Mayıs 20112 3
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
GÜZELLİKLER ŞEHRİ: İSTANBUL
Istanbul has a considerably important status for both its geographic location and our cultural history. Throughout centuries, its cultural heritage, which has passed down from generation to generation, and its magnificently natural beaty, which inspired the artists, has brought forth the indispensible masterpieces of our art history.
Somuncu Baba raised Hacı Bairam Wali, he raised Akşemseddin, and he raised Fatih Sultan Mehmed Han, who conquered Istanbul and turned it into a rose garden. After the conquest, Istanbul, which won the identity of Turk and Muslim, took an important place and became a frequently used theme in Divan Literature, which developed in and around Istanbul.
All in all, Istanbul is a city of beauties. The model of Somuncu Baba Complex in Darende has been added, as a new one, to the historical, moral and cultural values of Turkey displayed in Miniaturk. We are extremely pleased, we love our country and people very much...
THE CITY OF BEAUTIES: ISTANBUL
İstanbul, gerek coğrafî yönden gerekse kültür tarihimiz açısından çok önemli bir konuma sahiptir. Yüzyıllar boyunca, nesilden nesile aktarılan kültür mirası ve sanatçılara ilham veren muhteşem doğal güzellikleri sanat tarihimizin vazgeçilmez şaheserlerini meydana getirmiştir. Ayrıca İstanbul, Türk edebiyatının değişmez temalarından biri olmaya hak kazanmıştır. Asırlar boyunca insanımız için İstanbul’u fethetmek, mutlaka ulaşılması gereken yüce bir ideal olmuştur.
Bu hususta Somuncu Baba Hazretlerinin kayınpederi Abdurrahman Erzincanî Hazretleri hakkında Mecdî Mehmet Efendi’nin Hadâiku’ş-şakâik adlı eserinde sadeleştirilmiş haliyle şu bilgiler bulunmaktadır:
“Müellif-i Şakâ’ik merhûm Hatîb Kâsım oğlu demekle meşhûr olan Mevlânâ Muhyiddin’den, onlar dahi Şeyh Abdurrahîm Merzifonî halifelerinden Ali namındaki bir sofiden hikâye eyledi ki, İstanbul şehrinin fethinden önce, Şeyh Abdurrahman Erzincanî Hazretleri ile ikimiz (yani Sofi Ali ile Abdurrahman Erzincanî Hazretleri), Bizans tarafından izin alarak İstanbul’a geldik. Eskiden beri zamanın şaşılacak bir mabedi olarak bilinen Ayasofya’da Hıristiyan ruhanileri ile Şeyh Abdurrahman Erzincanî Hazretleri tevhid ile alakalı karşılıklı konuşmalar yapıp Hıristiyan ruhanileri ilzam ve ifham eyledi. Bu sonuca binaen 40 kadar Hıristiyan ruhanisi Müslüman olup, … Şeyh Hazretleri, şahid-i fetih ve zafer İstanbul’a ayak basmak mukadder ve müyesser olduğunu müjdeledi. İstanbul feth olduğu zaman daha önce Müslüman olan ruhbanlardan altısı halen hayatta bulunmaktaydılar.”
Somuncu Baba Hazretleri, Hacı Bayram’ı Veli’yi, Hacı Bayram-ı Veli, Akşemseddin’i, o da İstanbul’u gülzâr yapan Fatih Sultan Mehmed Han’ı yetiştirmiştir. Fetihten sonra Türk ve Müslüman kimliği kazanan İstanbul ve çevresinde gelişen Divan edebiyatı içerisinde İstanbul, önemli ve sıkça kullanılan bir tema olarak kendine yer edinmiştir.
18. asır, Divan şiirinde İstanbul’un en fazla konu edildiği dönem olarak edebiyat tarihi içindeki yerini alır. Şiirlerinde “bir tutku” derecesinde İstanbul’dan bahsetmeyi seven Nedim’in eserleri 18. asır İstanbul’unun bir “belgeseli” gibidir. Şairin, Damat İbrahim Paşa için yazdığı kasidenin nesib kısmında İstanbul’un özellikleri Nedim’e has zarafet ve incelikle anlatılır:
Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü bahâdır / Her sengine yekpâre Acem mülkü fedâdırBir gevher-i yekpâre iki bahr arasında / Hûrşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır
17. asırda Anadolu’dan İstanbul’a gelen bazı âşıklar şiirlerinde, “İslambol, Sultanü’l Beled, Âsitâne” gibi isimlerle İstanbul’dan söz etmişlerdir.
İstanbul güzellikler şehridir. Miniatürk’te bulunan Türkiye’nin tarihî, manevî ve kültürel değerlerine bir yenisi olarak, Darende Somuncu Baba Külliyesi’nin maketi de eklenmiştir. Sevinçliyiz, İstanbul’u, ülkemizi ve insanları çok seviyoruz…
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 127 Mayıs 2011 Basım Tarihi: 01 Mayıs 2011
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak TÜRSAB ARŞİVİ
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Bekir CANPOLAT
Reklam Ziya TOKSÖZLÜ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Bizim Repro
Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 185 dahiliyi arayınız.
KUTSAL MEKÂNLARA KUTLU SEFER
44
KANAAT EN BÜYÜK HAZİNEDİR
BİR İMPARATORLUK SEYYAHI
İNSANA SADÂKAT YARAŞIR
Mehmet DERE
Kanat/kanaatkârlık İslâmî ve ahlakî bir erdem olup, yüce dinimiz İslâm kanaati ve kanaatkârlığı övmüş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise yasaklamıştır. Bizlere düşen görev çalışıp helalinden kazanmak, payımıza düşene razı olup kanaatkâr olmaktır.
Mustafa ÖZÇELİK
Evliya Çelebi, edebiyatımızda Seyahatnâme türünde bir ilki teşkil eder. Zira, onun eserine kadar Zira bu esere kadar tam anlamıyla Seyahatnâme denilecek bir eserimiz yoktur.
Vedat Ali TOK
Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.
54 72 76
AH İSTANBUL - Meryem Aybike SİNAN (06)
SADAKA TAŞLARI - Nidayi SEVİM (13)
HIRSIZLIK HAKLARA TECÂVÜZDÜR! - Ali AKPINAR (14)
BİR BAŞKA YÜZÜYLE İSTANBUL - Muhsin İlyas SUBAŞI (18)
BÛSESİ LÂLE İSTANBUL - Mehmet SERTPOLAT (21)
El-BÂSIT - Ramazan ALTINTAŞ (22)
İNCİTME - Hanifi KARA (25)
AMR B. HUREYS (r.a.) - Bünyamin ERUL (32)
KIRK YAPRAKLI GÜL - H. Hamidettin ATEŞ (33)
EDEPLİ OLMAK - Musa TEKTAŞ (34)
ZİHİN KİRLİLİĞİ - Mehmet Zeki AYDIN (38)
GİDENLER GAZELİ - M. Nihat MALKOÇ (43)
SAFLARI SIKLAŞTIRMANIN ZAMANI - Enbiya YILDIRIM (50)
NAAT MEDENİYETİ - Bekir OĞUZBAŞARAN (53)
BAHAR VE SERÇELER - Fazıl Ahmet BAHADIR (57)
TARİH AYNASINDA PERDELENEN HAREM - İsmail ÇOLAK (58)
VEFASIZLIĞIN DİĞER ADI: NANKÖRLÜK - Abdullah KAHRAMAN (62)
HALİD-İ BAĞDADÎ - Muharrem AKIN (66)
TASAVVUF VE KİŞİLİK - M. Doğan KARACOŞKUN (68)
İMZA DİLİYLE KİŞİLİĞİMİZ - M. Emin KARABACAK (70)
DENİZLİ EVLİYALARI - Yusuf HALICI (78)
HAYIRLI İŞ - Raziye SAĞLAM (80)
GELDİM - Ali Rıza MALKOÇ (83)
KALİTELİ ÖMÜR İÇİN YAPILACAKLAR - Akın DİNDAR (84)
KEKİK - Şifalı Bitkiler (86)
KUYMAK (MIHLAMA) - Mesude SARI (87)
Resul KESENCELİ
Onlar bir kez görüyorlar hemen anlayabiliyorlardı. Balık deryada ilken deryanın kıymetini bilmeliydi. İnsanların birbirine davranışları çok güzelleşmişti.
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
FENÂDAN BEKÂYA
10 Abdülmecit İSLAMOĞLU
Bizleri bu dünyada meşgul eden, oyalayan pek çok şey vardır. Zamanımızı bunlarla geçirir, mutlu olmaya çalışırız. Hoşumuza gittiğini inkâr edemeyeceğimiz; para, mal, mevki, makam, şöhret vb. bizlere huzur getireceğini umduğumuz şeylerin başında gelir.
26
AFRİKA’DA MİSYONERLİK
Kadir ÖZKÖSE
Afrika’nın büyük bir bölümünde misyonerler, sömürgeci güçlerin yardımı ile Müslümanları eğitimden mahrum bırakmışlar ve Hıristiyanlığı kabul etmeyen...
7Mayıs 20116
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Merhem-i vasl iledir hasta-i hicre devâ Kim ki cânından geçer vuslat-ı yârdır ana
Sanma dil-i âşıkı gayrı safâ râm eder Değme işe âşıkân sanma kılar cân fedâ
Müftî-i aşkın ezelden beri fetvâsı budurCân verene vasl-ı yâr u vasl-ı yâra cân bahâ
Cân ü cihân kaygısın çekmedi âşık olan Dikmedi cân mülküne aşkdan özge bir livâ
Bahtlı ola yaralı sara zahmın yâr eli Cevrini yârın bile cânânına zevk u safâ
Dost yolunda âşıkın sıdkına oldu delîl Derdine sabr eyleye etmeye çûn u çirâ
Ad u sandan geçip sende Hulûsî hemân Nâm ü nişân terkin ur âşık isen merhabâ
9Mayıs 20118
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN
Bir ışık saltanatı yakalıyor ruhumu.
Gel Kâtibim beni İstanbul’a yaz, diyorum uzun
senelere seslenip!
Karanlıklarım, gölgelerim, hüznüm
ziyâlanıyor, kalbimin en mutena yerine yürüyor,
erguvan ülkesine ansızın sermest oluyor. Gel di-
yor güllerin şehri, gel diyor. İstanbul biraz ergu-
van, biraz gül demek zannımca. Biraz Hüsrev bi-
raz Hatem demektir bir de.
İstanbul’u kim anlar, kim söyler içli şarkılar
gibi? Kim sever Fatih’i gibi, Ak Şeyh’i gibi kim
düşünür? İstanbul güneşin battığı yer. İstanbul
zamanın durduğu yer. İstanbul’un kaderi güle
ayarlı. Gül İstanbul demek, İstanbul gül. Bir de
Hüsrev’ül Hatem demek... Bu ışık saltanatı çağı-
rıyor beni uzaktan.
Bir kuşluk vakti, henüz zaman eskimeden,
yollar yorulmadan, gün düşmeden sarkacın-
dan düşüyorum yollara. Yollar ki bıkkın, yol-
lar ki umarsız, yollar ki gözyaşlarıyla ıpıslak.
İplik iplik bir yağmur yağıyor ansızın. Nisan
yağmurları değiyor toprağın ateşli alnına. Yor-
gun ve ıslak yollara inat varıyorum Bayazıt
Meydanına... Bayazıt ki yıldırımları düşürüyor
aklımın çatlaklarına. Bir ışık saltanatına boğu-
luyorum... Bu şehirde hatıralar başkadır… Ha-
tırlamak bambaşkadır. Sultanahmet her dem
bir ashap şenliğidir asr-ı saadeti kuşanan…
Ah güzel İstanbul, diyor kalbim serdest olup! Bu
şehirde seyir başkadır!
İstanbul Bizim Gülen Yanımız, Güzel Tarafımız!
Sanki yüzyıllar geri çağırıyor gibi. Eski sandu-
kalara saklanmış şehzadeler, uykularından apan-
sız uyanacak ve usulca sızacaklar aramıza. Bak ne
çok unutmuşsunuz diyecekler. Hüsrev ve Hatem
ülkesinden kovacaklar bizi. Erguvanî bir büyü ya-
kalayacak ruhumuzu ansızın, hesaplar konacak
önümüze. Hatıralar deşilecek, sevdadan, aşktan
unutulmuş ne varsa nikriz bir şarkının notasın-
dan sızacak üstümüze. Sazendeler, hanendeler çı-
kıp gelecekler taş duvarların arkasından. Lâl ke-
sileceğiz şehir şehir!
Büyük bir suskunun içine düşeceğiz bir bir.
Eski şarkılardan bir demet düşecek ruhumuzun
üşüyen, yama tutmayan yanlarına. Unuttuğumuz
şarkıları söyleyemeyeceğiz bir daha...
“İstanbul’u kim anlar, kim söyler içli şarkılar gibi? Kim sever Fatih’i gibi, Ak Şeyh’i
gibi kim düşünür? İstanbul güneşin battığı yer. İstanbul zamanın durduğu yer.
İstanbul’un kaderi güle ayarlı. Gül İstanbul demek, İstanbul gül demek. Bir de
Hüsrev’ül Hatem demek... Bu ışık saltanatı çağırıyor beni uzaktan.”
ah güzel
İSTANBUL
Hulûsi GÜLSEREN
11Mayıs 201110
Nisan çiçekleri, papatya-
lar, sümbüller koşacak gülle-
rin menziline. Hatem ülkesine
hoş geldiniz diyecekler hep bir
ağızdan. Hatem ülkesinde za-
man başkadır... Hatıralar baş-
kadır... Şehr-i İstanbul bam-
başkadır… Sadabat dillenecek,
neşv ü nema bulacak.
İstanbul Bir Işık Saltanatıdır Ruhumuza Yön
Veren!
Yine ta gönülden söz dille-
necek, yürek konuşacak. Ha-
tem ülkesinde bir ikindi vakti
zaman susacak, mekân susa-
cak, hatıralar konuşacak bi-
razdan. Bu İstanbul büyüsü
diyorum, senin efsunundan, çe-
kiminden koşup gelmişim, sı-
ğınmışım. Mülteci faslındayım
şimdilerde. Hatem bir seyya-
re ki ışığı hiç sönmeyen. Bir yıl-
dız şehrayini gibi düşüyorsun
gönlümüzün karanlık ülkesine.
Hatıraların ezgisini üfleyen bir
neyzen, unutulmayan bir sof-
yan şarkıya ses veriyor, hüznün
testisinde.
Asıl olan neydi ki diyor
şair. Neydi asıl olan. “Madem-
ki bulunduğun yer, konuştuğun
kimse sana feyz vermiyor, ter-
ke mani olan ne?” Ruhumuzu
inciten ayrık otlarını ayıklayan
aklımız, bir nisan yağmuruy-
la bir dürr-i daneyi düşürmüş
gönlümüzün mahzenine. Bü-
yülü nisan yağmurları, erguvan
zamanı tükenmiş… Nisan yağ-
murları yağmış yağabildiğince,
Mayıs görününce takvimlerin
kadranında, toplamış bohça-
sını yürümüş ayların ötesine…
Mayıs İstanbul’un doğduğu şe-
hir! İstanbul’un İslâmlaştığı,
Fatih’ine seninim dediği ay.
Ben, Hatem ülkesinin yıl-
dızlar dağıtan, dağıttıkça ay-
dınlatan ülkesine sığınmışım.
Hatem ülkesinde zaman ve
mekân başkadır. Hatıralar baş-
kadır... Lisan başkadır, insan
başkadır... İstanbul bambaşka-
dır. Eyüp Sultan’da rahvan at-
lar gibidir ruhumuz ötelere yü-
rüyen!
İstanbul Aklımızın Umut Bağladığıdır!
Zembereği kırılıyor zama-
nın, unutulmuş devirlere yas-
lanıyorum. Tezyin ettiğim
ayetlerin huzuruyla sermes-
tim boğazın yamacında. İbri-
şim şirazeli bir kitabın sayfası-
dır her mekânın, her cadden.
Gâh İstinye, gâh Üsküdar’ım…
Üsküdar bir durak, Fatih’e gi-
dilesi... Aziz Mahmut Hüdaî ge-
ziniyor gibi hala taş yolların-
da. Hüsrev’ül Hatem ülkesinde
neşv ü nema buluyor hatıralar,
ben uyanıyorum.
Hatıralar ırağı çağırıyor. Ne-
ler geçmiş, neler düşmüş za-
manın ellerinden. Gazlı lam-
baların isinden gözlerimizi
kapamışız karanlıklarda. Oysa
ışık yanı başımızda. Bir Hatem
ışığı ki göz kamaştıran, aydın-
latan, ısıtan. Ellerimizde solu-
yor, bütün bildik şeyler. Unu-
tuyorum hepsini. Unutuyorum
bütün çirkinlikleri, unuttukla-
rımızı, anı. Diriliyor ne kadar
unutulmuş şey varsa, geliyor konuyor yüre-
ğimin tenhasına...
Dile geliyor gizli dehlizlere sığınmış nice
güzellikler, güzeller. Gül bahçesi hareleniyor,
pareleniyor, çareleniyor. Şeyda bülbül feryat
ediyor gül olup da gülmeyene. Bilip de söy-
lemeyene. Düşüp de yola gelmeyene. Yol de-
diğin yürünerek aşılır... Hatem ülkesinde za-
man ve mekân başkadır... Hatıralar başkadır.
Şiir başkadır, şiyir! Başkadır. Bu şehirde si-
hir başkadır…
Bir gün daha soluyor, işte zaman da-
ralıyor, körfez işmar ediyor ötelerden…
İstanbul’u dinleyen Orhan Veli’yi duyar gibi
oluyorum. İstanbul’un orta yeri sinema mıy-
dı? Orta yer neresi, İstanbul neresi?
Yağmur diniyor. Rahatlıyor göğün bağ-
rı. Masmavi derinlik gerine gerine sarıyor uf-
kumuzu yeni baştan. Yok, sayıyorum sincabi
gökyüzünü. Bugün hiç yaşamamışım. Hatem
ülkesinde mevsim, hep derin bir mavidir öte-
leri çağrıştıran, çağıran. İstanbul, yaşlı ve yor-
gun bir kadının sesi gibi sesleniyor. Gitme
diyor. Kal biraz. “Gönül nedir bilene gönül ve-
resim gelir” diyor. Fatih’in ülkesi sevgiye, il-
giye candan âşıklara meyilliydi oysa. İnsanlar
ona…
Hatem ülkesinde zaman tükenmiş, saat-
ler çalmış külkedisi gibi kendimi yola vuru-
yorum. İstanbul ısrar ediyor bu kez bir genç
kızın cilvesiyle. Eğiliyorum yedi taraçaya; za-
man tükenmiş, yol uzamış, akşam ufukta gö-
rünmektedir. Körfezin durgun suları şimdi
bana el ediyor, anla biraz diyorum.
Sultan Mehmet Köprüsü uzanıyor önüm-
de...
Ve...
Durgun bir su gibi akıyorum körfeze...
Bu şehirden ayrılırken seyir başkadır…
Türs
ab A
rşivi
Mayıs 201112 13
Hulûsi Kalb’denDr. Abdülmecit İSLAMOĞLU*
“Bizleri bu dünyada meşgul eden, oyalayan pek çok şey vardır. Zamanımızı
bunlarla geçirir, mutlu olmaya çalışırız. Hoşumuza gittiğini inkâr
edemeyeceğimiz; para, mal, mevki, makam, şöhret vb. bizlere huzur
getireceğini umduğumuz şeylerin başında gelir.”
FENÂDAN BEKÂYA
İnsanoğlu bu dünyaya kulluk etmek; Rabbi-
ni tanıyıp O’na itaat etmek üzere gönderilmiştir.
Müslüman bilmektedir ki bu dünya âhiretin tar-
lasıdır. Burada ne ekerse öbür dünyada onu biçe-
cektir. Cennet, iyileri ağırlamak üzere beklemekte;
cehennem kötülüklerin ve zulümlerin karşılıksız
kalmayacağını haykırmaktadır.
Gününü gün eden; eğlence, zevk ve safayı sınır
tanımaksızın yaşamaya çalışan zevk-perest insan-
ların sonu hayırlı olmayacaktır. Dert ve sıkıntılar
dünya hayatını kulluk şuuru içerisinde geçirme-
yenleri beklemektedir.
Her hâl ü kârda mümin kişi dengeyi gözete-
cektir. İşlerin hayırlısı orta olanıdır; ne hep gü-
lünecek, ne hep ağlanacak; ifrat da yok tefrit de.
Bilinmelidir ki selâmete ulaşanlar aşırılıklardan
kaçanlardır.
3. Sermâyeni saâdet bilip saâdete er
İkbâl idbâra dönüp izmihlâl olur
Önemli olan insanın elindekilerle mutlu olma-
sını bilmesidir; zira nefis daima daha fazlasını is-
ter. Bir vadi dolusu altın verilse, ikincisini ister ve
bu böyle devam eder. Oysa dünya ve içindekilerin
ayaklar altına alınacağı, kıymetsizleşeceği gün ya-
kındır. Şimdi bizlerin son derece ehemmiyet ver-
diği, kıymet atfettiği sözde değerler, bir gün gele-
cek değersizleşecek, bir anlam ifade etmeyecektir.
Çünkü dünya hayatı aldanış metaından başka bir
şey değildir. Yüce Rabbimizin bu konuda verdiği
misal gerçekten dikkat çekicidir. Çiftçilerin hoşu-
na giden bir yağmurdan sonra boy veren bitkiler
anlatılmaktadır Hadîd Sûresi’nde. Ancak bunlar
bir müddet sonra kurumaya yüz tutmakta, sarar-
maya başlamaktadır. Sonunda ortada kalan ise
çer çöpten başkası değildir.2 O hâlde şu anda yo-
lunda giden işlerimize, durumumuzun iyi oluşuna
aldanmamalı, herşeyin bir anda ters yüz olabile-
ceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
4. Bir kâmilin eteğin tutup da murâda yet
Kâmil eteğin tutan ehl-i kemâl olur
Dünyanın geçici bir yaşam oldu-
ğu aslında hepimiz tarafından
bizzat görülen ve yaşanılan bir
durumdur. Gün geçmiyor ki çevremizden birile-
ri öteki âleme intikâl etmesin. Her gün vefat eden
insanlar için okunan selâları duyuyor, cenazele-
rine katılıyor, taziyelerinde bulunuyoruz. Buna
rağmen dünyaya olan bağlılığımız, hırsımız bir
türlü eksilmek bilmiyor.
İşte Hulûsî Efendi (k.s.) altı beyitten oluşan
“olur” redifli bu gazelinde dünyanın fâniliğinden
ve geçici zevklere aldanmamak gerektiğinden
bahsediyor. Bu uğurda en çok ihtiyaç duyduğu-
muz hususlardan birisi de bizlere doğruyu, iyiyi ve
güzeli gösterecek; sonsuzluk yurdunun aydınlık
yoluna bizleri iletecek olan mürşid-i kâmillerdir.
İşte bu gazel aynı zamanda bu kâmil insanların
önem ve değerinden de bahsetmektedir.
1. Bir gün gelir bu hayât-ı âlem hayâl olur
Dehrin nesi varsa cümle pây-mâl olur
Bir gün gelecek ve Cenâb-ı Hakk’ın dışında
tüm yaratılmışlar yok olacak, dünya hayatı son
bulacaktır. Aslına bakılırsa bu dünyada yaşanı-
lanlar hayâlî bir oyun gibidir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm de buna vurgu yapılmış “Dünya haya-
tı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki
âhiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar
için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısı-
nız?”1 buyrularak kıymet verilmemesi gerektiğine
işaret edilmiştir.
Şu anda bize önemli ve değerli gelen ne var-
sa; evlat, mal, mülk, makam vs. bir gün gelecek
anlamsızlaşacaktır. Aslolan o gün gelip çatmadan
herşeye kıymeti kadar değer vermektir. Bu nok-
tada Rabbimizden, eşyanın hakikatini göstermesi
hususunda niyazda bulunmalı, nefsimize yenilip
boş şeylerin peşinde koşmamak için Hakk’a yal-
varmalıyız.
2. Her demi zevk ile geçen eyyâmın
Âkıbet encâmı firkat u melâl olur
Mayıs 201114
1 6/En’âm, 32. Ayrıca bkz.: 47./Muhammed, 36.2 Bkz.: 57/Hadîd, 20.3 Mustafa Tatcı, Yûnus Emre K yâtı IV-Âşık Yûnus, M.E.B. Yayınları, İstanbul,
2005, s. 126.
*Dr.
Gerçek mutluluğa, dünya ve âhiret saadetine
ulaşmak istiyorsak doğru yolu gösteren bir kılavu-
za, öğretmene muhtacızdır. Burada önemli olan
eteğine yapışacağımız bu zâtın kâmil bir insan ol-
masıdır. Zira kâmil olmayan başkasını kemâle er-
diremeyecektir. Hak dostu olan bu insan, sohbet-
leriyle, hâl ve hareketleriyle bizlere örnek olacak,
hakikati gösterecektir.
Hak âşığı dervişlerden biri olan Âşık Yûnus da
mürşid-i kâmilin önemini vurgulayanlardandır.
Karanlıklardan aydınlığa şeyhi sâyesinde, onun
himmetiyle kavuştuğunu, gerçek hayatı onunla
bulduğunu bu büyük şâir şöyle ifade eder:
Aldum himmeti
Geçdüm zulmeti
İçdüm hayatı
Şeyh eşiğinde3
5. Devlet o ki olmaya zevâl ana
Devlet sanma anı ki anda zevâl olur
Bizleri bu dünyada meşgul eden, oyalayan pek
çok şey vardır. Zamanımızı bunlarla geçirir, mut-
lu olmaya çalışırız. Hoşumuza gittiğini inkâr ede-
meyeceğimiz; para, mal, mevki, makam, şöhret
vb. bizlere huzur getireceğini umduğumuz şey-
lerin başında gelir. Bizleri cezbeden, bağımlı kı-
lan bu dünya güzelliklerinin gücünün yetmediği
değişmez bir gerçek vardır. Bu gerçek; malın da
mülkün de yalan olduğudur. Bununla birlikte bu
geçici güzellikler dünya yaratıldı yaratılalı kendi-
siyle oyalanacak birilerini hep bulmuştur.
Eşyanın hakikatini kavrayamayanlar geçici
-
mine kapılmışlardır. İman sahipleri ise ay, yıldız
ve güneş parlak da olsa fânîdir, yok olacaktır, de-
mişlerdir. Aslolan ezelî ve ebedî olana bağlanmak,
onu arzulamaktır.
Bu dünyadan Hz. İbrahim (a.s.) de geçmiş,
Nemrut da geçmiştir. Hz. Mûsâ (a.s.) da yaşamış,
Firavun da ömür sürmüştür. Ancak bugün Hz. İb-
rahim ve Hz. Mûsâ hayırla yâd edimekte ve isim-
leri her anıldığında kendilerine salât ve selâm
okunmaktadır. Diğerleri ise zamanında sahip ol-
dukları güç ve zenginlikleriyle değil, zulümleriyle
anılmış ve lâyık oldukları şekilde tarih sahnesinin
karanlık sayfalarında hak ettikleri dehlizlerde kal-
mışlardır.
6. Pîrin kapısında hâk et Hulûsî yüzün
Tahkîk anı bil ki makbûl-i Zü’l-Celâl olur
Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi gazelin bu son
beytinde kendisine seslenerek şeyhinin kapısın-
da yüzünü yerlere koymasını ister. Zira mürşidin/
sevgilinin ayağının tozu gözlere sürme diye çeki-
lir, şifa niyetine kabul edilir. Mürşid-i kâmil kar-
şısında gösterilen bu teslimiyet, şüphesiz ki Yüce
Mevlâ’nın da hoşlanacağı ve makbul göreceği bir
davranış olacaktır. Zira bilinmektedir ki âlimler
peygamberlerin vârisleridir. Onlara gösterilen
saygı ve sevgi peygamberlere, dolayısıyla Cenâb-ı
Hakk’a gösterilmiş demektir.
15
SADAKA TAŞLARI Karbeyaz sütunların tepeleri oyuktu, Alanı gayet az vereni oldukça çoktu. Hali vakti olan bırakırdı akçasını, Olmayan bölüşürdü kalan son lokmasını. O’na uzanan “ihtiyacı kadar” alırdı, Geriye kalanın payını da ayırırdı. Cami, türbe, çeşme, imarethane yanında, Fakir fukaranın sırdaşıydı zor anında. Veren sormaz kimedir? Alan bilmez kimdendir? Bu zarafet hangi düşüncenin eseridir? Sağ elin verdiğini sol elin bilmemeli, Medeniyetimizin düsturudur ezeli. Bir zamanların samimi, sıcak sofraları, Ne arayanları kalmış ne de soranları. Asil ecdadımızın medar-ı iftiharı, Fazilet abideleri sadaka taşları…
Nidayi SEVİM
Mayıs 201116 17
İlim ve Hayat Ali AKPINAR* Yüce Rabbimiz,
insanı kendi
ayakları üzerin-
de duracak şekilde donanımlı
yaratmıştır. Ona hem akıl ver-
miş hem de fiziksel güç vermiş-
tir. İnsan, kendisine verilen bu
güçleri işletir ve yerli yerince
kullanırsa temel ihtiyaçlarını
karşılayabilir. İlâhî irade, hiçbir
kulunu ihmal etmemiştir. İlâhî
taksimde her insana pek çok ni-
met sunulmuştur.
Yüce Yaratıcı, insanlar bir-
birlerinin hizmetlerini görsün-
ler, birbirlerine destek olsun-
lar, hayatı birlikte yaşasınlar
diye de kullarını maddî yönler-
den farklı seviyelerde yaratmış-
tır.
“Sizi yeryüzünün halifele-
ri kılan, size verdiği (nimetler)
hususunda sizi denemek için
kiminizi kiminizden dereceler-
le üstün kılan O’dur. Şüphe-
siz Rabbin, cezâsı çabuk olan-
dır ve gerçekten O, bağışlayan
merhamet edendir.”1
“Rabbinin rahmetini onlar
mı paylaştırıyorlar? Dünya
hayatında onların geçimlik-
lerini aralarında biz paylaş-
tırdık. Birbirlerine iş gördür-
meleri için kimini ötekine
derecelerle üstün kıldık. Rab-
binin rahmeti onların biriktir-
dikleri şeylerden daha hayırlı-
dır.”2
“Allah’ın sizi, birbirinizden
üstün kıldığı şeyleri (başka-
sında olup da sizde olmayanı)
hasretle arzu etmeyin.”3
İnsana düşen, önce insanlar
arasında paylaştırılan pastadan
nasiplenmek için elinden geldi-
ğince çalışması, nihâyetinde ise
bu ilâhî paylaşıma rızâ göster-
mesidir. Onun bu formüle uy-
gun hareket etmesi, hem ken-
disinin hem de başkalarının
hayrınadır.
Ne var ki bazı insanlar üzer-
lerine düşen görevleri yapmaz-
lar, kazanabilecekleri kadarı-
nı kazanmak için çalışmazlar,
sonuçta ihtiyaçlarını gidermek
için de başkalarının haklarına
göz dikerler ve haksız yere on-
lardan yararlanmaya kalkarlar.
