Başyazı Sebahaddin ATEŞ
İlmİn Beşİğİ Sİİrt
Each part and region of our country, the cradle of civilizations, is full of cultural richness and historical features.
One of those places is Siirt, which is popular with its wisdom, madrassas, council of wisdom and spiritual people.
During the Islam Civilization, with its one thousand and five hundred year- history, Siirt has always had an important
role and peaked in art and knowledge.
In siirt and around, which chose Islam as the religion in the era of Omar (ra), the works of religion are generally
more on the forefront and this makes the religious tourism more preferable. Moreover, the tomb of Veysel Karani,
who had the praise of Muhammad the Prophet (pbuh), and the tomb of Abdurrahman bin Avf, who was one of the
Sahabis that was heralded with heaven, are in Siirt.
The places mostly preferred for religious tourism are the city centre and the districts Baykan and Aydınlar (Tillo),
where the tomb of Hadrad Ismail Fakirullah, the teacher of Hadrad Ibrahim Hakkı from Erzurum, is.
SIIRT, THE CRADLE OF WISDOM
Medeniyetler beşiği ülkemizin her yeri, her yöresi kültürel zenginliklerle, tarihî özelliklerle doludur.
İlmiyle, medreseleriyle, irfan meclisleriyle, yetiştirmiş olduğu manevi şahsiyetlerle tanına illerimizden
birisi de Siirt’dir. İslâm Medeniyetinin bin beş yüz yıla yaklaşan tarihi içinde Siirt tarih sahnesinde hep
var olagelmiş; ilimde, sanatta zirveye ulaşmıştır.
Hz. Ömer (r.a) zamanında İslâmiyet’i benimseyen Siirt ve yöresinde dinî ağırlıklı eserler daha
ön plandadır. Bu da Siirt’teki turizm olgusu içinde inanç turizmini belirgin şekilde tercih sebebi
yapmaktadır. Hz. Muhammed (s.a.v) ‘in övgüsüne mazhar olan tabiin büyüklerinden Hz. Veysel
Karânî’nin kabirleri ve cennetle müjdelenen sahabeden biri olan Abdurrahman Bin Avf Hazretlerinin
makamı da bu yörede bulunmaktadır.
Veysel Karânî Hazretleri, bilindiği gibi ihtiyar anasından Peygamber Efendimizi ziyaret etmek için
kısa bir süreliğine izin alır. Efendimiz (s.a.v.)’in hane-i saadetlerine gittiğinde O’nu evde bulamaz. Bir
müddet gelmesini beklerse de anasının kendisine verdiği süre dolduğundan çok sevdiği ve görmeyi çok
istediği Efendimiz (s.a.v.)’i göremeden geriye anasının yanına döner. Yani bir bakıma sahabe olmayı
dakikalarla sayılabilecek bir sürede kaçırır. Ama bakın neleri yakalar:
Veysel Karânî’nin kendisini görmeye gelip de anasından aldığı izin bittiği için göremeden
geriye döndüğünü duyan Efendimiz, Veysel Karânî’ye mübarek bedeninin değdiği ve kokusunun
sinmiş olduğu hırkasını gönderir. Bütün sahabelerin sakalından bir tel almak için adeta yarıştığını
düşünürsek Efendimiz’in Veysel Karânî’ye gönderdiği hırkanın kıymeti daha iyi anlaşılmış olur. Veysel
Karânî, Yunus’un ifadesiyle “Hakk’ın Habibi’nin sevgili dostu” olmuştur. Mübarek kabirleri bugün
için ziyaretgâhtır. İnanç turizmindeki hareketlilik daha çok, il merkezi ile Hz. Veysel Karânî’nin
türbesinin bulunduğu Baykan İlçesinde ve dünyaca ünlü Marifetname’nin dışında dinî ilimlerin yanı
sıra matematikten astronomiye tüm pozitif bilimlerde 58 tane eser bırakan Erzurumlu İbrahim Hakkı
Hazretleriyle Hocası Hz. İsmail Fakirullah Hazretlerinin türbelerinin bulunduğu Aydınlar (Tillo)
ilçesinde yoğunlaşmaktadır. Bu eşsiz mekânlar, her yıl binlerce turist tarafından ziyaret edilmektedir.
Edipleriyle, şairleriyle ve gönül insanlarıyla mümbit bir toprağın bağrında binbir renkli çiçeklerin
yetiştiği Siirt İlimizi tanıtmakla aslında bizler de, kültürümüze hizmeti bir görev telakki ediyoruz.
Saygılarımızla…
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 132 Ekim 2011 Basım Tarihi: 01 Ekim 2011
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak VEYSEL KARÂNî TÜRBESİ / SİİRT
Foto: İmam USTA
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Bekir CANPOLAT
Reklam Ziya TOKSÖZLÜ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Bizim Repro Ofset ve Matbaacılık Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 185 dahiliyi arayınız.
38
62 72 84
VEYSEL KARÂNÎ YURDU: SİİRT - Meryem Aybike SİNAN (06)
BİR ALLAH DOSTUDUR VEYSEL KARÂNÎ - Enes PALA (09)
ÜMMET BİLİNCİ - Enbiya YILDIRIM (14)
VAHYE KARŞI SİHİR/BÜYÜ - Ali AKPINAR (18)
PEMBE VE KARA - Ahmet Mahir PEKŞEN (21)
EL-CELÎL - Ramazan ALTINTAŞ (26)
İNCİTME - Hanifi KARA (25)
AMR B. ÜMEYYE (R.A.) - Bünyamin ERUL (30)
KIRK YAPRAKLI GÜL - H. Hamidettin ATEŞ (31)
SEVDİĞİ İÇİN KÖLE OLMAK - Musa TEKTAŞ (32)
KAN ÇİÇEKLERİ - M. Nihat MALKOÇ (37)
NAMAZ İLÂHÎSİ - Bekir OĞUZBAŞARAN (41)
DİVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ’DE HZ. YÛSUF (A.S) - Resul KESENCELİ (42)
BE HEY GÖNÜL - Hızır İrfan ÖNDER (47)
KUR’AN’DA TAKVÂ - Mehmet DERE (48)
MABEDSİZ ŞEHİR RUHSUZ ŞEHİR - M. İlyas SUBAŞI (52)
ŞUARÂ MECLİSİ - Necati TOPÇU (56)
TERÂVİH NAMAZI HZ. ÖMER’İN SÜNNETİ Mİ? - Abdullah KAHRAMAN (58)
HASRET ATEŞİ - Vedat Ali TOK (66)
PANİK ATAK VE İNANÇ - Sefa SAYGILI (68)
GÜZELLER GÜZELİ - AŞIK FEYMANİ (71)
BARIŞLA BARIŞALIM, BARIŞ KOKSUN HER YERDE - Hanifi KARA (75)
HÜLLE OĞLUNUN TAŞI - Selim TUNÇBİLEK (76)
OKYANUSA AKIŞ - Mustafa AKGÜN (79)
SİİRT EVLİYALARI - Yusuf HALICI (80)
HİKMET ADASI - Mehmet SERTPOLAT (83)
MANTAR - Şifalı Bitkiler (86)
KÖFTELİ YOĞURT ÇORBASI - Mesude SARI (87)
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
LEYLÂ KİMİN MECNUNUDUR?
