

Bununla birlikte İsrail’de Yahudi olmayan Arap, Çerkez, Dürzî, Bedeviler ve diğer

azınlıkların toplumsal ve siyasal hayattan dışlanarak eşit olmayan şartlarda yaşamaları

İsrail’in kimlik, vatandaşlık ve demokratik değerlerinin sorgulamasında bir başka örnektir.

Bağımsızlık Bildirgesi, Geri Dönüş Yasası ve Yurttaşlık Yasası temelinde inşa edilen İsrail

kimlik ve vatandaşlık politikası kurumsal olarak İsrail’e göç eden Yahudilere vatandaşlık

verme ve egemen kültüre entegre etme İçişler ve Absorbasyon Bakanlığı tarafından

yürütülmektedir. İsrail Devleti kurulduğundan bu yana en temel tartışma ise kimin gerçek bir

Yahudi olduğu üzerinde olmuştur. “İsrail’in hem Yahudiliğe hem de demokrasiye olan çifte

bağlılığı bu ikisinin arasındaki dengeye meydan okumuştur.”146 “Kim Yahudi’dir, Modern

145 Ibid., s. 108-109. 146 Guy Ben-Porat, Bryan S. Turner, “Contemporary Dilemmas of Israeli citizenship”, Citizenship Studies, 12: 3 2008, s. 195.

İsrail’in demokratik karakterini tanımlayan şey nedir” gibi sorular İsrail’de mevut

tartışmaların temelinde olan sorgulamalardır.147 Özellikle Yahudi kimliği üzerine yapılan

tartışmalar son yıllarda İsrail’e göç eden Yahudiler arasında sorun teşkil eder hale gelmiştir.

Diğer taraftan İsrail’de kimlik sorunun yanında vatandaşlık konuları da tartışmalı

konular arasında yer almaktadır. Her ne kadar günümüz dünya konjonktüründe ulusal kimlik

ve vatandaşlık kavramları aynı şekilde kullanılıyor olsa da İsrail bu konuya ayrı önem

göstermektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi İsrail’in varoluş gayesi olarak öne sürdüğü

“güvenlik” perspektifini merkeze koyarak İsrail’de yaşayan Yahudi olmayan vatandaşlara

uyguladığı eşitsizlik içeren politikaları demokratik ilkelere aykırı düşmektedir, başka bir

deyişle “etnik demokrasi” modelini uygulayarak “Yahudiler ve diğerleri” ayrımı yapmaktadır.

Söz konusu kimliksel ayrışma daha önce de belirttiğimiz gibi İsrail Devleti’nin hemen

kurulmasından sonra ve din, etnik temelli olarak çıkmıştır.148 Bu sebeplerden ötürü İsrail

kurulduktan sonra kimlik politikalarına ağırlık vermiştir.

Temel amaç farklı kültür ve ülkelerden İsrail’e göç eden Yahudileri tek çatı altında

toplayarak katıksız bir Yahudi ulusal kimliği yaratmaktır. Bu tek çatı altında birleştirmek için

kullanılan yöntemlerden birisi İbraniceyi hem okuma hem yazma dili olarak devlet dili haline

getirmek olmuştur, fakat İbranicenin hem okuma hem yazma dili olarak devlet dili haline

gelmesi dine verilen değer ve önemi arka sıralara iterek “Yahudi ulusal kimliği” kavramının

farklı anlamlara gelmesine neden olmuştur. Her ne kadar İbranicenin diaspora Yahudileri hem

de İsrail’de bulunan Yahudiler için ortak bir kültür altında birleşmeyi ifade etse de İsrail her

zaman kimlik politikalarına ağırlık vermiştir. Bununla birlikte yapılmaya çalışılan tüm kimlik

politikalarına rağmen hala “İsrail Devleti’nin meşru sahipleri kimlerdir? Kendini Yahudi

kabul eden herkes midir yoksa İsrail vatandaşı sayılan herkes midir?”149

147 Ibid., s. 195. 148 Din üzerindeki tartışmalar Avrupa kökenli laik Yahudiler ile yerel radikal dinci Mizrahim ya da Doğu Yahudileri arasında yaşanmıştır. Bu iki grup arasındaki kültürel farklılıklar Yahudi toplumunu tek kimlik altında birleştirme konusunda zorluyordu. Etnik düzeyde yaşanan tartışmalar ise Aşkenazi, Mizrahim ve Falaşalar arasında meydana geliyordu. 149 Shlomo Sand, “Yahudi Halkı Nasıl İcad Edildi?” Çev: Işık Ergüden, İstanbul: Doğan Kitap, 2011, s. 344-345.

Görüldüğü gibi İsrail’de Filistin meselesinin en önemli yansımalarından biri de dinsel

ve etnik temele dayanan kimlik krizi olmuştur. İsrail Devleti kurulduğu yıllardan günümüze

kadar devam eden bu kimlik krizi aynı zamanda demokratik değerlerin benimsenmesi ve

uygulanmasının da önünde en büyük engel olmuştur. Vamık Volkan’ın ifadeleriyle “sentetik

ulus” olan İsrail Devleti’nin yaratmış olduğu “içteki öteki” İsrail’in kuruluşu ile başlayarak

devam eden ve Yahudi ulusal kimliği inşa etme çabasının önündeki sorunun kaynağını teşkil

etmektedir.150

- Yalnızlaşan İsrail

İsrail- Filistin çatışmasının İsrail’e olan bir diğer sonucu ise “yalnızlaşmasıdır”.

Yalnızlaşan İsrail’in neden ve nasıl böyle bir tavra mahkûm edildiğini İsrail siyasal yapısı ve

dış politika hedeflerine bakarak anlamamız daha yerinde olacaktır.

İsrail’in siyasi dinamiklerinden birisi parlamenter demokrasiye sahip olmasıdır.

Knesset tarafından beş yıl görev süresi olan Cumhurbaşkanı günlük siyasette aktif olmamakla

birlikte sadece onursal makam olarak bulunmaktadır. Knesset ise dört yıllık görev süresi için

120 üyeden oluşan tek meclisli bir yapıdır. Tek seçim bölgesi olarak kabul edilen İsrail’de

yüzde 1,5’lık barajı geçen partiler Knesset’e girebilme olanağı yakalamaktadırlar. Bununla

birlikte İsrail’de siyasal katılım oldukça yaygın olmakla birlikte ülke siyasal yaşamında

siyasal partiler önemli rol oynamaktadır. Söz konusu siyasal partiler farklılık ve çeşitliliğin

temsilcisi olarak önemli görev üstlenmektedir.

İsrail’de egemen olan iki partiden söz etmek gerekir. Bu partiler 1949-1977 yılları

arasında aralıksız iktidarda kalan merkez sol parti olan İşçi Partisi ve merkez sağ partisi Likud

Partisidir. İsrail’de en sol görüşten en sağa kadar olan partiler şöyledir: İsrail Komünist Parti,

Şinui, Meretz, İşçi Partisi ve Likud, İsrail B’Aliya, Moledet, Ulusal Dinci Parti, Şas, Aguda

İsrael ve Kah. Bununla birlikte İsrail’de dünyada eşine rastlanmayan bir uygulama örneği

150 Vamık Volkan, “Körü Körüne İnanç: Kriz ve Terör Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri, Çev: Özgür Karaçam, İstanbul: Okuyan Us yayınları, s. 43-45.

olarak başbakanların halkoyuyla doğrudan seçimleri görülmektedir. Başbakan seçilmek içinse

oyların yüzde 50’den fazlasını almaları gereklidir. İsrail’de var olan bu dağınık siyasal hayatı

oldukça homojen bir dünya görüşüne sahip, sivil, yüksek düzeyli asker ya da dini unsurlardan

oluşan Yahudi elitler kontrol altında tutmaktadırlar.151

Diğer taraftan İsrail ulusal bilincinde yer alan “savaşlar, çatışmalar, terörist eylemler,

nefret söylemleri, Arapların İsrail’e olan düşmanlıkları” gibi kavramlar İsrail’in Ortadoğu’da

yalnızlaştığını, ittifaklardan yoksun olarak tecrit edildiğini ve bu sayede tehditlere açık bir

hale gelerek askeri olarak daha fazla güce ihtiyacı olduğuna inanmaktadır. İsrail’in dış

politikası bu duruma bağlı olarak “güvenlik endişelerine” göre şekillenmiştir. İsrailli dış

politika belirleyicilerine göre İsrail, Ortadoğu’da dört tarafı düşman Araplarla tek başına

mücadele etmek zorundadır. Bu nedenle İsrail, dış politika ve güvenlik meselelerinde temel

çıkış noktası, müzakereler yoluyla soruna barışçıl çözüm bulmak ve etkili savunma

kapasitesini geliştirerek saldırgan emellerin hâkim olduğu bir bölgede güvenliğini güvence

altına almaktır.152 Bilindiği üzere İsrail dış politikasının belirlenmesinde Filistinliler ve Arap

ülkeleriyle olan savaş ve çatışmalar etkili olmuştur. Her ne kadar İsrail yönetimi Filistin ve

komşu Arap ülkeleriyle “barışçıl” bir zeminde olmanın İsrail’in kalkınması, varlığı ve dış

politikasının temel hedefi görse de “güvenlik ve tehdit algısı” nedeniyle İsrail coğrafi ve

siyasi olarak yalnızlaşmaya kendini mahkûm etmektedir. Bölge de yeterli desteği

göremeyeceğine inanan İsrail, AB ülkeleri, Avustralya, Kanada, Japonya, Güney Kore gibi

bölge dışı ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye çalışarak hiç değilse uluslararası arenada dost

edinmeye çalışmıştır. Bu tür bölge dışı ilişkilerin Filistin ile olan temel sorununa da yararlı

olacağını düşünen İsrail, bu yol ile ikili ekonomik ve siyasi olarak desteği arkasına alarak

İsrail’in Filistin ve Arap ülkelerine karşı caydırıcılığını da güvence altına alacağını tahmin

etmektedir.153

Realist bakış açısıyla “Ortadoğu’yu istikrarsızlığın merkezi olarak gören ve bu sayede

çevredeki Arap ülkelerinin baskısı altında olduğuna inanan bir İsrail Devleti” dış politika

151 Ertan Efegil, “İsrail’in Dış Politikası’nın Belirleyicileri”, ORSAM Ortadoğu Analiz, Ocak 2013 – Cilt 5 – Sayı 49. 152 Ibid., s. 55. 153 Ibid., s. 55-56.

tanımı yapılmaktadır. Bu tanımdan hareketle İsrail bölgesel güvenlik ilişkilerini devletten

devlete temelinde görerek güçlü askeri yapıya sahip olmanın önemine ısrarla inanmaktadır.154

Görüldüğü gibi İsrail, “ulusal güvenliği sağlamak adına” saptadığı dış politika

hedeflerini de söz konusu “Yahudiliğin yurdu” olması kavramına dayandırmaktadır. Bu

kavramdan hareketle İsrailli araştırmacıların yorumuyla İsrail dış politikasının temel vazifesi

“saldırgan ve düşman Arap dünyası ile kuşatılmış ve Siyonizm’in ana noktası olan İsrail’in

varlığının muhafaza edilmesidir.”155 Ayrıca İsrail dış politikasının temel belirleyici olan

“güçlü askeri yapıyı korumak, yeni Yahudi yerleşimcilerini toplumla uyumlu hale getirmek

ve yeni göçmenler için yeni yerleşim birimleri açma” gibi çabaların da İsrail için ayrı önemi

vardır. Diğer taraftan İsrail’in 1967 Batı Şeria ve Gazze’yi işgali ile ortaya çıkan Filistin

Sorununda mevcut yerleşim yerlerinin güvenliğini sağlamak durumundadır. Fakat bu hedefi

sağlamak için yeterli insan gücüne sahip olmayan İsrail, çözümü İsrail halkını Filistinlilerden

ayırma politikasını benimseyerek İsrail ve Filistin arasına “Utanç Duvarı” inşa etmiştir. Bir

taraftan Filistin’e özerklik vermeyi kabul ederken bir yandan Filistinlilere ait olan toprakları

İsrail ordusu tarafından çevrelenmek suretiyle kendi kontrolü altına almıştır, böylece İsrail dış

politikasının en önemli unsurlarından birini teşkil eden söz konusu topraklar üzerinde kendi

meşruiyetinin tüm Arap devletleri ve uluslararası alanda tanınması sağlanacaktır.

Daha önce de belirtildiği gibi İsrail dış politika unsurları genel olarak “güvenlik ve

stratejik düşünceler” üzerinde belirlenmektedir. Asıl olarak İsrail’in Filistin sorunu ile birlikte

coğrafi ve siyasi olarak yalnızlaşması da var olan bu unsurlardan meydana gelmektedir.

Özellikle İsrail’deki “aşırı sağ ve ırkçı bir karaktere” sahip olan iktidarın mevcudiyetinden

dolayı İsrail bölgeden daha fazla uzaklaşmaya ve yalnızlaşmaya mahkûm olmaktadır. Ülke

çıkarlarına yönelmektense ideolojik bir tavır benimseyen ve sadece “aşırı sağ görüşlere sahip

bir halkın” olduğu yanılgısına düşürülerek politika izleyen İsrail Hükümeti, söz konusu dış

politika ile de hem İsrail halkı tarafından hem de dünya kamuoyunun nefretini kazanmıştır.

İktidarda bulunan İsrail Hükümeti’nin, milliyetçi, muhafazakâr temelli Likud Partisi’nin

“aşırı sağcı-ırkçı temeller üzerinden şekillenmiş Yisrael Beitenu (İsrail Evimiz), muhafazakâr

Şas, sol görüşlü bir parti olmasına karşın cesur karakterli bir lidere sahip olan İşçi Partisi ile 154 Ibid., s. 56. 155 Süleyman Özmen, “Ortadoğu’da Etnik Dini Çatışmalar ve İsrail,” İstanbul: IQ Yayıncılık, 2002, s. 115.

sağ kesimin bir başka partisi olan Yahudi Evi arasında oluşturulmuş bir koalisyonunun”

politika ve tavırları156 İsrail’in neden yalnızlaştığını ortaya koymaktadır.157 Koalisyon lideri

olan Benjamin Netanyahu’nun iktidarda kalabilmesi için ise temel şart “aşırı sağ, milliyetçi ve

muhafazakâr” cenahın oylarını kaybetmemektir. Daha önce çok defa tekrar ettiğimiz gibi

İsrail toplumunu birleştiren temel unsur Yahudiliktir, her ne kadar farklı kültür ve

coğrafyalardan gelmiş bu topluluklar arasında sürtüşmeler çıkmış olsa da bu toplumu ayakta

tutacak en temel dinamik “İsrail milliyetçiliği ve dini unsurlardır.” Fakat İsrail Hükümeti’nin

yeni yerleşimler noktasında çatışma alanlarına sebebiyet verecek politikaları, İsrail vatandaşı

olan Araplara karşı eşit olmayan tavır ve Filistin Sorunu açısından çözüm yoluna

yaklaşmaması gibi tavırları gerek İsrail toplumu açısından gerek de dünya kamuoyu açısından

büyük tepkilere yol açmaktadır. Bu duruma ülke içerisinde var olan ekonomik problemler, söz

konusu dış politika tartışmaları ve sosyal sıkıntılar girince büyük bir açmaz meydana

gelmektedir. Hiç kuşkusuz İsrail iç politikasında var olan bu açmaz ve sıkıntılar dış politikaya

da yansımıştır. İzlediği yanlış tavır ve politikalar karşısında kendine düşman devletler edinen

İsrail, bugüne kadar ABD’nin ve ABD ve AB ülkelerinde ciddi nüfuzu olan Yahudi Lobisinin

yardım ve desteği ile ayakta kalmayı başarmıştır.158

İsrail’in Ortadoğu’daki etkinliğinin sürmesinde en başta Türkiye ve Mısır’ın desteği

olmasına rağmen, Türkiye’nin İsrail’in Filistin meselesi üzerindeki çözümsüz tavır ve

hareketleri, Gazze ablukasından rahatsız olmasından dolayı siyasi olarak ilişkilerini fiilen

durdurma kararı alarak İsrail’in iyice yalnızlaşmasına neden olmuştur.