Gece gündüz, değişik yöntem-
lerle başkalarının hakkı olan
mallardan çalıp çırpmaya, gasp
etmeye çalışırlar. Çalıp çırpmak
için harcadıkları mesâiyi, helâl
yollardan kazanmak için harca-
salar daha risksiz ve daha ha-
yırlı yollardan ihtiyaçlarını te-
min etmiş olacaklardır. Ama
bunu yapmazlar. Zira özlerin-
deki Allah ve âhiret inancı zayıf-
lamış ve bunun yerini terleme-
den elde etme hırsı kaplamıştır.
Yapılan araştırmalara göre,
hırsızlık yapan pek çok insan,
muhtaç olduğu ve mecbur kal-
dığı için değil; hırsızlığı meslek
edindikleri için bu işi yapmak-
tadırlar. Bu da bu insanların
ne kadar ruhsal çözülme ve
mânevî yıkım içerisinde olduk-
larını gösterir.
Dinimiz, kul hakkına
tecâvüzü büyük günahlardan
sayarak kötülüğe meyyal olan
insanları eğitmeyi, onları kötü-
lüklerden alıkoymak için gerek-
li tedbirleri almayı öncelikleri
arasına koyar.
İslâm’a göre harama götü-
ren yollar da haramdır, onlar
da kapalı tutulmalı, insanlar
haram işlemeye yönelmemeli
ve yönlendirilmemeli ve haram
işlemelerinin önü alınmalıdır.
İslâm, önce hırsızlık, gasp
gibi cürümlerin büyük günah
olduğuna vurgu yapar. Bu gü-
nahlara bulaşanların dün-
ya ve âhirette dûçar olacakları
cezâlara dikkat çeker. Sorumlu
yöneticilerin insanların temel
ihtiyaçlarını karşılayabilecek-
leri çalışma imkânlarını hazır-
lamak zorunda olduklarını be-
lirtir.
Öte yandan dinî görev tak-
siminde, çalışamayacak ve ih-
tiyaçlarını karşılayamayacak
olanların ihtiyaçlarını karşıla-
makla bazı kimseler yüküm-
lü tutulmuşlardır. Sözgelimi,
evin hanımı ve daha da önemli-
si çocuklarının annesi olan ka-
dının temel ihtiyaçlarını karşı-
lamak kocalarına, onlar yoksa
velîlerine aittir.
Aynı şekilde geleceğin sa-
hipleri olan çocukların ihtiyaç-
larını karşılamak velîlerine ait-
tir. “Velîsi olmayanın velîsi
benim.” buyuran Peygamberi-
HAKLARA TECÂVÜZDÜR!
HIRSIZLIK
19Mayıs 201118
Allah’a yemin olsun ki! Hır-
sızlık yapan kızım Fatıma bile
olsa, ona cezâsını verirdim!”6
Peygamberimizin bu duruşu,
huzurlu ve güvenli bir toplum
için, kötülük odaklarını bütü-
nüyle kaldırmaya ve onları et-
kisiz hale getirmeye yöneliktir.
Toplum Neden Çalıyor / Hırsızlık
Neden Yaygınlaşıyor
Önce şu tarihî verilere baka-
lım, sonra da günümüz tablosu-
nu tasvir eden bir tesbiti okuya-
lım:
1835’e kadar dünyanın en
büyük şehri olan İstanbul’da
asayiş şöyle idi: Kanunî Sultan
Süleyman Han devri (1520–
1566 ) yılında ortalama 1 cina-
yet işlenmiştir.
Sir James Porter (1769): “İs-
tanbul sokaklarında ne ayak-
lanma ne hırsızlık ne düzensiz-
lik bilinir.”
İstanbul da 14 yıl kalan Fran-
sız, De la Montraye (1721) “Tek
hırsızlık vak’ası duymadım. İs-
tanbul dışında 6 Rum eşkıya
yakalanıp cezâlandırıldı.”
Fransız Comte de Bonneval
(1740): “Osmanlı Devleti’nde
hırsızlığa, haksız ve zorba bir
davranışa hiç tesadüf etmezsi-
niz.”
Fransız Guer (1471): “Os-
manlı Devleti’nde asayişin
mükemmelliğini görmek, ne
derece medenî olduklarını an-
lamaya yeter.”
Sir James Porter (1769):
“Osmanlı Devleti’nde hırsızlık,
soygun, yol kesme, dolandırı-
cılık ve yankesicilik yok gibidir.
Hele İstanbul’da asayişsizlik
gerçekten nâdirdir. Çok araştır-
dım. Ancak birkaç dolandırıcı-
lık olduğunu tesbit ettim. Daha
fazla inceleyince, bunu yapan-
ların Türk değil, Rum ve Bulgar
olduğunu anladım.”
Brayer (1836): “İstanbul’da
güneş battıktan sonra, şehre
hâkim olan sessizlik, Avrupa
şehirlerine hiç benzemez. Gece
sokağa çıkan az insan var. Hele
kadınlar hiç çıkmaz. Halk erken
yatıp, çok erken kalkıyor. Bun-
dan başka, Türkler içki içmez,
kumar oynamaz.”
İtalyan Ubicini (1855):
“İstanbul’da yılda ortalama 4
hırsızlık hâdisesi olur. Türk as-
kerinin hırsızlık yaptığı ise hiç
işitilmemiştir.”
Bir araştırmaya göre 2006
Ocak başından Eylül 2006 so-
nuna kadar Türkiye’de 67 bin
079 eve, 53 bin 020 otomobile,
42 bin 331 iş yerine hırsız girdi.
Her 6 dakikada 1 ev, her 7 daki-
kada 1 otomobil, her 9 dakikada
1 iş yeri soyuldu…
Şimdi bir kez daha soralım,
insanlar neden hırsızlığa teves-
sül ediyor? Alınan bunca ön-
lemlere rağmen çalıp çırpma-
ların önü neden alınamıyor?
Bunca sosyal yardım kurulu-
şu ve onların sürekli yaptıkla-
rı yardımlara rağmen insanlar
niçin çalıyorlar? Uygulama-
da olan cezâlar, neden caydı-
rıcı olamıyor? Adî hırsızlık
vak’alarından içeri girenler,
gerçekten profesyonelleşip de
mi içerden çıkıyorlar?
Bu ve benzeri sorularla, tüm
etkili ve yetkili kişilerin yay-
gınlaşan diğer suçlarla bera-
ber hırsızlık suçuna da bir kez
daha eğilmeleri gerekmekte-
dir. Bu konuda anne babalara,
eğitimcilere, variyet sahipleri-
ne, devlet yetkililerine çok bü-
yük görevler düşmektedir. En
önemlisi de her zaman ve her
şartta vicdanlara hükmederek
kişileri istikamette tutan dinin
yaptırımlarının işletilmesidir.
miz, kimsesi olmayanların kim-
sesinin devlet olduğunu ilan et-
miştir.
Yine variyet sahipleri, ihti-
yaç sahiplerine yardım etmekle
mükellef tutulmuşlardır. Buna
göre zekât başta olmak üzere
pek çok mâlî ibadet toplumun
fertlerini birbirine kaynaştıra-
cak ve yakınlaştıracaktır.
Bütün bunlara rağmen, çalı-
şıp kazanma imkânı olduğu hal-
de çalışmayan, ihtiyacı olma-
dığı halde hırsızlık yapan kötü
ruhlu insanlar için cezâlar ko-
nulmuştur. Bu cezâlar, insanla-
rın cezâlandırılmasından ziya-
de, suçların cezâlandırılmasına
yöneliktir. Bu yüzden İslâm’ın
suçlar için öngördüğü cezâlar,
caydırıcı özelliktedir. Bu cezâlar
bazı çevrelere ağır gelebilir.
Oysa cezâ, suçu ortadan kal-
dırma hedefine yöneliktir. Ni-
tekim bugün bazı cezâların,
caydırıcı özelliği olmadığı, ak-
sine suç işleyenleri yeni suç iş-
lemeye teşvik ettiği herkesin
malumudur. Hırsızlık için ön-
görülen ve oldukça ağır gibi gö-
züken cezâyı da bu bağlamda
değerlendirmek gerekir. Nite-
kim Peygamberimiz dönemin-
de ve on iki yıllık ilk iki halife
döneminde toplam beş hırsızlık
cezâsı uygulanmıştır.
Önce İnsanların İhtiyaçları
Karşılanmalı
Hz. Ömer, kıtlığın hüküm
sürdüğü dönemlerde hırsızlık
yapanlara el kesme cezâsı uygu-
lamamıştır. Bun göre velî konu-
munda olanlar, toplum ve dev-
let önce insanların ihtiyaçlarını
karşılamak zorundadırlar.
Bu açıklamalardan sonra
hırsızlık hakkında Kitabımızda
yer alan şu ayetleri okuyalım:
“Hırsızlık eden erkek ve ka-
dının, yaptıklarına karşılık bir
cezâ ve Allah’tan bir ibret ol-
mak üzere ellerini kesin. Al-
lah izzet ve hikmet sahibidir.
Kim (bu) haksız davranışından
sonra tevbe eder ve durumunu
düzeltirse şüphesiz Allah onun
tevbesini kabul eder. Allah çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”4
Kişinin kendine ait olma-
yan bir şeyi haksız yere sahip-
lenmeye kalkması, her şeyden
önce hırsızlığı yasaklayan Yüce
Allah’ın emrini çiğnemek de-
mek olacağından Allah’ın hak-
kını çiğnemektir. O malı emek-
lerle sahiplenmiş olan kulun
hakkına tecâvüzdür. Yine hır-
sızlık toplumun güvenliğini
sarsmakla kamu hakkını ihlal-
dir. Yani hırsızlıkla mal, can,
namus, mahremiyet hakla-
rı çiğnenmektedir. Dolayısıyla
Kur’ân’ın hırsızlık için öngör-
düğü bu cezâyı ağır bulanlar,
hırsızlığın ne kadar çirkin bir
cürüm olduğunu görmek zo-
rundadırlar. Hiç kimse kulları-
na karşı Yüce Yaratıcı’dan daha
merhametli olamaz.
Bütün bu sebeplerden dola-
yı Rabbimiz, kadın erkek her-
kes için hırsızlığı yasaklamış;
Veda Hutbesinde Peygamberi-
miz (s.a.v.)’i de bu dehşetli gü-
naha ümmetinin dikkatlerini
çekmiştir:
“Ey Peygamber! İnan-
mış kadınlar, Allah’a hiçbir
şeyi ortak koşmamak, hırsız-
lık yapmamak, zina etmemek,
çocuklarını öldürmemek, elle-
riyle ayakları arasında bir ifti-
ra uydurup getirmemek, iyi işi
işlemekte sana karşı gelmemek
hususunda sana biat etme-
ye geldikleri zaman, biatlarını
kabul et ve onlar için Allah’tan
mağfiret dile. Şüphesiz Allah,
çok bağışlayandır, çok esirge-
yendir.”5
“Ashabım!
Bugünleriniz nasıl mukad-
des bir gün ise, bu aylarınız
nasıl mukaddes bir ay ise, bu
şehriniz (Mekke) nasıl müba-
rek bir şehir ise, Rabbinize ka-
vuşacağınız güne kadar canla-
rınız, mallarınız, namuslarınız
da öyle mukaddestir; her türlü
tecâvüzden korunmuştur.”
Saadet çağında hırsız-
lık suçu sabit olduğu halde
cezâlandırılmaktan kurtulma-
sı için Fâtıma isimli bir kadın
için, Peygamberimiz (s.a.v.)’in
çok sevdiği sahâbîlerini aracı
koyarak Peygamberimize mü-
racaat ederler.
Bu tekliflere karşı Peygam-
berimizin cevabı kesin ve net-
tir: “Sizden öncekileri helâk
eden şeylerden biri de şudur:
İçlerinden şerefli bir kimse hır-
sızlık yaptı mı onu bırakırlar,
zayıf birisi hırsızlık yapınca da
hemen onu cezâlandırırlardı.
1 6/En’âm, 165.2 43/Zuhruf, 32.3 4/Nisâ, 62.4 5/Mâide, 38–39.5 60/Mümtahine, 12.6 Buhârî, Hudûd 11; Müslim, Hudûd 8.
Dipnot *Prof. Dr.
“İslâm’a göre
harama götüren
yollar da haramdır,
onlar da kapalı
tutulmalı, insanlar
haram işlemeye
yönelmemeli ve
yönlendirilmemeli ve
haram işlemelerinin
önü alınmalıdır.”
21Mayıs 201120
İstanbul dünyanın “Kültür Başkenti”
misyonunu üstlendi. ‘Bu şehir böyle
bir imtiyazı hak ediyor mu?’ diye elin
oğlu durmamış, gelip gezmiş ve gördüklerini de:
‘Ne kültür başkenti, İstanbul Avrupalı bile değil.’
diye yazıp yayınlamayı ihmal etmemiş.
İngiliz GQ dergisinden A. A Gill bakınız daha
neler demiş:
“Şehirde cazdan metale ve alaturkaya kadar
her türlü müziğin dinlenebileceği barlar var. Ken-
tin en ünlü gece kulübü ise Reina. Yüksek sınıf bir
eğlence mekânı olan Reina’ya ulaşmak bir kâbus!
Türkler inanılmaz bir saldırganlıkla araba kul-
lanıyor ve özellikle bu mekânın bulunduğu hat-
ta trafik insanı çileden çıkarıyor.Reina’nın kapı-
sında ilginizi ilk çeken şey; çift taraflı park etmiş
Mercedesler ve sinirli bodyguardlar oluyor. İçe-
ri girerken üzeriniz aranıyor. Bunun nedeni olası
bir El Kaide saldırısından çekinilmesi değil, Türk
erkeklerinin silaha olan merakı. Geçmişten gelen
‘at, avrat ve silah’ tutkularından vazgeçemeyen
Türk erkeklerinin çoğu silahla dolaşıyor ve onla-
ra karşı dikkatli olunması gerekiyor.
Müthiş bir manzaraya sahip olan Reina’da her
türlü içki bulunuyor. Mekânda eğlenen Türk er-
kekleri Rus bodyguard’lara benziyor. Kadınlar
ise sarışın, mini etekli, etine dolgun ve erkekle-
ri tahrik etmek için mutlaka göğüs dekoltesi ve-
riyor! Kadınlar dansöz gibi kıvırıyor. Erkeklerse
bir metronun içinde tek elleriyle demire tutun-
muş bilinçsizce sağa sola sallanan tipler...
İnsanlar gece boyunca eğlenir gibi yapıp, as-
lında birbirini kesip sevgili arıyor. Reina’daki
şişko erkeklerin yanlarındaki kadınlar için fahiş
fiyatlara şampanya patlatması tam bir Ortado-
ğululuk göstergesi. Türk erkeklerinin hepsi birer
John Travolta. Sık sık tuvalete gidip saçlarını ıs-
latıyorlar, gömleklerinin bir düğmesi açık dolaşı-
yorlar ve etrafa vurucu bakışlar atıyorlar. Bu hal-
leriyle çok gülünçler.
İstanbul öyle bir kent ki, her yer güvenli ama
insanları güvenilir değil! Sokaklarda türbanlı hat-
ta kara çarşaflı kadınlarla transeksüeller birlikte
yürüyor. Bazı restoranları New York’unkilerle ya-
rışacak düzeyde ama Ortaçağ’dan kalma karanlık
köşeler de var.
Kentte birçok cami var. Bunlar arasında belki
de en görkemlisi Sultan Ahmet Camii. Dışarıdan
gerçekten harika, ama içerisi buram buram ayak
kokuyor! Temizlikleriyle övünen Müslümanlar
Allah’ın karşısına galiba ayaklarını yıkamadan çı-
kıyor! Orayı gören her turist böyle düşünüyor.”
Gill, yazısında Türkiye’nin bugüne kadar
AB’ye girebilmek için boş yere alay konusu ol-
duğunu da belirtmiş: “Türkler kendilerine ‘ Mid-
night Express’ filminin hatırlatılmasından nefret
etseler de Türkiye okumamış gençleri, Kürt terö-
rü ve Çingeneleriyle Avrupa’nın içinde bir işçi sı-
nıfı olarak kalmaya mahkûm.”
Şehir ve İnsanMuhsin İlyas SUBAŞI
İSTANBULBİR BAŞKA YÜZÜYLE
“Osmanlı demek İstanbul demekti. Bu imparatorluğu yıktık ama onun
ihtişamını taşıyan İstanbul’un bu tarihî miras hakkını korumuştuk. Şimdi onu
da elinden alıyoruz gibi… Kaçakçıların, hırsızların, kabadayıların birbirine
karışıp umacı bir topluma dönüştürülen İstanbul ahalisini, bu kirlilikten
kurtarmanın yolu neyse onun üzerinde durulması gerekir.”
Mayıs 201122 23
Onur zedeleyici böyle bir yazı için hemen savun-
ma reflekstiniz devreyle girebilir. Hakkımız da yok
değil. Biz yakın zamana kadar böyle değildir. İstan-
bul da böyle değildi.
1990 öncesinin İstanbul’u gerçekten İstanbul’du.
Şimdi neredeyse köye dönüştürülmüş. Doğal ola-
rak bir yabancı bugünkü İstanbul’u anlatırken gelip
gördüğü o günkü İstanbul’a bakacaktır. Buna rağ-
men, adamın yazdıklarının tamamına doğru deme-
niz mümkün değil. Ama onu böyle bir kanaate gö-
türecek olumsuzlukların var olabileceğini de gözden
uzak tutmamak gerekir.
Eminönü’nde, Sultanahmet’te, Sirkeci’de mey-
danları işgal eden satıcılar, aylak insanlar, yabancı-
lar, işsizler bu şehrin görünmesi gereken o güzelim
tarihî ve mistik yüzünü çamur sıvanmış duvar hali-
ne getiriyorlar. Eskiden böyle değildi İstanbul… Ta-
rihle tabiatın kucaklaştığı şehirde gerçekten geçmi-
şe yolculuk yapardınız.
Osmanlı demek İstanbul demekti. Bu imparator-
luğu yıktık, ama onun ihtişamını taşıyan İstanbul’un
bu tarihî miras hakkını korumuştuk. Şimdi onu da
elinden alıyoruz gibi… Kaçakçıların, hırsızların, ka-
badayıların birbirine karışıp umacı bir topluma dö-
nüştürülen İstanbul ahalisini, bu kirlilikten kurtar-
manın yolu neyse onun üzerinde durulması gerekir.
Elin adamı peşin hükümle gelince, kıyıda köşe-
de bu hükmünü besleyecek yalan yanlış çok şeyle-
ri bulabilecektir. Aslında bir pavyon havasından
İstanbul’a bakmak sarhoş Batılı için normaldir. O,
Hyde (Hayd) Park’ın İngiltere’yi yansıttığı kadar,
Reina’nin bırakın Türkiye’yi, İstanbul’u bile temsil
edemeyeceğini bildiği halde, böyle şeyleri söyleye-
cektir. Önyargılarıyla gelmiş bir adamın dünyası o
kadardır işte.
Gayrimeşru yoldan zengin olanlar, bu kazan-
dıklarını gayrimeşru mekânlarda tüketeceklerdir.
O şablona İstanbul’u hapsetmek, bu şehri anlama-
maktır. Dedik ya peşin hükümle gelince mantık böy-
le tersten çalışır.
Yine de ben, “Türkiye okumamış gençleri, Kürt
terörü ve Çingeneleriyle Avrupa’nın içinde bir işçi
sınıfı olarak kalmaya mahkûm.” diyen bu adamı
suçlamıyorum. Sen yıllardır devasa bir geçmişi red-
deder, hatta ona küfredersen, ortada duran böyle
bir tablo ile çıkarsın adamların karşısına!.. Bunun
birinci sorumlusu geçmişini reddedenlerdedir. De-
ğilse, ne İstanbul, ne de Türk halkı böyle bir aşağıla-
mayı hak etmiştir…
Dün bunların efendisiydik. O efendiliği reddetti-
ğimiz için böyle bir yorumla geçmişin intikamını al-
mak istiyorlar. Bari bundan bizim aydınımız dersi-
ni alabilse!.
Şehirli olmak medenî olmaksa, şehrin bir yü-
züyle tamamının fotoğrafını vermeyi Batı ahlakî
zaafının gereği olarak görüp savunmaya geçmek
yerine, şapkamızı önümüze koyup bu miras şeh-
ri bu hale nasıl sürükledik, kim götürdü, kim çö-
küşüne izin veriyor? Bunları araştırıp tartışmamız gerekir.
BÛSESİ LÂLE İSTANBUL Ey saçları erguvan, lâlesi yanaktan al, Ey bedeni bedenim, ruhu ruhumla hemhâl!.
Âşığına bûse mi, bağrındaki o lâle? Mecnununum Ey Leylâ, gözyaşlarım şelale.
Sen Aslı’sın ben Kerem, her dem seni anarım, Sen ışık ben pervâne, yaklaştıkça yanarım
Bin yıllık sevda türküm, kızıl elmam gülizar. Dönüp baksam mâzine, depreşir yaram azar, Sevdan mirastır bana, Fâtih’i aşan hülya, Sendin Eyüp’e hayâl, Osman Gâzi’ye rüya.
Gövdede baş gibisin, sana bağlı tüm âzâm, Zihnimin haritası ve bin yıllık hâfızam. Ey nebevî övgüye mazhar, dilşâd-ı diyar! Ey bir hırkası Veys’de, bir hırkası sende yâr!
Uzanır gök kubbene, minarelerden elif, Sen tüm güzelliklerin, cem olduğu müellif.
Eşsiz mâbetlerinle, ezan ezan yankı bul, Hep kulağa hoş gelen, İstanbul da İstanbul! Ey başkentler başkenti, sen benliğime ana, Ey şanlı medeniyet ve erişilmez mâna! Çağ kapatırken fethin, bir çağın eşiğinde, Salladı üç kıtayı tarihin beşiğinde.
Tenden öte can var mı, ayna tutsam tenine, Ulaşabilir miyim ruhunun antenine.
Bir ruhun varsa şayet, bence Topkapı’dadır, İstanbul yedi tepe, tapu bu kapıdadır.
Ey belde-i tayyibe! Bu elbise sana dar, Gölgen cüssenden öte, imgen ufuklar kadar.
Yâr toprağına harçtır; Kanım, emeğim, terim, Ve İstanbul’da mekân, ahrette iman derim!
Mehmet SERTPOLAT
25Mayıs 201124
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
“nİmetlerİnİ bol bol veren, ruhları bedenlere yayan Yüce Allah’ın en güzel İsmİ:
El-BÂSIT“Bir Müslüman, Cenâb-ı Hakk’ın en güzel isimlerinden birisi olan el-Bâsıt
ismini kendisine ahlâkî ilke edinmelidir. Yüce Allah’ın izni ve inâyeti dâhilinde,
bu isimden, hem beden diliyle zikir ve hem de hal diliyle maddî ve mânevî
anlamda istifade etme imkânına kavuşabilir.”
Arapça’da beseta fiili, kabzet-
menin (zabt etmek, kapatmak)
zıddı olup; genişletmek, açmak
ve yaymak mânâlarına gelir. İsm-i fâil şeklinde
gelen el-Bâsıt da bir şeyi yayan ve genişleten de-
mektir. Yerine göre bu iki anlamda, bazen de bu
iki anlamdan birisi için kullanılabilir. Araplar,
herhangi bir kimse hakkında “elbiseyi serdi” de-
diklerinde bu fiili kullanırlar. Zaten sergi de bu
kökten gelir. Her serilen/yayılan örtü demektir.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçer: “Allah yeryüzünü
sizin için bir sergi yapmıştır.”1 Bu âyette geçen
“bısât” kelimesi “yayılarak genişletilmiş yeryüzü”
demektir. Bazıları beseta kelimesini istiâre yoluy-
la herhangi bir terkib, te’lif ve kâfiye gerektirmey-
en her şey için kullanmışlardır. Bunun en açık
misallerini şu âyetlerin kullanım mânâlarında
görebiliriz:2
Bol bol vermek: “Kısıtlayan da bol bol
veren de Allah’tır.”3
“Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol
verseydi, yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama
O, dilediğini bir ölçüye göre indirir. Doğrusu O,
kullarından haberdardır, onları görür.”4
Geniş imkân: “Allah onu sizin üzerinize
(hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü
artırdı.”5 Mal ve ilim zenginliğine sahip olan
bir kimse, bu nimetlerden kendisi faydalandığı
gibi, başkalarını da faydalandırır. Bu, kişinin
cömertliğini gösterir.
Elini uzatmak: “Köpekleri de ön ayaklarını
mağaranın eşiğine uzatmıştı.”6
Bir şey istemek: “Gerçek dua ancak
O’nadır. O’ndan başka yalvardıkları ise onların
isteklerine ancak, ağzına ulaşmayacağı halde,
ulaşsın diye avuçlarını suya uzatan kimsenin
isteğine suyun cevap verdiği kadar cevap
verirler. Kâfirlerin duası dâimâ boşa çıkar.”7
Almak: “Allah’a karşı yalan uyduran
veya kendine bir şey vahyedilmemişken, ‘Bana
vahyolundu’ diyen, ya da ‘Allah’ın indirdiğinin
benzerini ben de indireceğim’ diye laf eden
kimseden daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli
ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin,
ellerini uzatmış, ‘Haydi canlarınızı kurtarın!
Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz ve onun
âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için
bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız’
diyecekleri zaman hallerini bir görsen!”8
Sertlik ve Dövmek: “Şâyet onlar sizi ele
geçirirlerse, size düşman olurlar, size ellerini ve
dillerini kötülükle uzatırlar ve inkâr etmenizi
arzu ederler.”9
Dağıtmak, Vermek ve Bağışta Bulunmak: “Bir de Yahudiler, ‘Allah’ın eli
bağlıdır’ dediler. Söylediklerinden ötürü kendi
elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! Hayır,
onun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.”10
Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü gibi beseta fi-
ilinin temel anlamı yaymak ve genişletmektir.
Aynı kökten gelen ve Yüce Allah’ın en güzel isim-
leri arasında yer alan el-Bâsıt, nimeti nihâyetsiz
olup, dilediği kullarına bol bol veren, geniş im-
kânlar sağlayan, iç huzuru veren ve ruhları beden-
lerde yayan gibi anlamlara geliyor. Dolayısıyla,
bütün varlıkların var olmazı veya yok olması
Yüce Allah’ın kudreti dâhilindedir. Mülk’ün sahi-
bi O’dur; mülkü dilediğine verir, dilediğinden de
alır.
O, yaptığı fiillerden sorumlu değildir. O’nun
fiillerinde hikmet vardır. Bu bağlamda Yüce Al-
lah, el-Bâsıt isminin bir tecellîsi olarak; kimi
kullarının iç dünyalarına neş’e, sevinç ve sürûr
tohumları eker, meyvesini verdirir. Kimilerine
engin hazinesinden bol bol rızık, mal, mülk ve
genişlik verir.
Bir Müslüman Cenâb-ı Hakk’ın en güzel isim-
lerinden birisi olan el-Bâsıt ismini kendisine
ahlâkî ilke edinmelidir. Yüce Allah’ın izni ve inây-
eti dâhilinde, bu isimden, hem beden diliyle zikir
ve hem de hal diliyle maddî ve mânevî anlamda
istifade etme imkânına kavuşabilir. Bu ismin fert
27Mayıs 201126
ve toplum hayatında görünen mânevî ve maddî
tecellîleri şunlardır:
Bast Hâlinde Cemâli Tecellîler Yaşanır
Bunlardan ilki, Yüce Allah’ın el-Bâsıt isminin
fert ve toplum hayatında mânevî imkânların
açılması şeklindeki tecellîsidir. Tasavvufta bast
hâli; neş’e, sevinç, rahat ve huzur hâlidir. Bir
başka ifade ile ruhun feyz, kalbin ilham alma
ve Cemâlî tecellîleri müşâhede etme hâlidir.
Bast sahibi bu hâli muhafaza etmede çok dik-
katli olmalıdır. İnsanın iç âlemi inşirâh, huzur,
genişlik, neş’e, sevinç ve huzurla dolduğu zaman,
bu dışına, yüzüne ve davranışlarına yansır. Mut-
luluk alâmeti olarak, dâimâ çevresindeki insan-
lara pozitif enerji verir.
Bunda elbette Yüce Allah’ın el-Bâsıt isminin
Cemâlî yansıması büyük rol oynar. Bu konuda
Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dan
gelen şu rivâyet çok açıklayıcıdır: “Mü’minin işine
şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırdır.
Bu, mü’minden başka hiç kimse de yoktur. Kend-
isine varlık isâbet ederse şükreder, bu onun için
hayırdır. Darlık isâbet ederse sabreder, bu da
onun için hayırdır.”11
Yine İlâhî tecellî olarak bast hâli, yerine göre
Müslümanların hayatında “Allah’ın günleri” diye
isimlendirebileceğimiz tarihî dönemlerin açılması
şeklinde de tezâhür edebilir. Birey ve toplum-
lar inanç ve ifade özgürlüğü sayesinde darlık ve
sıkıntı hâlinden kurtulurlar. İslâm’ı yaşamada
önleri açılır, zafer ve fütûhâtlar nasip olur, iyi
bir aileye, iyi bir eşe, hayırlı evlatlara kavuşurlar,
sadık arkadaşlara sahip olurlar. Cemaat ruhun-
dan doya doya istifade ederler. Ulemâ-i âmilîn-
den ve sulehâ-i sâlihînden olan mâneviyat önder-
leriyle feyizlenirler. İlmî hayatlarında imkânlar
sonuna kadar açılır.
El-Bâsıt isminin maddî hayattaki tecellîsi, ti-
caret hayatına ve kazançlara bolluk ve bereket
olarak yansımasıdır. Şu âyette belirtildiği gibi:
“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Rızkı
dilediğine bol bol verir, dilediğine de ölçülü
verir. Çünkü O, her şeyi kemâl üzere bilendir.”12
Çünkü rızk, kendisiyle yarar sağlanan şeydir.
İslâm inancında, iktisadî hayatın gerçek
düzenleyicisi, Yüce Allah’tır. Her ne kadar ikti-
sat bir insânî ilimse de insanda kazanma ve birik-
tirme duygusuyla birlikte ihtiyaç duygusunu
yaratan yine Allah’tır. Bu açıdan meseleye baka-
cak olursak, rızk konusu kaza ve kader inancıyla
bağlantılıdır. Bu inanç hiçbir zaman çalışmayı
ve üretmeyi askıya almayı gerektirmez. Hiçbir
kimse, kaderini okuyarak hareket etmez. Müs-
lümanlar, çalışmak, üretmek ve emek harcamak
gibi fiilleri gerçekleştirmekle yükümlüdür. İşin
neticesini yaratacak olan Allah’tır.