İSMAİL FAKİRULLAH (K.S.)
ÇOCUK YETİŞTİRİLMESİ İÇİN HANGİ SEVGİ
ARI SÜTÜ
BİR MÜRŞİD-İ KÂMİL VE SOMALİ
CEHALET BÜTÜN YANLIŞLARIN ANASIDIR
10İyi de gül kime âşıktır, ya mum? Mecnun Leylâ’ya âşık, ya Leylâ?... Bu sefer üzerinde duracağımız gazel bütün bu soruları sormakta ve bunlar üzerinde yeniden düşünülmesini istemektedir.
İsmail Fakirullah (k.s.)’ın türbesi de kendisinden özellikle söz edilmesi gereken bir yapıdır. İlk özelliği, buranın İbrahim Hakkı Hazretleri tarafından hocası için yaptırılmış olmasıdır.
Hiçbir anne baba çocuğunu sevmezlik etmez; ancak çocuklara gösterilen sevgide bir yetersizlik olabilir, eksiklik olur. Çocuğa gösterilen sevgi genelde eksi uçtadır.
Hücre yenileyici özelliğe sahip olan arı sütü, besleyici ve nemlendirici gücü sayesinde saç ve cilt bakımında da mucizevî etkiler yaratıyor.
Somali’de bağımsızlık mücâdelesi veren bu mürşid-i kâmilin adı Muhammed B. Abdullah Hasan’dır.
Peygamber Efendimize ilk emri olan “Oku” gündemimizden çıkmış ve buna bağlı olarak da; bilim, teknoloji, düşünüce de eksen kaymasına uğramıştır.
22Abdülmecit İSLAMOĞLU
Mustafa ÖZÇELİK M. Emin KARABACAK Akın DİNDAR
Kadir ÖZKÖSE Abdulkadir YUVALI
Ekim 20114 5
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Anâ Mecnûn denir ki ezber etmiş Dilinde her nefes evrâd-ı Leylâ
Gözü yârın cemâlin manzar etmiş Şuhûdu şâhidi irşâdı Leylâ
Açıp ders-i cünûnu etdi ta’lîm Kitâb-ı hüsnünü üstâdı Leylâ
Değişmez iki dünyâya muhakkak O kim Kays ola ede yâd-ı Leylâ
Muhabbet ana derler yâr ilinde Ola Mecnûn-dilin feryâdı Leylâ
Olursa her demin yârın gamıyla Eder bir gün visâli şâdı Leylâ
Hulûsî yâr olup gayrı unut kim Kala ortada ancak adı Leylâ
7Ekim 20116
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN
Siirt Ellerinde Veysel Karânî Diyor Yüreğim
Ha Yemen olmuş, ha Siirt ne fark eder diyor
aklım. Yürek yolculuğu nereye giderse oraya gi-
dersin sen de diyorum. Siirt bir evliyalar şehri,
gel diyor gönülden, çağırıyor. Her davete icabet
etmek lazım, uzak yakın demeden gitmek, ırak-
ları yakın eylemek lazım.
Siirt derin bir sıcaklıkla oturuyor evliyalar
postuna. Nice erenler gelip geçmiş bağrında.
Evliyalar denince Tillo geliyor aklımızın burcu-
na. Bin bir ışık huzmesi kalbimize yol buluyor.
İsmail Fakirullah, nezaketin, nezahetin, vefa-
nın ve şefkatin timsali gibi, bir güneş gibi, nur-
lu bir ışık gibi yol buluyor gönlümüzün çırpınan
kafesine.
Birbirini Yansıtan Gönüller
İbrahim Hakkı Hazretleri öğrencisine ver-
miş bütün gönlünü. Bir olmuş gönüller birbir-
lerini yansıtıyorlar. Tillo tepelerinde serin bir
meltemin kokusunda onların nefesi var sanki.
İbrahim Hakkı Hazretleri bir derin tefekkürün
kalesini inşa etmiş gibidir Tillo topraklarında.
Erenler toprağı her dem menekşeleniyor, ça-
ğırıyor cümle ervahı. Güneş bu topraklarda ku-
caklaşıyor âlimin kozmografya aletleriyle. Fen
kalple buluşuyor, ruh maddeyi eritiyor, Tillo
tek yürek oluyor.
Sonra Veysel Karânî yürekli erenler geliyor
aklıma. Veysel Karânî ve Siirt ne çok yakışmış-
lar birbirlerine. Zaman haksız, zaman sabırsız,
zaman inatçı, zaman vefasız alıp götürüyor bü-
tün anıları. Geriye Kehkeşanlara yürüyen evliya
soylu yüreklerin hüzünleri kalıyor.
Binlerce evliya nedendir bu şehre gönül ver-
diği, nedendir bu şehirde karar kıldığı, neden-
dir? Evliyalar yatağı bu şehir neden böyle ağır
misafirleri ağırlamaktadır acaba?