Daha önce de belirtildiği gibi İsrail – Filistin çatışmasının, İsrail’de söz konusu iç ve

dış politika unsurlarının var olması nedeniyle siyasi, coğrafi ve ekonomik olarak

yalnızlaşmasına neden olmuştur. İsrail’in içine düştüğü bu yalnızlığın aşılması için de İsrail’in

Filistin Sorunu’nun çözümü konusunda ciddi bir irade göstermesi gerekmektedir. Zira mevcut

156 Daha geniş bilgi için bkz: Ek 2. “Filistin Direniş Hareketleri ve İsrail’deki Siyasi Partiler.” 157 Göktürk Tüysüzoğlu, “İsrail Yalnızlaşıyor”, USAK Stratejik Gündem, 19.09.2011, Erişim için: http://www.usakgundem.com/yorum/414/israil-yalnızlaşıyor.html 158 Göktürk Tüysüzoğlu, “İsrail Yalnızlaşıyor”, USAK Stratejik Gündem, 19.09.2011, Erişim için: http://www.usakgundem.com/yorum/414/israil-yalnızlaşıyor.html

ABD hükümetinin de Ortadoğu’da yalnızlaşan bir İsrail’in var olmasının siyasal çıkarına

uygun olmaması nedeniyle durumdan hoşnut olmayacağı muhtemeldir.

SONUÇ

Osmanlı Devleti’nin dağılışı ile birlikte sancılı bir sürece giren Ortadoğu, değişim ve

dönüşüm evresinin başlangıcı olurken, diğer Ortadoğu Devletlerinden farklı olarak Filistin

toprakları önce Siyonistlerin göçlerine, sonra da İsrail Devleti’nin kuruluşuna tanıklık

etmiştir. En az yüzyıldan beri devam eden, sadece 20.yüzyılın değil, çağımızın da kanayan

yarası durumunda bulunan Filistin Meselesi, 19.yüzyılın sonlarına doğru “Siyonizm” hareketi

ile dinamizm kazanıp, İsrail Devleti’nin kuruluşu ile de sona ermemiş, aksine etkileri ve

tepkileriyle de 21.yüzyıla taşınan bir mesele olarak gündeme oturmuştur.

Diğer taraftan İsrail Devleti’nin kuruluşu ile Filistin Meselesi çok önemli sürece

girmiştir. Bu süreci İsrail lehine kaleme almış olduğu çalışmalarıyla bilinen Amerikalı

hukukçu ve yazar Alan Morton Dershowitz’in sözleriyle belirtmek istiyorum:159 “(1947’de)

BM eski İngiliz mandasının biri Arap diğeri Yahudi iki devlete bölünmesini tavsiye etti. İsrail

ve dünyanın büyük bir kısmı bu bölünme planını kabul etti ve İsrail devlet olarak

bağımsızlığını ilan etti. Amerika, Sovyetler ve diğer büyük güçler bu bu ilanı ve bölünme

planını kabul etti. Arap dünyası ise tek bir ağızdan bu bölünme planını ve İsrail devletini

tanımayı reddetti.”

Sorunun aslında başlangıç noktasını teşkil eden konu burası olmuştur. 30 yıl boyunca

dünyanın farklı coğrafyalarından Siyonist teşkilat ve örgütlerle Filistin topraklarına

Yahudilerin göçlerine izin verip, Yahudilerin burada silahlanarak direnişe geçmelerini

sağlayan İngilizlerin, “başarılı diplomasileriyle” Yahudi Devleti 1948 yılında kurulmuş. Belki

de tarihin hiçbir döneminde, hiçbir coğrafyasında İsrail ve Filistin’de olduğu gibi tabiri caizse

“avuç içi kadar toprak” uğruna bu kadar sert ve acımasız bir mücadele yaşanmamıştır.

Filistin toprakları üzerinde gerçekleşen bu “acımasız ve sert mücadele” ise modern

çağın en uzun çatışması olarak değerlendirilmektedir. Diğer taraftan 20.yüzyılda yaşanan

hiçbir çatışma ya da mücadelede Filistin meselesi kadar uluslararası eksende izlenmemiş ve

önem teşkil etmemiştir. Bu anlamda “Filistin Sorunu çözülmeden Ortadoğu’da herhangi bir

sorunun çözülmesi mümkün değildir” iddiasından hareketle baksak da bölgede çıkan yeni

sorunlar söz konusu sorunun çözümünü güçleştirmiştir. Bununla birlikte Filistin Sorunu salt

“toprak paylaşımı” meselesinin ötesinde derin ve ciddi sorunlar barındırmaktadır. Bu

durumun aksi düşünülerek sadece toprak paylaşımı meselesi gibi görülseydi hiç kuşkusuz

bugüne kadar çoktan çözüme kavuşmuş olur ve iki halk arasında barış sağlanırdı. Sorun

temelde Filistin halkı ve Filistin’e göç eden Yahudi halkı arasındaki sosyal ve siyasi bir savaş

olarak görülse de tamamen aynı toprak parçası üzerinde hak iddia ederek birbirlerinin var oluş

mücadelelerini inkâr eden iki topluluğun “kimlik” savaşıdır. Meselenin kimlik mücadelesi

üzerinden gidiyor olması tarafların birbirlerinin “var oluş nedenlerini, etnik kimliklerini, milli

varlıklarını” inkâr ederek tehdit unsuru oluşturmalarına sebep olmaktadır. Böylece

birbirlerinin etnik ve varoluşlarını inkar eden bu toplulukların tarih anlatımı da aynı şekilde

yok sayan ve inkar eden bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. İki topluluğun aynı toprak parçası 159 Turan Kışlakçı, “Filistin Devleti’ne Doğru 2: Filistinliler BM kararını neden reddetti?” Erişim için: http://www.timeturk.com/m/yazi.asp?id=34945

üzerinde salt bir milletin var olabileceğine olan inanç ve inatları tarafların bir diğerinin

kimliğini “otomatik” olarak yok saymasına neden olmuştur. Diğer bir deyişle aynı hakikate

farklı anlam ve ifadeler yükleyen iki topluluk karşı karşıya gelerek büyük ve etkisi günümüze

kadar devam edecek çatışma alanı meydana getirmişlerdir. Her iki topluluk da tarih

okumalarını “mağduriyet” üzerinden yaparak Sorun’u daha çetin bir hale dönüştürmüşlerdir.

Filistin halkı mağduriyetlerini “evsiz yurtsuz bırakılmaları, Yahudiler tarafından topraklarının

işgal edilerek mülteci konumuna düşmeleri” şeklinde yaparken İsrail ise “vaat edilmiş

topraklara ulaşarak kutsal bir amaç uğruna Siyonizm’in gerektirdiği şekilde davrandıkları”

üzerine kurmuşlardır. Tamamen birbirine bu zıt iki tarih okumasının ise mevcut koşullarda

açık bir şekilde eylem ve enerji harcamadan uzlaşıya kavuşmaları çok uzak görünmektedir.

Bununla birlikte İsrail-Filistin çatışması Ortadoğu coğrafyasının da denge unsuru

olarak yer almaktadır. Çatışma halinde olan İsrail ve Filistin halkının varlığı Ortadoğu için

dengesizlik anlamına gelmektedir. Nitekim İslamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi üç

önemli dinin Kudüs’te toplanması Filistin meselesi için çok daha farklı ve önemli bir boyut

kazandırmıştır. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Filistin meselesi ve Kudüs arasındaki ilişkiyi

anlatan sözlerinden hareketle “Genelde Kudüs özel de Mescidi Aksa meselesi çözülmeden

Filistin ve Ortadoğu meselesinin çözülebilmesi çok güçtür. Filistin meselesi Kudüs

meselesine, Kudüs meselesi de Mescidi Aksa meselesine indirgenebilir” yer verilmektedir.160

Sorunun dini boyunu teşkil eden Kudüs’ün statüsü konusunun da çatışma içerisinde ayrı bir

önemi olduğunu daha önce belirtmiştik.

Diğer taraftan İsrail ve Filistin arasında gerçekleşen “sıfır toplamlı” bu çatışmanın

taraflar için ciddi hasar ve etkileri olmuştur. Oslo Süreci’nin bir süre “askıya alınması” ile

birlikte uzlaşma çabaları da rafa kaldırılmıştır. Filistin Yönetimi’nin Filistin halkı için uzun

vadeli stratejiler ortaya koyamaması ve halkın İntifadalar ve Gazze ablukası nedeniyle yorgun

düşerek umut ve heyecanlarının kaybolmasının yanında ekonominin her geçen gün kötüye

gitmesi Filistin halkını oldukça zayıf düşürmüş ve yıldırmıştır. Söz konusu İntifadalar ise

Filistin için ayrı bir önem arz etmektedir. Filistin halkı için İntifada, İsrail’in baskı ve yıldırıcı

politikaları devam ettiği sürece ömür boyu devam edecektir. İntifadalar hiç kuşkusuz Filistin 160 Ahmet Davutoğlu, “Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu”, İstanbul: Küre Yayınları, 2009, s. 372.

halkının varoluş mücadelesindeki en önemli aracıdır. Son tahlilde iki tarafın da bu şart ve

unsurlar altında “varoluş ve kimlik” mücadelelerini tanıyarak birlikte yaşaması zor görünse de

aslolan “nefreti besleyen unsurların” ortadan kalkması gerekmektedir. Diğer taraftan İsrail’in

Filistin Devleti varlığını ve meşruiyetini tanımaması çatışmanın en büyük nedenleri arasında

yer almaktadır. Bu durumda bağımsız bir Filistin Devleti kurulmadan İsrail toplumunun

istikrar ve selamet içinde yaşaması mümkün olmamakta, sürekli güvenlik ve savunma

paronayası halinde yaşayan bir toplum etrafı güvenlik çeperleriyle çevrelenmiş bir halde

yaşayacak ve şiddet unsurları daima şiddeti doğuracaktır. Şu noktayı da eklemek gerekirse

Filistin Sorunu çözüme kavuşmadıkça 11 Eylül ve etkileri de tüm dünyada yaşanmaya devam

edecektir. 11 Eylül olayları ile Filistin Sorunu global ölçekteki aktörlerin ve dinamiklerin

değişmesiyle birlikte çok daha belirgin bir hale dönüşmüştür. Özellikle Ortadoğu’nun

Dörtlüsü olarak adlandırılan ABD, AB, Rusya ve BM’nin 2002 yılı başlarında harekete

geçerek Yol Haritası çıkarmaları bölge dışı oyuncuların da sürece farklı boyut

kazandırmalarına neden olmuştur.161

Görüldüğü gibi daha önce çok defa zikrettiğimiz gibi Filistin meselesi gerek İsrail

gerek de Filistin için ciddi yarılmalar ve kayıplar vermelerine neden olan bir kimlik ve

varoluş mücadelesidir. “İki tarafında kaybettiği bu sıfır toplamlı oyun” ise taraflara olduğu

kadar bölge dışı oyunculara da ciddi yansımaları olmuştur. bu yansımalardan biri ABD ve

Rusya arasındaki rekabet olarak karşımıza çıkmaktadır. 1948-49 savaşı sonrası bir tür

zincirleme kriz evresi olarak adlandırılan dönemde ABD, İngiltere ve Fransa’nın yeni ve

potansiyel savaş olasılıklarına karşı tedbir almak amacıyla 25 Mayıs 1950 yılında Arap

ülkeleri ve İsrail’e sınırlı silah satışı kararı almalarına katılmayan SSCB silah satışı

konusunda avantaj sağlayarak Ortadoğu’ya açılımını kolaylaştırmıştır. Böylece ABD ve

SSCB arasında tarihsel arka planda başlayan rekabetin adımları atılmıştır. Her ne kadar

SSCB’nin Ortadoğu coğrafyasına açılmasını istemeyen devletler Arap-İsrail çekişmesiyle

başlayan çatışmalardan SSCB’nin avantajlı olarak çıkmasına izin vermemek amacıyla 1949

161 Şiddetin durdurulması, özerk bir Filistin Devletinin kurulması, Kudüs ve Filistinli mültecilerin geri dönüşü gibi hayati konular içeren Yol Haritası’nın genel olarak Filistin tarafından beklenti ve taleplerin olması dikkat çekmektedir. İsrail’den beklenen ise işgal altındaki topraklarda yaşamı normale çevirmek ve 28 Eylül 2000 sonrası işgal ettiği topraklardan çekilmesi olmuştur. Hiçbir madde ve hükmü hayata geçmeyen Yol Haritası’nın İsrail ve Filistin arasında gerçekleşecek olası barış planından çok Filistin halkını oyalama taktiği olduğu söylenebilir. Fakat Filistinliler için demokrasi ve demokratik taleplerin de başlangıç dönemi olmuştur.

tarihli NATO ve 1954 tarihli ve Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan’ın da yer aldığı Balkan

Paktı çevresinde Sovyetleri çevrelemek maksadıyla oluşturulan politikanın uzantısı olarak

1955 yılında Bağdat Paktı kurmuş olsalar da bu Pakt Ortadoğu için beklenen sonuçları ortaya

koymamıştır.

Diğer taraftan 1956 Süveyş Krizi ABD ve SSCB’nin Ortadoğu’ya direkt olarak

girmelerinin yolunu açarken ABD ve Sovyetler arasında meydana gelecek rekabetinde

nüvelerini atmıştır. Görüldüğü gibi İsrail ve Filistin arasında meydana gelen bu Sorunu sadece

iki taraf arasındaki mesele olarak görüp ikincil oyunculara da rol vermemek bir hata olacaktır.