Netice olarak söylemek gerekirse, bir
Müslüman’ın hayatında Yüce Allah’ın el-Bâsıt
ismi, İlâhî ahlâkın önemli bir unsuru olarak hay-
at bulmalıdır. Bazen bu ismin Cemâlî tecellî-
si mânevî hayatımızda yerine göre iç huzuru-
na dönüşür; yerine göre mutlu bir aile düzeni
şeklinde tezahür eder; bazen de ilmî genişlik
olarak kendini gösterir. Yerine göre hem mânevî
zenginlik ve hem de maddî zenginlikle birlikte
bulunabilir.
Her iki genişlik ve rahatlık durumunda da in-
san şımarmamalı, haddini bilmeli ve edebe uy-
gun hareket etmelidir. Çünkü insan varlıkla da
yoklukla da imtihan hâlindedir. Bast hâli ancak,
şükür ve sabır ehli olmakla korunabilir.
İNCİTME
Gel kardeş seninle sohbet edelim! Allah’ı seversen kulu incitme. Fâni olan üç beş günlük dünyada Yolcuyu seversen yolu incitme.
Gülden çadır kurup içine giren Sizden bahsediyor o yüce Kur’an İlâhi sanatla peteği ören Arıyı seversen balı incitme.
Hak bâtılla her tarihte boğuştu Günah kiri içimize ovuştu Bu asırda gül bülbülle dövüştü Bülbülü seversen gülü incitme.
Günden güne artsın Allah’ı anan Resûl-ü Zîşân’ın aşkıyla yanan Bize çeşit çeşit meyveler sunan Ağacı seversen dalı incitme.
Nâmerdin her sözü sanki bir oktur Kırma gel gönlümü ustası yoktur Zâten sevilenin düşmanı çoktur Şâiri seversen dili incitme...
Hanifi KARA* Prof. Dr.
1 71/Nûh, 19.2 El-İsfehânî, el-Müfredât, s. 60–61.3 2/Bakara, 245.4 42/Şûrâ, 27. 5 2/Bakara, 247.
6 18/Kehf, 18. 7 13/Ra’d, 14.8 6/En’âm, 93.9 60/Mümtehine, 2.10 5/Mâide, 64.11 Müslim, Zühd, 13.12 42/Şûrâ, 12.
Dipnot
“El-Bâsıt isminin maddî hayattaki tecellîsi,
ticaret hayatına ve kazançlara bolluk
ve bereket olarak yansımasıdır. Şu
âyette belirtildiği gibi: “Göklerin ve yerin
anahtarları O’nundur.”
29Mayıs 201128
“Afrika’nın büyük bir bölümünde misyonerler, sömürgeci güçlerin
yardımı ile Müslümanları eğitimden mahrum bırakmışlar ve
Hıristiyanlığı kabul etmeyen veya en azından Hıristiyan ismini
benimsemeyenlere okul kapılarını kapatmışlardır. Bu yolla oluşturulan
nüfuzlu Hıristiyan azınlık, özgürlük çağının gelmesinin ardından, bugün,
Müslümanların çoğunlukta olduğu birçok Afrika ülkesinde siyasî, askerî
ve iktisadî yönden üstün duruma gelmiştir.”
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
AFRİKA’DA
MİSYONERLİK Ondokuzuncu yüz-
yılda hızla sa-
nayileşme sü-
recine giren Avrupa ülkeleri,
ucuz hammadde elde edebil-
mek, yeni tüketim pazarları bu-
labilmek için Orta ve Güney
Amerika’yı, Güney Asya’yı, Af-
rika kıtasını sömürgeleştirmeye
başladı. Osmanlı Devleti’nin ge-
rilemesi ve çökmeye başlaması
sonucu, Kuzey Afrika da payla-
şıldı. Gerçi, Afrika’nın iç kısım-
larına Avrupalıların ilgi duy-
maya başlamaları, onüçüncü
yüzyılın sonlarına rastlamakta-
dır. İskoçyalı Mugna Park, Da-
vid Levington, Heinrich Barth,
Fransız Rene Caille, Mollien,
Linard de Bellefonds gibi ünlü
seyyahların arkasından, kili-
senin desteğiyle misyonerler,
Afrika’nın her tarafına dağıldı-
lar. Güney ve Doğu Afrika Pro-
testan, Orta ve Batı Afrika ise
Cizvit ve Katolik misyonerlerin
faaliyet alanı haline geldi1. Mis-
yonerler, özellikle putperest Af-
rikalılar arasında başarılı oldu-
lar. Müslümanların yaşadıkları
bölgelerde de, yoksulluğu ve za-
yıflığı fırsat bilerek kıyasıya bir
çalışma sürdürdüler2.
Afrika’daki Hıristiyanlaştır-
ma faaliyetleri, bilhassa Kar-
dinal Lavigerie’nin 1867’de
Cezayir Başpapazı tayin edil-
mesiyle başladı. Onun kur-
duğu Beyaz Rahipler (Peres
Blancs) ve Beyaz Rahibeler (So-
eurs Blanches) buradan bütün
Afrika’daki en büyük misyo-
nerlik faaliyetlerini yürüttüler.
Bu konuda Fransız Katolikle-
ri ile Protestanları arasında bir
fark olmayıp Afrika dâhil bütün
sömürgelerde kurdukları teşki-
latlar vasıtasıyla Hıristiyanlaş-
tırma faaliyetlerini sürdürdü-
ler. 1895’te Madagaskar’daki
Katolik ve Protestanlar açtık-
ları okullara 100.000’den fazla
öğrenci topladılar.
Fransa’da III. Cumhuri-
yet, laisizm taraftarı ve kili-
se karşıtlığıyla bilinmektedir.
1905’te Kilise-Devlet ayrımıy-
la zirveye çıkan bu karşıtlık, sö-
mürgelerde başka bir boyut arz
etmekteydi. Çünkü misyonerle-
rin mahallî dillere vukûfiyetleri
yerlilerle birlikte yaşayabilme
alışkanlıklarını kazanmış olma-
ları, insan ruhuna hitap edebil-
me becerileri, onları sömürge
idarecisi gözünde kıymetli kı-
lıyor, idarecilerin en fazla akıl
danıştıkları kimseler oluyorlar-
dı. Tarihte yaşanmış hiçbir sö-
mürgecilik faaliyetinde din, bu
kadar etkili olmamıştı. Yani
Fransa’da devlet kilise ile bü-
tün bağlarını koparmış, Katolik
okul sistemini tamamen kapat-
mış ve rahip-rahibe bütün eği-
timcileri ya emekli olmaya veya
ülkeyi terk etmeye sevk etmiş-
ken, sömürgelerde idarecilerle
bunlar gayet uyumlu çalışmış-
lardır.
Mayıs 201130 31
Ayrıca sömürgeciliğin yo-
lunu açan en önemli kuruluş-
lar, aslında aydınlar tarafından
kurulan sosyal bilimler alanın-
daki kuruluşlar olmuştur. Kı-
saca “şarkiyatçılık” denilen bu
faaliyetler, sömürgeciliğin te-
mel taşını oluşturmuştur. Pa-
ris Coğrafya Cemiyeti/Socie-
te de Georaphie de Paris (1821)
ve Asya Cemiyeti/Societe Asia-
tique (1822) Fransa’da faaliyet
gösteren bu mânâda iki önem-
li bilim kuruluşudur.3
Gerçekleştirdikleri oryanta-
list çalışmalarla misyonerler,
sömürgeciliğin keşif koluna gö-
nüllü asker hazırladılar. Hiç bir
din kurumuna yakışmayan çir-
kinlikte “fırsatçılık” yaptılar.
İnsanlığın ortak ahlakî değerle-
rini savunmak yerine, kendi kı-
sır ve bencil çıkarlarını gerçek-
leştirmeye çalıştılar. Mâneviyat
dünyasının yeraltı babalığına
soyunup mâneviyat mafyası ke-
sildiler. Mahrumiyetin, açlığın,
yoksulluğun sırtından “mânevî
rant” devşirme bayağılığına te-
nezzül ettiler. Dolayısıyla Afri-
ka, Asya, Uzak Doğu ve Güney
Asya adalarındaki misyonerlik
faaliyetleri, asla bir “dine da-
vet” faaliyeti değildir. Aksine,
bir ekonomik ve siyasal tahak-
küm aracıdır. Afrika’da mis-
yonerlik, Batı’nın küstahça
bencilliğinin koltuk değneği ol-
muştur. Bir tür devşirme sefer-
berliği olarak gerçekleşmiştir.
“Hıristiyanlaştırma” adı-
na kendi değerlerinden kopa-
rılan, kendine karşı yabancılaş-
tırılan Afrika halkları, sonunda
“iyi birer Hıristiyan” değil, “hiç-
bir şey” oldular. Değersiz, din-
siz, imansız, seküler, ateist,
animist, putperest oldular. Af-
rika’daki misyonerlik faaliyet-
leri, “Hıristiyan mü’minler do-
ğurmak” yerine, güç ve paraya
tapan nihilist “seçkinler” pey-
dahlama projelerine “bir nevi
katkı” olmuştur.4
Batılıların Afrika’yı sömür-
mek için öncü kuvvet olarak
görevlendirdiği misyonerler,
inanılmaz miktarlarda para-
lar harcayarak Afrika’yı Hıristi-
yanlaştırmışlardır. Her yıl mil-
yarlarca dolar parayı Afrika’yı
Hıristiyanlaştırmak için harca-
yan Batılılar, İslâm ile tanışma-
yan ve yerel dinlere sahip olan
Afrikalılar arasında tahrif edil-
miş dinlerini hızla yaydılar. Göz
alıcı maddî imkânlardan fayda-
lanmak isteyen Afrikalılar ise
bu ahlaksız saldırıya karşı du-
ramadılar.
1900’lü yılların başlarında
Afrika’nın nüfusunun sadece
%7’si Hıristiyanken 100 yıl içe-
risinde bu rakam inanılmaz bir
artışla %55’lere kadar geldi. Pa-
pua Yeni Gine gibi ülkelerde ise
bu rakam %1’lerden %95’lere
kadar çıktı. Papalar hemen her
fırsatta Afrika’yı ziyaret ettiler
ve tüm misyonerlik çalışmaları-
na destek verdiler. Misyonerler
Afrika insanının yoksulluğunu
ve açlığını onu Hıristiyanlaştır-
mak için kullandılar. 1970’ler-
de Hıristiyanlaştırma faaliyet-
lerine 70 milyar dolar ayıran
Batılılar, 1980’lerde bu mikta-
rı 100 milyar dolara çıkartır-
ken 2000’li yıllarda 250 milyar
dolar civarında inanılmaz ra-
kamları her yıl mazlum kıtayı
Hıristiyanlaştırmak için harca-
maktadırlar.
Afrika’daki misyoner faali-
yetlerin amacı, sadece insanları
Hıristiyanlaştırmak değil, onla-
rı sömürge hâkimiyetine hazır
hale getirmekti. Bütün güç ve
imkânlarıyla çalışan misyoner-
ler, bir yandan Afrika’nın tabii
zenginliklerini Avrupa’ya akta-
rırken, diğer yandan da ekono-
mik gelişmeler dolayısıyla işçi
talebinin karşılanması için in-
sanları köleleştirdiler. Batılılar,
Hıristiyanlaştırma faaliyetleri
çerçevesinde yüzyıllar boyun-
ca gerçekleştiremediklerini bu-
gün yoksulluğu fırsat bilerek
gerçekleştirmek istiyorlar. Mis-
yonerlik, Afrika halklarının Av-
rupa sömürge güçlerine teslim
olmalarını kolaylaştırmıştır.
Misyonerler, sömürge düzenini
tehdit eden tehlikeleri ortadan
kaldırmayı amaçlamışlardır. Bu
iddiamızın en önemli gerekçe-
si, bugünkü Hıristiyanlığın asıl
vatanı durumunda olan Avru-
pa ve Amerika’da dinin büyük
oranda arka plana atılması, Hı-
ristiyanlık kurallarının tümüy-
le unutulması, buna karşılık
İslâm ülkelerinde ve geri kal-
mış durumdaki Afrika ve Asya
ülkelerinde misyoner çalışma-
larının yoğunlaşmasıdır.
Afrika’nın büyük bir bölü-
münde misyonerler, sömür-
geci güçlerin yardımı ile Müs-
lümanları eğitimden mahrum
bırakmışlar ve Hıristiyanlığı
kabul etmeyen veya en azından
Hıristiyan ismini benimseme-
yenlere okul kapılarını kapat-
mışlardır. Bu yolla oluşturulan
nüfuzlu Hıristiyan azınlık, öz-
gürlük çağının gelmesinin ar-
dından, bugün, Müslümanla-
rın çoğunlukta olduğu birçok
Afrika ülkesinde siyasî, askerî
ve iktisadî yönden üstün duru-
ma gelmiştir. Sudan’da İngi-
liz sömürge yönetimi yardımıy-
la misyonerler, güney bölgesini
kendileri için “güvenli bölge”ye
çevirdiler. Bu bölgede eğitim
ve tebliğ hakkı sadece Hıristi-
yan misyonerlere tahsis edil-
di ve Müslümanlar için tebliğ
faaliyeti şurada dursun, başka
amaçlarla bile bu bölgeye git-
meleri yasaklandı.5
Misyonerler, faaliyetleri-
ni kuraklık ve açlık musibeti-
ne uğrayan ve kendi hallerine
terk edilen Afrikalıların yaşa-
dıkları bölgelerde yoğunlaştır-
maktadırlar. Yardımseverler
kisvesi altında faaliyet yürüten
“Müslümanların
çoğunlukta olduğu
birçok Afrika
ülkesinde siyasî,
askerî ve iktisadî
yönden üstün duruma
gelmiştir. Sudan’da
İngiliz sömürge
yönetimi yardımıyla
misyonerler, güney
bölgesini kendileri
için “güvenli bölge”ye
çevirdiler.”
Mayıs 201132 33
1 İmadüdin Afrika Dramı, ter. Mehmet Keskin, İnsan yayımları, İstanbul 1985, s. 57-65; Roland Oliver ve D. Fage, A Short History of Africa, London 1962, s. 204.
2 Kemal Kahraman, Çağdaş Sömürge İmparatorluğu, Seha Neşriyat, İstanbul 1989, s. 157.
3 Ahmet Kavas, Osmanlı-Afrika İlişkileri, TASAM Yayınları, İstanbul 2006, s. 182-183.
4 Sami Hocaoğlu, “Herkesin Kıblesi Kendine Ama…”, Yeni Şafak Gazetesi, 01.12.2006.
5 Akif Emre, “Papa’ya yazılan 40 yıllık mektup”, Yeni Şafak Gazetesi, 30.11.2006.
6 http://www.konyaninsesi.com/dr-fatih-soydemir-%E2%80%9Cafrika%E2%80%99da–40-milyon-insan-kronik-aclik-sinirinda.
7 http://www.tumgazeteler.com/?a=42106008 http://www.tumgazeteler.com/?a=42106009 http://www.vahdet.com.tr/isdunya/dosya3/0602.
html10 http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=9265
* Prof. Dr.
Dipnot
yanlık konusunda ayrıldıkları
noktaları hemen geçiştirmişler-
dir. Her kilise kendi misyoner-
lik teşkilatını ve kilisesini kur-
muştur. Misyoner okullarından
biri Presbiteryanlara bağlıysa
diğeri Roma Katolik Kilisesi’ne,
diğeri de Tanrı’nın Krallığının
Evrensel Kilisesi’ne veya İskoç
Kilisesi’ne bağlıdır. Hiçbir kili-
se diğer kilisenin faaliyet alanı-
na karışmamakta ve engel oluş-
turmamaktadır.
Misyonerlik faaliyetlerini ba-
şarılı kılan bir diğer faktör, mis-
yonerlik faaliyetlerinde siyasî
güçten yeterince faydalanma-
larıdır. Sömürge öncesi Afrika
ülkelerinde monarşi ya da ka-
bile yönetimleri vardı ve insan-
lar da kabilenin efendisinin di-
nine tabi oluyorlardı. Sömürge
yönetimleri kurulduktan son-
ra öncelikle kabile şefleri Hıris-
tiyanlaştırılmak istendi. Onla-
ra Hıristiyanlaştıkları takdirde
makamlarının bırakılacağı va-
adinde bulunuldu. Beyaz efen-
dileri Hıristiyan oldukları için
kabile şefleri de efendilerinin
dinlerine tabi oldular.
İktidarın Batılı güçlerin elin-
de olması sonucu, kabile şefleri
etkisiz hale geldi. Bunun sonu-
cunda toplum bütünlüğü bozul-
du, birleştirici ve bütünleştiri-
ci geleneksel unsurlar kaldırıldı.
Batı ideolojileri, değer yargıla-
rı ve kültür kalıpları, ortadan
kalkan geleneklerin ve eski kül-
türün yerini aldı. Genellikle
misyonerlerin yönettikleri okul-
larda, yerli halktan çok, sömür-
geci ülkenin lehine hareket eden
bir aydınlar zümresi meydana
geldi.
Sömürge yönetimleri, üni-
versite yönetimleri ve misyo-
nerler tarihin en büyük işbir-
liklerinden birini yaparak Kara
Kıta’nın en ücra köşesine bile
ulaşmışlardır. Üniversitelerin
hazırladıkları sosyolojik, arke-
olojik ve antropolojik çalışma-
ların sonuçlarını kullanan mis-
yonerler ülkeye nüfuz etmiş
sömürge yönetimlerini meşru-
laştırmışlar; onlar da koskoca
bir kıtanın kaynaklarını beyaz
adamın ülkesine taşımışlar ve
taşımaya devam etmektedirler.
misyonerler, her gün yüzlerce
Etyopyalı, Sudanlı, Çadlı, Malili
ve Mozambikli insanın inancını
çalmaktadırlar. Anne ve babala-
rını kaybeden Müslüman çocuk-
lar, papazlar tarafından idare
edilen Hıristiyan yetimhanele-
rine götürülmekte ve içlerinden
zeki olanlara kilise bursları te-
min edilerek Batı ülkelerine
tahsil yapmaya gönderilmekte-
dirler. Bunlar Batı ülkelerinin
Afrika ülkelerindeki çıkarlarını
korumaya elverişli hale getiril-
mek üzere özel bir eğitime tabi
tutulmaktadırlar.6
Jomo Kenyatta bu gerçe-
ği; “Hıristiyanlık Afrika’ya gel-
diğinde Afrikalıların toprakları,
Hıristiyanların ise İncilleri var-
dı. Hıristiyanlar bize gözlerimizi
kapayarak dua/ibadet etmemiz
gerektiğini öğrettiler. Gözleri-
mizi açtığımızda onlar bizim
topraklarımızı, biz de onların
İncillerini almıştık.”7 sözleri ile
beyan ederken, Louis Massig-
non da şu çarpıcı sözlerle kana-
atini ortaya koymaktadır:
“Onların her şeyini tahrip et-
tik. Felsefeleri ve dinleri mah-
voldu. Artık hiçbir şeye inan-
mıyorlar. Derin bir boşluğa
düştüler. Anarşi ve intihar için
uygun hale geldiler.”8
Massignon`un “onlar” dediği
Müslümanlardır. Massignon bu
sözleri ile Müslümanları sömü-
rü için ne denli müsait hale ge-
tirdiklerini ortaya koymaktadır.
Misyonerlerin Afrikalı Müs-
lümanları dinlerinden uzaklaş-
tırabilmek için kullandıkları en
önemli yöntem, kavmiyetçili-
ği yaymalarıdır. Uzun yıllar Af-
rikalıları, İslâm’ın bir “Arap
dini” olduğuna inandırmaya ça-
lışan misyonerler, onların daha
çok kavmiyetçi düşünceleri be-
nimsemelerini sağlamak iste-
mişlerdir. Onların bu yöndeki
çalışmalarının Afrikalılar ara-
sında önemli etkileri olmuştur.9
Moritanya Kültür Bakanı Ah-
med el-Eîin Veled 1989 yılında
yaptığı açıklamada misyonerle-
rin Afrika’da güven ve istikra-
rı bozmak, çeşitli sürtüşmele-
re sebep olabilmek için bilhassa
Hıristiyan yaptıkları kimseleri
kullandıklarını ve bu arada ay-
rılıkçı gruplar ile de işbirliği içi-
ne girdiklerini söylemiştir. Ah-
med el-Emîn Veled, Senegal ile
Moritanya arasında ortaya çı-
kan sürtüşmede Katolik Kilisesi
hesabına çalışan misyonerlerin
büyük rollerinin olduğuna işaret
etmiştir.10
Bütün kiliselerin öyle veya
böyle misyonerlik faaliyetle-
ri bulunmaktadır. Fakat on-
lar misyonerlik faaliyetleri hu-
susunda birbirleriyle herhangi
bir çekişme ve tartışmaya gir-
memişlerdir. Dahası Hıristi-
Mayıs 201134 35
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Amr b. Hureys (r.a.)
YorumYüce dinimiz, eşrefi mahluk olan insanoğlunun toplum içindeki davranışlarını belli bir
düzene koyarak, hayatı ahlâk kuralları ve güzellikler üzerine bina etmiştir. Fert ve toplumun ayakta durabilmesi ahlâk ile mümkündür. Âlemlerin Efendisi (s.a.v) bir başka hadis-i şerifinde “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuştur. Hazret-i Aişe (r.ah)’den Resulü Ekrem (s.a.v)’in ahlâkı sorulduğunda, “Kur’an okumaz mısın,
Rasulullah’ın ahlâkı Kur’andır.” diye cevap vermiştir. Kur’an-ı Kerim bizlere iyi huyları öğretip, kötü huylardan uzak durmayı emreder.
Hazret-i Peygamber Efendimiz zühd ve takva, tevazu, vakar, sabr u sebat, ahde vefa, hukuka riâyet afv u kerem, merhamet ve şefkat gibi bütün ahlâkî kemâlât ile bir halde yaşamıştır.
İnsan onun bu yüce hallerini düşündükçe hayran kalıyor. Bir Müslümanın ahlâkî gayesi; dünya ve dünyevî kazançlar değil, Allah (c.c)’ın rızasıdır. Onun için güzellikler içinde yaşamayı manevî zevk ve şuur ile gerçekleştirmek gerekir. İslâm’ın gayesi, insanları ahlâkî basamakların en üst noktasına çıkarmaktır. Öyle ise ahlâken yükselmek için Kur’an’ın gösterdiği nurlu yoldan yürümek, Kur’an ahlâkıyla
ahlâklanmak ve dinimizin güzellikleriyle gönül dünyasını ve davranışları süslemek lazımdır.
Türkçe Açıklamasıİslâm, güzel ahlâktır. (Kenzü’l-Ummâl, 3/17, HadisNo: 5225)
Adı : Amr
Künyesi : Ebû Saîd
Doğum yılı :Hicrettenikiyılevvel
Doğum yeri : Mekke
Baba adı : Hureys b. Amr el-Kureşî el-Mahzûmî
Anne adı :Tespitedilemedi
Eş(ler)i :Tespitedilemedi
Akrabaları :KardeşiSaiddesahabedendir.
Oğulları : Cafer, Muhammed,
Kızları :Tespitedilemedi
Kabilesi :El-Kureşîel-Mahzûmî
İslâm’a girişi :Doğuştan
Sohbet süresi : 10 sene kadar
Rivayeti :Çoğusahabilerdenolmaküzere30kadar.
Yaşadığı yer :Medine,Kufe
Mesleği :Ticaret,idarecilik,hadisrivayeti
Hicreti : Yok
Savaşları :Kadisiyye
Görevleri :Emevilerkendisinegüvenmekteydive Basra valilik vekilliği ve polislik gibi görevleryapmıştı.
Fizikî yapı :Tespitedilemedi
Mizacı :İdarecilikyeteneğiolan,güvenilirbiriydi.
Ayrıcalığı :Amr,Kûfe’deyerleşenilkKureyşlisahâbîdir.
Ömrü : 87
Ölüm yılı : H. 85.
Ölüm yeri :Kufe
Ölüm sebebi :Yaşlılık
Hakkında :Hz.Peygamber(s.a.v.)Medine’de,elindekioklabirevyeriçizmişveona“Bunusanaveriyorum” buyurmuştur. Ayrıca küçük yaştahuzurunagetirildiğindeAmr’ınbaşınıokşayanHz.Peygamber (s.a.v.), alışverişinin bereketli olmasıiçinonaduaetmiş,buduabereketiyleKûfe›ninenbüyükzenginlerindenbiriolmuştur.
Kufe’de dinî ve edebî sohbetlerin merkezi olanbüyükbirbinayaptırmıştır.
Hadisleri : “Biriniz namaz kılacağı zaman önüne sütre olarak bir şey koysun. Bulamazsa baston, o da yoksa önüne bir çizgi çeksin. Artık önünden geçen şeyler ona bir zarar vermez.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 363; İsâbe, IV. 619;Üsd, I. 844-845;DİA, III.84-85;Müsned, I.187-190, IV.306-307;İbnSa’d,Tabakât,VI.23,74.
*Prof. Dr.
Kırk Yapraklı Gül
H. Hamidettin ATEŞ
Birinci Hadis
Mayıs 201136 37
EdebiyatMusa TEKTAŞ Güzellikler dini İslâm; insanların
medenî bir şekilde toplum hayatının
şekillenmesine büyük önem vermiş-
tir. İnsanlar arası ilişkilerde samimiyet, muhab-
bet, sevgi, saygı ve sadeliği öğütleyen bir inanç
sistemi olan yüce dinimiz, insanca yaşamanın sır-
larını açıklamış, hudutlarını çizmiştir.
Edeb (Âdâb); insanları güzelliklere davet eder,
kötü davranışlardan alıkoyar. Muâşeret ise, in-
sanların birbirleriyle sosyal ilişkilerinde dostâne
davranmalarını ve iyi geçinmelerini sağlar.
Âdâb-ı Muâşeret, insanların birbirleriyle iyi
münase betler kurabilmeleri ve sürdürebilmele-
ri için gereklidir. İnsanın en başta kendine, daha
sonra çevresine duyduğu saygının dışa vurumu
görgü kurallarına uymakla kendini gösterir ve
belli eder.
Görgü kurallarına uymakla hayatımız güzelle-
şir, daha bir anlam ve değer taşır. Görgü kuralları
yaşanmak için konulmuş tur. Görgü kurallarının
varlığı ve canlılığı ancak yaşanarak sürdü rülebilir.
Onun için inançta ve amellerde devam ve sürekli-
lik esastır. Müslüman’ın amelleri onun kişiliğini,
dinine olan bağlı lığını, sadakatini ve samimiyeti-
ni ortaya koyar. Görgü kuralları na uyulabilmesi
içinse bilinmesi, anlaşılması ve sevilmesi gere kir.
İbn-i Atâ (k.s.) şöyle der: “Bu manevî yolda te-
rakki edenler, sırf namaz ve oruç gibi farz ibadet-
lerle bu yüceliğe ulaşmış değillerdir. Aksine bun-
ları eksiksiz ve kusursuz bir şekilde îfâ etmeye
ilâveten, faziletli ameller ve davranışlarla yüksel-
mişlerdir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz:
“Kıyamet günü bana en yakın olanınız, huy ve
ahlâk olarak en güzel olanınızdır.”1 buyurmuş-
tur.
Şair ne güzel söyler:
Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hudâ’dan
Giy ol tâcı emîn ol her belâdan
Bir ârif şair de şöyle der:
Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbûl imiş illâ edeb illâ edeb
Hakiki edeb ve ahlâk kahramanı olanlar pey-
gamberler ve onların varisleridir. Bir de bu zevâtı
takip etmesini bilenlerdir ki, onlar, yüce bir
ahlâka sahip olma iradesini gösterirler. Ahlâkın
esası, dinin olgunluğundan ayrı bir şey değildir.
Ahlâk, hayvanî vasıflardan kurtulup insânî me-
ziyetlerle ziynetlenmektir. Gerçek Müslüman ol-
mak da İslâm ahlâkına sahip olmaktır. Ulvî güzel-
likleri, hâl ve davranışlara taşıyabilmektir.
Hz. Mevlânâ Şöyle Diyor:
“Kalbim: İman nedir, diye sordu. Aklım da
kalbimin kulağına: “İmân edebden ibarettir.”
diye fısıldadı.
“Onun için edebsiz kimseler, yalnız kendine
kötülük etmiş olmaz. O belki edebsizliği yüzün-
den bütün dünyayı ateşe vermiş olur.”
İslâm Âdâbı’nın kaynağı başta Kur’ân-ı Kerim
olmakla birlikte, Rasûlullah (s.a.v.)’in, sahabe-i
kirâmın ve de daha sonra gelip, dinî kurallar-
dan asla sapmayan ehlisünnet âlimlerinin söz
ve yaşayışları ile Müslüman toplumların, akla
uygun, iman esaslarına muhalif olmayan örf ve
âdetleridir.
Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’inde Hz. Peygam-
ber (s.a.v.) için: “O kendi (rey ve hevâsından)
söylemez, O (dinî emir ve yasaklar olarak söyle-
dikleri) kendisine Allah’tan ilgâ edilegelen va-
hiyden başka değildir.”2 buyurur. Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in emir ve yasak şeklindeki söz ve
davranışlarının vahye müstenid olduğunu; baş-
ka bir âye tinde de: “Rasûl size neyi verdiyse onu
alın ve neyi de yasaklamışsa ondan da vazgeçi-
niz.”3 emriyle de, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den, söz
ve ha reket olarak vârid olan sünnetlerine uyul-
ması gerektiğini beyan etmiştir. Ayrıca, “And ol-
sun ki, Rasûlullah’da sizin için, Allah’ı ve ahi-
ret gününü uman, Allah’ı çok çok zikredenler
için güzel bir numune-i imtisal vardır.”4 âyet-i
celîlesi ile de Rasûlullah’ı bil hassa âdâb ve erkân
konusunda uyacağımız yegâne örnek olarak be-
yan etmiştir. Bunlardan başka Allahu Teâlâ’nın
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitapla: “Biz sana da in-
EDEPLİ OLMAKHayatı Şekİllendİren Samİmİyet:
Mayıs 201138 39
sanlara, kendileri için ne indirildiğini açıklaya-
sın ve onlar da iyice düşünsünler diye Kur’ân’ı
indirdik.” 5 buyurmuş olması; uyulması bakımın-
dan, emri açıklamayan kim seden daha uygun bi-
rinin olmadığının en güzel ifadesidir.
Bâtındaki Edebin, Zahire Yansıması
Cüneyd-i Bağdadi, hacca giderken Bağdat’a
uğrayan talebelerinin son derece saygılı ve nazik
davrandıklarını görünce Ebu Hafs’a, “Talebeleri-
ni saray mensupları gibi edeplendirmişsin.” der.
Ebu Hafs da, “Onların bâtınlarındaki edeb, za-
hirlerine yansımıştır.” diye cevap vererek gönül
bağlılarının gösterişçi bir davranış içinde olma-
dıklarını beyan eder. Edebin insan ruhuna olan
etkilerine işarette bulunur.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretlerinin
şu beyitlerinde gizlenen duygular bu gerçeği şöy-
le fısıldar bize:
Âdemi ikmâle sebep lazım olan cümle edep
Hulûsi’yâ bak gör ki hep sıdkı bütünlerde bütün
Hulûsi Efendi Hazretleri Hutbeler adlı eseri-
nin 82. Hutbesinde şöyle buyurur:
“Edeb: Güzel terbiye, güzel huylar ile ittisaf ve
utanılacak şeylerden insanı koruyan bir meleke
demektir. Edeb, insan için en büyük bir şereftir.