Abdurrahman Bin Avf Hazretleri de gelip bu
şehre katmıştır bedenini. Türbesi bu kutlu bel-
dededir. Cennetle müjdelenen bu kutlu zatın
türbesi duaların ritmine hasrettir belki de!
Siirt Biraz Bugündür Biraz Dündür
Siirt aklı başında biraz Eruh, biraz Kurtalan,
biraz Pervari, biraz Şirvan, biraz Baykan ve
Aydınlardır. Siirt Selçukludan bu yana bu top-
rakların nağmelerini bir gergef gibi işleyen ve
türlü nakışlarla gönül ilmeklerine bağlayan bir
kutlu şehirdir bilene.
Siirt’te Yazlıca Dağı en yüksekten bakmak-
tadır Dicle Platosuna. Şeyh Ömer Dağı bin tür-
lü çiçeğin uğrak yeridir, Bacavan Yaylasında za-
man akmaktadır ve insanoğlu geniş yaylakların
ve otlakların arasında hayalini aramaktadır.
Dicle Havzasında türlü türlü meyveler, sebzeler
sepetlere yol etmekte, elleri kınalı bacının elle-
rini avuçlamaktadır.
Botan suyu almış başını gidiyor gümrah çır-
pınışıyla. Garzan Çayı ne gelin kızları alıp git-
miştir çağlaya çağlaya, ağlaya ağlaya. Kezer ve
Başur çayları inleyerek Dicleye akmaktadır.
SİİrtVeysel KarÂnî Yurdu!Veysel KarÂnî Yurdu!
Sİİrt
“Siirt bir evliyalar şehri gel diyor gönülden, çağırıyor.
Her davete icabet etmek lazım, uzak yakın
demeden gitmek, ırakları yakın eylemek lazım.”
Aslan TEKTAŞ
Ekim 20118 9
Siirt Ulu Camii avlusunda şadırvandaki su se-
siyle kendinizden geçiyor, Selçuklu günlerine yeni
baştan sarıyorsunuz. Selçuklu Sultanı Müguzid-
din Mahmut Han, ordusuyla geliyor Siirt ufukla-
rına ve haykırıyor askerlerine ve doludizgin bir se-
fere çıkılıyor.
Siirt baştanbaşa tarih, baştanbaşa hatıra, baş-
tanbaşa bir hüzün şehridir. Güz yaprakları düş-
tüğünde şehrin kanatlarına, cadde ve sokaklarda
insanlar eski hatıralara yaslanmakta, Siirt üşü-
mekte, hatıralar ısınmaktadır yeni baştan.
Ayn Salip çeşmesi bir billur suyu şakır şakır
dökmektedir Siirtlinin avuçlarına. Selçuklu çeş-
mesi geçmişe sarılmış suyun sesiyle çok uzaklara
bir ara nağme göndermektedir.
Siirt bir parça şehirdir, bir parça efsane, bir
parça tarihtir.
Her dem kendini anlatmaktadır Siirt.
Her dem kendine gitmekte, her dem kendine
dönmekte, her dem ruhuna yaslanmaktadır.
Siirt Bir Gökkuşağı Gibi Yedi Renklidir
Siirt’te bulunduysanız ve acıktıysanız buyuru-
nuz bir Siirt mutfağına der gibidir bilinmez bir
ses. Bir anda kendinizi eski bir Selçuklu konağın-
da, bakır bir sofranın yanı başında bulursunuz.
Siirt köftesi, büryan, bumbar, yoğurtlu köfte, sa-
rımsaklı köfte, varak, aside, rayoşu meketip, im-
çerket, ekşili Siirt dolması gelip sofraya konar ve
el uzatmanızı bekler heyecanla.
Siirt gelip bir martı ürkekliğiyle kondu omuz-
larımıza artık. Siirt’i bilmek lazım, Siirt’i anlat-
mak, Siirt’i söylemek, Siirtlileri hatırlamak lazım.
Böyle dimdik, eğilmeyen, doğru, dürüst bir insan
kalitesi vardır ya o işte Siirtlidir.
Kalbini dağların eteğinde bırakmış, kolları-
nı ve duaya tutulan ellerini semaya yöneltmiş bir
şehrin altın anahtarıdır Tillo. Kaç şehir bu kadar
şanslıdır, kaç şehir böylesine ağır misafirleri kol-
larına alır, kaç şehir her dem mağfiret yağmurla-
rının sağanağı altındadır acaba?
İşte Tillo bu şehirlerden o nadide ve güzide şe-
hirlerden biridir.
Siirt bu kutlu beldelerden biridir.
Kaderini göre göre yazmış bir şehirdir Siirt.
Muhabbetle kalınız!
BİR ALLAH DOSTUDUR VEYSEL KARÂNÎ
Anne sevgisinin örnek timsaliBir Allah dostudur Veysel KarânîÇöllerde savrulan muhabbet yeliBir Allah dostudur Veysel Karânî
Peygamberi görmek için izinleMedine’ye gelen belirli günleBulamayıp dönen bin bir hüzünleBir Allah dostudur Veysel Karânî
Hadisle makamı yüce anılanHırka-i şerifle taltif olunanKaren’li bir çoban gibi bilinenBir Allah dostudur Veysel Karânî
Üveysiyyül meşrep pirlerin piriGönüllere sultan bir gönül eriSiirt Baykan’dadır nurlu makberiBir Allah dostudur Veysel Karânî
Enes PALA
11Ekim 201110
Hulûsi Kalb’denAbdülmecit İSLAMOĞLU*
Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi (k.s.)
eserlerinde Kur’ân âyetleri kadar,
kâinattaki âfâkî âyetlere de yer vermiş,
onlara da dikkat çekmiştir. Zira varlığın tama-
mında Yüce Allah’ın kudretinin tecellîleri ortaya
çıkmakta, her şey lisân-ı hâl ile O’nun kulu oldu-
ğunu haykırmaktadır.
Hulûsî Efendi, etrafında olup bitenlere ibret
nazarıyla bakmış ve görünenin ötesinde var olan
hakîkate ulaşmak istemiştir.
Baş gözüyle görülebilenler vardır, bir de on-
ların arkasında saklı olan... Bunu sorgulamak ve
herkesin gördüğünden fazlasını görebilmektir
önemli olan.