Özellikle Soğuk Savaşın ikinci yarısında meydana gelen gelişmelerin seyri göstermiştir ki

Ortadoğu’da meydana gelen tüm krizlerde sadece İsrail’in rolü bulunmamakta ve büyük

ölçüde SSCB ve ABD arasında meydana gelen kıyasıya rekabetin de önemli payı

bulunmaktadır. SSCB ve ABD arasındaki bu rekabetin tarihte ve Ortadoğu’da birçok örneği

bulunmaktadır.

Bununla birlikte İsrail- Filistin Sorununun bölge dışı oyunculara olan etkilerinden bir

diğeri ise Hıristiyan ve Yahudi dünyası arasında ya da aynı şekilde İslam âlemi ile Hıristiyan

ve Yahudi dünyası arasında düşmanlığa ve rekabete neden olmaktadır. Bu durumda hiç

kuşkusuz güvenlik ve ekonomik nedenlerden daha çok dini ve duygusal unsurların ağır bastığı

Kudüs’ün meselesi karşımıza çıkmaktadır. Kudüs meselesi daha önce de belirttiğimiz gibi

birbirleriyle ilişkili üç ayrı sorunu da barındırmaktadır. Bu sorunlar tam olarak şehir

üzerindeki egemenlik meselesi, kutsal mekânların durumu ve şehrin demografik olarak

homojen olmayan yapısıdır. Diğer taraftan İsrail ve Filistin gibi iki ayrı ulus arasındaki

anlaşmazlıklar, üç büyük din arasındaki mesele ve son olarak da tüm dünya kamuoyunu

ilgilendiren bir mesele olması açısından Kudüs’ün durumu çok önem arz etmektedir. Fakat

sorunun bu kadar iç içe geçmiş ve girift bir halde bulunması meseleyi kutsal yerler üzerindeki

egemenlik hakkının kime ait olacağı ve sorununa dönüştürmüştür. Böylece din ve

milliyetçiliği içinde barındıran Kudüs’ün durumu sadece İsrail-Filistin meselesi olmaktan

çıkarak dünyayı ilgilendiren bir konu olmuştur.

İsrail-Filistin meselesi “iki tarafında kaybettiği sıfır toplamlı bir çatışma” olarak salt

toprak paylaşımı meselesinin ötesinde derin ve ciddi yansımalarının olduğu bir sorundur. Bu

nedenle salt kaynak paylaşımı ile de çözülemediği için günümüze kadar devam etmektedir.

İki kimlik, iki halk ve iki varoluş mücadelesi olan bu Sorun hiç kuşkusuz büyük siyasi ve

sosyal dönüşüm içeren politikalarla çözülmesi beklenmektedir. Bununla birlikte her iki tarafın

birbirlerinin varlığı ve meşruiyetini tanımaları, bu anlamda mağduriyet tarih okumalarından

çıkarak uzlaşmacı tavır benimsemeleri çok önem arz etmektedir. Aksi halde çatışmanın

devam etme olasılığı ve barış görüşmelerinin kesintilere uğraması muhtemeldir. Yakın

gelecekte ise nihai statü sorunlarının çözülmesi neredeyse sıfır olasılık iken çatışma

unsurlarının da son bulmayacağı beklenmektedir. Sanıyorum İsrail-Filistin sorunu çözüme

kavuşmadan Ortadoğu coğrafyası da beklenen ve arzu edilen huzura kavuşamayacaktır.

KAYNAKÇA

Kitaplar

Acar, İrfan, Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, Ankara: TTK, 1989

Alpaslan, Şükrü, Hukuk ve Kriminoloji Açısından Tedhişçilik, İstanbul: Teknik Yayınları

Armaoğlu, Fahir, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları: 1948-1988, Ankara: T. İş

Bankası Yayınları, 1991

Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi: 1914-1995, İstanbul: Alkım Yayınları, 2009

Arı, Tayyar, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Bursa: Mkm Yayınları, 2011.

Aras, Bülent, Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997.

Bayraktar, Köksal, Siyasal Suç, İstanbul: İ.H. Fakültesi

Balcı, A., “Filistin 2005”, Ortadoğu Yıllığı 2005, Kemal İnat ve Ali Balcı (Edt.), Nobel

Yayınları, İstanbul: 2006.

Beşli, S., “Kudüs’ün Statüsü Sorunu,” Filistin: Çıkmazdan Çözüme, 1.Baskı. Küre

Yayınları, İstanbul: 2003.

Cobban, Helen, The Palestine Liberation Organization: People, Power and Politics, New

York: Cambridge University Press, 1984

Chomsky, Noam, ABD, İsrail ve Filistinliler: Kader Üçgeni, çev: Bahadır Sina Şener.

İstanbul: İletişim Yayınları, 1993.

Çubukçu, Mete, Bizim Filistin: Bir Direnişin Tarihçesi, İstanbul: Metis Yayınları, 2004

Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul: Küre

Yayınları, 2009.

Davutoğlu, A., “Küresel ve Bölgesel Dengeler, Ortadoğu Barış Süreci, Filistin:

Çıkmazdan Çözüme”, 1 Baskı (Küre Yayınları, İstanbul: 2003).

Dedeoğlu, Beril, Ortadoğu Üzerine Notlar, İstanbul: Derin Yayınları, 2002.

Fraser, T.G, The Middle East 1914-1979, New York: St. Martin’s Press, 1980

Gönlübol, M., Uluslararası Politika: İlkeler, Kavramlar,Kurumlar, 3. Baskı. Ankara:

Atilla Kitabevi, 1985.

Karasapan, Celal Tevfik, Filistin ve Şark-ül Ürdün, İstanbul: Ahmed İhsan Basımevi, 1942.

Keleş, Ruşen, Ünsal, Artun, Kent ve Siyasal Şiddet, Ankara: S.B.F. Yayını, 1982

Kirk, George, The Middle East in the War (Survey of International Affairs, 1939- 1946),

London: Oxford University Press, 1952.

Laqueur, Walter, The Israel- Arab Reader (A Documentary History of the Middle East

Conflict), New York: Bantam Books, 1969

Moore, John Norton, The Arab-Israeli Conflict (Readings and Documents), New Jersey:

Princeton University Press, 1977.

Öke, Mim Kemal, Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1923), İstanbul: Kırmızı Kedi

Yayınları, 2011.

Schmid, Alex, The Revised Academic Consensus Definition of Terrorism, The Routledge

Handbook of Terrorism Research. London and New York: Routledge, 2011.

Schneer, Jonathan, Balfour Deklarasyonu: Arap –İsrail Çatışmasının Kökenleri, çev: Ali

Cevat Akkoyunlu, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2010.

Wilkinson, Paul, Political Terrorism, New York: Macmillan, 1974

Ze’evi, Dror, Kudüs: 17.Yüzyılda bir Osmanlı Sancağında Toplum ve Ekonomi, İstanbul:

Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.

Makaleler

Arı, T., “İç Politikanın Gölgesinde Barış: Likud ve Ortadoğu,” Ankara Üniversitesi Siyasal

Bilgiler Fakültesi Dergisi, Nisan-Haziran 1999.

Arı, T., “Filistin’de Kalıcı Barış Mümkün mü?” Akademik Ortadoğu, Cilt 2, Sayı 1, 2007

Burhan, A. “Filistin-İsrail Çatışması ve Hamas” ( Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),

Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslar arası İlişkiler Anabilim

Dalı, 2008.

Boulding, Kenneth E. “Is Peace Researchable?” Background Vol 6 No 4 (Winter 1963).

Bakar, Ç. “Savaş Barışa Dâhil: Oslo Barış Süreci Çerçevesinde İsrail-Filistin

Sorunu” Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi.

Bayraktar, B., “Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail Filistin Sorunu”, İstanbul Kültür

Üniversitesi Dergisi.

Bölme, S., “Gazze’de Katliam: Türkiye, Ortadoğu ve Filistin Raporu”, SETA Analiz, Sayı 3,

Ocak 2009.

Çalışkan, K, Fahreddin M,. “Yeni intifada ve Filistin sorununun kısa tarihi”, Birikim, Sayı

140.

Çiftci, S., “Gazze Ablukası ve İsrail-Filistin Sorununun Geleceği”, ORSAM Ortadoğu

Analiz, Temmuz-Ağustos 2010, Cilt 2, Sayı 19-20.

Dalar, M., “İsrail’in Gazze Saldırısının Siyasal Arka Planı ve Uluslararası Hukuk Açısından

Değerlendirilmesi”, Akademik Ortadoğu, Cilt 4, Sayı 1, 2009.

Dinçer, O., “İsrail: Değişen Ortadoğu’nun Değişmeyen Ülkesi”, USAK Analiz, Analiz No 9,

Temmuz 2011.

Efegil, E., “İsrail’in Dış Politikasının Belirleyicileri”, ORSAM Ortadoğu Analiz, Ocak

2013, Cilt 5, Sayı: 49.

Giray, F., “Savunma Harcamaları ve Ekonomik Büyüme”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler

Dergisi, Cilt 5, Sayı 1

Gökçınar, D., “Arap – İsrail Uyuşmazlığında Filistin Sorunu”, Atılım Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara: 2009.

Galtung, J., “Violence, Peace and Peace Research.” Journal of Peace Research Vol 6 No 3

(1969): 167-191.

Erkmen, S., “Filistin’de Kriz: İki Millet, Üç Devlet,” Stratejik Analiz, Temmuz, 2007.

Kelman, Herbert C. “The Israeli-Palestinian Peace Process and Its Vicissitudes.” American

Psychologist Vol 62 No 4 (May-June 2007): 287-303.

Kodaman, T. ve E. Saraç, “HAMAS,” Akademik Ortadoğu Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 2006.

Özkoç Ö., “Savaş Ve Barış: Doksanlı Yıllarda Filistin-İSrail Sorunu”, Ankara Üniversitesi

SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı 3.

Pallis, E., “The Likud Party: A Premier”, Journal of Palestine Studies, Vol.21, 1992, s. 41.

Rouhana, Nadim N. “Psychological Dynamics of Intractable Ethnonational Conflicts The

Israeli-Palestinian Case.” American Psychologist Vol 53 No 7 (July 1998); 761-770.

Ulutaş, U., Bölme, S., Demir N., Torlak, F., Ziya, S., “İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu”,

SETA Raporu, Ankara: 2012.

Shulz, Helena Lindholm. “The Politics of Fear and the Collapse of the Mideast Peace

Process.” International Journal of Peace Studies Vol 9 No 1 (Spring/Summer 2004): 85-

105.

Steinberg, Gerald M. “Interpretations of Jewish Tradition on Democracy, Land, and Peace.”

Journal of Church and State 43 1 (Winter 2001).

Şahin, M., “Bitmeyen Senfoni: Ortadoğu Barış Süreci”, ORSAM Ortadoğu Analiz, Ekim

2010, Cilt 2, Sayı 22.

Taşdemir, F., “ İsrail-Filistin Sorununun Self determinasyon Hakkı Çerçevesinde Analizi,”

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi, Sayı 2 (2000)

Yaşar, F., Özcan S., Kor, T., “Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin”, IHH Araştırma

yayınları, İstanbul: 2010.

Yalçıner, S., “Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Terörizmin Dönüşümü ve Terörizmle

Mücadele”, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Dergisi, Sayı 4,

Güz 2006.

Ek.1. İsrail –Filistin Sorununda Yer Alan Somut Anlaşmazlık Noktaları

1) Mülteciler Meselesi

1948-1949 Arap-İsrail Savaşları günümüze kadar devam edecek olan “Filistinli

Mülteciler” meselesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bir yandan Yahudilerin

intikamından korkan Arapların korkarak kaçmak yoluyla, bir yandan da Arap liderlerinin

muhtemel savaş alanlarının boşaltılmasını istemeleri nedeniyle Filistinli Araplar yurtlarını

terk ederek ya komşu ülkelere sığınmışlar ya da Filistin’in Arap nüfusunun fazla olduğu

yerlere taşınmışlardır. Çeşitli kaynaklardan alınan bilgilere göre Filistin mültecilerinin sayısı

500 bin ile 1 milyon arasında değişmektedir. Bu sayıya 1967 savaşı sonrasında artan

mültecileri de eklediğimizde 1 milyondan daha fazla bir rakamla karşılaşmaktayız. Bu

mültecilerin 3 milyon 600 bin kadarı Ürdün, Suriye, Lübnan’da yaşarken, 1 milyon 500 bin

kadarı Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da yaşamlarını sürdürmektedir. Mülteciler meselesi ilk

olarak 1948 yılı Ağustos ayında Güvenlik Konseyi’nde ele alınmış ve birkaç gün tartışılmış

olmasına rağmen herhangi bir karara varılamamıştır. Başlangıçta Araplar, İsrail’in dönmek

isteyen mültecileri kabul etmesinde ısrar ederken daha sonra fikir değiştirerek Filistin

mültecilerinin yerleştirilmesi için Celile’nin (Galilee) tamamı ile Negev’in kendilerine

verilemesini ve Filistin’in Arap toprakları ile Hayfa limanı arasında koridor tesisini

istemişlerdir. İsrail’in bu isterleri karşısında cevabı olumsuz olarak, İsrail’in bir karış toprağı

bile terk etmeyeceği şeklinde oldu. İsrail ayrıca başlangıçta mülteciler meselesinin çözümü

için “sınırların kesin olarak çizilmesi” şeklinde şart koştu ki bu şartın anlamı Arap ve İsrail

arasında yıllardır süren çatışmaların sona ererek barış yapmak demekti, Araplar da bu konuyla

çok ilgilenmediler.

2) Kudüs’ün Statüsü

Tek Tanrılı tüm dinler için kutsal sayılan, Araplar için olduğu kadar Yahudiler için de

göz bebeği olan, uğruna savaşlar yapılan Kudüs, kutsal bölgenin egemenliğinin paylaşılması

ile de ilgili olarak çok önemli bir yere sahiptir. Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan

duvarlar içerisinde yer alan Eski Kudüs (Haremü’ş Şerif, Tapınak Dağı) Müslümanlar için

önemi büyük olan Kubbet-üs Sahra ve Mescid-i Aksa; Yahudiler için de önemi büyük olan ve

vaat edilmiş topraklarını temsil eden Süleyman Tapınağı’nın kalıntıları bu kutsal alan içerinde

yer almaktadır. Fakat 1948-49 yılları arasında gerçekleşen Arap-İsrail Savaşı sonrasında

Kudüs’ün doğu bölümü, içerisine Eski Kent’i içine alacak şekilde Ürdün’ün elinde kalmıştır.