Edebin mukâbili isâettir ki, kötülükten terbiyeye
ve fazîlete aykırı hareketten ibârettir. Edeb, insa-
nın zinetidir. Edeb, insanı nefsinin hevasına uy-
maktan korur, kurtarır. İnsanın edebi altınından
hayırlıdır denilebilir. Edepten mahrûm insan, bir
cemiyet için muzır mikroplardan daha tehlikeli
bir mahlûktur.”
Hulûsi Efndi Hazretleri Hutbeler adlı eserinin
83. Hutbesinde şöyle buyurur:
“Edep; her husûsta haddini bilip onu tecâvüz
etmemektir. İnsanlar için gerek Allâh (c.c.)’a, ge-
rek insanlara karşı haddini bilmek kadar güzel
bir fazîlet yoktur. Edeb, ahlâk-ı insaniyyedendir.
Bu fazîlete mâlik olmak dünyanın en büyük hazi-
nesini elde etmekten daha kıymetlidir. Bu yüksek
fazîlete sahip olmayanlar, insanlığın kemâline
yükselemezler.
Edepli olmamak, haddini bilmemek öyle bir
hastalıktır ki bununla malül olanlar, en büyük
hatâlara düşebilirler. Mahlûkâtın en kâmili olan
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Efendimiz, ashâb-ı kirâmına: “Siz dünya işle-
rini daha iyi bilirsiniz.” buyurmaları bizim için
ne büyük bir hakîkattir. Binâenaleyh, haddini bi-
lip ondan ileriye geçmemek ahlâkî bir vazîfedir.
Rûhumuzu bu yolda terbiye etmek lâzımdır.
Hayâ, âr; tekdiri mucip olan bir kötülükten,
nefsinin son derece sıkılması, şiddetle mütees-
sir olması demektir. Buna utanmak deriz. Böyle
bir şeyden sıkılmak, en büyük bir fazîlettir. İnsa-
nın en güzel, en sahih ve en ciddi ölçüsü edep ve
hayâsıdır. Haddini bilmek âr ve tekdiri îcâb eden
bir şeyden teessür duymak şüphe yok ki en bü-
yük bir fazîlettir. İnsanlarda bu husûsun yerleş-
mesi her işin iyi olmasını temin eder.
Bu seciyye kimde bulunursa, onu şehevânî
arzulardan uzaklaştırır. Fazîlet sahipleri ile dü-
şüp kalkmaya sevk eder. Doğruluğun, emniyetin,
yükselmenin menşe’i de budur. Gâfilleri uyan-
dırmak, tembelleri harekete geçirmek, çılgınları
durdurmak da bu seciyenin varlığına bağlıdır. İn-
san, ahlâk kanunlarına uygun olmayan hallerden
alıkoyan da budur.”
Kalbi huşû içinde olanın, bedeninin de öyle ol-
ması hakikattir. Edeb hayatı şekillendiren sami-
miyettir. Yazımızı H. Hamidettin Ateş Efendi’nin
samimiyetle söylenmiş şu kelamlarıyla bağlaya-
lım:
“Bu yolda benlik duygusu yoktur. Kişi, edebini
muhafaza etmeli ve âdâba riayet etmelidir. ‘Ben’
düşüncesinde olmayınız. Olanların da sonu iyi ol-
maz. Öncelikle benlikten sıyrılmak gerekir. Tüm
mahlûkata şefkat gösterilirse, Yaratıcının büyük-
lüğü anlaşılır. O zaman da ben düşüncesinden
uzaklaşılır. İnsanın Allah’a en fazla yaklaştığı iba-
det müminin miracı olan namazdır. Alnının sec-
dede olması ile birlikte Allah’a yakınlaşırken ben
duygusundan uzaklaşır. Derviş farzların yanında
nafile ibadetleri de yapmalıdır.”
1 Tirmizi, Birr, 712 53/Necm, 3, 4.3 59/Haşr, 74 33/Ahzâb, 21.5 16/Nahl, 44
Dipnot
Edeble İlgili Unutulmaz Sözlerden Bir Demet:
“Utancı giden kimsenin kalbi ölür.” Hz. Ömer (r.a.)
“Edeb döküntüleri, altın döküntülerinden daha hayırlıdır.” Hz. Osman (r.a.)
“Edep aklın suretidir.” Hz. Ali (r.a.)
“Ulu kişi, arif bir insan, Rabbine karşı edebini bıraktı mı mutlaka helak olur.”
Yahya b. Muaz (r.a.)
“En güzel edep, güzel ahlâktır.” Hz. Ali (r.a.)
“İnsanlık âdâbını, ilimden evvel, öğrenmek lazımdır.” İmam-ı Malik
“Ayıp ve kabahatten korkmayan ile düşüp kalkmak, kıyamet gününde insana utanç verir.”
İmam Şafi
“İnsana, faydasız çok bilgiden ziyade, edeb ve yüksek terbiye lazımdır.” A. İbni Mübarek
“Edeb, tecrübe ile yani bizzat yaşanarak kazanılır.” İmam Maverdi
“Ey Rabbim! Beni her ne ceza ile cezalandırırsan cezalandır, yalnız hicab (utanma) zilleti
ile cezalandırma.” İmam Kuşeyri
“İnsanın ilim ve edebi, en büyük varlığıdır. Eskimez, çürümez, kaybolmaz.”
Mevlâna Celaleddin-i Rumi
41Mayıs 201140
İnsan, akıl, zihin,
kalp, sahibi bir var-
lıktır. İnsan, bi-
riktirdiği, depoladığı bilgileri,
duyguları akıl ölçüsüne vurur.
Şâyet aklını kullanır ya da ak-
lına uyarsa doğru yolu bulur.
Akla değil nefsine, dürtülerine
uyarsa yanlış yapar. Kalp İslâm
âlimlerine göre, imanın kayna-
ğıdır. Bu nedenle kalp temiz-
liği dinimizde çok önemlidir.
Kalbin temiz olması gibi kir-
lenmesi de söz konusudur. Kal-
bimizi kirleten iç ve dış etken-
ler vardır. Kalbimizi dışarından
günahlar kirletir. İçten, kalbi-
mizi kirletmeye çalışan da ne-
fis ve şeytanın ayartmalarıdır.
O hâlde mü’min bu iki kirliliğe
maruz kalmamak için mücade-
le etmelidir.
THY’nin dergisi Sklife’ın
Mart 2011 tarihli 332. sayısın-
da yer alan bir yazıda şu bilgi-
ler yer almıştır:1 “Kaliforniya
Üniversitesi’nden iki araştırma-
cı, Roger Bohn ve James Short,
insan beyninin bir günde maruz
kaldığı bilginin miktarını belir-
lemek üzere yaptıkları araştır-
manın sonuçlarını 2009 yılında
açıklamışlardır. Bu sonuçlara
göre ABD’de yaşayan ortalama
bir insanın beyni, her gün 100
bin 500 kelimeye maruz kalı-
yor ve bu rakam her yıl yüzde
2,6 oranında artıyor. Bu keli-
melerin yüzde 45’i televizyon-
dan, yüzde 27’si bilgisayarlar-
dan, yüzde 11’i radyodan, yüzde
9’u basılı medyadan, yüzde 5’i
telefon konuşmalarından ve
geri kalanı da küçük miktarlar
hâlinde filmlerden, oyunlardan
ve diğer bilgi kaynaklarından
geliyor.” Ülkemizde belki ra-
kamlar aynı oranda değilse bile
benzer etkilere bizim de maruz
kaldığımızı söyleyebiliriz.
Çağımıza bilgi ve hız çağı
deniliyor. Gerçekten günümüz-
de bilgiye ulaşmak kolaylaşmış
ve çeşitlenmiştir. Bilgi güçtür,
bilgi ve teknoloji sayesinde ha-
yatımız kolaylaşmıştır. Edindi-
ğimiz bilgilerin çoğalması, ge-
tirdiği faydaların yanında bir
de zihin kirliliğine yol açmış-
tır. Hâfızamızı, gerekli gereksiz
o kadar çok şeyle dolduruyoruz
ve zihinsel kirlilik oluşuyor ki;
sonunda doğru ile yanlışı, ge-
rekli ile gereksizi ayırt edebilme
yeteneğimiz törpüleniyor.
Zihin, elde ettiğimiz bilgi-
leri arşivleyen ve adeta kütüp-
hane görevi gören bir depo gi-
bidir. Zihnimize yüklediğimiz
bilgiler, düzeltilmemiş, toplan-
mamış bir odaya benzer. Nasıl
ki bir odayı derleyip, toplamaz-
sak, birkaç gün sonra ortalık
darmadağınık olur, aradığımı-
zı bulamayız; hatta bazen nasıl
kötü kokular ve böcekler olu-
şursa, her şeyi depoladığımız
zihnimiz de kirli bir odaya ben-
zer.
Günümüzde, hepimiz çok
fazla bilgi bombardımanına uğ-
ruyoruz ve kafamızı, gönlümü-
zü sokağın cazibesi dolduru-
yor. Sosyal ve siyasî haberler,
mağazalar, vitrinler, televizyon
film ve dizileri, arkadaş ve ak-
raba çevremizdeki olayların de-
dikodusu, zihnimizi hatta ha-
yallerimizi ve rüyalarımızı işgal
ediyor. Akşam bunlarla yatıyor,
sabah bunlarla kalkıyoruz. Yol-
larda bile cep telefonu ve inter-
nette iletişimimiz devam edi-
yor.
Dervişin Fikri Neyse Zikri de O Olur
Doğal olarak, insanın kafa-
sına neler yerleşir, zihnini neler
meşgul ederse, kendinde de o
şeylerin etkisi görülür. “Dervi-
şin fikri neyse zikri o olur.” sö-
zünde ifade edildiği gibi, zihni-
ZİHİN
KİRLİLİĞİ
“Zihin, elde ettiğimiz bilgileri arşivleyen ve adeta kütüphane
görevi gören bir depo gibidir. Zihnimize yüklediğimiz bilgiler,
düzeltilmemiş, toplanmamış bir odaya benzer.”
EğitimMehmet Zeki AYDIN*
43Mayıs 201142
mizi ne meşgul ediyorsa onları
konuşuyoruz, konuştuklarımı-
za inanmaya ve inandıklarımı-
zı da yaşamaya başlıyoruz.
Zihin, anlama, bilme, öğ-
renme, hatırlama veya unut-
mama gücüdür. Zihnimizi bir
kaba benzetirsek, nasıl ki bir
kabı neyle doldurursak o ren-
gi ve tadı alır. Zihnimizi iyi,
güzel, doğru bilgilerle doldu-
rursak ondan iyi, güzel, doğ-
ru davranışlar ortaya çıkar. O
hâlde, bilgi kaynaklarımızı ve
türlerini dikkatli seçmeli; ne-
reden, hangi bilgilerle zihnimi-
zi dolduracağımıza karar ver-
meliyiz.
Zihin, çoğu zaman yanlış ve
kötü düşüncelerin, batıl inanç-
ların, çirkin görüntülerin, boş
ve kötü sözlerin etkisi ile kir-
lenir. Yaşanan kötü olaylar ve
hatalar zihni yorar. Her kötü-
lük, her yanlışlık insanda derin
izler bırakır. Bu kirlenmenin
devam etmesi yani kötü işlerin
ve hataların devamlı yapılma-
sı, güzel ve hayırlı işlerin yapıl-
masını engeller.
Maalesef günümüzde ço-
ğumuz, zihin kirliliğine maruz
kalıyoruz. Bugün, ev ve işyer-
lerinde televizyon ve bilgisa-
yarlardan, çarşı ve sokaklarda
gördüklerimizden olumsuz et-
kileniyoruz. Bazen yaparak, ba-
zen görerek, bazen dinleyip ses
çıkarmayarak, günahlara ortak
oluyoruz. Böylece, çok ciddi bir
zihin kirliliği yaşıyoruz.
Çoğumuzun hiç boş vakti
yok; o kadar çok işimiz var ki,
aynı anda birçok işi yapmaya
çalışıyoruz. Hâlbuki zihin aynı
anda iki işi birden yapmak-
ta zorlanır, çünkü aynı anda
iki ayrı işe yoğunlaşamaz. Ama
çoğu zaman aynı anda birçok işi
birlikte yapmak istiyor ve zihni-
mizi zorluyoruz. Böylece her iki
iş de yarım kalabiliyor. Bu ne-
denle, tek bir işle uğraşıp dik-
katimizi bu işe vermeliyiz.
Hâfızayı zayıf düşüren ve
unutmaya sebebiyet veren pek
çok etken sıralanabilir. Bunla-
rın bir kısmı bedensel hastalık-
lardan kaynaklanırken, büyük
kısmı psikolojik ve zihinsel ne-
denlerdendir. Beyin ve hâfıza
üzerinde çalışan uzmanlar, ge-
nellikle beynin ihtiyaç duyduğu
oksijen, glikoz ve bazı enzimle-
rin yeterli miktarda sağlanama-
masını; stres ve gerginlik gibi
sebeplerle beynin enerjisinin
hemen tükenmesinden dola-
yı çalışma akışının düzensizleş-
mesini; sadece bazı meseleler
üzerine yoğunlaşmadan dola-
yı beynin bir bölümünün ça-
lıştırılmamasını; sistemsiz dü-
şünme alışkanlığını, unutma
sebepleri olarak sıralamakta-
dırlar. Bazı İslâm âlimleri, ge-
reğinden fazla uykunun beyni
hantallaştırdığını, sürekli dolu
olan midenin, zihni olumsuz
etkilediğini, sabah gün doğar-
ken uyumanın ve harama bak-
manın da unutkanlığa sebep ol-
duğunu ifade etmişlerdir.
Zihin kirliği, insanın nor-
mal düşünmesini engelledi-
ği gibi unutkanlığa da sebep
olur. Çünkü unutmanın ne-
denlerinden biri de zihnin çok
şeyle meşgul olmasıdır. İslâm
âlimleri, harama bakmaktan,
faydasız söz ve davranışlardan
kaçınmanın gereğinden bah-
setmişlerdir. Bu nedenle, sis-
temsiz düşünme alışkanlığına
yol açabileceği ve zihni işe ya-
ramayan bilgilerle dolduracağı
endişesiyle mezar taşlarını oku-
mayı bile mahzurlu görmüşler-
dir. Çünkü boş işler, faydasız
bilgiler ve boş hayaller zihin
kirliliğine sebep olur ve hâfızayı
zayıflatır. Aynı şekilde, günü-
müzde, gereksiz reklam pano-
larının, araba plakalarının, te-
levizyon ekranlarının ve gazete
sayfalarının zihni kirlettiği-
ni ve unutkanlığa sebep oldu-
ğunu söyleyebiliriz. Bu neden-
le, hepimiz bilgi kaynaklarımızı
gözden geçirmeliyiz. Duydukla-
rımız, gördüklerimiz, okuduk-
larımızın ne kadarı meşru ve
helal dairesinde olduğunu dü-
şünmeliyiz.
Zihin, öncelikle günahlar,
hatalar, yanlışlıklar ve kötülük-
lerle kirlenir. Her günah, her
hata ve her kötülük onda mut-
laka bir iz bırakır. İnsan çok
defa böyle bir zihin kirlenme-
sinin farkına varamaz ama za-
manla onun etkilerini kendi
gönlünde ve duygularında his-
sedebilir. Böyle bir kirlenme,
hayırlı işlere devam etme arzu-
sunu kırar, salih amellerde sü-
reklilik isteğini azaltır ve kötü-
lüklere eğilimini arttırır.
Kulak, Göz ve Gönül Hepsi Yaptıklarından
Sorumludur
Kur’an mü’minleri şöyle
uyarmaktadır: “Hakkında bil-
gin bulunmayan şeyin ardı-
na düşme. Çünkü kulak, göz
ve gönül, bunların hepsi on-
dan sorumludur.”2 “Ey ina-
nanlar! Kendinizi ve ailenizi,
yakıtı insanlar ve taşlar olan
ateşten koruyun.”3
Dinimiz, yalan, fuhuş vb.
haram sözleri söylememizi ha-
ram kıldığı gibi bunları dinle-
mek, okumak ve yazmaktan
da sakındırmıştır. Aynı şekil-
de bakışlarımızda da haram-
dan sakınmamızı istemiştir.
Meselâ; zina büyük günahlar-
dan kabul edilmekle kalmamış
ona götüren yollar da yasak-
lanmıştır. Efendimiz (s.a.v.),
şöyle buyurur: “Âdemoğluna
zinadan nasibi takdir olun-
muştur. O buna mutlaka eri-
şir. Gözlerin zinası bakmak,
kulakların zinası dinlemek, di-
lin zinası konuşmak, elin zi-
nası tutmak, ayakların zinası
(ona) yürümektir. Kalbe ge-
lince o, arzu eder, ister. Üreme
organı ise bunu ya gerçekleş-
tirir, ya da boşa çıkarır.”4 Göz
görüntüleri, kulak sözleri, zih-
ne, kalbe aktaran bir pencere-
ye benzer.
Göz ve kulak korunmazsa
kalbi, şehevî duygulara sevk
ederek insanı azgınlaştırır.
Hazret-i Ali şöyle anlatıyor:
“Rasulullah (s.a.v) zamanında,
adamın birisi Medine yolları-
nın birinde yürürken, bir ka-
dın gördü. Ona bakmaya baş-
ladı. Kadın da ona bakıyordu.
Böylece şeytan her ikisine de
vesvese verdi. İkisi de birbir-
lerinin hoşlanarak bakışmaya
devam ettiler. Adam, bu şekil-
de kadına bakarak giderken,
duvara çarptı ve burnu kırıldı.
“Zihin, elde ettiğimiz bilgileri arşivleyen ve adeta kütüphane
görevi gören bir depo gibidir. Zihnimize yüklediğimiz bilgiler,
düzeltilmemiş, toplanmamış bir odaya benzer. Nasıl ki
bir odayı derleyip toplamazsak, birkaç gün sonra ortalık
darmadağınık olur, aradığımızı bulamayız; hatta bazen nasıl
kötü kokular ve böcekler oluşursa, her şeyi depoladığımız
zihnimiz de kirli bir odaya benzer.”
45Mayıs 201144
Adam, “Vallahi Rasulullah’a
gidip, olayı anlatmadan kanı-
mı silmeyeceğim.” dedi. Ola-
yı, Peygamberimize anlattı.
Nebî (s.a.v.), “Bu, günahının
cezâsıdır.” buyurdu.”5
Bunun üzerine Allah, şu
âyeti vahyetti: “Mü’min erkek-
lere söyle: ‘Gözlerini bakılma-
sı yasak olandan çevirsinler,
mahrem yerlerini korusunlar.
Bu, onların arınmasını daha
iyi sağlar. Allah yaptıkların-
dan şüphesiz haberdardır.
Mü’min kadınlara da söyle:
Gözlerini yasak olandan çevir-
sinler, iffetlerini korusunlar,
süslerini, kendiliğinden görü-
neni müstesnâ, açmasınlar.
Başörtülerini yakalarının üze-
rine salsınlar.”6
Peygamberimiz (s.a.v.), bir
insanın ilk karşılaştığında ka-
dına bakmasının gayr-i ihtiyârî
olduğunu ve bağışlanacağını,
ama ihtiyârî olacağı için bak-
maya devam etmesinin ve ba-
kışlarını tekrarlamasının gü-
nah olduğunu belirtmiş; bakışı
sürdürmeyi ve bakışları tekrar-
lamayı men etmiştir.7
İnsan, beş duyu ile davranış-
larını yapar ancak karar verme
yeri kalptir. Gazâlî, “Rabbinin
askerlerini ancak kendisi bi-
lir.”8 âyetini açıklarken; insa-
nın beş duyusunu kalbin maddî
askerlerine, hayal ve düşünceyi
de mânevî askerlerine benzet-
mektedir.9
Gazâlî İhyâ’da insanın dış-
tan gelen tahriklere ve içten ge-
len şeytanî vesveselere karşı
haramlardan nasıl korunacağı-
nı geniş olarak açıklamaktadır.
İşlenen günahların kalbi-
mizi kirlettiği, bir âyette, “Ha-
yır hayır! Doğrusu onların ka-
zanmakta oldukları kalplerini
paslandırmıştır.”10 şeklinde or-
taya konulmuştur. Bunu açıkla-
mak üzere, Efendimiz (s.a.v.),
“Kul bir hata işlediği zaman,
kalbine siyah bir nokta vuru-
lur. Şâyet günahtan vazgeçer,
istiğfar ve tövbe ederse kal-
bi cilâlanır. Böyle yapmaz da
tekrar hatalara yönelirse si-
yah nokta artırılır ve neticede
bütün kalbini kaplar.”11
İslâm’a göre, sadece emir-
leri yerine getirerek sevap ka-
zanamayız, aynı zamanda ha-
ramdan kaçınmak da sevap
kazandırır Yani kişi sevap ha-
nesini, haramlardan kaçarak da
doldurabilir. Yerine göre, kişi-
nin bu yönde kazanacağı sevap-
lar daha çok olabilir. Özellikle
günümüz şartlarını düşündü-
ğümüzde, çok sık haramlar-
la baş başa kalabilmekteyiz Bu
haramlara karşı bizim göstere-
ceğimiz her karşı koyuş, manevî
derecemizi yükseltebilir.
Çünkü çarşısıyla pazarıy-
la, televizyonuyla, internetiyle
hayatımız, haramlara çok açık
hâle gelmiştir Aynı ölçüde biz-
ler, harama girmeme konusun-
da daha dikkatli olmaz, azim ve
gayretimizi arttıramazsak far-
kında olmadan haramlara dü-
şebiliriz.
Haram işledikçe günahları-
mız artar ve kalbimizde oluşan
o siyah noktalar, öyle bir gün
gelir ki, bütün kalbimizi kaplar
ama biz farkında bile olamayız.
Dolayısıyla, daha baştan güna-
ha karşı tavrımızı açıkça orta-
ya koymalıyız. Allah korusun
bir günah işlediğimizde, hadis-
te belirtildiği şekilde, kalbimi-
zi temizlemek için derhal derin
bir pişmanlık duymalı, tevbe ve
istiğfara yönelmeliyiz.
Ebû Said el-Hudrî (r.a.)’den
rivâyet edildiğine göre Nebî
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
- Yollarda oturmaktan kaçının!
Sahâbeler:
- Biz buna mecbûruz. Meselele-
rimizi orada konuşuyoruz, de-
diler. Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.v.):
- Oturmaktan vazgeçe-
meyecekseniz o hâlde yo-
lun hakkını verin, buyurdu.
Sahâbeler:
- Yolun hakkı nedir Ey Allah’ın
Resulü, diye sordular. Efendimiz:
- Harama bakmamak, gelip ge-
çenleri incitmemek, selam al-
mak, iyiliği emredip kötülükler-
den sakındırmaktır, buyurdu.12
1 http://www.turk-ishair l ines.com/tr-TR/skylife/2011/Mart/makaleler/egitimi-yeniden-dusunmek.aspx
2 17/İsrâ, 363 66/Tahrîm, 64 Buharî5 Tecrîd-i Sarih6 24/Nur, 30–31
7 Bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 42,43; Tirmizî, Edeb, 28.
8 74/Müddesir, 319 İhyâ, III/13–11610 83/Mutaffiîin, 1411 Tirmizî, Tefsîr, 83;
İbn-i Mâce, Zühd, 29
12 Buharî
* Prof. Dr.
Dipnot
GİDENLER GAZELİ
Ömür dediğimiz şey su gibi akar gider…Bu dünya bir seyrangâh her gelen bakar gider…
Utanma duygusunu kaybedince insanlarAhlak yerde sürünür, haysiyet, vakar gider…
Oturma namertlerin haram sofralarında!...Yediğin her lokmayı, başına kakar gider…
Ne götürdü gidenler sade bir ruhtan gayri?Puslanır gönül göğü, şimşekler çakar gider…
Miş’li geçmiş zamanda çekimlenir eylemlerRuh, anı sepetini koluna takar gider…
Gidenler dönmez geri, hüzün dağlar misaliHasret baldıran zehri, içimi yakar gider…
Zücaciye dükkânı fillere olur mekânCamlar kanatır canı, cüsseli sakar gider…
Riyakârlık postunda dalkavuklar otururHaysiyetli yürekler gün gelir bıkar gider…
Yakın olur ıraklar, tükenince sermayeSon verir mahpusluğa, ruh tenden çıkar gider…
Hazan vakti tarumar olur gönül bahçemizSinsice gelir ecel, kurşunu sıkar gider…
Şakaklara yağar kar, ferini yitirir göz Pıhtı denen bir zerre damarı tıkar gider…
Güvenme bu dünyanın sahte saltanatınaSel gibi gelir ecel, bendini yıkar gider…
Zulmün altın çağında iffet yerde sürünürBu çağın mücrimleri boynunu büker gider…
Gönüller yangın yeri, edep, ahlak firardaSu ile arınmaz ruh, tuz bile kokar gider…
Katrandan şeker olmaz, her şey çeker neslineArı yapar balını, akrepler sokar gider…
M. Nihat MALKOÇ
Mayıs 201146 47Mayıs 201146
KUTLU SEFERKUTSAL MEKÂNLARA
Kutlu sefe-
re 25 Mart
2011 tarihin-
de Darende’den başlan-
dı. Vakıf Başkanımız ile önce
İstanbul’da, Hazreti Muham-
med Efendimiz (s.a.v)’i evin-
de misafir eden ve ülkemizde
misafir olarak bulunan Eyyub
el-Ensari Hazretlerinin ziya-
retine gidildi. Cuma nama-
zı burada kılındı. Böylece kut-
lu yolculuk başlamıştı. Ayrıca
Miniatürk’e gidilerek Somun-
cu Baba Külliyesi’nin maketi
ziyaret edildi. 1453 Panorama
İstanbul’a gidilerek fetih can-
lı canlı yaşandı. Fethin manevî
mimari olan Akşemsettin Haz-
retleri, Hacı Bayram-ı Veli Haz-
retleri ve onları yetiştiren So-
muncu Baba Hazretleri anıldı.
26 Mart 2011’de kutlu sefer
için Vakıf Başkanımız ile İstan-
bul Atatürk Havalimanında bu-
luştuk. Uçağın havalanma za-
manı bekleniyordu. İşte o anda
gönüllerimize ayrı bir mutlu-
luk, ayrı bir huzur, ayrı bir ma-
neviyatın dolduğunu hissettik.
Küçük çocuklar gibi neşeli bir
halde beklemeye başladık. Va-
kıf Başkanımızın yavaş adım-
larla havalimanındaki C termi-
naline doğru yürümesi bu kutlu
yolculuğun ilk anını ve ilk hu-
zurunu bizlere yaşattı.
Bu yolculukta çok şeyler öğ-
reneceğimizi hissediyorduk.
Kutlu sefere kutlu mekânlara
gitmenin ayrı bir özelliği vardı.
Bunu ise ancak yaşayanlar his-
sedebilirdi. Güzel bir uçak yol-
culuğundan sonra Medine Ha-
valimanına indik. Hep birlikte
öğle namazını edâ ettikten son-
ra, otelimize doğru yola çıktık.
İçimizdeki mutluluk çok farklı
idi. Hele bu kutlu yolculuğa ilk
kez çıkan arkadaşlarımızın he-
yecanı daha da ayrıydı. İnsanla-
rın içi içine sığmıyor mutluluk-
ları hareketlerine yansıyordu.
Dualar ve tekbirlerle yolculu-
ğumuz Ravza-i Mutahhara’ya
doğru devam ediyordu. İkindi
namazlarını Mescid-i Nebevî’de
kıldık. Rasulullah Efendimiz
(s.a.v.)’in huzuruna çıkmanın
manevî hazzını yaşadık.
Medine-i Münevvere’nin
ayrı bir havası ayrı bir güzelliği
vardı. Vakıf Başkanımızla bir-
likte Sıddık kapısından girerek,
Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in
yaptırdığı mescidin ilk yapıldığı
sınırına geldik, huzurla akşam
namazını beklemeye başladık.
Buradaki lezzet ve maneviyat
tüm gönülleri kapladı. O gün
yatsı namazından sonra Vakıf
Başkanımızla ile birlikte Pey-
gamber Efendimiz (s.a.v)’in zi-
yaretini gerçekleştirdik. Bizle-
re şunu söylüyordu: “Ziyaret
âdabına dikkat edin, dünya
kelâmı konuşmayın, gönlünüz-
den hayırlı dileklerde bulunun,
ses çıkarabilecek her hangi bir
hareket yapmayın, insanları in-
citmeyin.” Ziyaret başladı.
Bir taraftan gözyaşları dö-
külürken, bir taraftan da kalp-
lerimizin göğüslerimizden fırla-
yacağını hissettik. Bu ziyaretin
tarifi mümkün değildi. Mana-
sını ve maneviyatını anlatma-
ya kalemimizin gücü yetmez.
Bu hal ancak yaşanır, yaşanır-
sa anlaşılabilir, hissedilebilir.
“Onlar bir kez görüyorlar hemen anlayabiliyorlardı. Balık deryada
ilken deryanın kıymetini bilmeliydi. İnsanların birbirine davranışları çok
güzelleşmişti. Çünkü herkes her şeyi pozitif olarak görüyor olumsuz
hiçbir şeyi değerlendirmiyordu. Allah’ın beytinde, Allah’ın huzurunda,
Vakıf Başkanımızın yanında gözler hep güzel görüyor gönüller hep
güzeli hissediyordu. Bunun için de her şey güzeldi, mükemmeldi.”
GeziResul KESENCELİ
Beki
r SAR
I
Mayıs 201148 49
Ertesi gün Mescid-i Nebevî’nin
her yerini gezdik. Ziyaretlerde
bulunduk. Tarihî dokuyla za-
manımızı birleştirdik. Mescid-i
Nebevî’nin arsası iki yetim-
den alınmıştı. Hz. Peygamber
(s.a.v) onların yapacağı bağı-
şı kabul etmemiş. Ücretlerini
ödemişti. Hatta yapımında biz-
zat kendisi çalışmıştı.
Mescit ilk yapıldığında 864
metrekare idi. Ama tarih bo-
yunca 10 kez genişletilmiş, bü-
yütülmüştü. Bu ziyaretlerimiz
sırasında bizleri en çok etkile-
yen yerler ‘Hane-i Saadet’ ve
‘Cennet Bahçesi’dir. Cennet
bahçesi içerisindeki elçi sütu-
nu, muhafızlar sütunu, itikâf
sütunu, teheccüd sütunu, tevbe
sütunu ve Hazreti Aişe (r.anha)
validemizin sütununu ziyarette
bulunduk, dualar ettik. Manevî
huzurda bulunmanın hazzını
ve huzurunu yaşadık.