Bülbülün güle olan aşkı dillere destandır ya
da kelebeğin mumun ateşinde yanma arzusu.
Mecnun’un Leylâ’ya âşık olduğunu herkes bilir ya
da nehirlerin denize ulaşmak için çırpınıp durdu-
ğunu. İyi de gül kime âşıktır, ya mum? Mecnun
Leylâ’ya âşık, ya Leylâ?... Bu sefer üzerinde dura-
cağımız gazel bütün bu soruları sormakta ve bun-
lar üzerinde yeniden düşünülmesini istemekte-
dir:
1. Gül bülbülü nâlân eden gül neden çâk-i pîrehen
Bülbül gül için nâle-zen gül kim için açmış dehen
“Bülbülü inleten gül iken, gülün gömleğini
yırtması da neden? Bülbül gül için inleyip dur-
makta. Peki, gülün yapraklarını açıp da bekledi-
ği kim?”
Bülbülün güle olan aşkı Divan edebiyatının te-
mel konularından birisidir. Buna göre bülbül güle
olan aşkıyla yanıp tutuşmakta, gül ise ona yüz
vermemektedir.
Buraya kadar her şey açıktır da gülün kime
âşık olduğu üzerinde durulmamıştır. Gül öyle
bir sevgiliye âşıktır ki onun için yakasını yırtmış;
yapraklarını açmıştır. Gülün bir ağız misali açıl-
mış hâli hep o sevgili içindir.
2. Pervâne şem‘e cân verir şem‘in visâline erer
Şem‘in yâ kimdir yârı kim yâr yüzüne oldu rûşen
“Pervane/gece kelebeği mum için can vererek
vuslata erer. Peki, mumun yari kimdir acaba? Yü-
zünü aydınlatmak için yandığı sevgilisi kimdir?”
Pervane ve Şem’ hikâyesi tasavvufî hakîkatlerin
remizlerle anlatıldığı edebî klasiklerdendir. Sev-
gilisi uğruna ve vuslat adına pervane/gece kelebe-
ği, canından vazgeçer ve mumun yakıcı alevinde
yâre kavuşmanın hazzına erer. Peki, pervanenin
uğruna ateşlere yandığı, kendisini feda ettiği mu-
mum bir sevgilisi yok mudur? Onun yüz aydınlığı
olan bu yâr kimdir diye sorulmaz mı?
3. Mecnûn gezer sahrâları Leylâ visâlin yâd ile
Leylâ kimin Mecnûn’udur dâim çeker derd ü mihen
“Mecnun Leylâ’ya kavuşma ümidiyle çölle-
ri gezer durur. Dert ve acılar çeken Leylâ kimin
Mecnunudur peki?”
“İyi de gül kime âşıktır, ya mum? Mecnun
Leylâ’ya âşık, ya Leylâ?... Bu sefer üzerinde
duracağımız gazel bütün bu soruları sormakta
ve bunlar üzerinde yeniden düşünülmesini
istemektedir.”
Kİmİn meCnUnUDUr?
leYlÂ
13Ekim 201112
Mecnun Leylâ’ya âşıktır. Çöllerde onu ara-
makta, onu sayıklamaktadır. Bilinen hikâyedir
bu… Mecnun’un hatırından bir an olsun çıka-
ramadığı Leylâ, gerçekte kime âşıktır acaba?
Leylâ’yı dert ve elemlere boğan, aklını başından
alan, Mecnun mudur, başka biri mi…
4. Sular yüzün yere koyup çağlar akar deryâ deyü
Deryâ neden cûşa gelir inler dem-â-dem derdden
“Sular yüzünü yerlere kor ve deryaya kavuş-
ma iştiyakıyla çağıl çağıl akar. Peki, deryayı dert-
ler içerisinde inleterek coşturan da ne?”
Fuzûlî, Su Kasidesi’nde;
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür
muttasıl
Başını daştan daşa urup gezer âvâre su
“Su sevgilinin ayağının toprağına erişeyim
diye ömürler boyunca başını taştan taşa vurup
avare gezer durur.” demektedir. Hulûsî Efendi
de Fuzûlî’nin bu beytinde olduğu gibi teşhis sa-
natını kullanmış ve suyun, yüzünü yerlere koyup
“derya” diye diye özlem içerisinde sevgilisine ka-
vuşmak istediğini belirtmiştir. Peki, dert dalgala-
rıyla denizin cûşa gelmesi, kabarıp dalgalanma-
sının sebebi nedir?
5. Kimdir dehânı söyleten kimdir kulağı dinleten
Kimdir görünen kim gören ortada bunca sen ü ben
“Ağza söz söyleten kimdir, kulağa sözü dinle-
ten? Görünen kim, gören kim; ortalıkta dolaşan
ben ve sen de kim?”
Söz söyleyen dil, zâhiren bize ait, duyan ku-
laklar bizim. Bizim gözlerimiz görüyor ve yürü-
yen ayaklar bizim. Peki, gerçekte bütün bunlara
bu gücü, bu kabiliyeti veren kim?
Etrafımıza baktığımızda sayısız varlıkla karşı-
laşırız. Gerçek varlık kim, gerçekten var olan kim?
6. Kimdir bunca nâz eyleyen kim ana niyâz eyleyen
Kim sözü kim sâz eyleyen kim söyleyen bunca sühan
“Bunca naz eden kim, O’na niyaz eden kim?
Kelimeleri dizen, bunca söz söyleyen de kim?”
Yalvaran ve yalvarılan kim? Kelimeleri bir
âhenk içerisinde dizen, bir enstrüman gibi bunla-
rı çalan kim? Dizilen bu sözleri söyleyen kim?
7. Fısk u fücûr zühd ü salâh kahr u helâk lutf u felâh
Mâdem andan fevz ü necâh n’ider yâ fısk-ı Ehrimen
“Günah işleyerek hak yoldan çıkma, ya da dün-
yaya değer vermeyerek faziletli olma… Harap olup
mahvolma ya da iyilik yaparak selâmet bulma…
Madem kurtuluş ve başarı O’ndandır, şeytanın is-
yan edişi, doğru yoldan saptırmak istemesi insana
zarar verebilir mi?”