Ancak Ağlama Duvarı ve Tapınak Dağı, 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında (Altı Gün

Savaşı) İsrail’in eline geçmiştir. İsrail 1980 yılında Kudüs’ü ebedi ve bölünmez başkent

olarak ilan etmiş ve buraya yoğun miktarda Yahudi nüfusu yerleştirmiştir. Burada var olan

temel sorun ise Kudüs’teki Arap artışının Yahudilere oranla çok fazla olmasından çok işgal

edilen topraklara yeni Yahudi yerleşim yerlerinin açılmasıyla derinleşip, Filistin

milliyetçiliğinin de gelişmesiyle “Siyonizm ve Filistin milliyetçiliği” mücadelesine

dönüşmesidir.162 Özellikle 1967 Savaşı ile daha belirginleşen bu sorun birbirlerinin kimliğini

ve varoluşunu sorgulayan iki toplumun mücadelesi olmuştur.

Bu sorun karşısında İsrail, Kudüs’e Arapların yerleştirilmesi politikasının ilginç

gelişmelere yol açması nedeniyle Kudüs’ün bütününde etki yaratma politikası uygulamaya

başlamıştır. Bu amaçla Kudüs’te yaşayan fakir ailelere, bazı Filistinli aileleri de kapsayacak

şekilde, yardımı artırmıştır. 1996 yılında İsrail’in Kudüs ile ilgili bazı önerileri olmuştur: 1) 162 Dr. Bora Bayraktar, “Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail-Filistin Sorunu,” 24.03.14 tarihinde http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-156-2014040731b_bayraktar.pdf erişilmiştir.

Filistinlilerin cami yönetimlerinden sorumlu olmaları 2) Doğu Kudüs’te Filistin yerleşim

bölgelerinin kurulması 3) Batı Kudüs’teki Filistinlilerin çifte egemenlik kullanmalarıdır.163

Var olan bu ortamda, Kudüs’ün tüm giriş ve çıkışları İsrail denetimiyle yapılmakta,

Kudüs’te İsrail bayrağı dalgalanmakta; dolayısıyla görüntüde Filistin yönetimi söz

sahibiyken, egemenlik İsrail tarafından sağlanmaktadır. Aslında tam olarak İsrail’in Filistin

Devleti’nden tam olarak anladığı kavram da bunu karşılamaktadır; sınır güvenliği ve hava

sahasının tamamen İsrail kontrolünde olduğu bir Filistin Devleti modelidir.

1999 yılında Barak-Arafat görüşmelerinde Kudüs sorunun nihai statüsü konusunun

çözüleceği ileri sürülmüş olsa da İsrail, Kudüs’ün ikiye bölünmesine karşı çıkmaktadır.

Filistinliler Doğu Kudüs’ü kurulacak muhtemel Filistin Devleti’nin başkenti olarak görmekte

ve şehrin sınırla bölünmesine karşı gelmektedirler. Bu mevcut durumuyla da Kudüs’ün

statüsü, barış görüşmeleri kapsamında en büyük anlaşmazlık sorunu olacaktır. Her ne kadar

Ürdün Kralı Abdullah’ın ölmeden ileri sürdüğü “Kudüs, hem İsrail’in hem Filistin’in ya da

her ikisinin de değil” anlayışı genel olarak benimsenmiş olsa da Kudüs’ün statüsü ve

egemenlik konusu gündeme geldiğinde tartışmalar devam etmektedir.164 Şu noktayı bir kere

daha ifade etmek gerekirse ise “Kudüs’ün Statüsü” her iki halk için kimlik ve varoluşlarının

temelini oluşturduğu için bu konuda tartışmaların sona ermesi beklenemez.

3) İşgal Altındaki Topraklardaki Yahudi Yerleşimi

1967 Savaşının hemen sonrasında İsrail, devletin güvenliğini sağlamak nedeniyle

Güney Lübnan, Gazze ve Doğu Kudüs’te işgallere başlamış ve işgal edilen bu topraklar

dönemin iktidar partisi Likud hükümeti tarafından genişletilmiştir. Bu bölgelere yerleştirilen

Yahudilere lojman destekleri, vergi indirimi ve ucuz ev bulma imkânı sağlanmıştır. Özellikle

radikal Yahudiler inançları gereği vaat edilmiş toprak olarak gördükleri Batı Şeria’ya

yerleşmeye azami özen göstermişlerdir.165 Filistin topraklarında yaklaşık 350 bin Yahudi

yaşarken, 136 bini Güney Lübnan’da, 6 bin 100 kadarı da Gazze’de yaşamaktadır. Her ne

163 Dedeoğlu, op.cit., s. 119. 164 Ibid., s. 120. 165 Ibid., s. 121.

kadar Oslo görüşmeleri prensipleri gereği bu rakamların artmayacağı ifade edilse de 1992 –

1996 yılları arası yüzde 41’lık artış olmuştur. Bununla birlikte 1999 yılında dönemin Barak

hükümeti yeni yerleşim alanları oluşturulmasının durdurulacağı yönünde politikalar

uygulamış olsa da söz konusu politika “doğal genişleme” olarak uygulanmıştır. Bu uygulama

ile var olan genişleme İsrail’in nüfus artışından çok daha fazla olmuştur.166

Hem İşçi Partisi hükümetinin “dar topraklarda bağımsız Filistin” hem de Likud

Partisi’nin “idari otonomi” projeleri yerleşim alanlarının Filistin’lileri çevrelemek amacına

uygun olarak savunulan projelerdendir. Diğer taraftan 1998 Wye River anlaşması gereği

İsrail’in Batı Şeria’daki yüzde 72 olan denetimini yüzde 59’a düşürmeyi kabul etmesine

rağmen, hala Filistin topraklarının yarısından fazlası Yahudi yerleşimlerin işgali altında

olmakta ve bu durumun barış anlaşmaları önündeki en büyük engellerden birini teşkil

etmektedir. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ise nihai barışın ancak Batı Şeria ve Gazze

topraklarının Filistin egemenliğine geçmesiyle mümkün olabileceğini savunmaktadır.167

4) Filistin Toprakları

Özerk Filistin topraklarının statüsü ve sınırları meselesi 1993’de Prensipler Anlaşması

kapsamında “özerk yönetim” başlığı ile değerlendirilmiştir. Filistin Devleti’nin statüsü

konusunda faklı görüşler mevcuttur. İlk görüşe göre; 1967 öncesi sınırları ifade eden Batı

Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’ü içeren topraklarda öngörülen Filistin egemenliğinin

olacağı Bağımsız bir Filistin Devleti olmazsa olmaz koşuldur. İsrail ise söz konusu

topraklarda iki devlet varlığını kabul etmesine rağmen, “egemenliği sınırlı bir Filistin’in

varlığı” konusunda ısrarcı olmaktadır.

Bir diğer görüşe göre ise İsrail, 1982 yılında geliştirilen Ürdün-Filistin

konfederasyonu proje önerisinin ancak Batı Şeria’nın yüzde 40’lık bölümünün dahil

edilebileceğini ifade etmiş ve öneriyi geçersiz kılmıştır.

166 Ibid., s. 121. 167 Ibid., s. 122.

5) Su Sorunu

Yahudi-Arap çatışmasında öne çıkan hususlardan biri de “su kaynaklarının

kullanılması” meselesidir. Su kaynaklarının büyük bir kısmı, İsrail’in 1967 öncesi sınırları

dışında kalmakta olan Golan Tepeleri ve Güney Lübnan’ın İsrail’in denetimine geçmesi

sorunudur. Söz konusu su kaynaklarının İsrail’in denetimine geçmesi ise Filistinlileri ciddi su

sorunu ile karşı karşıya bırakmaktadır.

6) Tutuklular Meselesi

1995 Oslo anlaşmaları kapsamında Güney Lübnan ve Gazze’de tutukluların üç

aşamada serbest bırakılması için mutabakat sağlanmıştır. Buna göre ilk aşama anlaşmanın

imzalanması sırasında, ikinci aşama Filistin seçimleri öncesinde üçüncü aşama ise ileri bir

tarihte gerçekleşecektir. Bu plana dâhil dört bin Filistinli tutuklunun olduğu belirtilmiştir.

İsrail, 1998’de öngördüğü 750 tutuklunun 250’sini serbest bırakmış, 150’sinin ise

Hamas ve İslami Cihad örgütü üyesi olmaları nedeniyle tutuklukları sürdürülmüştür. 1999’da

yapılan Şarm El-Şeyh anlaşması ile yapılan düzenleme sonucunda ise anlaşmanın

imzalanmasından bir hafta sonra 200 tutuklunun, daha sonra 150 tutuklunun ve geri kalanının

ise ileri tarihte serbest bırakılması kararı verilmiştir. Söz konusu kararın hayata geçmesiyle

aralarında Hamas’a üye oldukları da bilinen 350 kişi serbest bırakılmıştır. Fakat hala tutuklu

bulunan çok sayıda Filistinli bulunmaktadır.168

Ek.2. Filistin Direniş Hareketleri ve İsrail’deki Siyasi Partiler

İsrail’in işgaline karşı Filistin halkının yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi kendi siyasi

dinamik ve oyuncularını yaratmıştır. 1 Ekim 1948’de ilk hükümetlerini kuran Filistinlilerin,

168 Ibid., s. 125.

uluslararası kamuoyu ve Arap ülkelerinden görmeyi beklediği desteği bulamamalarından

dolayı örgütlenme ihtiyaçlarını artırmıştır. Böylece Yaser Arafat liderliğinde Filistin’in halk

mücadelesinde önemli bir işlevde bulunacak El-Fetih kurulmuştur. 2 Haziran 1964 yılında

Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşu ve 1987’de yaşanan I. İntifada ile birlikte Filistin

siyasetinden önemli diğer aktör olan Hamas da ortaya çıkmıştır. Oslo Anlaşması ile Filistin

siyasetinde yeni bir dönem açılmış ve Filistin Otoritesi’nin kuruluşu ile 1996’da Arafat’ın

başkanlığa gelemsi ile Filistin’deki bu siyasi aktörlerin önem ve işlevi bir kere daha artmıştır.

Özellikle 2006 yılında yapılan ikinci seçimler sonrasında ise Hamas’ın seçimlerden galip

gelerek iktidardan uzaklaştırılması ile başlayan dönem ise sorunu “İsrail-Filistin Sorunu”

olduğu kadar “El-Fetih-Hamas Sorunu” eksenine getirmiştir.

Bu noktada ise Filistin ve İsrail siyasetinde yer alan aktörlere, kendi iç dinamiklerine

ve tarihsel arka planlarına bakarak Sorun’u bu çerçeveden okumak önem teşkil etmektedir.

1) Filistin

- Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve El-Fetih (Filistin Ulus. Kurtuluş Har.)

Filistin Kurtuluş Örgütü, bağımsız Filistin devleti kurma maksadı taşıyan “şemsiye”

niteliğinde bir örgüt olup, içinde birbirinden farklı ideolojilere sahip organizasyon, parti ve

bağımsız figürü içinde barındıran bir siyasi aktördür.169 FKÖ içindeki en büyük grup El-

Fetih’dir. El-Fetih dışında FKÖ’ye katılan ilk gruplar George Habaş’ın kurduğu Marksist

tandanslı olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Nasır karşıtı olan Filistin Demokratik

Kurtuluş Cephesi ile Suriye Baas partisi destekli El-Saika olmuştur. Bunun yanı sıra Filistin

Kurtuluş Cephesi, Arap Kurtuluş Cephesi, Havari Grubu gibi örgütler FKÖ içinde yer alan

partilerden bazılarıdır.

Meseleyi tarihsel arka planı da göz önünde bulundurarak ifade etmeye başlarsak,

Filistin halkının Yahudilere karşı mücadelesini 1920’lere kadar götürmemiz mümkün olmakla

birlikte, İsrail Devleti’ne karşı örgütlü mücadele 1955 yılında Nasır’ın Gazze’deki

Filistinlileri komando eğitimine tabi tutarak “fedayin” adı altında İsrail’e karşı saldırıya

başlatması ile gerçekleşmiştir. Ancak İsrail’e karşı kurulan bu “Fedayin” hareketi kısa

169 Filistin Kurtuluş Örgütü Müzakere İşleri Departmanı resmi sitesi: http/www.nad-plo.org/.

ömürlü olmuş ve 1956 yılında Gazze’nin İsrail tarafından işgali ile de Fedayin mensupları

bütün bütün İsrail’in eline geçmiştir. Filistinlilerin bundan sonra yeni “fedayin”, komando

teşkilatı, “El-Fetih” olmuştur. El- Fetih’in başlangıç yılı tam olarak bilinmemekle birlikte,

bazı kaynaklara göre Yaser Arafat tarafından 1958 yılında Kuveyt’te kurulduğu belirtiliyor.170

Diğer bazı kaynaklara göre ise El-Fetih’in 1950 yılında Batı Almanya’da Stuttgart

Üniversitesi’nde okuyan Filistinli öğrenciler tarafından kurulduğu ileri sürülmektedir.171 Bazı

kaynaklara göre ise 1956 yılında Gazze’nin İsrail tarafından işgalinden sonra bazı Gazze’li

Filistinlilerin İsrail’e karşı nasıl mücadele edileceğine dair yaptıkları tartışmalar sonrasında

doğmuş ve başkanlığa Yaser Arafat seçilmiştir.172 Örgüt ismi Abu Ammar olan Yaser Arafat,

1929 doğumlu aslen Gazze’lidir. 1951 yılında Kahire’de Mühendislik eğitimi gören Arafat,

1953 Süveyş Kanalındaki İngiliz birliklerine saldırılar düzenleyen öğrencilere katılmıştır.

1952-56 yılları arasında Filistin Öğrenci Federasyonu Başkanı iken, Müslüman Kardeşlerle

(İhvan-ı Müslimin) bağları olmuş ve Mısır hükümeti tarafından yasaklandığında da Arafat da

Mısır’dan kaçmıştır. Mısır hükümeti kara listesinde adı bulunan Arafat’ın 1968 yılına kadar

söz konusu ülkeye girmeleri yasaklanmış ve Mısır’dan kaçarak Kuveyt’te İnşaat

Müteahhitliğine başlayan Arafat, El-Fetih’i örgütleyerek Filistin’in kurtuluş ve bağımsızlık

fikrini yaymaya başlayarak örgütleme faaliyetlerine girişmiştir. El- Fetih, “Filistin’in

Kurtuluşu için Hareket” manasının Arapçası olan “Harekat al-Tahrir al-Vatani al-

Filastani”nin tersten okunuşunun ilk harflerinden meydana gelmektedir.