Namazları kıldığımız yerin
hemen arkasında “Kumluk” de-
nilen saha vardı ki burası, Haz-
reti Peygamber (s.a.v)’in tüm iş-
lerini (askerî, malî, siyasî, idarî,
vb.) gördüğü yerdi. Hatta bu-
rada toplantılar yapar, insan-
ları göreve getirir ve görevden
alırdı. İşte o Allah Resulü’nün
bulunduğu mekânlarda bulun-
mak, O’nun ayak bastığı yerler-
de olmak, çok ayrı bir huzurdu,
mutluluktu. O gönüllere hayat
bahşediyordu.
“Ben Uhud’u Severim, Uhud da
Beni Sever”
Vakıf Başkanımızla birlikte
okçular tepesine gidilmiş, ora-
da sohbet yapılmıştı. Vakıf Baş-
kanımız şu hadis-i şerifi ha-
tırlattı: “Ben Uhud’u severim,
Uhud da beni sever. Uhud cen-
net dağlarından bir dağdır.”
Sonra 70 şehidimizi ziyaret et-
tik. Ertesi gündü. Medine’de-
ki bazı yerleri ziyarete gittik.
O Uhud savaşındaki okçuların,
hatası, tarih boyunca Müslü-
manlara söz tutmayı öğretmiş-
ti. Söz tutulmanın öğrenildiği
ve anlamını kazandığı yere git-
tik. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
geri çekilin emri üzerine ordu
3 km kadar geri çekilmişti. Mü-
barek dişleri kırılmış, kanı yere
düşmeden Cebrail (a.s.) tara-
fından havada yakalanmıştı.
Benî Haram bölgesinde yedi
Mescidlerin arka tarafında. 15
m yükseklikte tepeye doğru tır-
mandık. Efendimiz (s.a.v.)’in
ayak izleri kayaların üzerine
çıkmıştı. Yok etmek maksadıy-
la zift, katran dökmüşlerdi ama
gül gibi kokuyordu o izler. Va-
kıf Başkanımız ziyaret ediyor,
gözyaşlarını tutamıyordu. 3 m
daha yukarı çıktığımızda küçük
bir mağara gördük. Ümmetinin
afvolması için secde ettiği yer-
di. Mübarek ellerinin ve müba-
rek alnının kaya üzerinde izleri
vardı. Mağara gül gibi kokuyor-
du, güldü.
Vakıf Başkanımız; “Bakın
buraya gelin tam anlamıyla gül
kokusunu alabilirsiniz” dedi
ama çok hüzünlüydü, üzülmüş-
tü. Şöyle buyurdu: “Buralar bi-
zim denetimimizde olsaydı bir
cam fanus içerisine alır ziyarete
açardık.” Ziyaretler devam etti.
Peygamber Efendimiz’in
bazı seferlerde sabah namazı-
nı kıldığı El-Musabbah Mes-
cidi, yedi kırba suyla mübarek
naşının yıkandığı Garz Kuyusu,
El Mustalah Mescidi, Şeyheyn
Mescidi, Hendek savaşı önce-
si hendek kazılırken sert bir ka-
yanın çıktığı ve kendi elleriyle
kırdığı yer, Salman-ı Farisi’nin
kuyusu ve 300 hurmanın Pey-
gamberimizin elleriyle diktiği
yer, Cabir bin Abdullah’ın oğla-
ğını kesip Efendimiz ve ashaba
ikram ettiği ev ile Vadi-i Butlan
(Şifa Toprağı) ziyaret edildi.
Buradaki manevî duygu en
üst noktaya çıkmıştı. Bakımsız
ve ilgisiz olması ise Vakıf Baş-
kanımızı çok üzmüştü. Bu arada
çok sayıda insan Vakıf Başkanı-
mızı ziyaret ediyor dua ve him-
met talep ediyorlardı. O ise ge-
len herkesle görüşüyor, manevî
huzurda gönül alıyor gönül ya-
pıyordu.
Türkiye’den gelen vatandaş-
larımız başta olmak üzere, Hin-
distanlı, Yemenli, Ummanlı,
Medineli, Mekkeli, Güney Af-
rikalı, Endonezyalı, Malezyalı,
Doğulu-Batılı hepsiyle görüşü-
yordu. Medine’deki Cuma na-
mazı ise bir başkaydı. Ayrı bir
huzur ayrı bir maneviyat, ayrı
bir neşesi vardı.
Cennet’ül Bâki Mezarlığı zi-
yareti ise yine Vakıf Başkanı-
mızı hüzne boğmuştu. Bura-
da Hz. Osman, Hz. Halime, Hz.
Aişe, Hz.Hafsa, Hz.Ümmü Se-
leme, Hz. Fâtıma, Hz. Rukiye,
Hz. Ümmü Gülsüm, Abdurrah-
man bin Avf, Osman bin Mazun,
Saad bin Ebi Vakkas, (r.anhüm)
Cafer-i Sadık Hazretleri ile Ço-
rumlu Pir Efendimi Mustafa
Rumi Şirani Hazretlerinin ka-
birleri ziyaret edildi. Bu ziyaret-
te duygu yüklü anlar yaşandı.
Medine’den Mekke’ye
Cumartesi günü Mekke-i
Mükerreme’ye hareket edile-
cekti. Öğleye ihramlı olarak
Mescid-i Nebevi’ye gidildi. Hu-
zura çıkıldı, öğle namazı hep bir-
likte kılındı. Hareket anı geldi.
Mikat mahallinde ihram namazı
kılındı. Telbiyeler, tehliller, tek-
birler getirildi. Gönlümüz, coş-
muştu. Böyle bir manevî tat ola-
mazdı. İkindi namazını yolda
kıldık. Akşam namazından son-
ra Mekke-i Mükerreme’ye var-
dık. Yatsıdan sonra umre yapı-
lacaktı. Kâbe-i Şerifin önünde
niyet yapıldı. Tavafa başlandı.
Vakıf Başkanımızla birlikte, ta-
vaf yapıyorduk.
İnsanları incitmeden gü-
zel bir şekilde o manevî atmos-
ferin muhteşemliği içerisin-
de tavafımız tamamlandı. Hep
birlikte 2 rekât tavaf namazı-
nı kıldıktan sonra sa’y için Safa
ve Merve tepelerine doğru yü-
rüyorduk. Sa’y başlamıştı. Ra-
sulullah Efendimiz (s.a.v.)’in
yaptığı yerde Sa’yı yapıyorduk.
O’nun yürüdüğü yerde yürü-
yor, koştuğu yerde koşuyorduk.
Tüm insanlar grubumuzu seyre-
diyor, sa’yın yapılışına bakıyor
hatta dualar ediyorlardı. Bu ara-
da değişik milletlerden insanlar
sa’y sırasında Vakıf Başkanımız-
la görüşüyordu. Bizlerin bu hali-
ni gören bu insanlara da ayrı bir
güven gelmiş, gönülden gönüle
bir muhabbet kurulmuştu.
Tıraşlarımızı olduk. İhram-
dan çıkıp, abdestlerimizi taze-
leyip tekrar Kâbe-i Şerife dön-
dük. Gecenin üçte ikisini burada
tamamladık. Arkadaşlarımız-
dan kimisi namaz kıldı, kimi-
si Kâbe’yi seyretti, kimisi zikir
yaptı, kimisi şükretti. Tavaf ya-
Muh
amm
ed G
ÜLS
EREN
Aslan TEKTAŞ
Mayıs 201150 51
panlarda ise ayrı bir neşe ayrı
bir heyecan vardı. Allah’ın Bey-
ti çevresinde pervane gibi dö-
nülüyordu. Cenab-ı Allah’ın
beytinde olmanın mutluluğu ya-
şanıyordu. İslâm kaynakların-
dan şunu biliyoruz ki, Cenab-ı
Allah Kâbe’ye günde 120 kez te-
celli eder. Bu tecelliler ise tavaf
yapanların, namaz kılanların,
Allah’ı ananların, Kâbe’yi sey-
redenlerin ve uyuyanların üze-
rine olur.
Kâbe-i Şerifte sabah, ak-
şam ve yatsı namazlarını
Altınoluk’un karşısında öğle ve
ikindi namazlarını Peygamber
Efendimiz (s.a.v)’in Miraç’a çık-
tığı mekânda edâ ediyorduk. Me-
raklı insanlar, niçin Altınoluk’un
karşısında bulunuyoruz, düşün-
cesi içerisindeydiler. Bu sır-
rı bizler de şu şekilde öğrendik;
Altınoluk’un karşısında durmak
hem Ravza-ı Mutahhara’nın
hem de Türkiye’nin kıblesi is-
tikametiyle kabe’ye yönelmek-
ti. Aynı zamanda hatim denilen
yerdeki peygamber mezarları-
na edeben riayet etmek ve hem
de büyük pirlerin bulunduğu
mekânda durmaktı. Mekke-i
Mükerreme’de çok güzel anlar
yaşandı. Vakıf Başkanımız biz-
lere insanlara nasıl davranıla-
cağını, nasıl ibadet edileceğini,
nasıl tavaf yapılacağını ve nasıl
Allah’a kul olunacağını bir kez
daha öğretmiş oldu.
Mekke-i Mükerreme’de çok
güzel anlar ve hatıralar yaşan-
dı. Bunlardan bir örnek verelim.
Ummanlı Yusuf Abdurrahman,
Vakıf Başkanımızı gördüğünde
çok etkilenmiş, hemen görüş-
meye gelmiş ve hiç ayrılmak is-
tememişti. Şöyle diyordu: “Bir
aydan beri Cenab-ı Allah’a yal-
varıyorum. Beni salih bir kulun-
la ve senin dostunla karşılaştır.
Bana ehlisünnet üzere yolu-
nu göster, diye. İşte ben Efendi
Hazretleri ile karşılaştım. Onu
gördüğümde, yanında, oldu-
ğumda ayrı bir huzur ve mutlu-
luk duyuyorum.” Yine Mekkeli
Seyyid Muhammed Naim ile gö-
rüşüldü. İlmî ve tasavvufî soh-
bet oldu. Edebe çok riayet etti.
Konuşması, davranışları, hare-
ketleri ehlisünnet yoluna uygun
ve mülayimdi.
Tâif - Hudeybiye
Daha sonra Mekke dışında
bir kısım yerlere gidilerek ziya-
retler yapıldı. Fotoğrafları çe-
kildi. Gidilen yerlerden birisi,
Tâif’ti. Gerçekten Tâif, cennet
köşelerinden bir köşe idi ve çok
güzeldi. Her taraf yeşillikler içe-
risindeydi. Araziler sulak, mey-
ve ve sebzeler oldukça güzeldi.
El Hedâ Tepesine çıktığımızda,
burada pek çok maymun gör-
dük. Bu maymunların ihtiyaç-
larını yine insanlar karşılıyordu.
Hatta bu tepeden Arafat görü-
lüyor Mekke seyredilebiliyordu.
Pek çok gül çiftliği vardı. Gülle-
ri ise bir farklı güzel kokuyordu.
Tâif’te Abdullah İbni Abbas
(r.a)’ın türbesini ziyaret ettik.
Onun için yapılan cami çok bü-
yük ve güzeldi. Caminin yanına
bir de okul yaptırılmıştı. Bura-
dan ayrılarak Dakka Dağına çık-
tık. Buradaki görüntü gerçekten
doğa harikasıydı. O kadar gü-
zeldi ki uzun süre seyretmek-
ten kendimizi alamadık. Bu ara-
da sıcaklık 14-15 dereceye kadar
düştü. El Fora Tepesine çıktığı-
mızda da aynı güzelliklerle kar-
şılaştık. Kısacası aslında Tâif
cennetten bir köşeydi. El Mati-
na bölgesine geldiğimizde çok
duygulandık.
Çünkü burası Rasululllah
Efendimiz (s.a.v.)’in Taifelilerce
taşlandığı mekândı. 300 m ile-
risinde Utbe ile Şeybe kardeşle-
rin O’nu dinlendirdiği ve üzüm
ikram ettiği mekândı. Bura-
ya geldiğimizde yapılan mesci-
di gördük. Mihrabı ve duvarla-
rı orijinaldi.
Tarih süresince Osmanlı ta-
rafından restore edilmişti. Ama
şu anda bakımsızdı. Fakat mes-
cit gül gibiydi ve gül kokuyordu.
Şunu söylemek gerekir ki Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e dair tüm
izler bakımsızdı. Bunların ba-
kımlı hale gelmesi sahiplenil-
mesi ve yeniden restore edilme-
si gerekmektedir. Bu hem Tâif,
hem Mekke, hem Medine, hem
Hayber, hem de Hudeybiye için
geçerlidir.
Bir sonraki gün Hudeybiye’ye
gidildi. Burada Peygamber
Efendimiz (s.a.v)’in konakladığı
yer gezildi. Kuyular ziyaret edil-
di. Etrafının yeşillik olması biz-
lerin dikkatini çekti. Buraya ya-
pılan mescidin de yine harabe
halinde olduğunu gördük. Gitti-
ğimiz yerde bağcılık yapan birisi
ile karşılaştık. Arıların küçük ve
siyah olduğunu gördüğümüzde
şaşırdık. Ballarının rengi de si-
yahtı ve bu bala Talha balı ismi-
ni veriyorlardı. Tadı ise çok gü-
zel ve lezizdi. Allah’ın beytinde,
Allah’ın huzurunda, Vakıf Baş-
kanımızın yanında gözler hep
güzel görüyor gönüller hep gü-
zeli hissediyordu. Bunun için de
her şey güzeldi, mükemmeldi.
Dönüşte tekrar İstanbul’a gel-
miştik. Vakıf Başkanımızla sa-
bah kahvaltısını yaptıktan son-
ra deniz kenarında adımlamaya
başladık. Derya deryaya bakı-
yordu. Aslında hangisinin bü-
yük derya olduğunu anlamaya
hissetmeye çalıştık ve aklımı-
za Hulûsi Efendi Hazretlerinin
şu beyti geldi. Bu beyti iyi anla-
mak ve idrak etmenin gereklili-
ğini hissettik:
“Çalkanır deryâ gibi dil bil ki
deryâ andadır
Öyle bir deryâdır ol kim dürr-i
yektâ andadır...”
Vakıf Başkanımız H. Hamidettin ATEŞ ve Fotoğraf Sanatçısı Orhan DURGUT
53Mayıs 201152
Müslümanlar
olarak birbi-
rimize kar-
şı son derece müsamahakâr ve
bağışlayıcı olmamız gerekir.
Yanlışlarını görsek bile bunu
dilimize dolamamamız, ken-
di hizmetimizle meşgul olma-
mız uygun düşer. Çünkü kar-
deşlerimizin hatalarının peşine
düşmek, elimizdeki imkânlar
vasıtasıyla bunları gündemde
tutmak, ortalığa yaymak bugü-
ne kadar biz Müslümanlara bir
şey kazandırmadı. Çünkü böy-
le bir şeye tevessül etmek, bir-
birimize düşmemizi arzulayan-
ların eline malzeme olmakta,
mü’minler arasında ihtilaf ve
düşmanlık varmış izlenimi ya-
yılmaya çalışılmaktadır. Hiç-
bir şeye sebep olmasa bile
mü’minler arasında soğukluğa
sebebiyet vermektedir.
Bunu göz önünde bulundu-
rarak, karşımızdaki kardeşleri-
miz gerçekten hata yapmış olsa
bile öncelikle sakin olmasını be-
cerebilmeliyiz. Bunu yapmadan
hatanın üzerine gitmek, bir ara-
ya gelmeden neyi murad ettiği-
ni sual etmeden uzaktan değer-
lendirmelerde bulunmak arada
husumete neden olmaktan öte-
ye gitmez. Özellikle kanaat ön-
derlerinin sözlerini bu şekilde
tenkitlere tabi tutmak, onun ar-
dındaki insanların sevgisini ka-
zanmak yerine uzaklaştırma-
ya, hatta düşman etmeye neden
olur. Böyle hatalara düşmeme-
nin belki de en güzel yolu, önce
kendimizi sözün sahibinin yeri-
ne koyup samimiyetinden şüp-
he etmediğimizi anlamak, ar-
dından da sözünün yukarısını
ve aşağısını göz önünde bulun-
durmak olacaktır. Bu şuna ben-
zemektedir:
Hocaefendi camide abdest
bahsini anlatmaktadır. Sohbet
esnasında “Merkebin sesini du-
yarsa abdesti bozulur.” sözü-
nü söylerken camiye cemaatten
biri girer. Zanneder ki, merke-
bin sesini her ne vakit işitirsem
abdestim bozulur. Artık tar-
lada, bağda, bahçede merkep
sesini her duyuşundan sonra
namaza durmak istediğinde ab-
deste yönelir. Hatta bu bilgisi-
ni sağda solda anlatmaya koyu-
lur. Sonunda söz sahibini yani
hocaefendiyi bulur. Kendisi-
ni çağırtıp neden böyle ulu orta
mesnetsiz konuştuğunu sorun-
ca, “Hocam, ben bunu sizden
işittim.” der. Hocaefendi biraz
daha onu konuşturunca mese-
leyi anlar ve ona şöyle der: “Ben
öyle demedim ki! Ben “Adamın
biri merkebine suyunu, azığını
yükleyip yolculuğa çıksa, yolda
bir yerde mola verse ve uykuya
dalsa, uyandığında bir de bak-
sa ki merkebi gitmiş. Bu insan
sağı solu taradığı halde su bula-
mazsa teyemmüm edip namaza
dursa, kılarken de merkebin se-
sini duysa namazı bozulur.”
Dolayısıyla duyduğumuz
sözü bütün olarak değerlen-
dirmek yanında, müsbet ola-
rak yorumlamak ve tevil et-
mek imkânımız varsa bunu
dahi yapmamız icap eder. Çün-
kü hayra yormak en azından
kamplaşmaya sebebiyet ver-
meyeceği ve ülfeti devam etti-
receği için kârdır. Peygamber
Efendimizin hâkimlerle ilgili
tavsiyesi Müslümanların hata-
larını değerlendirme hususun-
da bugün bizlere yol göster-
mektedir: “Hâkimin affederek
hataya düşmesi, cezalandıra-
rak hataya düşmesinden daha
hayırlıdır.”1
Bunları söylerken şunu da
kabul ediyoruz: O insan ger-
çekten hatalı konuşmuş, tevi-
li imkânsız bir ifade kullanmış
olabilir. Bu hemen onun üze-
KültürEnbiya YILDIRIM*
“Yaşadığımız dönemde düzeltmemiz gereken öyle yanlışlar, ellerinden tutmamız
gereken öyle insanlar var ki! Bunları düzeltmek dururken, gele gele gözümüzün
önüne Müslüman kardeşlerimizin hatasının gelmesi nefsin ve şeytanın birer
oyunundan başka bir şey değildir. “
SAFLARISIKLAŞTIRMANIN ZAMANI
A.A.
Arş
ivi
Mayıs 201154 55
rine üzerine gitmeyi gerektir-
memelidir. O da bizim gibi bir
beşerdir. En azından bizim yap-
tıklarımız kadar hata yapabilir.
İslâm’a yaptığı hizmetleri göz
önünde bulundurduğumuzda,
sarf ettiği söz şimdiye kadarki
hayatıyla çelişiyorsa konuşma-
sında hata etmiştir, meramını
iyi ifade edememiştir demekten
başka çıkış yolu yoktur. Bunun
tersi bir tutum takınarak, onun
bir iki kelamına bakarak önce-
ki hayatındaki tüm güzellikleri
görmezlikten gelmek, niyetini
sorgulamak, karalamak bizle-
re bir şey kazandırmaz. Ayrıca
hatasını ortaya dökmemiz se-
bebiyle kıyasıya eleştirdiğimiz
insanın İslâm nâm-ı hesâbına
yürüttüğü faaliyetler zarar gö-
recekse bunun mes’ûliyeti altı-
na girmek bir Müslümanın ar-
zulayacağı bir sonuç olamaz. Bu
yönden bakıldığında, sorumlu-
luk altına girmemiş, taşıdığı
yük tenkit ettiği insanın yükü-
nün binde biri kadar olmayan
insanların uzaktan karalama-
larda bulunmaları dinî açı-
dan doğru davranışlar değildir.
Çünkü bugüne kadar müşâhede
edilen durum, böyle tavırların
mü’minlerin arasının daha iyi
pekişmesine değil buğza sebe-
biyet verdiğidir. Bu bile vebâl
olarak yeter.
Yaşadığımız dönemde dü-
zeltmemiz gereken öyle yanlış-
lar, ellerinden tutmamız gere-
ken öyle insanlar var ki! Bunları
düzeltmek dururken, gele gele
gözümüzün önüne Müslüman
kardeşlerimizin hatasının gel-
mesi nefsin ve şeytanın birer
oyunundan başka bir şey de-
ğildir. Özellikle de Allah rızası
için yürütülen faaliyetler bağ-
lamında söz konusu olan hata-
lara karşı gözleri kapatıp ağız-
ları açarak yüklenmek bugüne
kadar hep zıtlaşmaya sebebiyet
vermiştir. Ülkemizde çok güzel
işlerin yapıldığı şu dönemlerde,
hata olarak görülen hususlara
karşı İslâm’ın bizlere öğrettiği
edep dairesinin dışına çıkma-
yan bir üslûp kullanmak, yıkıcı
olmamak yararlı olacaktır. Bel-
ki de böylesi hatalı sözleri olan-
ların hayır yönlerini zikretmek
çok daha iyi olacaktır.
Biz bunları söylerken yan-
lışlara dikkat çekmeyelim, ses-
siz kalalım demiyoruz. Bilakis
kimseyi incitmeden, herkesin
önünde değil de ferdî olarak
ikaz etmenin yollarını araya-
lım. Ve bunun üslûbunu çok
iyi ayarlayalım. Onaralım der-
ken yıkmayalım. Sonunda kar-
şımızdakinin Müslüman karde-
şimiz olduğunu bilelim. Demek
istediğimiz budur.
Sözün özü, birbirimize her
zaman çok ihtiyacımız var. Gö-
rünen güzellikler bizleri bir-
birimize yaklaşmaya ve kay-
naşmaya mecbur ediyorken
gözlerimizi hasenâta kapama-
yalım. Aynı ana caddenin tâlî
yolları olan hizmet kervanla-
rının erlerine hitap eden Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in tavsiyesi
her zaman belleğimizde olma-
lıdır: “Şeytan, sürünün peşin-
deki kurt gibi insanların pe-
şindedir. Sürüden ayrılıp ileri
gidenleri ve geri kalanları ka-
par. Sakın tefrikaya düşmeyin.
Birlikte ve mü’minler toplulu-
ğuyla bir arada olun.”2
1 Tirmizî, 14242 Müsned, 5/243
* Prof. Dr.
Dipnot
NAAT MEDENİYETİ
On beş asırdan beri, hüsn-i hat, edebiyat
Anlatmaya çalıştı (k)onu: Fahr-i Kâinât
Nice şâir ve edip medhinde çırptı kanat
Süleyman Çelebimiz ve Vesîletü’n-Necat
Yûnus, Fuzûlî, Nâbî, Mevlânâ, Ârif Nihat
Şeyh Gâlib, Yaman Dede, o muhtedî avukat
Necip Fâzıl, “Esselâm”, tekrar şahlandı sanat
Karakoç, “Gül Muştusu” ve “Hızırla Kırk Saat”
O’na olduğu kadar yapılmadı serenat
O’nun vassâfı Allah, bu açık bir hakîkat
O hâlde bize düşen, Habîb’e sonsuz biat
Bence en güzel naat, O Şah Gül’e salavât
Tâ gönülden duyarak, O’na selâm ve salât
Bizi de unutmasın, Kerem-kân-ı şefâat
Etmesin ben fakîri, ümmetliğinden âzât…
Bekir OĞUZBAŞARAN
57Mayıs 201156
DüşünceMehmet DERE
EN BÜYÜK HAZİNEDİR
K ANA AT“Kanat/kanaatkârlık İslâmî ve ahlakî bir erdem olup, yüce dinimiz
İslâm kanaati ve kanaatkârlığı övmüş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise
yasaklamıştır. Bizlere düşen görev çalışıp helalinden kazanmak, payımıza
düşene razı olup kanaatkâr olmaktır.”
Kanaat; elde bulunanla ye-
tinmek, kısmetine/hakkına
razı olmak, başkasının elin-
dekine göz dikmemek, tamahkâr/açgözlü ol-
mamak gibi anlamlara gelir.1
İslâm ahlakında ise kanaat, kişinin
Allah’ın kendisine dünya nimeti olarak ver-
diği paya rıza göstermesi, kısmetine razı ol-
ması, başkalarının elindekine göze dikmeyip
tok gözlü olmasıdır.2
Kanaat, ahlakî bir erdem olmanın yanı
sıra insanın hem kişiliğini ve haysiyetini ko-
ruması, hem de mutlu ve huzurlu bir hayat
yaşamasının bir gereği olarak görülmüştür.
İnsanların çok çeşitli ihtiyaçları ve istekleri
vardır. Her insan, ihtiyaçlarını en iyi şekilde
karşılamak ve isteklerini tam olarak yerine
getirmek ister. Ama bu her zaman mümkün
olmaz. Çünkü dünyanın imkânları, bizim
ömrümüz ve kazanma gücümüz sınırlıdır.
İşte insanda oluşabilecek aşırı mal hırsının
ve dünya tutkusunun yok olması ancak ka-
naat ile mümkündür.
Dinimiz kanaatkârlığı emretmiş,
kanaatkâr insanı övmüş, açgözlülüğü, hır-
sı, tamahı, israfı kötülemiştir. Kanaat büyük
bir hazinedir. İnsanın, durumuna göre hare-
ket etmesi, ayağını yorganına göre uzatma-
sı kanaatkâr olmasına bağlıdır. Kanaat as-
lında bir gönül zenginliği, göz tokluğudur.
Zengin bir kalbe, tok bir göze sahip olan in-
san, Allah’ın ihsanı olarak kavuştuğu bir ni-
mete, bulunduğu duruma şükreder. Başka-
larının malına göz dikmez, tamah etmez,
açgözlülük etmez. Bu nedenledir ki Peygam-
berimiz (s.a.v.) bir hadislerinde “Gerçek zen-
ginlik, mal çokluğu değil, gönül zenginliği
(göz tokluğu) iledir.” buyurmuşlardır.3
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de
kanaatkârlığı bir iffet, tok gözlülük hâli
olarak değerlendirmiş4, İslâm’la hidaye-
te kavuşup yeterli miktarda rızka/nimetle-
re sahip olan ve buna kanaat edeni övmüş5,
asıl zenginliğin kanaatkârlık olduğunu6,
kanaatkârlığın şükrün en ileri derecesi oldu-
ğunu7 bildirmiştir.
Kanaatsiz kimse, içinde bulunduğu hiçbir
durumdan memnun olmaz; şükretmeyi bil-
mez. Hangi durumda olursa olsun hep daha
fazlasını ister ve bu nedenle de hiçbir zaman
mutlu olamaz. Kanaat yoksunu, hırslı, aç
gözlü kimseleri Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle
tanımlar: “İnsanoğlunun iki vadi dolu malı
olsa, bir üçüncüsünü ister. İnsanın gözünü
topraktan başka bir şey doyurmaz. Fakat
Allah, tevbe edenin tevbesini kabul eder.”8
İnsan kanaatsizlik nedeniyle gayrimeşrû,
haram, emeksiz, zahmetsiz kazançlara yö-
nelir. Bu yolda izzetini, haysiyetini, şerefi-
ni kaybeder. Bu durum kişinin rahatını ve
huzurunu bozduğu gibi toplumun da raha-
tını ve huzurunu bozar. Müslümana yakı-
şan kanaat sahibi olmalı; meşrû ve helal öl-
çüler içerisinde şeref ve haysiyetiyle çalışıp
gayret gösterdikten sonra elde ettiği nimet-
lere/paya razı olmalı ve bu nimetleri veren
Allah’a şükretmelidir. Sevgili Peygamberi-
miz (s.a.v.) “Sizden biriniz, mal ve yara-
tılışça kendisinden üstün olana bakınca,
nazarını bir de kendisinden aşağıda ola-
na çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın sizin
üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz
için daha uygundur.”9 buyurarak, kişinin
her türlü gayretine rağmen istediği hedefi-
ne ulaşamadığı takdirde, kendisinden daha
aşağı durumlarda olanlara bakıp kısmetine
razı olması gerektiğini ifade etmiştir. Böyle-
59Mayıs 201158
ce kanaatkârlık sonucunda kişi huzurlu ve mut-
lu olduğu gibi toplum da huzurlu ve mutlu olur.
Kanaat ile ilgili anlatacağımız şu olay ko-
numuzun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Mehmet Akif, bir gün saat satın almak için çarşı-
ya doğru gider. Giderken yolda karşılaştığı ada-
mın bir kolunun omzundan aşağısının olmadığı-
nı görür. “Ben saatim yok diye üzülüyordum, bu
adamın saati olsa bile takacak kolu yok” der.10
Kanaat, şükür kavramıyla da yakından ilgili-
dir. Mümin sıkıntılara sabreden, nimetlere şük-
reden kimsedir. Şükretmek için çok mala, nime-
te sahip olmak gerekmez. Elde bulunan her şeye
şükretmek kanaatkâr insanın özelliğidir. Yüce
Rabbimiz bir ayet-i kerimede: “Şükrederseniz
size olan nimetimi artırırım.”11 buyurmuştur.
Atalarımız da “Aza şükretmeyen çoğu bulamaz.”
demişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
“Kanaatkâr ol ki insanların Allah’a en çok şük-
redeni olasın.”12 tavsiyesinde bulunarak şükürle
kanaat arasındaki yakın ilgiye dikkat çekmiştir.
Çalışarak helalinden kazanç elde etmek,
kanaatkâr olmak, Allah’ın verdiği nimetlere şük-
retmek İslâm ahlakının kazandırdığı güzel ni-
metlerdendir.
Kanaatkârlığı tembellikle birbirine karıştır-
mamalıyız. Kanaatkâr olan kişi, gücü yettiğin-
ce çalışır, çabalar, Allah’a tevekkül eder. Az çalı-
şıp az kazanmak, eldekiyle yetinip çalışmayı terk
edip tembellik yapmak asla kanaatkârlık değil-
dir. Gerçek kanaatkârlık, çok çalışıp helal/meşrû
yollardan kazanıp elde edilene razı olmaktır. Fa-
kirliğe, sefalete, tembelliğe, miskinliğe, aile ve
toplumların yokluk, yoksulluk, darlık içinde kal-
masına yol açabilecek yanlış kana-
at anlayışlarını yüce dinimiz İslâm
şiddetle reddetmiştir.
Helalinden ve meşrû bir yolda
kazanmak şartıyla ne kadar zen-
gin olursak o kadar iyi olur. Çünkü
Allah yolunda infak etmek, harca-
mak, zekât vermek vb gibi maddî
yolla yapılan ibadetler için zengin
olmak gerekir. Zira bir hadiste de
buyrulduğu gibi “Veren el alan el-
den üstündür.”13 Ancak elde ede-
mediklerimize üzülmemeli; elde ettiklerimize ise
kanaatkârlık gösterip şükretmeliyiz.