Dünyadaki bütün insanlar bir araya gelseler
de bir işin olması için çalışsalar, Cenâb-ı Hak is-
temedikçe o şey gerçekleşmeyecektir. Kezâ bir şe-
yin olmaması için bütün varlıklar bir araya gel-
seler, Yüce Allah o şeyin olmasını murâd ettiği
vakit kimse onun önüne geçemeyecektir. Kişinin
hidâyete kavuşması ya da dalâlette kalması da ay-
nen böyledir. Kurtuluşa eriştirecek olan da O’dur,
başarıya ulaştıracak olan da O. Başkaları isteme-
se de.
8. Hüsnüyle hayrân etmeğe aşkıyla nâlân etmeğe
Vaslıyla handân etmeğe oldur görünen hem gören
“Güzelliğine hayran bırakan… Aşkıyla inleten,
vuslatıyla güldüren, gören ve görünen hep O…”
O’nun güzelliğidir âşığı hayran bırakan. Yapa-
cak şey, söyleyecek söz bırakmayan O’nun güzel-
liği. Aşkıyla ağlatan, vuslatıyla düğün yaptıran O.
Gören de O, görülen de. Cümle varlık hep O’nun
eseri, O’nun en güzel isimlerinin ve sıfatlarının te-
cellileri.
9. Hulûsî yâr mihnet sever yâr yârı bî-illet sever
Her hâline hayret sever yâr ol ana koy mâ vü men
“Ey Hulûsî, sevgili mihnet sever. Sevgili sevgi-
lisini sebepsiz sever. Sevgili, her yaptığı karşısın-
da hayrete düşülmesini sever. “Ne ve kim” demeyi
/ boş sözleri bırak da O’na yâr ol!”
Sevgilinin özelliği dert ve elem çektirmek, acı-
lar yaşatmaktır. Âşık ise bütün bunlara katlanan,
dahası bunlar için şükredendir. Gerçek âşık sev-
mek için bir sebep aramaz. Lütfuyla da sevilir O,
kahrıyla da. Ne yaparsa yapsın, hikmet vardır her
yaptığında. Âşığa düşen ise “İnandık ve itaat et-
tik.” demektir. Gerisi boştur, lâf ü güzâftır.
*Dr.
“Bülbülün güle olan aşkı dillere destandır
ya da kelebeğin mumun ateşinde
yanma arzusu. Mecnun’un Leylâ’ya âşık
olduğunu herkes bilir ya da nehirlerin
denize ulaşmak için çırpınıp durduğunu.”
“Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi (k.s.) eserlerinde Kur’ân âyetleri kadar, kâinattaki
âfâkî âyetlere de yer vermiş, onlara da dikkat çekmiştir. Zira varlığın tamamında
Yüce Allah’ın kudretinin tecellîleri ortaya çıkmakta, her şey lisân-ı hâl ile O’nun
kulu olduğunu haykırmaktadır. Hulûsî Efendi, etrafında olup bitenlere ibret
nazarıyla bakmış ve görünenin ötesinde var olan hakîkate ulaşmak istemiştir.”
15Ekim 201114
Mü s l ü m a n l a -
rı kardeş ya-
pan pek çok
faktör vardır. Birbirlerine des-
tek olmaları, sıkıntılı anların-
da yardıma koşmaları, İslâm’ın
yücelmesi için Allah yolunda
fedakârlıklar göstermeleri on-
ları bir arada tutan ve kaynaştı-
ran unsurlardan sadece bir ka-
çıdır. Esasında Müslümanları
birbirine kenetleyen ne kadar
faktör varsa, bunları bir şemsi-
ye altında birleştiren ana unsur
ümmet bilincidir. Mü’minler
ümmet oldukları için bir ara-
dadırlar. Camide bir safta omuz
omuza vermeleri, zekâtlarını
ihtiyaç sahibi mü’minlere tak-
dim etmeleri, Kâbe’nin etrafın-
da tavafa koşmaları hep ümmet
oldukları içindir. Başka bir ifa-
deyle, bütün bunlar, İslâm bir
arada yaşanması gereken din
olduğundandır. Nitekim dün-
yanın herhangi bir bölgesinde
inleyen mü’minlerin derdine
derman olmak için seferber ol-
maları, onlar için gözyaşı dök-
meleri ve her bir mü’minin der-
dini kendilerine dert edinmeleri
onlardaki ümmet bilincinden-
dir. Çünkü Allah onları kar-
deş kılmıştır. Kardeşliğin gere-
ği ise diğer mü’min kardeşine
sahip çıkmaktır. Bundan do-
layı Müslümanlıktaki kaynaş-
ma ve birlik başka hiçbir din-
de ve inanışta yoktur, olamaz.
Olamadığı için de, İslâmî has-
sasiyetlerden habersiz olanlar,
ümmetin ne olduğunu bileme-
yenler, bir ülkedeki Müslüman-
ların dünyanın diğer tarafın-
da zorda kalmış mü’minler için
endişelenmelerini ve
yüreklerinin sızlanmasını
anlayamazlar. “Kendi
yurdundaki insanlar dururken
başkaları için ne diye seferber
oluyorlar.” derler. Yardım
kampanyalarını, çırpınışları
gereksiz görürler. Çünkü onlar
için destek olunması gerekenler,
devlet sınırları içerisinde
yaşayanlar ve soydaşlarla
sınırlıdır. Hz. Muhammed
(s.a.v)’in şöyle buyurduğundan
habersizdirler: “Mü’minler bir
vücudun organları gibidirler.
Hangisi bir acı duysa diğer or-
ganlar da bunu hissederler.”
(Buhârî, 5552).