El- Fetih karargâhını Kuveyt’ten Lübnan’a taşıyan Arafat, Nasır’a olan muhalefeti

dolayısıyla Suriye’nin Baas Hükümeti tarafından desteklenmiş ve Baas hükümeti Arafat’ın

Suriye topraklarında eğitim kampları kurmasına ve İsrail’e düzenlenecek saldırılarda Suriye

topraklarını kullanmasına izin vermiştir. Fakat Arafat’ın Baas’ın her dediğine “tamam”

dememesi üzerine onlarla da arası açılmıştır. Bu noktada Suriye’nin Ürdün’ün başını İsrail ile

derde sokmak amacıyla El-Fetih gerillalarını Ürdün topraklarından saldırıya geçmesi yönünde

verdiği tahrik de söz konusudur. Başkan Nasır ise daha başlangıcından itibaren El-Fetih’e

kendi otoritesine meydan okuma olarak algıladığından bu örgüte cephe almıştır. Bu nedenle

Arap Ligi Konseyi’nin 9-19 Eylül 1963 günlerinde Kahire’de yaptıkları toplantıda, bir

“Filistin Varlığı”, “Filistin Kurtuluş Ordusu” teşkilinde bir yapılanma kararı aldığı zaman

170 John Laffin, Fedayeen – The Arab-Israeli Dilemma, London, Cassel, 1973, p. 5-6 171 The Middle East, Washington, D.C., Congressional Quarterly Inc., 1986 (6th Ed.), p.8. 172 Laffin, Ibid., s. 5.

buna hararetle destek vermiştir. Fakat Filistin Varlığı’nın Ürdün’ün elindeki eski Filistin

toprakları olan Batı Şeria’da kurulacağı için Ürdün bu girişimden pek hoşlanmamıştır.

Bununla birlikte karşı çıkılan bu tavır ve hareketlere rağmen, Filistin mültecilerinin ilk

kongresi 28 Mayıs-3 Haziran 1964 arası günlerinde Kudüs’te yapılarak FKÖ’nün kurulmasına

karar verilmiştir. Bu kurulan örgütün anayasası mahiyetinde olmak üzere 29 maddelik

“Filistin Milli Misakı” kabul edilmiştir. Bu Misak’a göre, “Filistin, İngiliz mandası

zamanındaki İngiliz topraklarıydı. Ve bu toprak bir “Arap vatanı” idi. Yine bu misaka göre,

Filistin halkı “Arap Birliğine” inanıyordu ve Arap Birliği ile Filistin Kurtuluşu birbirini

tamamlayan iki temel hedefti. Filistin’in kurtarılması “bir bütün olarak Arap milletinin”

sorumluluğundaydı. Filistin’in kurtarılması bir “meşru savunma” olup bu bakımdan da

Filistin’in 1947’deki Taksimi ile 1917 Balfour Deklarasyonu geçersiz ve hükümsüzdür.”173

FKÖ ve örgütün ilk genel sekreteri zaten merkezi Kahire olması nedeniyle ilk günden

itibaren Mısır’ın kontrolü altına girmişti. El- Fetih ile FKÖ’nün bu rekabeti 1967 Arap-İsrail

Savaşı’na kadar sürmüştür. Bu savaştan sonra El-Fetih’in ağırlık kazanması ve Filistin

eşrafından Nasır yanlısı Genel Sekreter Ahmet Şukeyri’nin 1967 Aralık ayında istifası üzerine

FKÖ’nün kontrolü El-Fetih’e geçecektir. Bu sebeple FKÖ’nün 1964 Misakı, 1968

Temmuzundaki Kahire Kongresi’nde El-Fetih görüşleri istikametinde sertleştirilerek

değiştirilmiştir.174

Diğer taraftan Misak’ın 19 maddesi Filistin’in 1947’deki Taksimin ve İsrail

Devleti’nin kuruluşunu aradan ne zaman geçerse geçsin “geçersiz ve yokmuş gibi” farz

edilmesi gerektiğini, aynı Misak’a göre bu karar Filistin halkının arzusuna bir yurda sahip

olma konusundaki doğal hakkına ters düşmüş ve BM Antlaşması’nın “self-determination”

(kendi kaderini tayin etme) ilkesine de aykırı düşmektedir.175 Başka bir deyişle Armaoğlu’nun

ifadeleriyle “bu Misak 1917 Balfour Deklarasyonu’nun Yahudilere Filistin’de “yurt kurma”

hakkı tanınması karşısına “50 yıl gecikmeli de olsa Filistin halkının yurt kurma” hakkını

çıkarıyordu.

1964’teki ilk şartta olduğu gibi Arap birliğine vurgu yapan 1968 Şartı, vatanlarının

bağımsızlığında Filistin halkının rolü üzerinde durarak, ilkinden farklı bir şekilde “Filistinli

173 Bu Misak’ın metni için bak: Laqueur, op.cit., s. 374-379, Moore, op.cit., s. 699-704. 174 FKÖ’nün 33 maddelik 1968 Misakı’nın metni için bak: Moore, Ibid., s. 537-43. 175Armaoğlu, op.cit., s. 224.

kimliğin” altını çizerek silahlı mücadelenin uygulanmasını savunmaktaydı.176 Bu Misak’ın

kabulünden sonra 1969’da El-Fetih lideri Yaser Arafat, FKÖ’nün en önemli organı olan

Filistin Ulusal Konseyi’nin yeni başkanı olarak seçilmiştir.

1973’te FKÖ’nün yapılanmasında değişikliğe gidilerek ikincil yönetim organı olan

Merkez Konseyi’nin kurulması kararı alınmıştır.177 1967 sonrası merkezi Ürdün’de bulunan

FKÖ, Ürdün yönetiminin Filistin kamplarına saldırması sonrasında, 1970’te Lübnan’a,

1982’deki İsrail işgali sonrası da Tunus’a taşımıştır. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren

uluslararası alanda da kabul görmeye başlayan FKÖ, 1974’te Arap Birliği’nin Rabat

Zirvesi’nde Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak tanınmıştır. Aynı tarihte FKÖ Başkanı

olarak Arafat BM Genel Kurulu’nda konuşma yapmış ve FKÖ’ye BM Genel Kurulunda

Gözlemci statüsü verilmiştir.178

FKÖ, 1974’te kabul ettiği On Nokta Programı ile İsrail’in 1948 Savaşı sonrası elde

ettiği topraklardan çekilmesi talebinden vazgeçerek iki devletli çözümü tanımış ve İsrail’in

1967 öncesi sınırlarına çekilmesi öncelikli hedef haline getirmiştir.179 Bu durum FKÖ’ye

uluslararası alanda meşruiyet zemini sağlarken, İsrail’e karşı tavizkar tutumu örgüt içinde

bölünmelere neden olmuştur. Nitekim Red Cephesi olarak bilinen ve sol militan örgütlerden

oluşan grup, FKÖ’nün sunmuş olduğu “iki devletli çözüm” fikrine karşı çıkarak FKÖ’den

ayrılmıştır. Bununla birlikte ilerleyen bölümlerde anlatacağımız 1987’de başlayan İntifada

sırasında FKÖ liderlerinin Tunus’ta bulunmaları nedeniyle olaylar üzerindeki etkileri sınırlı

kalmış ve Batı Şeria, Gazze’de Hamas ve İslami Cihad gibi yeni örgütler kurularak güçlerini

artırmaya başlamışlardır.

Bu ortam ve şartlarda Ürdün Kralı Hüseyin’in 2 Ağustos 1988’de Batı Şeria ve Doğu

Kudüs’teki egemenlik haklarından vazgeçtiğini açıklaması sonrası, Filistin Ulusal Konseyi 15

Kasım 1988’de Cezayir’de toplantı yaparak BMGK’nin 242 sayılı kararı kabul ettiğini

belirterek “bağımsız Filistin devletini tek taraflı” olarak kabul etmiştir.180 1991 Madrid

176Palestinian Liberation Organization Background, www.un.int/wcm/content/site/palestine/pid/12004 177Permanent Observer Mission of Palestine to the United Nations, www.un.int/wcm/content/site/palestine/pid/12003 178Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, İstanbul: Alfa Yayınları, 2005, s. 340. 179 On Nokta Programı için bkz: www.un.int/wcm/content/site/palestine/cache/offonce/pid/12354 180 Helena Cobban, The Palestinian Liberation Organization People, Power and Politics, Cambridge University Press, 1992, s. 163-64.

Konferansı ile başlayan ve Oslo ile devam eden barış sürecinde I. Oslo Antlaşması ile İsrail

FKÖ’yü, FKÖ’de ilk kez İsrail’i tanımıştır. Antlaşma gereği geçici Filistin Özerk Yönetimi

kurulmuş, 1996 yılında yapılan seçimlerle Arafat, Filistin Özerk Yönetimi lideri olarak

yeniden etkin konumunu elde etmiştir. Fakat FKÖ’nün İsrail ile müzakerelerinin sonuç

vermemesi neticesinde Filistinlilerin bu organizasyona desteği de azalmıştır. Arafat’ın 2004

yılında ölümünün ardından FKÖ liderliğine Mahmud Abbas seçilmiştir.

FKÖ Filistin Ulusal Konseyi, İcra Komitesi ve Merkez Konsey olmak üzere üç temel

organdan oluşmaktadır. Filistin Ulusal Konseyi, FKÖ’nün en yüksek karar organıdır. Ulusal

Konsey dünyadaki Filistin halkı tarafından kurulan örgütler, siyasi partiler, direniş hareket

temsilcileri, Filistinli aydınlar, dini liderler ve iş adamları tarafından oluşan 669 üyeden

oluşmaktadır. 18 üyeden oluşan İcra Komitesi Ulusal Konsey ve Merkez Konsey tarafından

alınan kararları uygular ve bütçeyi belirler. Ayrıca bu organların dışında yer alan Filistin

Ulusal Ordusu ise FKÖ’nün silahlı birliklerini oluşturur.181

Uluslararası platformda Filistin halkını FKÖ’nün temsil ettiği kabul edilmekle birlikte

Filistin toplumu içindeki farklı yapıların olduğu da bilinmelidir.

Diğer taraftan El-Fetih ideoloji olarak dönemim Filistinliler arasında yaygın ideolojiler

arasında yer alan Marksizm, Baasçılık ya da Pan-Arabizm’den bağımsız geliştirilmiştir.

Filistinlilerin menfaatlerinin yine ancak Filistin halkı tarafından korunabileceği inancıyla yola

çıkan bu örgüt Filistinli olma bilincinin de gelişip yerleşmesine büyük önem vermiştir.

Böylece Filistin milliyetçiliğinin inşasına da katkısı olmuştur.

El-Fetih prensipleri arasında “Filistin’i özgürleştirmek, özgürlük için askeri güce sahip

olmak, Filistin mücadelesi yanlısı Arap devletleriyle ve uluslararası güçlerle iş birliği

yapmak” olarak sıralanmıştır.182

El-Fetih’i üne kavuşmasını sağlayan ise İsrail’e karşı direniş göstererek ağır kayıplar

vermesine sebep olan ve Ürdün’ün Karame kasabasında gerçekleşen “Karame Savaşı”

olmuştur. 1968’de İsrail Birliklerinin El-Fetih karargâhını ortadan kaldırmak amacıyla

181 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, “Filistin’de Siyasi Aktörler ve Siyasi Partiler”, SETA Yayınları: 2012, Sayı 4, s. 8. 182 Cobban, op.cit., s. 24.

düzenlediği bu operasyon El-Fetih’in zaferiyle sonuçlanarak Filistinliler için ise umut ışığı

olmuştur. Diğer taraftan 1967 Savaşı’nda Arapların yenilgisi Filistin bağımsızlık

mücadelesinde “Kahire eksenli elit sınıfı” bir kenara iterken El-Fetih direnişine olan güvenin

artmasına neden olmuştur. 1970 yılına gelindiğinde ise El-Fetih Ürdün’deki etkisini giderek

artırmıştır. Bunun üzerine Kral Hüseyin Filistin kamplarını ülkeden çıkaramaya karar vermiş

ve Filistinlilerin direnmesiyle patlak veren “Kara Eylül” olayı ile birden fazla Filistinli

ölmüştür. Bu olaydan sonra El-Fetih karargâhını Ürdün’den Lübnan’a taşımıştır.183 Bu olay

sonrasında El-Fetih içinde bir grup Kara Eylül Örgütü’nü kurmuştur. Bu örgütün 1972 Münih

Olimpiyatlarında İsrailli sporcuları rehin alarak onların öldürülmesi hadisesi uluslararası

toplumun dikkatini bu grubun üzerine çekmesine neden olmuştur.184

1982 yılında İsrail’in bu kez El-Fetih’in Lübnan’daki karargâhına saldırması nedeniyle

El-Fetih merkezini Tunus’a taşıması Filistin’de siyasi olarak boşluk ortaya çıkarmıştır.

Özellikle 1987 yılında başlayan İntifada’nın örgütlenilmesinde Hamas’ın etkinliği artarken

El-Fetih güç kaybetmeye başlamıştır.185 Barış yanlısı tutum benimseyen El-Fetih

kurulduğundan itibaren BM Güvenlik Konseyi 242 sayılı kararı (İsrail’in var olma hakkı)

reddetmesine rağmen 1988’de bu kararı onaylayarak Filistin’i kurtarma hedefini Batı Şeria ve

Gazze’den oluşan Filistin Devleti kurma amacına dönüştürmüştür.186

İntifada sonrası iki devletli çözümü desteklemesi uluslararası alanda desteğini

artırırken Oslo Barış anlaşması ile birlikte İsrail’e karşı fazla ödün vermesi iddiaları nedeniyle

kendi içinde ayrılıklara neden olmuş ve Filistinliler arasında da itibar kaybına uğramıştır.

Özellikle Oslo barış sürecinin başarısızlıkla sonuçlanması ve iki devletli çözümün tartışmaya

dahi açılamaz bir konu olduğunu ifade eden Hamas’ın yükselişinde önemli bir basamak

olmuştur.187 El-Fetih’in içindeki ayrık sesler özellikle 2004 yılında Arafat’ın ölümüyle daha

belirgin bir hal almıştır. Arafat’ın yerine daha önce Filistin Özerk Yönetimi Başkan

183 Leonard Weinberg, Ami Pedahzur and Arie Perliger, Political Parties and Terrorist Groups, New York: Routledge, 2009 s. 115. 184 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 398. 185 Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, İstanbul: Alfa, 2005, s. 333. 186 Cleveland, op.cit., s. 398. 187 Jonathan Schanzer, The Challenge of Hamas to Fatah, Middle East Quarterly, Spring 2003, s. 29-38.

yardımcılığı görevinde bulunmuş Mahmut Abbas Filistin Özerk Yönetimi Başkanı olurken,

Faruk Kaddumi ise El-Fetih’in yeni lideri olmuştur. 14 Aralık 2005’te El-Fetih’in Batı Şeria

sorumlusu Mervan Barguti’nin El-Müstakbel adıyla bir parti kurmasıyla El-Fetih resmen

bölünmüştür.