Sonuç olarak şunları söylemek gerekirse, ka-
nat/kanaatkârlık İslâmî ve ahlâkî bir erdem olup,
yüce dinimiz İslâm kanaati ve kanaatkârlığı öv-
müş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise yasaklamış-
tır. Bizlere düşen görev çalışıp helalinden ka-
zanmak, payımıza düşene razı olup kanaatkâr
olmaktır. Kanaatkâr olup Allah’ın verdiği nimet-
lere şükretmek Müslümanın temel vasıflarından
olduğu gibi, aynı zamanda İslâm ahlâkının ka-
zandırdığı güzel niteliklerdendir.
1 İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. 2, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, s. 1547; Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., İstanbul 1996, s. 594
2 Mustafa Çağrıcı, “Kanaat”, DİA., C. 24 , TDV. Yay., İstanbul 2001, s. 2893 Buhârî, Rikâk 15; Müslim, Zekât, 120; Tirmizî, Zühd, 40; İbni Mâce, Zühd, 94 Buhârî, Zekât, 185 Tirmizî, Zühd, 35; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 2/168, 1736 Buhârî, Rikâk 15; Müslim, Zekât, 1207 İbni Mâce, Zühd, 248 Buhârî, Rikâk,10; Müslim, Rikâk, 16, Zekât, 116, 119; Tirmizî, Zühd, 19; İbni
Mâce, Zühd, 279 Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Kıyamet, 5910 Vehbi Vakkasoğlu, Mehmet Akif, Nesil Yay., İstanbul 2001, s. 21511 14/İbrahim, 1412 İbni Mace, Zühd, 2413 Buhârî, zekât, 17; Tirmizî, Zühd, 32
Dipnot
“Kanaat, şükür kavramıyla da yakından ilgilidir.
Mümin sıkıntılara sabreden, nimetlere şükreden
kimsedir. Şükretmek için çok mala, nimete sahip olmak
gerekmez. Elde bulunan her şeye şükretmek kanaatkâr
insanın özelliğidir. Yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede:
“Şükrederseniz size olan nimetimi artırırım.”
BAHAR VE SERÇELER
Sırasını savdı kar, boran, tipi
Beklenen yolcuya kalmadı engel.
“Adama buz gibi, kara köz gibi”
Islık çala çala esti kaba yel.
Düştü saçakların bir bir süngüsü
Çözüldü camlarda buzdan perdeler
Eridi bahçenin beyaz örtüsü
Sokaklarda aktı küçük dereler.
Henüz yuvası boş hacı leyleğin,
Şimdilerde yolda olması lazım.
Bu akşam olmazsa yarın öğleyin
Gelip, kapıları çalması lazım.
Mevsimin müjdesi kucaklarında,
Bir yerden beş peşe düşer cemreler.
Kerpiç evimizin saçaklarında
Bahara “ hoş geldin” derken serçeler.
Fazıl Ahmet BAHADIR
Muh
amm
ed G
ÜLS
EREN
61Mayıs 201160
Tarihİsmail ÇOLAK Harem’i görenlerin tespit ve müşahedeleri şunu gösteri-
yor ki, Harem (Harem-i Hümayun) her şeyden önce bir
edephane (iffet-i şahane) idi, orası, edepsize ve edepsiz-
liğe izin verilmeyen nezih bir mekândı. Her odanın kapı girişlerinde ve
duvarlarında, İslâm’da aile hayatı, iffet ve terbiye gibi dinî konuların iş-
lendiği ayetler, hadisler, dualar ve kasidelerin (mesela, İmam Busirî’nin
Hz. Peygamber (s.a.v.) için yazdığı Kaside-i Bürde’si) nakşedildiği bir
mekânda işret âlemleri, dine, ahlâka münafî melanetler ve ‘iffetsizlik-
ler’ nasıl irtikâp edilebilirdi? Mesela, Harem’in asıl kapısı üzerinde Nur
Suresi’nin 27. ayetinde geçen şu ilahî kelam nakşedilmişti: “Başkaları-
nın haremlerine (evlerine) size izin verilmeden girmeyiniz.” Araba ka-
pısının ilerisindeki ikinci kapı üzerinde de “Ey Allah’ımız ve ey bütün ka-
pıları açan Rabbimiz! Bize de en hayırlı kapıları açıver.” duasının yazılı
olduğu bir levha asılmıştı. Üçüncü kapının üzerini ise güzel bir hatla ya-
zılmış Kelime-i Tevhid ile birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadis-i şe-
rifi süslemişti: “Bir saat adaletle
hareket etmek, yetmiş sene na-
file ibadetten daha hayırlıdır.”1
Harem, Osmanlı sarayının
en ağır ve en kapsamlı teşkilat,
teşrifat ve hizmetlerin bulundu-
ğu bölmeydi. Burada hiyerar-
şik bir düzen, kademeli bir yapı
ve işbölümü, sıkı bir disiplin,
sükûnet, huzur, insanî, ahlâkî
kurallar vardı. Harem’deki eği-
timde dinî, ahlâkî terbiye esas
alınır, cariyeler (kadın köle-
ler) ve sair saray görevlileri-
nin ahlâk ve edep sahibi kişi-
ler olarak terbiye edilmesinin
üzerinde ciddiyetle durulurdu.
İslâm’ın temel ilkelerine uymak ve ibadetlerin gereğini layığınca yeri-
ne getirmek Harem ahalisinin şiarlarındandı. Buna padişahlar, annele-
ri, eşleri ve diğer saray kadınları ayrı bir önem verir, özen gösterirlerdi.
Başta Valide Sultanlar ve Kadınefendiler olmak üzere bütün Harem
halkının en mühim gündelik meşgalesi eğitim, ilim, ibadet ve hizmet-
ti. Haremdekilerin en temel faaliyetlerinin başında okumak; bilhassa
Kur’an-ı Kerim ve diğer dinî, edebî ve tarihî türdeki eserleri okumak ge-
liyordu. Haremdeki kadınlar ibadetlerini büyük bir bağlılık ve titizlik-
le yerine getirirler, beş vakit namazlarını saray camiinde cemaatle kılar-
lardı.
Padişahlar da buna hassasiyet gösterirlerdi. Sultan Reşad’ın, Harem
muallimesi Safiye Ünüvar’a verdiği şu talimat bunun en sağlam delille-
TARİH AYNASINDA PERDELENEN
HAREMTARİH AYNASINDA PERDELENEN
HAREM
Mayıs 201162 63
Ağalarıyla bir imam, iki güzel sesli müezzin gelir-
di. İlahiler okunarak namaz kılınırdı. Gece kapı-
lar açılır, sahur tablaları girer, top atılıncaya ka-
dar herkes ayakta kalırdı. Öğle üzeri de her daireye
bir hoca gelir, vaaz verirdi. Akşam topla beraber
zemzem-i şerifle oruç bozulur, iftar takımları ha-
zırlanır, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi... Sa-
rayın Harem dairesi, Ramazan’da adeta cami hali-
ne girer, herkes ibadetle vakit geçirirdi...”5
Harem Ağalarının yönetimindeki saray kadın-
ları, Türk-İslâm geleneği çerçevesinde sıkı ve di-
siplinli bir eğitimden geçerlerdi. Özel kabiliyet-
lerine göre müzik, hanendelik (şarkı okuma),
sazendelik (saz çalma), resim, edebiyat, hikâye
anlatma sanatı, dikiş, örgü derslerinin yanında
kapsamlı bir dinî eğitim verilirdi. Adab-ı muaşe-
ret, nezaket ve terbiye kuralları büyük bir ciddi-
yet ve hassasiyetle öğretilir ve uygulanırdı. Tarihçi
Prof. İlber Ortaylı’nın, haremde önemli olanın, ge-
len kadının en iyi şekilde yetiştirilmesi, eğitilmesi
ve padişah da dâhil yüksek devlet ricali ile izdivaç
yaptırılması olduğuna temas etmesi gayet mühim-
dir.
Haremin kurallarını padişahların bile boza-
madığını belirten Halil İnalcık, burada uygula-
nan eğitim hakkında şu tespit ve değerlendirmele-
ri yapmaktadır: “Gelen cariye bu örgüt içinde sıkı
bir disiplin altında uzun bir eğitimden geçirildik-
ten sonra padişaha takdim edilebilir. Harem ör-
gütünü ve kurallarını İslâm hukuku ve hanedan
siyaseti belirlemekteydi. Bunun yanında ikinci
faktör Osmanlı kul sistemidir. Bu sistem Osman-
lı merkeziyetçi devlet sisteminin temel kurumu-
dur. Enderun’da ve Birun dış hizmetlerde padişa-
ha mutlak biçimde bağlı görevliler yetiştirmek için
her türlü aile, kavim ve kabile bağlarından kop-
muş kul ve cariyeleri kullanmak sistemin esasıdır.
Harem cariye örgütü, kul sisteminin tamamlayıcı-
sıdır. Cariyelerin çoğunluğu saraydan çıkarılarak
beylere ve vezirlere zevce olarak verilirdi. Böylece
vali ve kumandanların saray dışındaki vilayetler-
de yerli aile ve hanedanlarla akrabalık kurmaları
önlenmiş oluyordu. Bu gibi yerel ilişkilerin mer-
keziyetçi mutlak idare için tehlikeleri meydanda-
dır… Esnaf dili ile şakirt olur, sonra kalfa ve usta
derecelerine geçer; gedikli denir. Cariyeler, iki ge-
niş odada yan yana yatarlar, her beş kızın arasın-
da yaşlı bir kadın yer alırdı. Gedikli doğrudan doğ-
ruya padişah hizmetine verilir, onun haremde
yemek, çamaşır ve benzeri hizmetlerine bakardı.
Hünkâr’ın yatağına aldığı gedikli ‘ikbal’ veya ‘ha-
seki’ adıyla anılırdı. Bunlardan padişahın gözdesi
olan haseki, padişahın kadını olurdu. Kadınefen-
diler, başkadın, ikinci kadın diye sıralanırdı. Padi-
şahın zevcesi sayılan kadına bir daire ayrılırdı ve
yüksek gündelik tayin edilirdi. Çocuk doğuran ha-
seki ayrıcalık kazanırdı. Bu sistem içinde her cari-
yenin belli bir maaşı ve giysisi vardı.”
Haremde kimse padişahı istediği zaman göre-
mez, padişahın yanına çağrılmadan giremez, izin
vermedikçe yanında oturamaz ve konuşamazdı.
Padişah, hareme girerken içeriye haber verilir ve
onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin ka-
pıları kapatılır, kazara bir cariye padişahla karşı-
laşacak olursa yaptığı edepsizlik sayılır ve ceza-
landırılırdı. Cariyeler ve diğer saraylılar, hünkâra,
kadınefendilere ve şehzadelere karşı iyi giyin-
mek, süslenmek, kılık-kıyafet, söz ve davranışlara
özen göstermek zorunluydu. Burası Çağatay Ulu-
çay, Halil İnalcık, İlber Ortaylı ve Ahmet Akgün-
düz gibi tarihçilerin ifadesine göre devşirme acemi
kızların ve cariyelerin yetiştirildiği bir tür “saray
okulu”, “kız mektebi”, “eğitim yuvası”, “ahlâk ve
terbiye mektebi” fonksiyonu görüyordu. Çünkü
gelecekte bazıları kadınefendi, valide sultan ola-
bilir; “çırağ edilme” (çıkma) yöntemiyle merkez-
de ya da taşrada görev yapan Enderun mezunu üst
düzey idarecilere eş olabilirlerdi.6
rindendir: “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayan-
lara verdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum. Bu
iradem, hoca hanım tarafından saray kadınlarına
söylensin.” Görüldüğü üzere Harem-i Hümayun-
da uhrevî bir sükûnet ve ibadethane havası hü-
kümfermaydı.2
1909’da kurulan Encümen-i Tarih-i Osmanî
üyesi tarihçi, eğitimci ve yazar Ali Seydi Bey’in
“Teşrîfat ve Teşkilât-ı Kadîmemiz” isimli eserin-
de temas ettiği şu hususlar buraya kadar zikrettik-
lerimizi özetler mahiyettedir: “Sarayda nizamsız,
teşrifatsız ve geleneksiz hiçbir şey olamazdı. Saray
halkının hiçbiri tayin edilmiş vakitten evvel yiye-
mez, yatıp kalkamazdı. Namaz bile cemaatle kılı-
nırdı. İkinci Bayezit, ibadetle meşgul olduğu için
sarayda müez-
zinbaşılık gibi
memuriyetler
icat etmişti. Ku-
rulmuş nizamın
mükemmeliye-
ti sayesinde ba-
zen o koca saray
içinde bir tek
nefes alan yok-
muş gibi hiçbir
ses işitilmezdi…
Osmanlı padi-
şahlarının ge-
çen yüzyıl (19.) başına kadar sabah namazlarını
saray camiinde saray mensupları ile birlikte kıl-
maları kaçınılmaz bir hareketti. Enderun’da yeti-
şen Atâ Bey kendi tarihinde bu sabah namazı me-
rasimini şöyle anlatmaktadır: “Orta kapıda ezan
habercisi olan kapıcı, Ayasofya Camiinde ezan
okunduğunu işitince, orta kapının büyük halkası-
nı vurarak ak ağalarını haberdar eder. Bunu bek-
leyen nöbetçi, müezzine vaktin geldiğini bağırarak
haber verir. Zaten bunu bekleyen müezzin, kütüp-
hane merdiveni üzerinden ezana başlar. O esna-
da ezanı bekleyenler koğuşlarından muntazam bir
halde çıkarak camiye gelirlerken Padişah da, Da-
rüssaade Ağası ve Harem-i Hümayun ağaları ma-
iyetinde olarak camiye gelirler. Sünnet-i Şerif kı-
lındıktan sonra hünkâr mahfelindeki padişahın
işareti üzerine Darüssaade Ağası ellerini dizlerine
vurup işaret verince müezzin başı kamete başlar.
Sabah namazı böylece kılındıktan sonra padişah,
mabeyne geçer, ağalar da koğuşlarına geçerler. Di-
ğer namaz vakitlerinde padişah hangi köşk ve da-
irede bulunuyorsa namazını nöbetçi imam ve iki
güzel sesli müezzin ile bulunduğu dairede kılar-
dı.”3
Çağatay Uluçay “Harem” kitabında, Harem’in
halifenin evi olduğunu ve bu evde herkesin ibade-
tini yapma, Kur’an okuma ve okuma-yazma bilme
gerekliliğini şöyle vurgulamıştır: “Gerçekten padi-
şah kadınları okuma-yazma biliyorlardı. Hemen
hemen hepsinin odasında bir kitaplık vardı. Bun-
ların, çoğu zaman günlerini okumakla geçirdik-
leri sanılıyor. Okumanın yanında müsait cariye-
lerin bazı müzik
aletlerini çalma-
yı, şarkı söyleme-
yi, oyun oynama-
yı öğrendikleri de
kesindir. Bunla-
rın dışında cari-
yeler, dikiş dik-
mesini, dantelâ
işlemesini, örgü
örmesini de iyi
biliyorlardı. Bun-
ları, bu gün on-
lardan bize kalan
eşyalardan ve elbiselerden görüp anlayabiliyoruz.
Bu sebeple Harem bir kültür okulu ve nezaket yu-
vası olarak karşımıza çıkmaktadır. Eski saraylılar,
acemilere ‘Sarayda terbiye olmayan hiç bir yerde
terbiye olamaz, burası terbiye mektebidir.’ diye
korkuturlarmış.”4
Haremdeki manevî hayat ve atmosferi -Rama-
zan ayının nasıl karşılandığı münasebetiyle- Sul-
tan II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan, “Babam
Sultan Abdülhamid” isimli hatıratında şöyle tas-
vir etmektedir: “Sarayda Ramazanlar çok güzel
olurdu. Bir hafta evvel hazırlık başlardı. Temizlik
yapılır, Kiler-i Hümayun’dan bütün dairelere bü-
yük sürahiler içinde türlü şuruplar, birçok iftariye-
ler gelirdi. Ramazan’ın ilk gecesi bütün dairelerin
sofalarına altın yaldızlı kafesler kurulur, Harem
1 Bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara, 1984, s.34 vd.; Uluçay, Harem II, Ankara, 1992, 7 vd.; Akgündüz, Osmanlı’da Harem, s.227-230, 246-247.
2 Uzunçarşılı, age, s.147; Uluçay, Harem II, s.7-11, 17-18; Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983, c.1, s.742-747; Ünüvar, Sa-ray Hatıralarım, s.71; Akgündüz, Osmanlı’da Harem, s.280-281; Bilinmeyen Osmanlı, s.319-340.
3 Ali Seydi Bey, Teşrîfat ve Teşkilât-ı Kadîmemiz, s.22-23, 157-158.4 Uluçay, Harem II, s.17-19, 26-29; Haremden Mektuplar I, s.10.5 Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım), İstanbul, 1986, 3.
Baskı, s.95.6 Ünüvar, Saray Hatıralarım, s.70-71; Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve
Tabirleri, İstanbul, 1995, s.134-136; Uluçay, Harem II, s.10-12, 30-32; Akgündüz, Osmanlı’da Harem, s.158, 276, 293.
Dipnot
65Mayıs 201164
Müslümanlar
olarak kimi
güzel haslet-
leri devam ettirmekle birlikte
bazı konularda geri gittiğimiz
bir gerçektir. Mesela, dünya iş-
lerinde bizden aşağı durum-
da olanlara, ahiret işlerinde ise
üstte olanlara bakmakla yü-
kümlüyüz. Fakat etrafımızda
bunu başarabilen kaç kişi tanı-
yoruz? Yani genel manzara bu-
nun tam tersidir. Mümine hiç
yakışmayan şükürsüzlük, elin-
de olana şükretmeyip sürekli
başkalarının mal varlığını ölçü
alma anlayışı gittikçe yaygın bir
hal almaktadır. Bu da ciddi bir
tatminsizlik, hırs ve var olan
nimeti verene karşı nankörlük
doğurmaktadır.
Allah’a karşı gösteri-
len nankörlük, ardından in-
sanlar arasındaki nankörlü-
ğü getirmektedir. Bu yüzden
günümüzde nankörlük hastalı-
ğından şikâyet etmeyen pek yok
gibidir. Müslüman toplumlarda
da nankörlük gittikçe müzmin-
leşen bir hastalık haline gelmiş-
tir.
Yüce kitabımızın müminle-
re öğrettiği ve onlardan yapma-
larını talep ettiği güzel erdem-
lerden biri de şükür ve teşekkür
anlayışıdır. Bunun tersi olan
nankörlük ise kötülenmiş ve
müminlere asla yakıştırılma-
mıştır.
Nankörlük Nedir?
Dilimize Farsça’dan geçen
“nankör” kelimesi, kadir kıy-
met bilmemek, yapılan iyiliği
ve yardımı görmemek, eline ge-
çen nimeti inkâr etmek, nimeti
verene karşı nankörce davran-
mak gibi manalara gelir. Buna
“küfrân-ı nimet” de denilir. Bu
kelime, şükür ve teşekkürün
karşıtı olarak da kullanılmak-
tadır. Çünkü şükür, nimetin
kadrini kıymetini bilmek, iyili-
ği ve yardımı yapana memnu-
niyetini bildirmek, kendisine
dua ve teşekkür etmek demek-
tir. Nankörlük aynı zamanda
bir vefasızlıktır. Zira nankör
kimse kendisine iyilik eden ve
nimet veren ile arasındaki vade
ve dostluğa aykırı davranmış-
tır. Onun iyi niyetine kötülükle
karşılık vermiş, umutlarını ör-
selemiştir. Şükür insanî bir er-
dem iken, nankörlük erdemsiz-
liktir.
Teşekkür, nezaketi, asaleti,
zarafeti gösteren insana mah-
sus bir davranıştır. Aynı za-
manda bir gönül borcu ve ve-
fadır. İnsanlara iyilik ve lütuf
Allah’tan geleceği gibi, insan-
lardan da gelebilir. Allah’ın
verdiği her türlü nimete, lütuf,
ihsan ve inayete şükredilir; in-
sanların yaptığı iyiliğe ve yardı-
ma ise teşekkür edilir. Allah’ın
verdiği nimetler karşısında
“Allah’ım sana şükürler olsun”,
insanlardan gördüğümüz iyi-
likler için ise “sağol”, “teşekkür
ederim” gibi ifadeler kullanırız.
Yüce kitabımız Kur’ân, bize
şükrü ve teşekkürü emreder.
Esas teşekkürü hak edenin
NANKÖRLÜKVEFASIZLIĞIN DİĞER ADI:
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
“Kur’ân’ın anlattığına göre özünü kaybeden, imanı içine tam
olarak sindiremeyen ve fıtrat kanunlarını ihlal eden insanlar için
nankörlük adetâ bir karakter durumundadır. Bu tip insanlar
başına bir musibet geldiğinde Allah›a yalvarır, kendini emniyette
hissedince de O›nu unutur. Rabbi kendisine bir nimet verdiğinde
ona sevinir, fakat kendi hatası yüzünden başına bir kötülük
geldiğinde nankörlük huyu yeniden kendini gösterir.”
Mayıs 201166 67
retmiş olur, nankörlük eden
de bilsin ki Rabbim Ganî›dir,
Kerîm›dir”2.
Bu davranışlar insanın şah-
siyeti ve insanlık kalitesi hak-
kında fikir verir. Teşekkür ve
nankörlüğün Allah, insan ve in-
sanlar arası ilişkilerin gelişmesi
veya gerilemesi noktasında bü-
yük yeri olduğu asla inkâr edil-
mez.
Bize sayısız nimetleri veren
Yüce Rabbimizin bunlara karşı-
lık aslında bizden sadece şükür
istediğini söylemek yanlış ol-
maz. Nitekim sırf ve ancak Allah
için yapmak zorunda olduğu-
muz ibadetlerin temel maksa-
dı da Allah’a olan şükür ve vefa
borcumuzu ifa etmek değil mi-
dir? Nitekim Hz. Âişe, gecele-
ri Allah’a ayakları şişinceye ka-
dar ibadet eden Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e sormuş: “Allah bütün
günahlarını affetmiş iken bun-
ca ibadet niye?” o da şöyle ce-
vap vermiş: “Allah’a çok şükre-
den bir kul olmayayım mı?”3.
Şükür ve teşekkür insana bir
şey kaybettirmez, aksine çok
şey kazandırır. “Eğer şükreder-
seniz size nimetimi artırırım”4
mealindeki âyet bu gerçeği an-
latır.
Nankörlüğün Cezası Nimetten Mahrum
Kalmaktır
Kur’ân-ı Kerim›de, insanla-
rın Allah›a karşı nankörlüğü-
nün cezasız kalmadığı birçok
âyette ifade edilir. Bu ayetler-
den bazıları şöyledir: “Sebe’li-
lerin yurtlarında, Allah’ın kud-
retine bir delil olarak sağlı sollu
iki bahçe bulunuyordu. Onlara:
Rabbinizin verdiği rızıktan yi-
yin ve O’na şükredin, işte hoş
bir belde ve bağışlaması bol bir
Rab! denmişti. Fakat onlar yüz
çevirdiler. Bunun için biz de
üzerlerine Arîm selini gönder-
dik. Onların bahçelerini, buruk
yemişli, ılgınlı ve içinde bir kaç
sedir ağacı bulunan iki bahçe-
ye çevirdik. Nankörlük ettikleri
için onları işte böyle cezalandır-
dık. Biz, nankör olandan başka-
sını cezalandırır mıyız?”5.
“Allah, size güven ve huzur
içinde olan bir kasabayı misâl
verir; her taraftan oraya bol-
ca rızık geliyordu. Ama Allah’ın
nimetlerine nankörlük ettiler.
Bu yüzden Allah onlara, yap-
tıklarına karşılık açlık ve korku
belasını tattırdı”6.
Tedavi Edilmeyen Nankörlük Karakter
Haline Gelebilir
Kur’ân’ın anlattığına göre
özünü kaybeden, imanı içine
tam olarak sindiremeyen ve fıt-
rat kanunlarını ihlal eden in-
sanlar için nankörlük adetâ bir
karakter durumundadır. Bu tip
insanlar başına bir musibet gel-
diğinde Allah›a yalvarır, ken-
dini emniyette hissedince de
O›nu unutur. Rabbi kendisine
bir nimet verdiğinde ona sevi-
nir, fakat kendi hatası yüzün-
den başına bir kötülük geldi-
ğinde nankörlük huyu yeniden
kendini gösterir. Kur’ân insa-
nın bu olumsuz durumunu şöy-
le anlatır:
“Denizde başınıza bir mu-
sibet geldiğinde Allah’dan baş-
ka tüm yalvardıklarınız kaybo-
lup gider, fakat O, sizi karaya
çıkararak kurtarınca yüz çevi-
rirsiniz. Zaten insanoğlu nan-
kördür”7, “...Doğrusu biz ka-
tımızdan insana bir nimet
tattırırsak. Ona sevinir; ama
kendi yaptıkları yüzünden baş-
larına bir kötülük gelirse işte o
zaman insan pek nankördür”8,
“O canı çıkası insan, ne nankör
şeydir!”9.
Nankörlük yapan insanlar,
Allah’ın kendilerine verdiği sa-
yısız nimet karşısında kadir bil-
mezlik yapıp şükrü terk etmek-
tedir.
Hâlbuki Yüce Allah insanın
yaptığı en ufak bir davranışını
değerlendirmekte ve ona gere-
ken mükâfatı vereceğini haber
vermektedir. “Her kim iman et-
miş olarak salih amel işlerse,
onun bu çabasına karşı nankör-
lük edilmeyecektir. Biz onu yaz-
maktayız”10.
Allah katında ve kullar nez-
dinde sevimsiz, ahlak dışı ve
vefasız bir davranış olan nan-
körlükten kurtulmanın çaresi,
nimeti vereni ve nimetin kadri-
ni bilmek ve şükretmektir.
Yüce Allah olduğunu hatırla-
tır. Çünkü kâinatı sayamayaca-
ğımız kadar nimetle donatan,
inanan-inanmayan bütün in-
sanlara cömertçe veren ancak
O’dur.
Nimetin esas sahibi Allah’tır.
İnsanlar ancak Allah’ın ken-
dilerine verdiğinin bir kısmını
vermekle yükümlüdürler. An-
cak bu, iyilik yapan insanlara
teşekkür etmeye engel değildir.
Kur’ân Allah’a şükretmemizi
emrederken aynı zamanda bizi
bu noktada zihnen eğitmekte-
dir. Benliğimize, karakterimi-
ze ve kişiliğimize nimet verene,
ihsanda bulunana karşı teşek-
kür etmeyi ve vefa duygusu ta-
şımayı yerleştirmektedir. Nite-
kim sevgili Peygamberimiz bu
gerçeği dile getirerek: “İnsanla-
ra teşekkür etmeyen Allah’a da
şükretmez” buyurmuştur1.
Şükreden de Nankörlük Eden de Bunu Kendisi İçin
Yapar
Nankörlüğün biri insanla-
ra, diğeri ise Allah’a arşı olmak
üzere iki türü vardır. Dilimiz-
de nankörlük daha çok insan-
ların kadir bilmezliklerini ifa-
de etmek için kullanılır. Bu da
onların birbirlerinden gördük-
leri iyiliklere karşı teşekkürü
terk eden nankörce davranış-
larını ifade eder. Nankörlüğün
diğer türü ise insandan Allah’a
yöneliktir. Yani insanın Rabbi-
ne karşı olan nankörlüğüdür.
Kur’ân bu nankörlüğü “küfür”
kelimesiyle ifade etmiştir. Çün-
kü Allah’a şükretmeyenin küfre
düşme ihtimali vardır. İnsanla-
ra karşı yapılan nankörlük sahi-
bini doğrudan küfre götürmese
de, mümince bir davranış ol-
maması sebebiyle çok tehlike-
lidir.
Teşekkürü ve nankörlüğü
insan aslında kendisi için ya-
par. Bu davranışın sonuçların-
dan birinci derecede etkilene-
cek olan o insanın kendisidir.
Bizim şükrümüz nimeti veren
Allah’a bir şey kazandırmaz.
O, hiçbir şeye muhtaç olmayan
bir varlıktır. Bize iyilikte bulu-
nan insana yaptığımız teşek-
kür de ona maddî bir kazanç
sağlamaz. Onu memnun eder.
Umutlarını yeşertir. Ancak bu-
nun sonucu yine bize döner.
Nankörlüğün olumsuz sonuç-
larından da yine biz etkileni-
riz. Bu gerçek Kur’ân’da şöyle
ifade edilir: “Yanında kitaptan
bir ilim olan kişi; sen yerinden
kalkmadan önce onu sana geti-
rebilirim, dedi.
Süleyman tahtı yanına yer-
leşivermiş görünce; bu, şükür
mü edeceğim yoksa nankörlük
mü edeceğim diye beni sınayan
Rabbimin lütfundandır. Şük-
reden, ancak kendisi için şük-
* Prof. Dr.
Dipnot
1 Tirmizî, “Birr”, 35; Ebû Dâvûd, “Edeb”,11. 2 27/Neml, 40.3 Buhârî, “Teheccüd”, 6; Müslim, “Münâfikîn”, 79.4 14/İbrâhîm, 7.5 34/ Sebe’, 15-17. 6 16/Nahl, 112. 7 17/İsra, 67. 8 42/Şurâ, 48. 9 80/Abese, 17.10 21/Enbiya, 94.
69Mayıs 201168
Kitaplık
Efendiler Efendisine Salât ve Selâm
Mehmet Y. ŞEKER
Işık Yayınları
Tel: 0216 522 11 44
Su Üstüne Yazı Yazmak
Muhyiddin ŞEKÛR
Sufi Kitap Yayınları
Tel: 0212 511 24 24
Nusayrilik
Hüseyin TÜRK
Kaknüs Yayınları
Tel: 0216 492 59 74
Peygamberimizin Hayatı
Salih SURUÇ
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Türkiye’de Öteki Olmak
Erkam Tufan AYTAV
Mavi Ufuklar Yayınları
Tel: 0216 522 11 44
Tasavvuf, ortaya çıkışından günümü-
ze gelinceye kadar her dönemde in-
sanlığın ilgi odağı hâline gelmiş bir
ilim dalı, aynı zamanda da İslâm
coğrafyasında ferdî ve içtimai ha-
yatla birlikte medeniyet kültürü-
nü oluşturan önemli bir dinî ar-
gümandır. Kendi dünyamızı
oluşturan engin bilgi biriki-
mi ve köklü geçmişine rağ-
men tasavvuf, günümüzde
en çok konuşulan, tartışı-
lan ve ne yazık ki üzerine
olumsuz birçok yargının
acımasızca yapıştırıldı-
ğı bir muamma olmaktan
öte gidemiyor. İnsanımız
‘Tasavvuf hakkında ne ka-
dar bilgi sahibiyim?’ so-
rusunu kendine bir türlü soramıyor, ‘Tasavvuf
nedir, tarikatlar hangi amaç doğrultusunda oluş-
muştur?’ sorusuna karşılık bilgi temelinden yok-
sun kanaat ve duyumlara dayanan yorumlar ve-
riyor.