Ümmeti İnşâ Etmek
Ümmet bilinci o kadar güzel
bir tutkaldır ki, insan nefsine
uyarak bir takım hatalar
içine düşse bile, ümmetin
önünde mahcup olmamak ve
yaptığıyla diğerlerine kötü
örneklik sergilememek, başka
bir ifadeyle toplumun ifsadına
sebebiyet vermemek için
hassasiyet gösterirler; alenî
olarak yanlış yapmaktan son
derece çekinirler Zaten kişi
aşikâre bir şeyler yapmaya cüret
ettiğinde toplumun reaksiyonu
çok güçlü olur ve hemen onu
dışlar, itibarsızlaştırır. Bu ne-
denle de ahlâkî zaafiyetleri olan
kişiler ümmet içinde değersiz-
dir. Toplum onlara itibar et-
mez.
Ayrıca unutmamak gerekir
ki, İslâm ahlâkının Kur’an ve
sünnetle birlikte Müslümanla-
rın önüne koyduğu bütün gü-
zellikler hep ümmeti inşa etme
amacına matuftur. İslâm huku-
kunun öngördüğü bütün ceza-
lar da bu ümmetin vahdetine ve
güzelliğine halel getirebilecek
her bir adıma engel olma ama-
cına dönüktür. Çünkü İslâm
kendisine inananları öncelikle
ümmet yapmayı hedefler. Bü-
tün emir ve yasakları Müslü-
manları ümmet yapmak için-
dir.
Bundan dolayıdır ki,
günahkârları bir yana, ümmet
KültürEnbiya YILDIRIM*
“Yüreğinde hâlâ ümmet endişesi olan insana düşen
nedir, derseniz. Kardeşlik duygularımızı canlı tutan
ve birbirimize bağlanmamızı sağlayan ümmet
bilincinin korunmasını ve yüceltilmesini sağlamak için
elimizden gelen gayreti göstermek durumundayız.”
ÜmmetBİlİnCİ
ÜmmetBİlİnCİ
Ekim 201116 17
bilincine sahip olan herkes “üm-
met muhasebesi” yapar. Meselâ
bilginler, söylediklerinin ve yaz-
dıklarının inananların gidişâtı
üzerindeki etkilerini mutlaka
hesap ederler. Bir takım ma-
kamları elde etmek veya bir yer-
lere sempatik görünmek için
konuşmazlar, kalemlerini oy-
natmazlar. Onlar için Rabb’in
rızası her şeyin önündedir
ve ümmeti kollamak gibi bir
görevleri olduğunu düşünürler.
Gönülden bağlı oldukları
ve sevdikleri ümmete karşı
sorumluluk taşıdıklarını bilirler.
Bu yüzden de Müslümanlara
zarar verecek her şeyden uzak
dururlar. Günümüzde olduğu
gibi, bu bilinç kaybolduğu
zaman ise, söylemlerinin ve
eylemlerinin ümmet üzerindeki
etkilerini hesaba katmaksızın
konuşurlar ve yazarlar. Böylesi
insanların Müslüman kimliğiyle
ümmete verdikleri zarar, İslâm
karşıtı olanların açık ve net
saldırılarından daha ağırdır.
İçeriden kabul edildikleri için
ümmetin bağrı onlara açıktır ve
beklemedikleri yerden yürekleri
harap edilir.
Zihin Dünyasında Tahribat
Şimdilerde ekranlarda boy
göstererek mü’minlerin zihin
dünyalarını allak bulak eden,
geçmişi saygısızca kötüleyen ve
İslâm’ı ilk kez kendisinin doğru
anladığını iddia edercesine bu
dinin bugüne kadar yaşanma-
dığını iddia edenleri bir de bi-
zim dediğimiz zaviyeden seyret-
melidirler. Bu kişilerin ülkemiz
insanlarının zihin dünyaların-
da neden oldukları kırılmalara,
dine olan bağlılıklarının sarsıl-
masına ve artık hiçbir şeye ina-
namaz hale gelişlerine tanıklık
ediniz. “Söylediklerim ve yaz-
dıklarım ümmetin vahdetine
olumsuz etki yapar mı?” anla-
yışını bir tarafa bırakıp ölçü sı-
nırlarını aşarak ekranlara çıkma
sevdalısı olan bu zevâtın yaptığı
tahribatı toparlamanın ne kadar
güç olduğunu görünüz. İslâm
adına konuşan bu insanla-
rın zihin dünyalarında “ümmet
bilinci”nin kalıp kalmadığın-
dan şüphe duyarsanız tamamen
haklısınız.
İslâm’ın her şeyin önünde
tuttuğu ancak yaşadığımız
dönemde kaybolmaya yüz
tutmuş olan ümmet bilincinin
zâyi olma nedenleri hususunda
söylenecek şeyler elbette pek
çoktur. Lakin mânevî boyu-
tun zayıflamasının, inananların
olabildiğine dünyevîleşmeye
başlamasının ve ahlakî sefaha-
tin artmasının şüphesiz bunda
pek çok etkisi vardır.
Velhasıl pek çok etkenin te-
siriyle ümmet bilincimizi yavaş
yavaş kaybediyoruz. Değerleri-
miz zayıflıyor ve pek çok vasfı-
mız sadece sözde kalıyor. Buna
paralel olarak ibadet şuurumuz
da kayboluyor. Hatta ibadetle-
rimiz sıradanlaşıyor, lezzet ala-
maz oluyoruz. Görünürde bir
dindarlık sergiliyoruz ama bu
dindarlık içi doldurulamamış
bir Müslümanlık olarak kalı-
yor.
Bunun olumsuz sonuçları-
nı elbette hep birlikte yaşıyo-
ruz. En basitinden, biz gerçek
anlamda ümmet olabilseydik,
İslâm dünyası bugünkü zille-
ti yaşıyor olur muydu acaba?
İslâm coğrafyasının üzerine
musallat olmuş zalim idareciler
kendi halklarına bunca eziyet-
leri çektirebilir miydi? Müslü-
manlar kendi küçük hesapla-
rını bir tarafa bırakıp İslâm’la
dertlenebilseydi, dünyanın her
yanına dağılmış olan Müslü-
manların gücü böyle mi olur-
du?
Ayrıca her birimiz ümmet
bilincinin bir tarafını törpüle-
mekle meşgulken kardeşlikten
söz etmek ne derece mümkün
olabilir ki? Her türlü tefrika ile
savrulduğumuz şu günlerde bir
kısmımız asabiyet ile kendisini
diğer Müslüman kardeşlerin-
den farklılaştırmanın peşinde.