2006 seçimlerinde El-Fetih’e karşı zafer kazanan Hamas’ın hükümet kurmasının

ardından, El- Fetih Batı Şeria’daki etkinliğini korumaya çalışmıştır. ABD ve AB’nin

seçimleri kazanan Hamas’ı terör örgütü olarak kabul ettiği için yeni kurulan hükümeti

tanımaması ve iki parti arasındaki çatışmayı alevlendirmesi sonucu El-Fetih ve Hamas

arasındaki anlaşmazlık şiddete doğru evirilmiştir. Aralık 2006 ve Ocak 2007 arasında

yoğunlaşan çatışmalar sonrasında Şubat 2007’de iki grup Suudi Arabistan arabuluculuğunda

Mekke’de bir araya gelmiş olsa da Hamas’ın İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına karşılık

vermesi sonucu müzakereler bozulmuş ve El-Fetih-Hamas çatışması yeniden

şiddetlenmiştir.188

Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın Haziran 2007’de olağanüstü hal ilan ederek

Başbakan Haniye’yi görevinden azlederek yerine Selam Feyyad’ı ataması sonrası Batı

Şeria’da El-Fetih merkezli Filistin Özerk Yönetimi ve Gazze’de Hamas yönetimi olarak iki

başlı bir yapı ortaya çıkmıştır. 4 Mayıs 2011’de Kahire’de bir araya gelen El-Fetih ve Hamas

özellikle Mısır ve Türkiye’nin gayretleriyle uzlaşı anlaşması imzalayarak geçiş hükümeti

kurma kararı almışlardır.189 20 Mayıs’ta imzalanan yeni bir anlaşmayla Hamas ve El-Fetih 27

Mayıs’ta geçici hükümet kurma ve seçim çalışmalarına başlama kararı almışlardır.

- Hamas (Filistin İslami Direniş Hareketi)

Filistin İslami Direniş Hareketi (Hareketu’l Mukavemeti’l İslamiyye), kısa adıyla

Hamas’ın kuruluşu, Filistinli kanaat önderi Şeyh Ahmet Yasin tarafından 1987 yılında ilan

edilmiştir. 6 Aralık 1987’de İsrailli bir kamyon şoförünün, Filistinli işçileri taşıyan bir

kamyona çarpmasıyla 6 Filistinli ölmüş, 2 Filistinli yaralanmıştır. Hareketin ilan sürecin 188 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, op.cit., s. 12. 189 “Feth ve Hamas tuvekkıani ittifaga’l musalaha fi’l Kahire, BBC Arabic, 4 Mayıs 2011, http://www.bbc.co.uk/arabic/middleeast/2011/05/110504_hamas_fatah_deal.shtml.

hızlanmasında söz konusu olayın büyük etkisi olmuştur. Olay Filistin halkında büyük bir

infiale neden olurken, bu ortamda Şeyh Ahmet Yasin, Hamas’ın kurulduğunu açıklamıştır.

Hareketin kuruluş bildirgesi de ilk olarak 15 Aralık 1987’de Filistin halkına ilan edilmiştir.

Diğer taraftan Hamas yöneticilerinin ifade ettiklerine göre söz konusu hareketin

kökenlerinin 1940’lı yıllara kadar gitmekle birlikte aslında Müslüman Kardeşler (İhvan)

hareketidir.190

1948, 1967, 1973 savaşlarını yaşayan Şeyh Ahmet Yasin, uluslararası platformlarda

Filistin Devleti’nin kurulacağına dair beklentinin azaldığı süreçte silahlı direniş başlatmanın

önemli olduğuna inanmış, I. Filistin İntifadasının oluştuğu bir zeminde İslami kadroları tek

çatı altında toplamaya çalışarak Filistin halkını silahlandırarak direniş hareketi başlatmıştır.

Bununla birlikte Hamas’ın kurulmasında önem arz eden diğer bir unsur ise Arap-İsrail

Savaşlarında Arapların ard arda yenilerek Arap milliyetçiliğinin güç kaybetmesi ve İslami

Hareketlerin tırmanışa geçmesi olmuştur.191

Kurulduğu 1987 yılında gerçekleşen birinci Filistin İntifadası sırasında önemli rol

oynayan Hamas hareketi, gerek Gazze Şeridi ve Batı Şeria, gerekse 1948 sınırları içerisinde

yaşayan Arapların halk ayaklanmasına katılımını sağlamıştır. Filistin halkının intifada

sürecine katılmasını sağlayan Hamas, birinci İntifada sırasında seslendirilen sol sloganlara,

İslami sloganları da ekleyerek intifadaya “dini” bir nitelik kazandırmıştır. Bu süreçte Hamas’a

karşı sert tepki gösteren İsrail güvenlik güçleri, 1989 yılında Şeyh Ahmet Yasin dâhil olmak

üzere hareketin pek çok liderini tutuklamıştır. İsrail güvenlik güçlerinin yürüttüğü yoğun

kovuşturma, tutuklama, baskı ve sürgünlerden sonra 1991 yılında ortaya çıkan örgütün askeri

tarafı olan İzzettin Kassam Tugayları (Ketaib İzzettin Kassam) İsrail hedeflerine karşı hafif

silahlı direniş başlatmışlardır.

1991 yılında örgütün İsrailli bir askeri kaçırması üzerine dönemin İsrail Başbakanı

İzhak Rabin, 415 Hamas yöneticisini Lübnan’a sürgüne göndermiştir. 1993 yılında Hamas

üyeleri ile İsrail askerleri arasındaki çatışmalar daha da şiddetlenmiş ve İsrailli yerleşimcilere

karşı Filistinlilerin direniş eylemleri artmıştır. 1994 yılında İsrailli yerleşimci Baruch

Goldstein’in gerçekleştirdiği el-Halil saldırısında ise 30 Filistinli ölmüş, 100 Filistinli de

190 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, Ibid., s.48. 191 Nebzetun an Hareketi Hamas, Quds Day, http://www.qudsday.com/hamas1.html.

yaralanmıştır. Buna karşılık Hamas, Filistin topraklarında işgalci konumundaki tüm İsraillileri

hedef ilan ederek operasyonlarının boyutunu genişletme yoluna gitmiştir.

Diğer taraftan Hamas İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un 1000 kadar asker eşliğinde

“provakatif” Mescid-i Aksa ziyareti sonucu 2000 yılında patlak veren ikinci Filistin İntifadası

sürecinde etkinliğini daha da artırmıştır. Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin ve bir sonraki lider

Abdulaziz Rantisi bu dönemde İsrail güvenlik güçlerinin operasyonlarına hedef olmuşlar ve

hayatlarını kaybetmişlerdir. Bunun üzerine kitlesel eylemlerdeki rolün e ek olarak silahlı

kanadının kapasitesini de artıran Hamas, “Kassam füzesi” olarak bilinen füzeleri İsrail’e karşı

kullanmıştır. Aksa İntifadası sürecinde İsrail güvenlik sorunu nedeniyle askeri olarak kayıp

vermesine ek olarak “turizm” gelirlerinin de düşmesi İsrail ekonomisini büyük ölçüde

etkilemiştir. Bu süreçte Hamas, Filistin lideri Yasir Arafat ile de dirsek teması halinde

bulunmuştur.192

2000 yılında başlayan II. İntifada sürecinde Hamas büyük güç kazanmış ve Filistin

halkı üzerindeki saygınlığı artmıştır. Bunun üzerine Hamas siyasi bürosu 2005 yılında

gerçekleşen Filistin Genel Seçimlerine katılmaya karar vererek siyasi olarak değişiklik yoluna

gitmiştir. Nitekim 1996 yılında gerçekleşen seçimlere Oslo sürecinin bir parçası olma

gerekçesiyle katılmamıştır, ayrıca bu değişikliğin bir göstergesi olarak 2005 yılında İzzettin

Kassam Tugayları’nın İsrail’e karşı olan saldırılarına son verme kararı almıştır. Böylece

Hamas örgütü de Filistin siyasi hayatına adım atmıştır.193

26 Ocak 2006’da yapılan Filistin genel seçimlerinde ise Hamas çoğunluğun oyunu

almıştır. Genel seçimler sonrasında ise El-Fetih ve Hamas’ın diğer Filistinli örgütlerle bir

araya gelerek Ulusal Birlik Hükümeti kurma fikri başarılı olmamıştır. Diğer bir ifadeyle

Hamas öndeliğindeki bir Filistin, siyasi olarak uluslararası kamuoyunda hoş karşılanmamıştır.

Bu süreçte El-Fetih ile Hamas arasındaki şiddet yeniden tırmanmıştır. İzzettin Kassam

Tugayları’nın Gazze’ye düzenlediği saldırı ile El-Fetih güçlerini bölgeden çıkarmış, buna

mukabil olarak El-Fetih güçleri de Batı Şeria’daki kontrolünü artırarak Hamas’ın buradaki

yetkinliğini bitirmiştir. Bu şiddetli mücadeleler sonucunda Filistin ikiye bölünmüş ve bu

bölünmüşlük günümüze kadar sürmüştür.

192 Khaled Abu Toameh, Arafat ordered Hamas attacks against Israel in 2000, Jerusalem Post, 29 Eylül. 193 Nebzetun an Hareketi Hamas, Quds Day, http://www.qudsday.com/hamas1.html.

Hamas ve El-Fetih arasındaki bu ayrılık “güç” mücadelesi üzerine olduğu kadar Oslo

barış süreci ile ilgili olarak iki grup arasındaki ideolojik farklılıkların mücadelesidir. 1948’de

Filistin topraklarında ilan edilen İsrail Devleti’ni tanımayan Hamas, barışın ancak 1967

sınırları çerçevesinde yapılacak bir ateşkesle mümkün olduğunu savunmaktadır. Hamas’a

göre İsrail işgaliyle mücadele “sınır mücadelesi değil, bir kimlik ve varoluş mücadelesidir.”

Bu anlayıştan hareketle Hamas “Sömürgeci Batı projesi ve Siyonist İsrail” ile müzakere

masasına oturarak anlaşma sağlamanın gereksiz bir hareket olduğunu görmektedirler. Daha

önce de ifade ettiğimiz gibi ABD ve Avrupa ülkeleri Hamas’ı bir terör örgütü olarak

görmektedirler. Bununla birlikte pek çok Batılı devletlerin Hamas ile müzakere halinde

bulundukları da bilinen bir gerçektir. Aynı zamanda bazı Arap ülkeleri de Hamas’ın

yükselişini kendi ülkelerindeki bazı radikal gruplara örnek teşkil etmesi tehdidi nedeniyle

tehlike olarak görmektedir.

- Filistin İslami Cihat Hareketi

Filistin siyasetinde etkili olan ve öne çıkan üç güçten biri de Filistin İslami Cihat

Hareketi’dir. 1970’li yılların sonlarında Mısır’da eğitim gören Filistinli üniversite öğrencisi

bir grup genç tarafından kurulan Hareketin kurucusu ve ilk genel sekreteri Dr. Fethi Şikaki

olmuştur. İsrail’in tümüyle ortadan kaldırılarak yerine İslam devleri kurmasını amaçlayan bu

hareket İran ve Suriye tarafından desteklenmiştir. İslami Cihad Hareketi, silahlı direnişi

Filistin’in kurtuluşu için yegâne yöntem olarak görmekte ve örgütün askeri kanadı olan Kudüs

Seriyyeleri 1948 sınırları ve 1967 sınırları içerisinde İsrail hedeflerine yönelik pek çok

operasyon gerçekleştirmiştir. İslami Cihad Hareketi, Oslo Anlaşması’nı ve bu anlaşmaya

dayalı olarak ortaya çıkan prensipleri kabul etmediği için pek çok kez Filistin Özerk Yönetimi

ve El Fetih hareketi ile ayrışmıştır.

İslami Cihad Hareketi, Filistin sorununu, İslam Ümmeti ile İsrail arasındaki bir

mücadele olarak gördüğünü ifade etmektedir. Örgüt, “nehirden denize kadar Filistin”

sloganıyla hareket etmekte, İsrail’i tanımamakta ve tanımayı da dini olarak “günah” olarak

tanımlamaktadır. “İsrail’i bir sömürge projesi” olarak kabul eden örgüte göre bu kapsamlı bir

medeniyet çatışmasıdır.194

ABD, 11 Eylül saldırıları sonrası El Aksa İntifadası sırasında İslami Cihad Hareketi’ni

terörist örgütler listesine eklemiş ve bu doğrultuda müttefiklerinden de örgüte karşı tavır

almaları konusunda uyarılarda bulunmuştur. İslami Cihad Hareketi’nin ileri gelenleri, Hamas

gibi Müslüman Kardeşler Cemaati’nin yanı sıra 1979’da meydana gelen İran Devrimi’nden

etkilenmişlerdir. 2003 yılında, Filistin İslami Cihadın 8 lideri hakkında, uluslararası

otoritelerce dava açılmış ve 50 ayrı suçlama yapılmıştır. Bu suçlamalar arasında “intihar

eylemlerini teşvik etme ve saldırılar düzenleme” suretiyle güvenliği tehdit etmek olmuştur.

İslami Cihad da Hamas hareketi gibi FKÖ bünyesinde yer almayan Filistinli örgütler

arasında yer almakta ve El Fetih ile bu çerçevede yürütülen müzakerelerin bir parçası

durumundadır. Diğer taraftan Hamas’ın Gazze Şeridi’ni ele geçirmesi sonrası İslami Cihad

Hareketi ile Hamas arasında da çeşitli pürüzler yaşanmış, İslami Cihad Hareketi’nin diğer

gruplarla organize olmadan İsrail hedeflerine gerçekleştirdiği operasyonlar Gazze’de çeşitli

gerginliklere neden olmuştur.

En az İsrail kadar çok parçalı siyasi yapıya sahip olan Filistin’de etkili olan üç önemli

güç olan “Filistin Kurtuluş Örgütü, El-Fetih ve Hamas”ı direnişe iten sebepleri arka planda

ifade etmeye çalıştık. Şu noktayı belirtmek gerekir ki söz konusu üç siyasi güç dışında da bir

takım hareketler olmuştur. Bu hareketleri isimleriyle belirtmek gerekirse şöyledir:

“Ebu Nidal, Filistin Özgürlüğü için Halk Cephesi, Filistin Özgürlüğü için Demokratik

Cephe, Filistin Özgürlük Cephesi, Filistin Ulusal Selamet Cephesi, Halk Partisi, El Aksa

Şehitleri Tugayı, Üçüncü Yol Partisi, Filistin Ulusal İnisiyatifi”dir.

Filistin de çok parçalı siyasi yapının bulunmasının dışında, coğrafi olarak da bölünmüş

halde bulunması, dış ticaretinin %80 inin İsrail’e bağlı olmasından kaynaklanan ekonomik

zayıflık ve söz konusu çatışmaların dur durak bilmeden yaşanması gibi unsurları

bulunmaktadır. Filistin halkının büyük çoğunluğunun barış ve istikrar istemesine rağmen

İsrail’e karşı olan güvensiz tavır ve önyargılardan dolayı büyük bir güvensizlik mevcuttur.