Bu yargıların düzelmesi ancak doğru bilmek
ve bildiklerimizi doğrulatmakla mümkün. Ta-
savvuf dünyasına bildiklerimizin azlığından sıy-
rılıp, öğrenmenin azmiyle baktığımızda Kur’ân
ve Sünnet’ten beslenen, kendi sistematiği içinde
ilmi disiplinleri olan okyanuslar misali bir sistem
karşımıza çıkar. Öyle ki, daha derin
bir bakışla İslâm’ın bu iki ana kay-
nağına muhalif hiçbir disiplinin
tasavvufî olmadığı görülür.
Kaynak yayınlarından çıkan
Gönül Sultanları kitap dizisinin
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî isim-
li biyografi eseri, tasavvufun in-
san idrakinin ötesine geçen sınırsız
dünyasının kapılarını aralamakla
beraber, yıllarca farklı coğrafyalar-
da halk ve devlet yöneticileri tara-
fından büyük bir teveccühle ilgi du-
yulan Nakşibendiyye (Hâlidiyye)
tarikatının günümüze ulaşma-
sında etkin bir rol oynayan Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî’nin hayat hikâyesini fikirleri, eserleri,
hatıraları ve manevî dünyasının aynasında keli-
melerin rengiyle resmediyor.
Hayatı, tasavvufî kişiliği ve görüşleri, eserleri,
Hâlidî tekkesi başlıklı dört bölümden oluşan eser,
tarikat, ilim, irade, muhabbet, keramet, hakikat,
şeriat, kesb, himmet, şefaat gibi günümüzde as-
lından uzak yorumlara muhatap kalan tasavvufî
terimleri anlaşılabilir bir dille ele alıyor.
KitapMuharrem AKIN
Hâlidiye Nakşibendîliğin Anadolu’da
bilim, sanat, basın ve dinî hayat üzerin-
de en çok etkisi olan koludur. Bu açı-
dan bakıldığında tarikatın kurucusu
Mevlânâ Halid-i Bağdadî’yi tanımak,
yakın ve uzak kültür tarihimizi bilmek
açısından büyük önem arz etmekte-
dir. Eserin önsözünde Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî’den şu şekilde bahsedilmekte-
dir:
“Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, tarikatın
günümüze ulaşmasını sağlayan önem-
li simalarından biridir. Tarikatın kendi
ismiyle “Hâlidiyye” şeklinde anılması-
nı sağlayan hizmetleri ve tarikat anlayı-
şı günümüze kadar etkisini artırarak de-
vam etmiştir. XVIII. yy. sonu ve XIX. yy.
başında yaşamış olan el-Bağdadî, tari-
katta bilinen usûl ve erkânın yanında ta-
rikatta sohbet ve rabıta’ya ayrı bir önem
vermiştir. Bu iki uygulama Hâlidiyye ta-
rikatının fârik özelliklerindendir. Ab-
dullah Dihlevî’den aldığı icazet sonrası
Bağdadî’nin Hâlidiyye tarikatına kazan-
dırdığı karakter ve toplumsal bakış açı-
sı toplumun her kademesindeki insan-
ların ilgisini çekmiş ve belli dönemlerde
devletin üst kademelerinden müntesibi
olan ve desteklenen bir tarikat konumu-
na gelmiştir.”
Tarikatlerin âdapları, kuralları, di-
siplinleri ve tarikat ehillerinin Allah yo-
lunda karşılaştıkları hallerin yanı sıra
‘Ölmeden önce ölmek nedir? İnsanı öl-
meden önce öldüren bâtın ilmi nedir?
Tarikatın gayesi nedir? Halifeliğin amaç
ve faydaları nelerdir? Dünyaya meylet-
mek ne demektir? Zikirden maksat ne-
dir? Bâtın ilmi nedir? Tevekkül nedir?’
gibi birçok sorunun cevabına sayfala-
rı arasında yer veren Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî isimli eser, Anadolu’nun yüz-
lerce manevi dinamiğinden birinin izin-
de hakikate ulaşmanın yollarını okuruy-
la paylaşıyor.
HALİD-İ BAĞDADÎ
Mayıs 201170 71
Tasavvufun gaye-
si, “Hakk’ın rızası-
nı kazanmak için
nefisleri temizlemek, güzel ahlak
sahibi olmaya çalışmak, kısaca
Allah ve Rasulü’nün ahlakıyla ah-
laklanmak”1 şeklinde açıklanmak-
tadır. Bu durumda sûfî kişilik, bu
gayeye ulaşmak için çaba harcar.
Davranışlarını buna göre düzen-
ler. Buna göre tasavvufî hayatın
öngördüğü kişilik, dünyanın ni-
metlerine dönük ihtirasları aşabi-
len, Allah’la birliktelik duygusuyla
dünyaya ve çevresine bakan, sev-
gi ve merhametle davranan in-
sandır. Nitekim tasavvuf büyükle-
ri, tasavvufu “boş el ve hoş kalp”2
şeklinde tanımlarlar. Ancak bu
düşünce ve duygulara sahip ola-
bilmek belli bir eğitimi gerekti-
rir. İşte bu açıdan tasavvuf, bir tür
manevî kişilik eğitimi sistemi ola-
rak da görülebilir. Hatta bu öyle
bir sistemdir ki, herkesin eğitimi
aynı olmaz. Tasavvufî eğitimde,
bireyin mizaç özellikleri son de-
rece önemlidir. Eğitim verilirken
her şeyden önce bu dikkate alınır.
Tarihsel süreçte tasavvufî top-
luluk ve yapılara baktığımızda,
bunların resmî olmayan birer eği-
tim kurumu gibi işlev gördükle-
ri anlaşılmaktadır. Bu bağlamda
tasavvuf ilmi, İslâm’ın ruhî cep-
hesine talip olmuş ve bu yönüyle
Müslümanları eğitmeye çalışmış-
tır demek yanlış olmayacaktır.3
PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*
TASAVVUF VE
KİŞİLİK
Bu eğitim sürecine giren bireyler,
bir tür hiyerarşik bir şekilde nef-
sin aşamalarını geçerek, “kâmil
insan” olmaya doğru yol alarak
kişilik ve benliklerini eğitirler. Ge-
nellikle bu eğitim, bir eğitici göze-
timinde olur. Bu eğitim sürecini
tercih eden bireyler, dinî ve ahlakî
davranışları gerçekleştirmek ve
sürekli kişilik özelliği haline geti-
rebilmek için bir tür içselleştirme
eğitimi alırlar.
Tasavvufî eğitim, kendi içe-
risinde son derece sistematik ve
görelik özelliği arz eder. Bu eği-
timde her şeyden önce, bireyin ki-
şiliğinin mizaç yönü dikkate alınır.
Çünkü mizaç bireyin yaratılıştan
gelen duygusal yönüdür. Muta-
savvıflar, dinin hükümlerinin her-
kes için aynı olmasına karşın, bi-
reyin mizaç ve eğilimleri dikkate
alınarak bir eğitim verilmesi yo-
lunu benimsemişlerdir. Onla-
ra göre amaç aynı olmakla birlik-
te, tasavvufta farklı manevî eğitim
yolunun izlenmesinin temel ne-
deni de budur.4 Bireyin çeşitli ki-
şisel hastalıklarına, yani onu ih-
tirasa ve benlik duygusunu öne
çıkarmaya götüren zayıf yönleri-
ne karşı, onun mizacı da dikkate
alınarak özel eğitim uygulamak-
tır. Böylece birey, iç dünyasında
manevî bir yolculuğa çıkarak ruh-
sal gelişimini sürdürür.5 Bu bi-
reyi Allah’a ulaşmaya hazırlayan
manevî gelişim süreci, bir anlam-
da “yokluk tepesine tırmanmak”6
şeklinde nitelendirilir. Sûfî dilin-
de bu sürecin ismi “seyr ü sülûk”
olarak isimlendirilir. Tasavvufî li-
teratürde seyr, “cehaletten ilme,
kötü huylardan güzel ahlaka, ku-
lun fani varlığından Hakk’ın var-
lığına” yönelmektir. Sülûk ise, ta-
savvuf yoluna girmiş kişiyi Allah’a
ulaştırmaya hazırlayan ahlakî eği-
timdir.7 Bu süreçte, bireyin duygu,
düşünce, tutum ve davranışların-
da sürekli olagelmesi muhtemel
tüm değişim ve manevî gelişim-
ler, onun kişilik yapısının belirle-
yicileri olacaktır. Peki bu süreç, en
genel şekliyle nasıl bir seyir takip
eder? Birey, ne tür kişilik çatışma-
ları yaşayabilir? Bu süreçte olum-
lu ve olumsuz anlamda etkili ola-
cak olan mekanizmalar nelerdir
ve ne tür işlev görürler? İşte bü-
tün bu sorular, tasavvufun kişilik
konusunda ortaya koyduğu yak-
laşımların temel zeminlerini oluş-
turur. Biz de şimdi kısaca önem-
li bazı mutasavvıfların bu sorulara
cevap olabilecek açıklamaları ek-
seninde, tasavvufun genel olarak
insan kişiliğine ilişkin çözümle-
melerini, yani bir diğer deyişle,
kişilik teorisinin temel noktaları-
nı ve bunun işleyişine ilişkin yak-
laşımlarını aktaracağız.
Tasavvufun geleneksel kişilik
anlayışına göre, her ne kadar in-
san, beden ve ruhtan oluşsa da,
ruh yönü daha önemlidir. Daha
doğrusu, insanın asıl özü ruhu-
dur. Ruh insanda olduğu sürece
insan gören, duyan, düşünen ve
konuşan bir varlıktır.8 İşte çeşit-
li psikolojik mekanizmalar ve iş-
levleri de, bu ruhla ilintilidir. Bu
mekanizmanın en temel kavramı,
merkezî işleve sahip olan kalptir.
Bütün mutasavvıflar için kalp, ön-
celikli mekanizmadır. Aynen bire-
yin fiziksel varlığının temel orga-
nı olduğu gibi, ruhsal hayatının
temel dinamiği de kalptir. Eğer
kalp, ruhsal açıdan sağlıklı olur-
sa, kendisine yönelecek olumsuz
etkiler karşısında bile güçlü olur
ve manevî açıdan güçlü ve huzur-
lu bir kişiliği destekler. Aksi du-
rumda bireyin, manen sağlıklı bir
kişilik yapısına ulaşması mümkün
değildir. Bireyin doğru ve iyi dinî
ve ahlakî davranışlara yönelme-
si bağlamında kalp, bir tür pusula
gibi görülür.9 Bu durumda kalbin
hangi yönü göstereceği, daha doğ-
rusu bireyin kalbinin yol gösteri-
ciliğinde ne tür davranışlar orta-
ya koyacağı son derece önemlidir.
İşte bu noktada kalbin iletişim ve
etkileşim içinde olduğu akıl ve
nefs kavramıyla tanımlanan me-
kanizmalar da önemlidir. Bura-
da hemen belirtelim ki, tasavvufî
düşüncede ruh kavramı, başta be-
lirttiğimiz genel anlamının yanın-
da, kalp üzerinde olumlu tesirde
bulunan özel anlamlı bir meka-
nizma olarak da karşımıza çıka-
bilmektedir. Bu açıdan bakıldı-
ğında ruh, kalbi perdelenmekten
yani yaratılışa aykırı ve dinî açı-
dan olumsuz görülen davranış-
lara yönelmekten koruyan ahlakî
bir etkiye sahiptir.10
Sonuç olarak tasavvuf ve kişi-
lik arasında dinamik ve sürekli bir
ilişki vardır. Bunu daha iyi anla-
yabilmek için, önemli mutasavvıf-
ların kişilik eğitimine ilişkin yak-
laşımlarına bakılabilir.
1 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 2004, s. 56.
2 Abdü’lkerim El-Kuşeyri, Risale-i Kuşeyri, çev. Ali Arslan, İstanbul, 1980, s. 326.
3 Şakir Gözütok, Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi, İstanbul, 1996, s. 159.
4 Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, An-kara, 2007, ss. 17-19.
5 Adem Ergül, Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat, İstanbul, 2000, ss. 73-76.
6 Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Âmâk-ı Hayal, haz. Dursun Gürlek, İstanbul, 2002, ss. 21-23.
7 Kadir Özköse, a.g.e., s. 13.8 Hüseyin Aydın, Muhasibi’de Tasavvuf Felsefesi,
Ankara, 1976, s. 31; Peker, a.g.e., ss. 38-39.9 Ergül, a.g.e. , s. 11.10 Bkz. Muhammed Ecmel, “Sufi Ruh Bilimi,” Sufi
Psikolojisi (Haz. Kemal Sayar), İstanbul, 2000, ss. 78–80.
* Doç. Dr.
Dipnot
Mayıs 201172 73
Her çocuk, kişiliğinin oluşmasında
model almanın belirgin olduğu
ergenlik döneminde (11–20 yaş-
ları) sevdiği kişileri; davranışlarıyla, giyimiyle,
kuşamıyla ve en önemlisi imzalarını taklit ederek
kişiliklerini oluşturmaya çalışırlar.
Bizler, okul hayatımızda arkadaşlarla birlik-
te sınıf defterlerinden, sevdiğimiz hocaların im-
zalarını taklit ederek kendi imzalarımızı oluştur-
maya çalışırdık. Şimdi düşünüyorum da o zaman
bizler, öğretmenlerin imzalarını karşılaştırarak
en güzel imzayı bulmaktan öte, her şeyiyle örnek
alabileceğimiz, kişiliğimizi oluşturabilecek imza
adı altında kişiliğimizi arıyorduk. Bize anne-ba-
ba gibi yaklaşan, davranışlarıyla kararlı ve tutarlı
olan hocalarımızın imzalarını taklit ederek onla-
rın kişiliklerini benimsemeye çalıştığımızı hatır-
lıyorum.
EğitimM. Emin KARABACAK
KİŞİLİĞİMİZİmza Dİlİyle
“İmza, bütünlük psikolojisi içinde bakıldığı zaman kişinin kişiliğini, karakterini
ve bilinçaltına gizlenmişlerin görülmesi olarak kabul etmeliyiz. Atılan her imza,
insan kişiliğinin yansıttığı gerçektir.”
İmza, bütünlük psikolojisi içinde bakıldığı za-
man kişinin kişiliğini, karakterini ve bilinçaltına
gizlenmişlerin görülmesi olarak kabul etmeliyiz.
Atılan her imza, insan kişiliğinin yansıttığı gerçek-
tir.
İnsan Kişiliğini Yansıtan Bazı İmza Örnekleri:
İmza normal boyutta ve düzgün ise
gösterişten uzak, abartısız bir hayat
süren, başkalarının haklarına
saygı gösteren, kendisiy-
le barışık bir kişiliği
gösterir.
İmza normalden bü-
yük ise kendi yaptıklarını abartılı olarak anlatma-
yı seven, gösteriş meraklısı olmakla beraber kendi-
ne güvenen ve hayatı dolu dolu yaşamayı seven bir
kişiliği gösterir.
İmza normalden küçük ise kendine güvenme-
yen, topluma karışmaktan çekinen, kimseyle prob-
lemi olmayan, kendi hâlinde yaşamayı seven bir ki-
şiliği gösterir.İmzanın kendisi ya da imzalardaki
çizgiler yukarıya doğru ise hedef ve ideallerini ger-
çekleştirecek güçlü duyguları olduğunu gösterir.
Bunun yanında imzanın kendisi ile beraber çizgi-
lerin yukarıya doğru çokluğu doyumsuz bir kişili-
ği gösterir.
İmzanın kendisi ya da imzalardaki çizgiler aşa-
ğıya doğru ise kişinin benlik saygısının düşük oldu-
ğunu (kendine güven ve cesareti olmadığını) gös-
terir.Çizgi üzerine atılan imza kendini beğenen,
özel hayatını gizlemeye çalışan, kuralcı ve top-
lumda ahlâk memuru kesilen kişilerin kişiliğini
gösterir.
Daire çizilerek atılan imza sadece kendini
düşünen bencil, paylaşmasını sevmeyen ve ken-
di kararını vermekte zorlanan bağımlı bir kişiliği
gösterir.
İmzaların Dili
İki çizgi arasına atılan imza değişikliğe kapalı,
kendi kararlarını vermekten korkan, tedirginliği
ve kendine güvensizliği gösterir.
İmzaların karmaşıklığı duygu ve düşünceleri-
ni ifade etmekte zorlanan olgunlaşmamış çocuk-
su bir kişiliği gösterir.
İsim yazılarak atılan imza kendini ispatlamak-
tan öte statüsüyle ve geçmişi ile kendine güvenen
gizlisi ve saklısı olmayan kişiliği gösterir.
İmzanın başındaki kıvrım ise kendisiyle barı-
şık olmayan duygu ve düşüncelerinde zikzaklık
gösteren ve iç tedirginliği yaşayanların kişiliğini
gösterir.
75Mayıs 201174
Cumhuriyet nesilleri, tarihi büyükleri-
mizi tanıma konusunda büyük bir ta-
lihsizlik yaşadılar. Büyüklerimiz ya yok
sayıldı ya da “yanlış” yahut “eksik” tanıtıldı. Mese-
la Yunus Emre’yi “halk şairi”, Nasreddin Hoca’yı
“komik adam” olarak öğrendik biz. Durum böy-
le olunca onlar çok da ilgimiz çekmedi. Bu durum
Evliya Çelebi için de böyle oldu. O da bize “ma-
ceraperest bir seyyah” ve “mübalağacı bir nasir”
olarak gösterildi. Bundan dolayı, bugüne kadar,
hakkında dört başı mamur bir biyografi bile ya-
zamadık. Yakın zamanlara kadar eserinin sağlam
bir baskısından mahrum kaldık. Neyse ki, Avrupa
Konseyi geçtiğimiz yıl, Evliya Çelebi’yi “21. Yüz-
yılda İnsanlığa Yön Veren En Önemli 20 Kişiden
Biri” ilan etti. UNESCO ise doğumunun 400. yılı
olan 2011 yılını “Evliya Çelebi Yılı” olarak kabul
etti de biz de bu iki gelişme üzerine Evliya Çelebi
üzerinde şimdilik çok yetersiz olsa da yeniden dü-
şünmeye, hakkında yazılar yazmaya, sempozyum-
lar, yarışmalar düzenlemeye başladık. Oysa Evliya
Çelebi, “bir imparatorluk seyyahı” olarak yaklaşık
elli yıl boyunca gezerek bize çok zengin bir hazi-
ne bıraktı. Umarız bu hazinenin değerini biliriz ve
bundan sonra kendisi ve eseri hakkında yapacağı-
mız çalışmalarla bu hazineyi bugüne taşımayı ba-
şarırız.
Seyahatnâme
Evliya Çelebi, edebiyatımızda Seyahatnâme tü-
ründe bir ilki teşkil eder. Zira, onun eserine kadar
Zira bu esere kadar tam anlamıyla Seyahatnâme
denilecek bir eserimiz yoktur. Bu türdeki ilk eserle-
rimiz tercüme eserlerdir. Klasik Osmanlı devrinin
bugüne kadar bilinen ilk Seyahatnâmesi Seydi Ali
Reisin “Miratül Memalik” adlı eseridir. Daha son-
ra Tokatlı Tacir Ahmet bin İbrahim’in “Acayibül
Hindistan”, kimi özellikleriyle bir Seyahatnâme
sayılabilecek olan Katip Çelebi’nin “Cihannüma”sı
vardır. İşte Evliya Çelebi’nin eseri, Orhan Şaik
Gökyay’ın da belirttiği gibi “Seyahatnâme” adını
hak eden ve doğu ve batı kültürlerinde yazılmış en
ünlü Seyahatnâmelerle boy ölçüşecek nitelikte ilk
eserdir.
Nedir Seyahatnâmeyi, bu denli önemli kılan?
Doğrusu bu sorunun cevabını böylesi sınırlı bir
yazıda verebilmek oldukça zor. Ancak bir kaç yö-
nüne temas edilebilir Eserinin adı Seyahatnâme
olduğuna göre bu eseri her şeyden önce “seya-
hat edebiyatı” kategorisi içinde incelemek ve bir
Seyahatnâme, bir gezi kitabı saymak gerekir. Fa-
kat Robert Dankoff’un da dediği gibi içeriğine ba-
kıldığında bu eserin doğrudan doğruya bir yolcu-
luk eseri olmadığı görülecektir.
Dankoff’u böyle düşündüren sebep ise; eserin
çok değişik başlıklar altında incelenebilecek ge-
niş ve zengin muhtevasıdır. Bu muhtevada tarih-
ten coğrafyaya; mimarlıktan musikiye, filolojiden
teolojiye….hemen her alanda malumat vardır. Bu
başlıklar, evliya menkıbelerinden mitolojik olay-
lara; yemek kültüründen halkın giyim tarzlarına,
geçim kaynaklarına, mesleklerine…..kadar uzanır.
Bütün bunlar bir arda düşünüldüğünde bu esere
asıl özelliğinden dolayı her ne kadar Seyahatnâme
denilse bile onu zaman zaman bir tarih, bir coğ-
rafya, bir dil, bir folklor, bir biyografi….eseri ola-
rak görmek gerekir. Bu da onu bir anlamda mad-
deler halinde yazılmasa bile bir ansiklopedik eser
niteliğine büründürür ki eserin türsel anlamda
asıl zenginliği işte bu yanıdır. Seyahatnâme, işte
bütün bu özellikleriyle tarih, şehir monografisi,
biyografi, tezkire, menakıpname, letaifname, vb.
özellikleri taşıyan anıt bir eser olarak karşımıza
çıkar.
Otobiyografik Bir Eser
Seyahatnâme, aynı zamanda otobiyografik bir
eserdir. Eserin asıl kahramanı olarak Evliya Çe-
lebi; ailesinin geçmişinden başlayarak kendi ha-
yat hikâyesini samimi bir dille anlatır. Yazar, bü-
tün zaafları, korkuları, sevinçleri, hayalleri ve bir
başkasının itiraf etmekten çekineceği özel bilgileri
EdebiyatMustafa ÖZÇELİK
SEYYAHIBİR İMPARATORLUK
“Evliya Çelebi, edebiyatımızda Seyahatnâme türünde bir ilki teşkil eder.
Zira, onun eserine kadar Zira bu esere kadar tam anlamıyla Seyahatnâme
denilecek bir eserimiz yoktur. Bu türdeki ilk eserlerimiz tercüme eserlerdir.
Klasik Osmanlı devrinin bugüne kadar bilinen ilk Seyahatnâmesi Seydi Ali
Reisin “Miratül Memalik” adlı eseridir.”
77Mayıs 201176
vermekten çekinmez. Söyle söylersem “yanlış an-
laşılırım” korkusunu taşımaz. Bu yüzden bu ese-
ri okurken J.J.Rousseau’nun “İtiraflar”ını hatırla-
mamak mümkün değildir.
Üstelik bu yalın ve samimi itiraflar ve kişisel
bilgiler, başkaları için de verilir. Mesela velinime-
ti olan Melek Ahmed Paşa gibi serdarların bile ku-
surlarını büyük incelikle açığa vurmaktan çekin-
mez. Devrinin pek çok olayını ve
bu olayların kahramanlarını yine
aynı incelikle eleştirir. Bu yüzden
Seyahatnâme, 17. yüz yılın “ayna-
sı” bir eser olarak da dikkat çeker.
Yani hem şahsının hem de devri-
nin bir aynasıdır Seyahatnâme…
Keşke her yüzyılda böyle bir
eser yazılabilseydi o zaman bütün
bir Osmanlı tarihini daha nesnel,
daha detaylı, üstelik daha renkli
tanıma imkanı bulabilseydik. Çün-
kü; Evliya Çelebi’nin gözlemleye-
rek bize aktardıkları, ait olduğu dö-
nemin kronik tarih yazarlarından
daha ayrıntılı ve canlı bilgiler sun-
maktadır.
Bir Tahkiye Eseri Olarak Seyahatnâme
Seyahatnâme’yi eline alanlar,
kendilerini sürükleyici bir mace-
ranın yahut olaylar dizisinin içinde
bulacaklardır kendilerini..Klasik
hikaye ve roman türlerinin giriş,
gelişme, sonuç bölümlerinin çok
ustaca düzenlendiği, okurun me-
rak duygusunun doruğa çıkartıldı-
ğı bir eser olarak görebileceğimiz
Seyahatnâme, sağlam olay kurgu-
su ve fantastik anlatımıyla da dik-
kati çeker.
Bu fantastik anlatım evliya
menkıbeleriyle, efsanevi olaylarla,
eşkıya hikayeleriyle ve tabi ki yaza-
rın abartılı anlatımıyla verilir. Böylece okur kimi
zaman tahta kılıcıyla bin bir başlı ejderha ile sa-
vaşan bir dervişle, kimi zaman aklın alamayacağı
baskın ve savaş olaylarının kahramanlarıyla kar-
şılaşır. Çelebi, bu anlatımında Macera kahraman-
larını da, portre ve karakter bakımından roman
kişileri gibi canlandırır. Çevre tasvirlerine, ruh
tahlillerine yer verir. Öyle ki kimi zaman da ken-
dinizi bir film karşısında bulursunuz. Çünkü an-
latım bir o kadar canlı ve heye-
canlıdır.
Dili ve Üslubu
Seyahatnâme’nin en az ko-
nusu kadar önemli yanı dili ve
üslubudur. Klasik edebiyatımı-
zın nesir geleneği içinde değer-
lendirilebilecek bu eser, devri-
ne göre sade bir dille kaleme
alınmış, tamamen konuşma
dili ile yazılmıştır.
Evliya Çelebi, bunu yapar-
ken konuşma dilinde olmayan
kelimeleri kullanmamış, böyle-
ce eserinin her seviyedeki insan
tarafından okunabilirliğini sağ-
lamıştır. Yine konuşma dilin-
deki bazı sentaks ve gramer ku-
rallarının dışına çıkmaktan da
çekinmemesi esere çok özel bir
nitelik kazandırmıştır. Bunla-
ra ilave olarak eserde görülen.
canlı tasvirler, orijinal benzet-
meler, anlatılanlara büyük bir
renk katmıştır.
Mübalağalı ve mizahi anla-
tımın kolay okunurluğu sağ-
ladığını da bunlara eklemek
gerekir. Hatta bu yüzden an-
latılanların bir masal havasına
büründüğü görülür. Yer yer şi-
irlerle süslenmesi ise eserin bir
başka özelliği olarak karşımıza
çıkar.
Şehir Her Şeydir
Burada Evliya Çelebi’nin maceraperest bir sey-
yah değil bir imparatorluk seyyahı olduğunu bir
kez daha hatırlayalım. Çünkü, bir şehrin ruhunu
okumak, her ayrıntısını görebilmek ve gördükleri-
ni aynı şekilde anlatabilmek hem bir bilgi hem de
bir bilinç işidir. İşte Çelebi’de bunu görüyoruz. O
bir şehre giderken yazılı ve sözlü kaynaklardan ön
bilgiler edinir. Bu yüzden şehre girdiğinde onunla
bir ön tanışmayı gerçekleştirmiş biri olarak girer.
Bu durum, ona şehrin şifrelerini çözmede büyük
kolaylık sağlar. Çünkü şehir ona ruhunu açmıştır
artık.
Evliya Çelebi için bir şehir, her şeyiyle bir şe-
hirdir. Kalesi, camileri, dergâhları, kiliseleri de-
ğirmenleri, imaretleri, mektepleri, çeşmeleri, se-
bilhaneleri, hanları, hamamları, köprüleri ile tam
bir şehir fotoğrafı buluruz onda. Tabi bununla da
yetinmez. Şehrin asıl unsuru olan insanlar ve on-
larla ilgili her şey hakkında bilgi verilir. Dilleri,
dinleri, kıyafetleri, yiyecek, içecek kültürleri, alış-
kanlıkları, mizaçları, yetiştirdikleri bilginler, kah-
ramanlar, ermiş ve dervişler….eserde yer alır. Yine
şehirlerin dağları, nehirleri, bitki örtüsü gibi özel-
likler de ihmal edilmez. Dolayısıyla Seyahatnâme,
şehrin ruhunu, mekanın ve zamanın dilini kavra-
mış bir yazarın eseri olarak karşımıza çıkar.
Evliya Çelebi’yi bu yüzden bir “şehir tarihçisi”
olarak da görebiliriz. Eseri de işte bu yüzden sun-
duğu bu çok zengin malzeme ile bir çok bilimsel,
edebi, tarihi, folklorik araştırmaya kaynak olabi-
lecek bir özellik taşır.
Eserin Coğrafyası
Evliya Çelebi, eserinin son cildinde “İhtimam-ı
Seyahatnâme-i Küstahane” başlığı altında anla-
tımındaki çeşitliliğe de vurgu yaparak şöyle der:
“Mısır’da derviş hırkaları gibi renk renk olan peri-
şan evrakımız burada tamam oldu.” Ardından da
şunu ekler. “Seyahat edeli elli bir sene olmuş idi.”
Evliya Çelebi, işte bu yarım asırlık süre içinde
yine kendi ifadesiyle “yedi iklim, dört bucak”ı ge-
zer.Onun gezdiği coğrafya, kıta olarak Asya, Af-
rika ve Avrupa’yı kapsar. Bu üç kıtada neredeyse
görmediği hiçbir yer kalmaz.
Doğup büyüdüğü İstanbul’dan başlayarak-
ki o zaman 19 yaşındadır-Bursa ve İzmit’le de-
vam eden yolculuğu Doğudan Erzurum’a Batı-
dan Edirne’ye, Kuzeyden Trabzon’a güneyden
Antalya’ya kadar uzanır. Öyle ki bugün Anado-
lu coğrafyasında herhangi bir şehirde yaşayanlar,
yaşadıkları şehrin dün’ü hakkında malumat ver-
mek istediklerinde söze mutlaka Evliya Çelebi ile
başlarlar.
Asıl mekân Anadolu gibidir ama Çelebi’nin
yolculukları bu coğrafyayı çoktan aşmıştır. Kaf-
kaslar, Ortadoğu, Mısır, Sudan, Habeşistan, Bal-
kanlar, Almanya, Avusturya ve Macaristan’a ka-
dar uzanan çok geniş bir coğrafya, onun kalemiyle
tarihe mal olmuştur.
Sözün Sonu
Evliya Çelebi, eserinin biraz önce aktardığımız
bölümünde kitabının tamam olduğunu söylüyor-
du. O bölümün sonunda ise anlatılanların bitme-
yeceğini ifade eden şöyle bir dörtlük yer almakta-
dır:
Bihamdillah ki bu evrak-ı defter
Tamam yazılıp kalmadı ebter
Nihayet yoğ iken böyle bir kelama
İrişti hatm ile ahir tamam
Biz de diyoruz ki, Evliya Çelebi ve eseri bahsin-
de söz bitmez. En iyisi, kadri bilinmemiş bu eserle
tanışalım. Sayfaları arasında dolaşarak o gezi he-
yecanını biz de yaşayalım. Ama daha önemlisi, bu
eser sayesinde bir medeniyetin ne manaya geldi-
ğini daha iyi idrak edelim.