Irak’ta Müslümanların birbir-
lerini kelimenin tam anlamıyla
“telef” etmelerine bir bakınız.
Bir Müslüman diğer Müslü-
manları hem de caminin için-
de bombayla imha edebilecek
kadar cânîleşebilmekte. Ülke-
mize çevirin bakışlarınızı. Ter-
temiz masum yürekler kurulan
tuzaklarla veya mermilerle top-
rağa yıkılabiliyor. Bağlarından
kopan ve kendisini geçmişi-
ne götüren değerleri zayıflayan
veya hiç kalmayan bir kuşaktan
ümmeti koruma bilinci elbette
beklenemez. Beklenmediği için
de her türlü aymazlığı yapma-
sına şaşılmaz. Katlettiği kişinin
önce ailesine sonra da ümme-
tin vahdetine darbe vurduğunu
düşünmemektedir ki, bunun
hesabını yapsın.
Yüreğinde hâlâ ümmet en-
dişesi olan insana düşen nedir,
derseniz. Kardeşlik duyguları-
mızı canlı tutan ve birbirimize
bağlanmamızı sağlayan ümmet
bilincinin korunmasını ve yü-
celtilmesini sağlamak için eli-
mizden gelen gayreti göster-
mek durumundayız. Çünkü bu
dinin endişesini bizler taşıyo-
ruz. Bu nedenle büyük bir aile
olarak kabul edebileceğimiz
İslâm ümmetinin bir ferdi ola-
rak öncelikle kendi davranış-
larımıza dikkat etmek ve diğer
aile bireylerine kötü örnek ol-
maktan kaçınmak, onlar için
fedakârlık yapmak durumun-
dayız. Kendi ailemizi korumak
için neler yapıyorsak ümmet
için de aynısını yapmak zorun-
dayız. Zira kulluk sadece beş
vakit namaz, oruç ve hac gibi
ibadetlerden ibaret değildir.
Samimiyetle ve sabırla çabalar-
sak bir şeylerin düzelmeye baş-
ladığını göreceğiz.
* Prof. Dr.
Beki
r SAR
I
19Ekim 201118
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
VAHYe KArşI
SİHİr /BÜYÜ
Onlar Allah’ın Ki-
tabını arkalarına
attılar. Şeytanla-
rın Süleyman’ın hükümdarlı-
ğı hakkında söylediklerine uy-
dular.”1
Yüce Yaratıcı, kulları boş-
lukta kalmasın, bidat ve hura-
felerin girdabında boğulma-
sın diye onları peygambersiz
ve kitapsız bırakmamıştır. Bu-
nun için ilk insanı ilk peygam-
ber kılmış ve ilk peygamberine
ilk kitabını vermiş, ondan son-
ra da her kavmin bir yol göste-
ricisi, mürşidi, rehberi olmuş-
tur. Buna rağmen insanlar,
Yüce Allah’ın vahyini ötelemiş-
ler ve alıcılarını şeytanlara çe-
virerek onların iğvalarına ken-
dilerini kaptırmışlar. Şeytanlar
da onları saptırmış, ürettikleri
iğva, zan ve kuruntuların ağına
düşürmüş ve onları istedikle-
ri gibi çekip çevirmişlerdir. On-
lar, vahyi arkalarına attılar ve
şeytanların okuduklarına uydu-
lar. Süleyman Peygamber gibi
büyükleri de buna alet ettiler.
Oysa Süleyman Peygamberin
söyledikleri vahiy kaynaklı idi,
sihir ise şeytan kaynaklı pislik-
lerdendi.
Sihir, bir takım gizli güçler-
le bağlantı kurarak olağan üstü
bazı olayları gerçekleştirme-
ye çalışmak ve böyle iddialar-
da bulunmaktır. Sihir, göz bo-
yacılığıdır. Akıl ve ilim dışıdır.
Aldatmadır. Genelde saf ve bil-
gisiz insanlar üzerinde etkisi-
ni gösteren bir nevi ayartma-
dır. Karı koca, anne baba evlat
ve kardeşlerin, dostların arasını
açma girişimidir. Oysa Allah’ın
dini, yakın akraba başta olmak
üzere bütün insanlar arasında
ülfet, tanışma ve kaynaşmayı
amaçlar, bunun için ilkeler ko-
yar.
“Ey insanlar! Doğrusu Biz
sizleri bir erkekle bir dişiden
yarattık. Sizi milletler ve ka-
bileler haline koyduk ki bir-
birinizi kolayca tanıyasınız.
Şüphesiz, Allah katında en de-
ğerliniz, O’na karşı gelmekten
en çok sakınanızdır. Allah bi-
lendir, haberdardır.”2
Falcılık Allah’a Meydan Okumak!
Falcılık, yıldızlara ve yıl-
dıznamelere bakıp bir kısım
ahkâm çıkarmak, geleceğe yö-
nelik bazı tesbitlerde bulunmak
bu cümledendir.
Büyücüler, bir kısım sıkın-
tılarla denenen zayıf inanç-
lı insanları, saç/kıl, iğne, mus-
ka, tırnak, suya bakma, ölmüş
hayvanların parçaları, anlamsız
çizgi-işaretler ve benzeri mal-
zemelerle kandırmaya, onlara
inandırmaya çalışırlar. Gâipten
haber vermeye, geleceğe dair
bilgiler aktarmaya, çalıntı malı
ve çalanı bulmaya çalışırlar ki
bunların hepsi gaybı/gelece-
ği yalnızca kendisi bilen Yüce
Allah’a meydan okumaktır. “De
ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı
Allah’tan başka bilen yoktur.”3
Sihir, büyü, kehânet Yüce
Allah’ın her şeyi kuşatan erişil-
mez gücünü devre dışı bırakma,
başka güçleri O’nun gücü karşı-
sına koyma girişimidir. Oysa
hiçbir güç Yüce Allah ile baş
edemez, O’nun erişilmez gücü
karşısında yok olmaya ve yıkıl-
maya mahkûmdur.