194 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, Filistin’de Siyasi Aktörler ve Partiler.. s. 80.

2) İsrail

İsrail parlamenter demokrasiye sahiptir. Knesset tarafından beş yıl görev süresi olan

Cumhurbaşkanı günlük siyasette aktif olmamakla birlikte sadece onursal makam olarak

bulunmaktadır. Knesset dört yıllık görev süresi için 120 üyeden oluşan tek meclisli bir

yapıdır. Tek seçim bölgesi olarak kabul edilen İsrail’de yüzde 1,5’lık barajı geçen partiler

Knesset’e girebilme olanağı yakalamaktadırlar. Aynı zamanda İsrail’de egemen olan iki

partiden söz etmek gerekir. Bu partiler 1949-1977 yılları arasında aralıksız iktidarda kalan

merkez sol parti olan İşçi Partisi ve merkez sağ partisi Likud Partisidir. İsrail’de en sol

görüşten en sağa kadar olan partiler şöyledir: İsrail Komünist Parti, Şinui, Meretz, İşçi Partisi

ve Likud, İsrail B’Aliya, Moledet, Ulusal Dinci Parti, Şas, Aguda İsrael ve Kah. Bununla

birlikte İsrail’de dünyada eşine rastlanmayan bir uygulama örneği olarak başbakanların

halkoyuyla doğrudan seçimleri görülmektedir. Başbakan seçilmek içinse oyların yüzde

50’den fazlasını almaları gereklidir.

İsrail’de siyasette dışında en etkili kuruluş olan Histadrut ise İsrail’deki tüm

sendikaları bir araya getiren ve 1920’lerden beri varlığını sürdürmektedir. Diğer taraftan

İsrail’de ordunun da çok ayrı bir önemi vardır. Yitzak Rabin, Ezer Weizmann, Moshe Dayan,

Ariel Şaron ve Ehud Barak gibi isimlerin komutanlıktan emekli olarak siyasete atılmaları bu

duruma emsal teşkil etmektedir.

İsrail’deki Siyasi Partiler

- İşçi Partisi

İsrail Devleti’nin kurucu partisi olan İşçi Partisi uzun yıllar ülke siyasetinde tek başına

iktidar olmuştur. İsrail’in iç politikasını ilgilendiren ekonomik politikaları, göç politikaları ve

dış politikasında İşçi Partisi’nin izleri vardır. 1948’de Sosyalist çizgi olarak tanımlanacak

unsurlara sahip olan İşçi Partisi, günümüzde daha çok “sağ ile merkez sol” arasın çizgiyi takip

eden siyasi yapısı mevcuttur. Ehud Barak’ın partiden ayrılmasıyla parti içinde sosyal

demokrasiye olan vurgu artmıştır. İşçi hareketlerine uzanan temelleriyle İşçi Partisi genel

olarak eşitliği temel prensip kabul eden, bu kapsamda asgari ücretlerin yükseltilmesi,

emeklilik garantisi, yaşlı ve engelli vatandaşlara sosyal güvenlik hizmeti gibi sosyal devlet

ilkelerini benimsemiştir. Her ne kadar serbest piyasa ekonomisini ve aşamalı özelleştirmeyi

savunuyor olsa da eğitim, sağlık gibi alanlarda devletin sorumlulukları olduğuna

inanmaktadır.

Tarihsel olarak İşçi Partisi’nin seçmen kitlesi genel olarak Eşkenazi işçi sınıfından

oluşmaktadır. İsrail siyasetinde merkez partilerin başında yer alan İşçi Partisi, genel olarak

merkez-sol Siyonist bir partidir. Kurulduğu yıllardan beri İsrail siyasetine yön veren parti,

1977’deki seçimlerde aldığı yenilgi sonrası kan kaybetmeye başlamıştır. 1977 seçimi sonrası

kan kaybeden parti ya muhalif parti olarak kalmış ya da başka bir partiyle koalisyon

kurmuştur. Parti’nin kuruluşu 1968’de sosyalist Siyonist örgütlerden olan Mapay, Ahdut

HaAvoda ve Rafi’nin birleşmesiyle olmuştur.

Mapay, İsrail Devleti’nin kuruluşunun ardından en güçlü siyasi aktör haline gelmiştir

ve en önemli lideri David Ben-Gurion’dur. Ahdut HaAvoda ise İşçi Partisi’nin ikinci kurucu

grubu olup 1944 yılında partinin reformist eğilimlerini eleştiren Mapay üyeleri tarafından

kurulmuştur. Üçüncü kurucu üye olan Rafi (İsrail İşçiler Birliği) 1965’te Ben Gurion’un İşçi

Partisi Başkanı ve Başbakan Levi Eşkol ile anlaşmazlık yaşaması sonucu kurduğu partidir.

İşçi hareketini ve Histadrut’un yönetimini kontrolü altına alan İşçi Partisi 1977 yılına

kadar iktidarda kalmıştır. Parti 1967 Savaşı’nda Batı Şeria, Gazze ve Sina yarımadasının

geleceği konusunda liderler arası anlaşmazlıkların olması ve yeni gelen göçmenlerin oylarını

alamaması nedeniyle 1970’lerde kan kaybetmeye başlamıştır. 1969 seçimlerinde yüzde 46,2

oy alan İşçi Partisi’nin oyları giderek düşmüştür. 1969-1974 yılları parti lideri aynı zamanda

başbakan olan Golda Meir döneminde parti, dönemin üç kurucu üyesinin söz hakkıyla

yönetilmiştir.195 1974 yılında çöküş yaşayan bu sistemin ardından İzhak Rabin ve Şimon

Peres İşçi Partisi’nin yeni liderleri olmuşlardır. 1980’lerin sonuna kadar Peres ve Rabin

tarafından yönetilen Parti, hiyerarşik ve oligarşik bir yapıya sahiptir.

İşçi Partisi 1977 seçimleri ile birlikte iktidarı sağ parti olan Likud’a bırakmıştır. 1984

ve 1988 seçimleri sonrasında Likud Partisi ile dönüşümlü başbakanlığa dayalı kurulan ulusal

195 Selin Çağlayan, İsrail Sözlüğü, İstanbul: İletişim yayınları, 2010, s. 401.

birlik hükümetlerinde yer almıştır.196 Bu durum parti içinde muhalefete neden olarak İşçi

Partisi’ne güç kaybetmiştir. Diğer taraftan Rabin ve Peres arasında devam eden çekişme

sonrası 1992 seçimlerinde Rabin liderliğindeki İşçi Partisi sandıktan birinci olarak çıkmıştır.

Fakat enflasyonun hızla yükselerek ekonominin kötüye gitmesi nedeniyle 1992 seçimlerinde

kazandığı oyların neredeyse yarısını kaybetmiştir. Bunun yanı sıra 1995 bütçesinin veto

edilmesi ile birlikte parti içindeki gerilim daha da artmıştır. Diğer taraftan Rabin’in bir

suikasta kurban gitmesi sonrası Peres ikinci kere seçilmiştir.197 1996 seçimlerinde ilk kez iki

turlu olan seçim sistemi sonrası İşçi Partisi birinci parti olarak çıkmasına rağmen, Peres

başbakan olarak seçilememiştir. Bu dönemde Ehud Barak parti lideri seçilerek 1999 yılında

düzenlenen başbakanlık seçimlerini İşçi Partisi adayı olarak kazanmıştır. Fakat seçimlerin

ardından İşçi Partisi önderliğinde kurulan Tek İsrail koalisyon hükümeti koalisyon

ortaklarının dağılmasıyla dağılmıştır. Diğer taraftan Ehud Barak, II. İntifada’nın ardından

istifa ederek Likud Partisi önderliğindeki Ulusal Birlik Hükümetinde yer almıştır. 2005

yılında ise İşçi Partisi’nin yeni lideri Amir Peretz olmuştur. 2007 yılında tekrar parti lideri

olarak seçilen Barak, 2011 yılına kadar görevini devam ettirmiştir. 2011 yılına sürdürdüğü

parti liderliği görevinden parti içi anlaşmazlıklar nedeniyle Ocak 2011’de ayrılmıştır. Ehud

Brak’ın bıraktığı parti liderliğini ise sıkı sosyal demokrat olan Şeli Yahimoviç sürdürmüştür.

Yahimoviç liderliğindeki İşçi Partisi 2012’de Netanyahu’nun yeniden kurduğu hükümette yer

almayarak muhalif olarak kalmıştır.

İşçi Partisi’nin Filistin meselesine bakışı ise iç ve dış dinamik şartlarına göre farklılık

göstermekle birlikte ilk dönemlerde Filistin milliyetçiliğine, özerk bir Filistin Devleti’ne karşı

durmuşlardır.198 1990 yıllarına doğru ise İşçi Partisi Filistin meselesine daha ılımlı bakarak,

Filistinlilerin self-determinasyon hakkını tanıyan ve sınırlı özerkliğe sahip Filistin devletinin

kuruluşundan bahseden parti tüzüğüne sahip olmuşlardır.199

196 Hassan A. Barari, Israeli Politics and the Middle East Peace Process, 1988-2002, Newyork: Routledge, 2004, s. 57. 197 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, Ankara: 2002, SETA Yayınları, s. 52. 198 Avi Shlaim, “Israel and Palestine, Reappraisals, Revisions, Refutations”, Newyork: Verso, 2010, s. 169. 199 Ibid., s. 169.

- Likud Partisi

İsrail siyasi hayatının en önemli partilerinden biri olan Likud Partisi aşırı milliyetçi,

ekonomik liberalleşme taraftarı olan merkez sağda yer alan bir partidir. İdeolojik kökenleri

1925’te kurulan Revizyonist Siyonizm anlayışına dayanmaktadır. Siyonistler içerisinde büyük

bir grup olarak bilinen Revizyonistler, Ürdün ve Filistin’i içine alan Eretz Israel’in Yahudi

Devleti’ne ait olması gerektiğini savunmuşlardır. Bu doğrultuda BM Taksim planını

reddederek Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Ürdün’ün iki yakasını içine alan bir Yahudi

Devleti’nin kurulmasını istemişlerdir. Bu kapsamda askeri mücadele ve radikal milliyetçi

politikaları ısrarla savunmuşlardır.200

Bağımsızlığın kazanılmasından sonra söz konusu revizyonist anlayış Likud’un

kökenini Herut Partisi ile siyasette yerini almıştır. Herut Partisi, Araplara ve İngilizlere karşı

eylemler yapan Irgun adlı Yahudi yer altı örgütü Menahem Begin tarafından 1948 yılında

kurulmuş ve İsrail’in en önemli sağ partisi olmuştur. 1965 seçimleri öncesi sağ parti olarak

bilinen Liberal Parti ile seçim ittifakına girmiş ve bu ittifaktan Gahal bloğu doğmuştur. Bu

ittifaka daha sonra “Ulusal Liste, Büyük İsrail Hareketi” gibi partilerin de katılmasıyla blok

genişleyerek İbranice “konsolide etmek” anlamına gelen Likud ismi kabul edilmiştir.

Menahem Begin liderliğindeki Likud Partisi seçimlere “özgürlük, adil düzeni yoksulluğun

düşürülmesi, ekonomik gelişim ve Eretz İsrail’in birliği bütünlüğü” gibi sloganlarla girmiştir.

Bununla birlikte Likud’un ısrarla durduğu İsrail’in bölünmezliği, 1967 işgal edilen

topraklardan İsrail’in çekilmesine karşı olan” noktalar Likud tüzüğüne girmiştir.201 1973

seçimlerinde yüzde 30,2 oy alarak ikinci parti çıkan Likud, 1977 seçimlerinde aldığu yüzde

33,4 oyla birinci parti olarak çıkmıştır. 1977 seçimlerinde Likud İsrail siyasetinde sol kanadı

yıkarak ilk defa bir sağ parti liderliğinde kurulan koalisyon hükümetine başkanlık etmiştir.

Likud’un seçimden başarı ile çıkmasındaki en büyük neden o döneme kadar İsrail siyasi

hayatı dışında tutulan Seferadlardan aldığı destek olmuştur. Bir diğer etken ise iktidarda

bulunan İşçi Partisi’nin karıştığı rüşvet ve yolsuzluk skandalından kendine pay

çıkarmasıdır.202

200 Elfi Pallis, “The Likud Party: A Premier”, Journal of Palestine Studies, Vol.21, 1992, s. 41. 201 Elfi Pallis, “The Likud Party: A Premier”, Journal of Palestine Studies, Vol.21, 1992, s. 42. 202 Elfi Pallis, “The Likud Party: A Premier”, Journal of Palestine Studies, Vol.21, 1992, s. 48.

Begin liderliğindeki Likud iktidarının en tartışmalı konusu 1979’da Mısır ile

gerçekleştirilen Camp David görüşmeleri ve ardından gelen barış anlaşmaları olmuştur. 1977-

1981 yılları arasında gerçekleşen söz konusu barış görüşmeleri parti içerisinde ayyuka

çıkmasına neden olmuştur. Mısır ile gerçekleşen barışa Likud’un Herat kanadından sert

tepkiler gelmesine rağmen Menahem Begin partiyi 1981 seçimlerine taşıma başarısı

göstermiştir. Begin’in başarısı ile 1981 seçimlerinde oyların yüzde 37,1’ini alarak bir kez

daha Likud birinci parti olarak çıkmıştır. 1983 yılında Menahem Begin’in sağlık problemleri

nedeniyle parti liderliğini bırakması üzerine yerine İzhak Şamir seçilmiştir. Şamir

liderliğindeki Likud 1984 yılında girdiği seçimlerde İşçi Partisinden sonra ikinci parti olarak

seçilmiştir. Her iki partinin de hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamaması üzerine İşçi Partisi

ile birlikte Ulusal Birlik Hükümet içinde bulunmuştur. 1988 seçimlerinde yüzde 31,1 oy

alarak birinci parti seçilmesine rağmen yine hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamamıştır. Bir

kere daha İşçi Partisi ile Ulusal Birlik Hükümetinde bulunmuştur. 1992 seçimlerinde Likud

Partisi oylarında ciddi bir düşüş yaşamıştır. Almış olduğu yüzde 24,9 oyla birlikte İşçi Partisi

karşısında başarız olan Likud Partisinden İzhak Şamir 1993’de istifa etmiş ve yerine

Benjamin Netanyahu seçilmiştir. Fakat Netanyahu’nun seçimi ile de birlikte Likud başarı

sağlayamamıştır. Diğer taraftan seçim sistemindeki değişiklik nedeniyle “ilk kez yapılan

doğrudan başbakanlık” seçimlerini Likud Partisi lideri Benjamin Netanyahu kazanarak

başbakan olmuştur. 1999 seçimleri ile Likud Partisi ikinci parti çıkarken Netanyahu Likud

liderliğinden istifa etmiştir. Netanyahu’nun ardından parti liderliğine Ariel Şaron seçilmiştir.