Biliyoruz ki, altı asırlık Osmanlı tarihi, bize ne-
redeyse sadece savaşlardan ibaret bir tarih olarak
öğretildi. Seyahatnâme’yi okuyalım ki hadisenin
bundan ibaret olmadığını görelim. Tabi bu arada
bize bu imkânı verecek olan eserin müellifine bir
fatiha göndermeyi da unutmayalım.
“Tür olarak
Seyahatnâme’yi bir
tarih, bir coğrafya,
bir dil, bir folklor,
bir biyografi….bir
ansiklopodik eser
olarak görmek
gerekir. Tarih kitabı,
şehir monografisi,
biyografi, tezkire,
menakıpname,
letaifname, vb.
özellikleriyle
Seyahatnâme’nin
asıl zenginliği bu
yanındadır.”
79Mayıs 201178
“İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah”
Ziyâ Paşa
EdebiyatVedat Ali TOK
SADÂKATİNSANA
YARAŞIR
Kâinatın gözbebeği sayılmanın şu-
urundaki insan yüce bir varlıktır.
Ona ancak doğruluk yakışır. “Ey
iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve
doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzelt-
sin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Ra-
sulüne itaat ederse, muhakkak büyük birbaşarı-
ya ulaşmıştır.” (Ahzab suresinin 70 ve 71. ayetleri)
buyrulmaktadır. Sahabeden bir zat bir gün Peygam-
berimize gelerek: ‘Ya Rasulellah! Bana Müslümanlı-
ğı öyle tarif et ki, onu artık bir başkasına sorma ih-
tiyacını duymayayım.’ dedi. Peygamberimiz, ona:
‘Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.’ buyur-
du.” Sadece başkalarına yaranmak, onların takdiri-
ni kazanmak için yapılan işlerin sonunda çoğu insan
sükûtı hayale uğramıştır. Beklemediği bir sonuçla
karşılaşan insanın, yaptığı iyilikten nedamet duydu-
ğu bile olur. Olumsuz sonuçlarla karşılaşan insan-
ların diline pelesenk ettiği bazı sözler vardır: Doğ-
ru söyleyeni, dokuz köyden kovarlar. Merhametten
maraz doğar. İyilik et ki kötülük bulasın. Ben sana
hangi iyiliği ettim ki sen bana kötülük ettin?... Beş
parmağın beşi de bir değildir. Bazan yapılan iyilik-
lerin, güzelliklerin beklenen bir şekilde sonuçlan-
mayacağı göz ardı edilmemeli. Çünkü kimi insanlar
için “çiğ süt emmiş” tabiri kullanılır. Bu, insandan
her şey beklenebilir anlamındadır. Dost bilinen düş-
man, düşman bilinen dost çıkabilir. Hiç kimseye ön-
yargıyla yaklaşmamak, mesafeli olmak en iyisi...
Onlarla ilişki kurarken de tedbirli ve
mutedil olmalı. Her işte olduğu
gibi insanlar arasındaki
ilişkide de rehber söz ve davra-
nışlarıyla insanlara örnek olan Hz. Muhammed
(s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Sevdiğini öl-
çülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine
de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” Hatta
bize düşman olanlara karşı bile ölçülü davranmamız
Kur’anı Kerim’de emrediliyor: “Olur ki Allah sizinle
düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk mey-
dana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Mümtehine,
7) Bunun en açık delili de önceleri Peygamber Efen-
dimize düşman olan Mekke ve çevresindeki müşrik-
lerin daha sonra İslam’a girmeleri ve Allah yolunda
cihat etmeleridir. Uhud’da Peygamber Efendimizin
yanaklarına batan miğferi dişinin kırılmasına sebep
olmuştu.
Düşmanlarının kendisini öldürmek istediği bu
halde bile şöyle dua etmişti: “Allah’ım! Kavmimi
bağışla, çünkü onlar beni bilmiyorlar.” İyilik yap
denize at, balık bilmezse Hâlık bilir; diye bir atasö-
zümüz vardır. Bu sözün anlamı bir iyilik yapıyor-
san onu insanlar bilsin diye değil; Allah’ın rızası
böyle olduğu için anlamındadır. Yani iyilik yapanın
mükâfatını verecek olan bizzat Yaratıcının kendisi-
dir.
O halde bir işi yaparken insan-
ların teşekkürünü bekle-
mek ya da onların takdirini kazanma amacı yerine,
Allah böyle istediği için yapıyorum demek ve yap-
mak en güzelidir. İyiliğe iyilik her kişinin, kötülü-
ğe iyilik er kişinin kârıdır, denir dilimizde. Yani biri
size iyilik yaptı ise sizin ona kötülükle karşılık ver-
meniz doğru değil; fakat kötülük yapana da iyilikle
karşılık verebiliyorsanız kâmil insan olma mertebe-
sine erdiniz demektir. Zira kâmil insan sadece iyilik
yapana değil, kendine belki kötülüğü, zararı doku-
nana da iyilikle mukabele eden kimsedir. İnsan için
kemâl mertebesi önemlidir.
İnsanı kâmil başkalarından gelen fenalığı iyilikle
izale etmesini bilendir. İncinsen de incitme, felsefe-
siyle hareket eder onlar. “Ben gelmedim dâvî için /
Benim işim sevi için (Ben kavga için gelmedim, be-
nim işim sevgidir.)” diyen Yunus Emre böyle yüce
bir gönle sahiptir. Çünkü bu meşrepteki insanlar,
gönlü Allah’ın mekânı bildikleri için gönül kırmak-
tan çekinirler. Bu yüzden de “Dövene elsiz gerek /
Sövene dilsiz gerek” diyerek hem kendi nefislerine
hem de başkalarına nasihat ederler.
81Mayıs 201180
Anadolu Yarımadası’nın güney-
batı, Ege Bölgesi’nin güneydo-
ğusunda yer alan Denizli, Ege
Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi arasında bir geçit yeri
durumundadır.
Gelmiş geçmiş kavimlerin derin uygarlık izle-
ri bıraktığı Denizli toprakları Anadolu’ya yerleşen
en eski kavimlerin zamanlarında da medeniyetin
önemli merkezlerinden olmuştur.
Denizli bölgesi, yumuşak iklimi, her türlü ekime
elverişli zengin topraklarıyla meşhur olup gezgin-
ler bu kenti çeşitli ve bol meyve yetiştirilen bahçe-
ler arasında yayılmış, suları bol, evleriyle pek şi-
rin bir belde olarak anlatırlar. Bazıları da buraya
Anadolu’nun Şam’ı derler.
1071’de Sultan Alparslan’ın Malazgirt Zaferin-
den sonra Anadolu’da İslâmiyet’in yayılmasında
Horasan Alperenleri ile derviş gaziler büyük rol
oynamışlardır. Denizli yöresinde de özellikle Ab-
dil Dede, Avdan Baba, Deynekli Baba, Şaban Dede,
Uzunca Hayreddin gibi Allah dostu insanlar bölge
insanının İslâmiyet’le tanışıp gerçek aydınlığa ka-
vuşmalarına vesile olmuşlar hatta kimileri de bu
topraklarda bu uğurda şehit düşmüşlerdir.
Ahî Sinan
Ahi Sinan’ın doğum ve ölüm tarihleri belli ol-
mamakla birlikte on dördüncü yüzyılda yaşadığı
bilinmektedir.
Küçük yaştan itibaren iyi bir tahsil ve terbi-
ye gördü. Ahi Sinan, Anadolu’da Ahilik adlı es-
naf teşkilatının kurucusu, cömertlik ve misafir-
perverliğin timsali, âlim ve veli bir zât olan Ahi
Evran’ı, Denizli’yi ziyareti sırasında tanımış ve
ona talebe olmuştur.
Ahiliğin Denizli’deki kurucusu olan Ahi Sinan
mert, özü ve sözü doğru bir kimse idi. Helal rızkı-
nın temini için dericilikle uğraşırdı.
İnsanların imanlarının olgunlaştırılmasını,
iş ahlâkının, verimliliğinin ve kalitesinin yüksel-
mesini hedef alan Ahilik teşkilatı Denizli’de iyi
ahlâklı, çalışkan ve mert insanların yetişmesinde
çok büyük rol oynadı.
Ahi Sinan, Kaleiçi’nin batısındaki Büyük Me-
zarlığa doğru uzanan arazide kurulu kendi adı ile
bilinen tekkesinde hizmet vermiştir. Çağdaşı Ahi
Duman ile birlikte Denizli esnaf ve tüccarlarını
gönül örslerinde dövmüşlerdir.
Hacı Osman Nuri Kepenekoğlu
Osman Nuri Efendi miladi 1903 senesinde
Denizli’de dünyaya geldi. Babası Denizli eşra-
fından Kepenekoğullarından Mehmet Efendidir.
İbtidai, Rüştiye ve İdadi öğrenimini bitirdikten
sonra askerliğine kadar bir taraftan baba mesle-
ği olan dericilik ve ticaretle meşgul olurken bir ta-
raftan da dinî bilgisini geliştirmek için dersler al-
mıştır.
Örnek Hayat Yusuf HALICI
Osman Nuri Efen-
di uzun yıllar Muham-
med Hafid Arvasi Hazret-
lerine hizmet etmiş zamanla
her işte onun en yakın yardımcı-
sı olmuştur.
Hafid Arvasî Hazretleri vefatından önce
Osman Nuri Efendiyi irşatla görevlendirip her
türlü yetki ve tasarrufatını ona tevdi etmiştir.
Mürşidinin kızıyla da evlenip onunla akraba-
lık şerefine kavuşan Osman Nuri Efendi fasılasız
olarak ömrünün sonuna kadar gerek dükkânında
ve gerekse evinde sohbetlere devam etmiş gece,
gündüz demeden, usanmadan, yorulmadan in-
sanların Hakk yola ulaşması için uğraş vermiştir.
1981 yılında istirahat için gittiği Bursa’da
Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Denizli’ye ge-
tirilen mübarek naşı Asri mezarlıktaki türbesine
tevdi edilmiştir.
Ahmet Hulusi Efendi
Kurtuluş Savaşımızın en dikkat çeken kahra-
manlarından olan Denizli Müftüsü
Ahmet Hulusi Efendi ‘Millî Müca-
delenin ilk bayraktarı’, medfun bu-
lunduğu kabrinde de yazdığı gibi
‘Millî Mücadelenin ilk alemdarı’
olan bir Türk din adamıdır.
1861’de Denizli’de doğdu. Babası
Denizli Müftüsü iken vefat eden Os-
man Nuri Efendidir. Ahmet Hulu-
si Efendi Denizli’de Tekelizade Be-
kir Efendi’den aldığı ilköğretimden sonra eğitim
ve öğrenimini babası Osman Nuri Efendi’nin Ka-
yalık Mahallesi’nde bulunan medresesinde de-
vam etti. Bu medresede, babasından, Ağabeyi
Müftü Tahir Efendi’den ve Abdullah Efendi’den
başta Arapça, fıkıh, hadis, sarf-nahiv olmak üze-
re çeşitli derslerden öğrenimini tamamlayarak
1891’de icazetname-
sini aldı. Mezuniyetini
müteakip, babasının med-
resesinde hocalığa başlayan
Ahmet Hulusi Efendi, Edirne’den
“İbtiday-i Hariç Ruusunâme-i
Hümâyûn”, Bursa’dan da “İbtiday-i
Dâhil Ruusunâme-i Hümâyûn” unvanla-
rını alarak, Sahn Müderrisliği’ne kadar yük-
seldi.
1885 tarihinde babası Denizli Müftüsü Os-
man Nuri Efendi’nin fahri müftü yardımcılığıyla
ilk memuriyet hayatına başlayan Ahmet Hulusi
Efendi, ağabeyi Mehmet Tahir Efendinin ölümü
üzerine de 1918’de Denizli Müftülüğü’ne tayin
edildi.
Ahmet Hulusi Efendi İzmir’in Yunanlılar ta-
rafından işgal edilmesiyle ilk protesto mitingini
tertipledi. Müftülük dairesine yakın bir camide
bulunan Sancak-ı Şerifi alarak şehrin ileri gelen
şeyh ve imamları ile caminin etrafında bekleyen
kalabalığın önüne geçerek birlikte belediye mey-
danına doğru yürüdüler.
Meydanı dolduran halka hita-
ben umut dolu bir konuşma yaptı.
Denizli’de başlattığı bu mücadelesi-
ni çevre il ve ilçelerdeki müftü, vaiz
ve müderrislerle haberleşip oluştur-
duğu silahlı çetelerle devam etti.
setle Ankara’da, düzenli askerî
birliklerin kurulması için zaman ka-
zandırdı.
Ahmet Hulusi Efendi Kurtuluş Savaşının ka-
zanılmasından sonra gelişen siyasî olaylara ka-
rışmamış ve geri kalan ömrünü ibadetle, dinî
ilimler ve irşad hizmetleriyle geçirdi. 1931’de
arkasında daima örnek olacak hayırlı hizmet-
ler bırakarak 70 yaşının içinde fani hayata
veda etti.
EVLİYALARIDENİZLİ
83Mayıs 201182
HikâyeRaziye SAĞLAM
Şadi isteksizce kalktı yataktan. Ailesiyle
aynı şehirde fakat ayrı evlerde yaşıyor-
lardı. Bu gün Sevda ile buluşup evlilik iş-
lemleri için başvuracaklardı. Allah da biliyordu
ya hiç istemiyordu evlenmeyi ve yazık ki babası-
na karşı koyamıyordu. Her zaman yaptığı gibi ya-
taktan kalkınca önce odanın pencerelerini açtı ve
bahçeye bakan pencerenin önüne geçip derin ne-
fes alarak üç kez gerinme hareketi yaptı. Mutfağa
geçip önce çayı koydu ve sonra da kendine porta-
kal suyu sıktı. Sabahları babası kahvaltı etmeden
çıkmazdı. Akşam bu yüzden ona gelirken bir po-
şet dolusu da kahvaltılık almıştı.
Bu güne kadar yaşadığı vurdumduymaz ta-
vırları ve hiçbir sorumluluk almaması babasını
çok kızdırıyor ve “Evlenip çoluk çocuğa karışırsa
düzelir.” diye umut ediyordu. İşe bile babasının
zoruyla girmişti. İş sahibi aile dostlarıydı ve ba-
basının aldığı malumata göre fırsat buldukça kay-
tarıyordu. Şimdi onun münasip gördüğü bir kızla
hem de iyi tanımadan evlenmek zorundaydı.
Daha önce birkaç kez babasını ekmişti, ama
bugün kaçarı yoktu. Zira babası akşamdan gelip
onda yatmıştı.
Kahvaltı ederken babası
- Oyalanmadan hemen çıkalım. Sevda ile onda
iskelede buluşacağız. Vapur kaçta kalkıyor biliyor
musun?
- Baba vapura ne gerek var arabayla gideriz.
HAYIRLI İŞ
- Niye canım bu trafikte arabayı alıyon. Bu iske-
leden karşı iskeleye gidecez. Oradan nikâh dairesi
beş dakika zaten.
Şadi, ısrarın faydasız olduğunu bildiği için sus-
tu. Çıkarken babası dik dik:
- Kimliğini ve sağlık raporunu unutursan iş-
lemler başlamaz. Onları sağlam bir yere koy.
- Cüzdanımın içine koydum baba. Biliyorsun
bugüne kadar hiç cüzdan çaldırmadım.
- Sen yine de dikkat et. Ne olur ne olmaz.
İskele meydanı birkaç gün öncesine göre çok
kalabalıktı. Bunda kış ortasında havanın günlük
güneşlik olmasının payı çoktu. Vapurların, kalkar-
ken çaldıkları kalın düdüklerine martı çığlıkları
karışıyordu. Telaşla vapura yetişmeye çalışan in-
sanlar belirli aralıklarla yer almış çok sayıda sey-
yar satıcıya çarpmamak için, bazen etraflarını do-
laşmak zorunda kalıyordu. Bu da yollarını uzattığı
için sinirle yüzlerini buruşturuyorlardı.
Şadi ile babası kalkmakta olan bir vapura son
anda atladılar. Babasının isteği üzerine dışarıda
bir yere oturdular. Vapurun uç tarafında bir ço-
cuk elindeki ekmeği küçük parçalar hâlinde kopa-
rıp martılara atıyordu. Karnını doyurma telaşında
olan kuşlar, daha fazla ekmek kapmak için, birbir-
leriyle yarışıyordu. Onlar ekmeği kaptıkça, çocuk
dişleri dökülmüş üst damağını göstererek kahka-
ha atıyordu. Çocuğun bu sevincine rağmen nine-
si söyleniyordu.
- Oğlum bu bedavacı kuşları sen mi doyuracan.
Haydi dizlerim dondu. Azıcık içeri girelim.
Çocuk bir kuşlara baktı, sonra ninesine, bir an
düşündü ve sonra omuzlarını silkti ekmek atma-
ya devam etti.
Vapurun içi de dışı gibi doluydu. Dışarıdakiler
içerdekileri sade içeride oturdukları için kınaya-
rak, kendilerini güneşin ışınlarına bırakmışlardı.
Birden ani bir gürültü oldu. Bir anda yükse-
len dalgalar dışarıda oturanların üzerinden geçe-
rek camlara çarptı. Dışarıdakiler boydan boya ıs-
lanmanın şokunu yaşarken, içeridekilerin dikkati
kısa bir süre onlara yöneldi. Şadi’nin de pantolonu
dizinin üstüne kadar ıslanmıştı.
- Şimdi ne olacak baba. Bu halde nasıl gide-
cem?
- Ne varmış yani biraz ıslandıysan. Hava güneş-
li. Birazdan kurur.
Şadi sustu. Ne yapsa kurtulamayacağını bili-
yordu. İçeride ise kimileri dudaklarında alaycı bir
gülümsemeyle ve “Erken gelen bahara aldanan
kuş ayazda kalır.” anlamında mırıldandılar. Kısa
bir süre sonra dışarıdakileri unutup eski hâline
döndü.
Biraz sonra
içeri giren di-
lenci bir kadın,
nerdeyse ağla-
85Mayıs 201184
GELDİM
“Var!” denildi, ayak sürdük toprağaHakk’ın divanına durmaya geldimMuhabbeti, su yürütür yaprağaO Kutlu Nebi’ye ermeye geldim Tebessümler sahte, bakış riyakârKimine zayiat, kimisine kârGün gelir her varlık sonsuza akarYunus’un yoluna girmeye geldim Derindedir madenleri derindePişer mi hiç ham gönüller serinde?Gündüz Güneş, gece Ay’ın yerindeMevlana izini sürmeye geldim Daveti var, insanlığın özüneSen kalbini yokla, ulaş gözüne“İncinsen de, inciltme” hak sözüneHacı Bektaş Veli görmeye geldim Sorular; göbekten bağlı maddeyeSabrımız dönüştü, sanki haddeyeTahribata, tamir için hediyeAsrın fanisini sormaya geldim
Toprağın türküsü, canın kafesiHer gönüle ulaşmıştır, gür sesiBirbirinden farklı rengi, nefesiAşık Veysel ile karmaya geldim Yığınla gam taşır, yanık bağrındaToplumsal mesajı; sitem, kahrındaKurtuluş var, o mukaddes çağrındaÂşık Ruhsati’yle varmaya geldim Aşure gibiyiz, aynı kazandaNiyetler tartılır, büyük mizandaGüller açtı ne hikmetse hazandaÂşık Seyrani’yle dermeye geldim Yürüdük yorulduk, geldik düzlüğeHer şey yakîn, ihtiyaç yok gözlüğeKelime ekleyin, çağdaş sözlüğeŞerrin defterini dürmeye geldim Ali Rıza MALKOÇ
yacak bir ses tonuyla çocuğunun hasta doğduğu-
nu ve tedavisini yaptıracak durumda olmadıkla-
rını anlatırken bir taraftan da çocuğun belini açtı.
Çocuğun belinde iki tane derin çukur vardı. Boş
bulunup bakanlar yüzlerini buruşturup hemen
bakışlarını kaçırdılar. Dilenci manzaranın insan-
lar üzerindeki etkisinden memnun, aynı ses to-
nuyla konuşup insanlar arsında dolaşmaya devam
etti, ama para verme konusunda aynı ilgiyle karşı-
laşmayınca söylenerek arkasını dönüp çıktı. Biraz
sonra rüzgâr çıkınca önce Şadi ile babası, ardın-
dan ninenin ısrarları üzerine çocukla ninesi içe-
ri girdiler.
Önlerde bir yere otururken Şadi, arka cebinde
her zaman hissettiği cüzdanının orada olmadığı-
nı fark etti. Birden sevinsin mi üzülsün mü karar
veremeyerek babasına baktı. Babası “N’oldu?” der
gibi yüzüne bakınca
- Cüzdanım yok. Yerinde değil.
- Nasıl yok.
Şadi babasının gözlerindeki inanmaz ifadeyi
görünce çaresiz son sesiyle “Hırsız var! Cüzdanı-
mı çalmışlar!” diye bağırmaya başladı.
Onu duyan herkes çantasını ve ceplerini kont-
rol etmeye başladı. Yanlarında çocuk olanlar elle-
riyle sıkıca ellerini tuttu. O sırada biraz arkalar-
dan bir ses daha duyuldu.
- Benim de yok. Benimkini de yürütmüşler.
- Görevli geldi
- Kimse yerinden kımıldamasın. Herkesi ara-
yacağız. Dedi ve cüzdanı çalınan iki kişi dışında
bütün yolcular tek tek arandı. Kimsede çıkmayın-
ca görevli
- Çalan kimse korkuyla bir yere atmış olmalı.
Siz karakola gidip şikâyetinizi yapın. Bulununca
sizi ararlar.
O sırada vapur iskeleye yanaşmıştı. Önce cüz-
danı çalınan diğer adam indi ve yakınlardaki bir
caminin tuvaletine gidip cebinden Şadi’nin cüzda-
nını çıkardı. Kredi kartlarını ve nakit üç bin lira-
yı cebine koydu. “Ben insaflı bir hırsızım.” diyerek
kimlik ve sağlık raporunu tekrar cüzdana yerleş-
tirdi. Sonra cebinden küçük bir peruk çıkarıp tak-
tı. Tuvalet parasını öderken cüzdanı uzatıp:
- Bunu yerde buldum. Biri düşürmüş olmalı.
Sen bi zahmet polise veriver.
Caminin bahçesinden çıkarken “Kısa günün
kârı. Yarın da şehirlerarası denerim.” diye güldü
kendi kendine.
Şadi ise vapurdan inerken, cüzdanının çalın-
masına rağmen üzerinden büyük bir yük kalkmış
gibi hissediyordu. Hep birlikte caminin karşısın-
daki karakola girerken Sevda’ya dönüp
- Her şeyde bir hayır var. Ben en kısa zaman-
da tekrar bir kimlik çıkarınca başvururuz. Acele-
ye mahal yok. Babası “Aceleye mahal yok.” sözü-
nü duyunca “Ben bilirim senin en kısa zamanını.”
diyerek dirseğiyle böğrüne olanca gücüyle vurdu.
Şadi acı ile kıvranırken gülümsemeye çalıştı ve
Sevda’ya
- Hayırlı işlerde beklemek olmaz. Yarın hepsini
hallederiz inşallah, dedi.
“Önlerde bir yere otururken
Şadi, arka cebinde her zaman
hissettiği cüzdanının orada
olmadığını fark etti. Birden
sevinsin mi üzülsün mü karar
veremeyerek babasına baktı.
Babası “N’oldu?” der gibi yüzüne
bakınca”
87Mayıs 201186
SağlıkAkın DİNDAR Basit ama etkili önlemlerle öm-
rünüze ömür katmak eliniz-
de... İstanbul Eğitim ve Araştır-
ma Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Nafiz
Karagözoğlu’nun tüm vücudumuzu koruyan öne-
rilerinden bazıları şöyledir:
Haftada 1100 Kalori Yakın: Duke Üniver-
sitesi’ndeki bilim insanları, haftada 1100 kalori
yakacak kadar egzersiz yaparak, damar tıkanma-
sına ve hipertansiyona yol açan karın bölgesinde-
ki yağ birikmesine engel olunabileceğini belirti-
yor.
Yılda Bir Diyabet Tahlili: Tip 2 diyabet,
damar duvarının esnekliğini bozuyor, kanda pıh-
tılaşmayı artırıyor ve damar iç yüzeyindeki hücre
hasarını kolaylaştırıyor.
Amerikan Diyabet Derneği, kalp sağlığı için
açlık kan şekerinin 100 mg/dl’nin altında olma-
sına dikkat çekiyor. Şikâyeti olmasa bile 20 yaşın
üzerindekilerin yılda bir diyabet testi yaptırması-
nı öneriyorlar.
250 Gram Magnezyum: Fransız bilim
adamları, kanlarında yüksek düzeyde magnez-
yum bulunan erkeklerin, düşük olanlara kıyasla
herhangi bir sebepten ölme risklerinin yüzde 40
daha düşük olduğu bilgisini verdiler. Bu nedenle
günlük öğününüze 250 miligramlık bir magnez-
yum hapı eklemenizde fayda var.
Günde 2-3 Litre Su İçin: Su, hücrelerin ve
organların yaşaması için şart. Dolayısıyla her gün
bol bol su içmeyi asla ihmal etmeyin. Eğer 60-70
kilo arasındaysanız günlük içmeniz gereken su
miktarı 2 litredir. 90 kiloysanız bu rakam 3 lit-
reye çıkar.
Onbeş Dakika Gülme Molası: 15 dakika-
lık komik bir video izleyerek, kalbinize giden kan
akışını yüzde 50 artırabilir, damar hastalıklarına
yakalanma riskinizi azaltabilirsiniz.
15 Dakika Güneşlenin: Güneş iki ucu kes-
kin kılıç gibidir. Fazlası cilt kanserine neden ola-
biliyor, diğer taraftan da vücudumuza gerekli
olan D vitaminin oluşmasında anahtar rol üstle-
niyor. Bu nedenle her gün düzenli olarak 10-15
dakika güneşten faydalanın. Ayrıca sabah güne-
şe çıkmanız, gece rahat uyumanıza da yardımcı
oluyor.
Belde Sınır 88 Santimetre: Bel çevreniz
kadınsanız 88, erkekseniz 98 santimi geçmesin.
Çünkü bu tip yağlanma, metabolizmada ciddi de-
ğişikliklere neden oluyor. Kalp damar hastalığı,
hipertansiyon, kolesterol ve diyabet riski kayda
değer derecede artıyor.
Kırk Yaşından Sonra Check-Up: Efor tes-
ti, check-up’da başvurulan yöntemlerden biri.
Test, ritim ve ileti bozukluklarını araştırmak
amacıyla yapılıyor. Bu, sayede kalp ve dolaşım
sistemi hastalıkları da ciddi boyutlara ulaşmadan
tedavi edilebiliyor.
Düzenli Kalsiyum Alın: Her gün yeter-
li miktarda kalsiyum almaya özen gösterin. Gün
boyunca iki su bardağı süt ve iki kibrit kutusu ka-
dar peynir tüketmelisiniz. İleri yaşlardaysanız az
yağlı süt tercih edin.
Tuzu Azaltın: Tuzun fazlası sadece ödem
yapmakla kalmayıp çok ciddi sağlık sorunlarına
da yol açıyor. Uzmanlar tuzun yol açacağı zarar-
lardan korunmak için günlük tuz tüketiminin 6
gramı aşmamasını öneriyor.
Sakinleşin: Psiko-sosyal stres faktörleri;
yanlış beslenme, fiziksel aktivite, obezite, sigara,
alkol ve uyuşturucu madde, riskli davranışlar ve
yetersiz sağlık kontrolü... Bunlar sağlığı olumsuz
yönde etkileyen faktörlerdir. Stres kan basıncı-
nı yükselterek sakin insanlara göre kalp hastalık-
larına yakalanma oranını 3 kat artmasına neden
olur. Orta yaşta ise bu oran 6 kata çıkarak yaşam
süresini kısaltıyor.
KALİTELİ ÖMÜRİÇİN YAPILACAKLAR
Mayıs 201188 89
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
KekikAçık pembe renkte çiçekler açan
bitkinin yemeklere ve özellikle etle-
re farklı bir lezzet ve koku vermekte
kullanılan bir baharatıdır.
Faydaları
Vücudu kuvvetlendirir. İştah
açar. Sindirime faydalıdır. Haz-
mı kolaylaştırır, idrar ve gaz söktü-
rür. Böbreklerdeki ve bağırsaklar-
daki mikropları öldürür. Derideki
yaralara ve böcek ısırıklarına sürü-
lürse yararlı olur. Bağırsak kurtla-
rını düşürmeye ve bağırsak iltihap-
larının iyileşmesine yardımcı olur.
Astım, bronşit, grip, nezle ve ök-
sürük gibi solunum yolu hastalıkla-
rına iyi gelir. Balgamı giderir. Kekik
ve vücuttaki diğer yağların parça-
lanmasını sağlar. Kan dolaşımını
düzenler ve kan şekerini düşürür.
Kalp çarpıntılarını keser. Stres ve
uykusuzluğa iyi gelir.
Nasıl Kullanılır?
Kekik toz halinde, yağı çıkarıla-
rak ve çayı yapılarak kullanılabilir.
Kekik çayı vücuttaki zararlı madde-
leri vücuttan uzaklaştırmaya yar-
dımcı olur. Kekik çayı gevşemiş cil-
de sürülürse yararlı olur. Kekiği
kaynatıp buharı ile buğu banyosu
yapılırsa derideki gözenekleri açar.
Toz kekik ile dişler fırçalanırsa diş
etlerini kuvvetlendirir. Banyo suyu-
na kekik katılırsa romatizma ağrı-
iyi gelir. Kekik, kimyon ve sirke ile
kaynatılıp gargara yapılırsa diş ağ-
rılarını kesmekte oldukça etkilidir.
Şifalı Bitkiler
Kuymak (Mıhlama)
Malzemesi
1,5 çay bardağı sıcak su
1 çay bardağı mısır unu
3 çorba kaşığı tereyağı
100 gr Trabzon peyniri (Dil peyniri veya tel peynir de olur)
Hazırlanışı:Tereyağını bir tavanın içerisine alıp eritiyoruz. Üzerine mısır ununu ilave edip, mısır unu pembeleşinceye kadar kavuruyoruz.1,5 çay bardağı sıcak suyu ilave edip, ocağın altını kısıyo-ruz. Tel tel ayırdığımız peyniri yavaş ve serpiştirerek ilave edip, tahta kaşığın arkası ile bastırarak karışmasını sağlı-yoruz.Peynirler kuymağın içerisinde eriyip sününce ve tereyağı göz göz olup kendini gösterince ocaktan alıyoruz. Sıcak olarak servis yapıyoruz.Afiyet olsun.*Peynir ve tereyağı tuzlu ise tuz ilave etmeyin.*Kuymak soğuk olarak yenmez, soğuduktan sonra tekrar ısıtılarak da yenmez.*Tarifler ve usuller yörelere özgü değişim gösterebilir.
Mayıs 201190 91
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Gerçek Kalp
Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
Tasavvufî Görüşleri
116
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 0
Fiyatı: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli
70 TL
2011 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Mayıs 201192