Şaron 1999 seçimlerinden iki yıl sonra Barak’ı erken başbakanlık seçimleri konusunda

zorlamış ve 2001 yılında gerçekleştirilen başbakanlık seçimlerini kazanarak başbakan

seçilmiştir.

Ariel Şaron liderliğindeki Likud Partisi 2003 seçimlerine katılarak birinci parti olarak

çıkmıştır. Şaron liderliğindeki Likud, İşçi Partisi, Şas, İsrail Evimiz gibi partilerin dahil

olduğu sekiz parti ile koalisyon oluşturarak İsrail siyasi tarihindeki en geniş kapsamlı

koalisyon olmuştur, fakat Şaron’un Gazze’den çekilme kararı almasının ardından gerek parti

içinde gerek de koalisyon içinde tartışmalar çıkmasına neden olmuştur. Parti içinden Şaron’u

destekleyenler Şaron liderliğinde Likud’tan ayrılma kararı alarak Kadima Partisi’ni

kurmuşlardır. Şaron yerine Likud Parti liderliğine geçen Netanyahu parti içinde değişikliklere

gitmiştir. 2009 seçimleri sonrası Likud, İsrail Evimiz, Şas gibi aşırı sağ partiler ve merkez sol

parti olan İşçi Partisi ile koalisyon hükümeti kurmuş ve halen Benjamin Netanyahu başbakan

olarak görevini devam ettirmektedir.

Likud Partisi’nin Filistin Sorunu’na bakışı eski Filistin topraklarının kesinlikle

Yahudilere ait olduğu fikrine dayanarak, özerk bir Filistin Devleti’ni kati surette

reddetmektedir. Likud liderliğinde kurulan hükümetler uluslararası baskılar nedeniyle barış

süreci içinde bulunsalar da Parti’nin Filistin meselesine bakışı değişmemiştir.

- Kadima Partisi

2005 yılında Likud’tan ayrılan Ariel Şaron tarafından kurulan Kadima Partisi, İşçi

Partisi ile Likud arasında yer alan merkez partidir. Likud lideri olan Ariel Şaron’un Şubat

2004’te Gazze ve Batı Şeria’da bulunan bazı Yahudi yerleşimcileri güvenlik ve nüfus ile ilgili

nedenlerden ötürü boşaltılması kararını açıklamasının ardından hem parti içinde hem de

koalisyon hükümet ortakları tarafından eleştirilmesine neden olmuştur. Bunun üzerine Şaron

2005’te Likud’tan istifa ederek yeni bir parti kuracağını belirtmiş ve Cumhurbaşkanı Moşe

Katsav’dan Meclisi lağvetmesini talep ederek erken seçim isteminde bulunmuştur.203 İbranice

ileri anlamına gelen Parti’nin başına Ariel Şaron’un sağlık nedenlerinden ötürü hastaneye

yatırılması sonucu parti liderliğine Ehud Olmert geçmiş ve geçici olarak başbakanlık görevini

üstlenmiştir. Fakat kısa bir süre içerinde lider değişikliğinin yaşanması Parti’nin akıbeti

konusunda kuşkular uyandırmıştır.

Bütün bu olumsuz şartlara rağmen Kadima Partisi, 2006 seçimlerinde 29 sandalye

kazanarak birinci parti olarak çıkmıştır. İşçi-Meimad, Şas ve Gil Emekliler Partisi ile

koalisyon hükümeti kurularak başbakanlığa Ehud Olmert getirilmiştir. Kadima Partisi’nin

kısa sürede başarı yakalamasında en önemli etken Şaron’un halk arasında oluşturduğu prestij,

yeni bir oluşum olmasına rağmen parlamentoya girerek hükümette yer almış olması

gösterilebilir.204

Kadima liderliğindeki koalisyonun göreve gelmesinden kısa bir süre sonra 2006

yılında İsrailli sekiz sekiz askerin öldürülmesi ve iki askerin de rehin alınması üzerine

203 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, Ankara: 2002, SETA Yayınları, s. 87. 204 Ibid., s. 87.

Hizbullah’a savaş açılmış ve bu savaşın İsrail açısından sonuçsuz kalması üzerine Başbakan

Olmert’in savaşı iyi yönetememiş olmasından dolayı hatalı bulunmuştur.205

Eylül 2008’de yapılan genel başkanlık seçimlerinde Kadima’nın başına Tzipi Livni

geçmiştir. Hükümet kurmakla görevlendirilen Livni, Şas ve Birleşik Tevrat Yahudiliği’nin

Livni başkanlığında kurulacak koalisyona sert tepki göstermeleri nedeniyle yeni bir hükümet

kuramamıştır. Bunun üzerine Şimon Peres 2008’de erken seçim kararını açıklamıştır. 2009’da

yapılan erken seçimlerde ise parlamentoda 28 sandalye elde ederek birinci gelmiş olmasına

rağmen koalisyon görüşmelerinde başarısız olması nedeniyle hükümet dışı kalmıştır.

2012 yılında gerçekleştirilen genel kurulda partinin genel başkanı Şaul Mofaz

olmuştur. Mofaz hiçbir şekilde Netanyahu hükümetine dahil olmayacaklarını açıklasa da

sürpriz bir kararla Netanyahu ile anlaşma sağlayarak Mayıs 2012’de Likud liderliğindeki

Ulusal Birlik Hükümetine dahil olmuştur, fakat çok uzun bir süre geçmeden hükümetin

hazırladığı yeni askere alma yasasına karşı çıkması nedeniyle koalisyondan çekilmiştir.

Kadima Partisi’nin Filistin meselesine yaklaşımı kurulduğundan beri “iki devlet iki

halk” formülü ile Filistin Devleti’nin kurulmasını savunmuştur. Bu desteğin arkasında hızla

artan Filistin nüfus unsurunu göz önünde bulunduran çıkarcı bir davranış yatmaktadır.

Kadima’nın parti programına göre “Yahudiler İsrail topraklarının tamamı üzerinde milli ve

tarihi haklara sahiptirler, bağımsız ve demokratik bir İsrail Devleti için ise Yahudi

çoğunluğun devamını sağlamak gerekmektedir.”206 Bununla birlikte Kadima İsrail

Devleti’nin genel olarak 1967 sınırlarını benimsemekteydi. Ayrıca İsrail’in başkenti olarak

Birleşik Kudüs’ü kabul etmekteydi. Diğer taraftan Kadima parti programında Filistinli

mültecilerin İsrail’e dönüşüne ile ilgili görüş bulunmamakla birlikte genel itibariyle İsrail’e

yapılacak geri dönüş hakkını tanımamaktaydı.

- İsrail Beytenu (İsrail Evimiz)

İsrail Beytenu 1999 yılında Avigdor Liberman, Yuri Stern ve Ida Nudel tarafından

kurulan ve ekonomik liberalizm, revizyonist Siyonizmi savunan aşırı milliyetçi, seküler bir

205 Ibid., s. 88. 206 Reuven Y. Hazan, “Kadima and the Centre: Convergence in the Israeli Party System”, Israel Affairs, Vol. 13, No. 2 (Nisan 2007), s. 277.

partidir. Bu partinin kuruluşu Sovyetlerin yıkılmasından sonra İsrail’e göç eden 50 bin

göçmenin ülkede meydana getirdiği demografik değişime dayanmaktadır. Bu göçmenlerin

İsrail’in dönüş yasası gereği kolay vatandaşlık elde etmesi sonucu 1988’de Siyonist Forumu

oluşturmuşlar ve daha sonra İsrail Beytenu kurulmuştur. Kurulduğu yıl düzenlenen seçimlere

İsrail Ba-Aliyah ile birlikte Rus Partileri olarak bilinen bir koalisyonla giren İsrail Beytenu

toplamda on sandalye kazanmıştır.

İsrail Beytenu 2004 yılında Şaron’un liderliğinde koalisyon hükümetinde yer almış ve

parti lideri olan Lieberman bu hükümette Ulaştırma Bakanı olarak görev yapmıştır. Şaron’un

Gazze’den çekilme planına karşı gelen Lieberman hükümetten çekilmiştir. Lieberman daha

sonra Kadima lideri Ehud Olmert’in kurduğu hükümette başbakan yardımcılığı görevini

sürdürmüştür.

Parti 2009 seçimlerinde oylarını artırarak 15 sandalye kazanmış ve Knesset’in üçüncü

büyük partisi olmuştur.207

İsrail Beytenu’nun Filistin meselesine yaklaşımı ise parti lideri Lieberman tarafından

gündeme gelen Arap ve Yahudi nüfusunun yer değişmesine dayanmaktadır. Bu plan

doğrultusunda “Batı Şeria’da bulunan 300 bin Yahudi yerleşimciyi 1967 sınırları içinde

yaşayan 1,5 milyon Arap’ın bir kısmı ile değiştirmeyi hedeflemektedir.”208 İsrail Beytenu

ayrıca söz konusu nüfus değişiminin gerçekleşmesi şartıyla iki devletli çözümü ve Kudüs’ün

belli yerlerini Filistin’e verilmesini de savunmuştur.

- Yeş Atid

İbranicede “gelecek var” anlamına gelen Yeş Atid Partisi 2002 yılında İsrailli ünlü

gazeteci Yair Lapid tarafından kurulmuştur. Parti’nin aynı zamanda genel başkanlığını yapan

Yair Lapid partinin sekiz temel hedefinin olduğunu vurgulamıştır. Bunlar; “İsrail Devleti’nin

önceliklerini değiştirerek sivil yaşama önem vermek, İsrail’de yönetim sistemini değiştirmek,

eğitim ve askeri hizmette eşitlik, yolsuzlukla mücadele etmek, ekonomik faaliyetlerin

ilerletilmesi çalışmak, barınma ve geçim giderlerindeki pahalılığı azaltmak, eğitim yasasının

207 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, op.cit., s. 97. 208 Ibid., s. 100.

değiştirilerek pek çok sınavı kaldırmak, farklı toplumsal kesimler arasındaki ilişkileri

düzeltmek, iki halk için iki devlet eksenli bir barış anlaşması için çalışmak, bunu yaparken de

büyük yerleşimleri korumak ve İsrail’in güvenliğini korumak” olarak belirtilmiştir.”209

- Şas Partisi

Halen Haham Yosef’in manevi önderliğinde yürütülen partinin ismi Şomrei Seferad

“Seferadların Muhafızı” sözcüklerinin kısaltılmasından meydana gelmekte olup 1984 yılında

Irak kökenli Haham Ovadya Yosef tarafından kurulmuştur. Eşkenazilerin İsrail’deki

etkinliğine bir tepki olarak ortaya çıkan Parti radikal dinci ve sağcı bir partidir. Şas, Yahudi

kimliği ile devlet kurumları içerisinde yer alınması gerektiğine ısrarla vurgu yaparken

“yeşivaların” devletin ayırdığı bütçe ile desteklenmelerini savunmuşlardır.210

Seferad Yahudileri arasında önemli oranda seçmeni olan Parti’nin kurulduğu yıllardan

beri katıldığı her seçim akabinde koalisyon hükümeti pazarlıklarında aktif olarak yer almıştır.

Katıldığı ilk 1984 seçimlerinden sonra İçişleri Bakanlığını elde etme başarısı göstererek bu

bakanlığı 1988 ve 1992 seçimlerinde de elinden kaçırmamayı başarmıştır.

Şas Partisi büyük oranda kökenden de anlaşılacağı üzere radikal dindar Sefaradların

oylarını alarak siyasi kimliğini korumayı başarmıştır. Geleneksel olarak hükümetlerde İçişleri

Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Dini Hizmetler Bakanlığı ve İskan Bakanlığı gibi

mevkilere önem vererek bu sayede seçmen kitlesini oluşturan yeşiva öğrencilerine ve yoksul

Sefaradlara hizmet götürmeyi garanti altına almaktadır.

- Birleşik Tevrat Yahudiliği

1992 yılında Moshe Gafni liderliğinde “Degel Ha Torah ve Ya’akov Litzman”

liderliğindeki Agudat Yisrael isimli iki Ortodoks Yahudi partinin birleşimi ile kurulmuştur.

Söz konusu partilerin farklı bakış açıları olsa da Knesset’te güçlerini muhafaza etmek

amacıyla birleşmişlerdir. Böylece baraj altında kalma riskinden uzak kalarak Meclis’te

209 Ibid., s. 105. 210 Ibid., s. 117.

kalmayı başarmışlardır. İsrail’de Eşkenazi Ortodoks tabanını temsil eden Parti, din ve devlet

işlerinin birbirinden ayrılması ilkesine itiraz etmiştir. Genel olarak Yahudiliğe ait birtakım

ritüel ve kuralların hukuk sistemi içerisinde daha fazla yer almasını savunmuştur.211

- Ihud Leumi (Milli Birlik Partisi)

1999 seçimleri öncesi Siyonizm taraftarı Moledet, Tekuma ve Herut partilerinin

ittifakı sonucu doğmuş ve aşırı sağ bir parti olan Ihud Leumi’nin Rehavam Ze’evi liderliğinde

kurulmuştur. İsrail topraklarının Yahudi milli yurdu olduğuna ve bu sebeple güvenliğinin

sağlanması gerektiğini savunan Parti, İsrail’de yer alan milliyetçi kesimleri etkilemiştir. Ihud

Leumi İsrail’i Yahudi demokrat bir ülke olarak kabul ederek İsrail Devleti’nin ayrılmaz

parçası olan Yahudilik ve Siyonist karakterinin sonsuza kadar korunacağı inancını

taşımaktadır.212

- Mafdal

Ihud Leumi dışında aşırı sağ partiler içierisinde yer alan diğer parti de “Mafdal (Ulusal

Dindar Parti)” mevcuttur. Bu parti aşırı sağcı ve Siyonizm yanlısı olan Parti’nin kökleri

Mizrahi ve Hapoel HaMizrahi partilerine dayanmaktadır. İki partinin de felsefi kökleri

Yahudilik ve modernizm arasında oluşan senteze dayanmaktadır.213

211 Ibid., s. 123. 212 Ibid., s. 127. 213 Ibid., s. 133.

ÖZGEÇMİŞ

1989’da Kayseri’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kayseri’de gördü. 2011’de Fatih

Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. 2008 yılında Erasmus öğrenci

değişim programına giderek Almanya’da bir sene Siyaset Bilimi bölümünde okudu.

Mezuniyet sonrası İstanbul’a dönerek TASAM adlı düşünce kuruluşunda çalışmaya başladı.

Ortadoğu Masası Uzman Yardımcısı olarak başladığı bu kuruluşta 2 yıldır görevini

sürdürmektedir. Akıcı İngilizce, başlangıç seviyesinde Almanca, Fransızca ve Arapça

bilmektedir. Akademik hayatında Ortadoğu konusunda uzmanlaşmaya çalışmak için gayret

göstermektedir.


Recommended