Sihir, Yüce Allah’ın peygam-
berlerin eliyle olmazları oldu-
ran mucize gücüne karşı geliş-
tirilmek istenen bir girişimdir.
Oysa peygamberlerin elinde
gerçekleşen mucizevî olaylar
gerçeğin kendisidir; sihirbazın
elinde gerçekleşenler ise tama-
men göz boyama şeylerdir. Söz-
gelimi Yüce Allah’ın emri ile
Hz. Musa’nın elindeki asa ger-
çekten yılan ve ejderhaya dö-
nüşmüş; onun mübarek eli ışık
saçan bir kandil olmuştur. Si-
hirbazların elindeki ipliklerin
yılanlar gibi hareket etmesi ise
el çabukluğu ve göz boyamadan
ibarettir. Onlar, içerisine cıva
doldurdukları bir kısım şeffaf
hortumları güneşin ısısı ile ha-
reket ettirip insanları kandır-
maya çalışmışlardır.
Yine onların insanların ara-
sını açmak için uydurdukla-
rı sözler, insanların beyinlerini
büyüleyen ve onları ruhen etki-
leyen şeylerdir.
Peygamberlerin mucizele-
rindeki amaç, insanlara Yüce
Allah’ın kudretini ve kendile-
rine yardım ettiğini gösterip
iman etmeye çağırmaktır. Si-
“
PEMBE VE KARA Bir yanda aç ölen var, bir yanda çatlayan tok,Tezatlar içindeyiz, dünya da istikrar yok.Birbirine yakışır belki pembe ve kara,Ama yan yana uymaz kırmızı gül ve yara.Afrika çocuğunun gözyaşı şampanyalar,Yardım diye Batı’nın yaptığı kampanyalar.Tepinmelerle geçer, hayasız ve basittir,Kanayan yaralara dökülen bir asittir.Ötede sessiz ölüm, beri de çılgın tamtam.Bu acı benim acım, bu dava benim davam.
Orda secdeye varıp, tekrar kalkmayan baş var,Orda açlık ölümken, benim tasımda aş var.Hissederim o cılız eller benim yakamda,Fersiz gözleri gökte, sanki yüce makamda.
Ölümü görüyorlar, duyuyor, kokluyorlar,Ey insanlar! bu açlar sizleri yokluyorlar.
Bir yudum su, bir ekmek, bir hayatla eşdeğer,Bir katilsin, bir katil, ekmek vermezsen eğer.Ha aç koyup öldürmüş, ha kurşunla vurmuşsun,İkisi de aynı şey bir hayat soldurmuşsun.Çöpe dökülen bolluk, lüks ve israf bir yanda.Somali aç ölürken, insanlık imtihanda.
Beyler! Beyler! Durunuz elinizde buzlu cin,Ne yaptınız düşünün yanan Afrika için.Olsa da yüreğiniz bir mermer taş, bir kaya,Omuz silkemezsiniz inleyen Afrika’ya.Vicdan kapılarını o cılız eller çalar,Bir inilti, bir feryat, içinizi parçalar.
Birbirine yakışır belki pembe ve karaAmma yanyana uymaz, kırmızı gül ve yara.
Bırak Merih’te hayat, olsun veya olmasın,Sen şu Afrika’ya bak, mevcut hayat solmasın.İki milyar seyreder futbol final maçını,Kaç kişi fark ediyor, Somali’nin açını.
Açlık öldürüyorken yeri yok fiyakanınBölün somununuzu yarısı afrika’nın.
Batıda musluklardan su değil, şarap akar,Afrika’da bir hayat, bir yudum suya bakar.İşte zevk, işte çile, işte pembe ve kara.Yan yana duruyorken, ne diyor bakanlara.Dünyanın tablosu bu, pembe-kara, iki renk.Biri hayattan güzel biriyse ölüme denk.
Bu tabloyu görmeyen vicdanlar tenekedir.Aç ölen tek bir insan, insanlığa lekedir.
Açlık öldürüyorken, yeri yok fiyakanınBölün ekmeğinizi, yarısı afrika’nın.
Ahmet Mahir PEKŞEN
21Ekim 201120
hirbazın amacı ise, insanları al-
datarak makam mansıp ve dün-
yalık elde etmektir. Sihirbazlar,
kendilerine hayrı olmayan, ken-
dilerini kurtaramayan kimseler-
dir.
“Sihirbazlar geldiklerinde,
Firavun’a; ‘Biz üstün gelirsek,
şüphesiz bize bir ücret vardır
değil mi?’ dediler.”4
“Sihirbazlar marifetlerini or-
taya koyunca insanların gözle-
rini büyülediler ve onları ürküt-
tüler, büyük bir sihir yaptılar.”5
“Sihirbazlar zaten başarı ka-
zanamazlar/iflah olmazlar…”6
“Yaptıkları sadece sihirbaz
düzenidir. Sihirbaz nereden ge-
lirse gelsin başarı kazanamaz.”7
Ailede geçinmeyi becereme-
yen, geçinme için gerekli sorum-
lulukları yerine getirmeyen in-
sanlar, çoğu zaman yuvadaki
problemleri büyü ve büyücülere
yüklemeye çalışırlar. Yahut dert-
lerine çare olsun diye başvur-
dukları büyücüler onları, yanlış
sebeplere yönlendirerek kandı-
rırlar ve onları doğru yoldan kay-
dırırlar. Oysa o problemlerin
asıl sebebi kendileridir. Kendi
ihmalkârlık ve sorumsuzlukla-
rı bir kısım problemlere davetiye
çıkarmış, ama onlar şeytan man-
tığı ile suçu başkalarına atmaya
çalışmışlardır.
Müslüman şu gerçeğe yaki-
nen inanır ki: Yüce Allah iste-
meden hiçbir şey olmaz. Her şey
O’nun plan ve programı çerçeve-
sinde gerçekleşir. Olan her şey
O’nun değişmeyen ilâhî yasala-
rına göre olur. O’nun gücü karşı-
sında hiçbir güç duramaz.
Sihir, Akla Aykırıdır
Sihir, akla aykırıdır, ilme ay-
kırıdır, vahye aykırıdır. Yüce
Allah’ın gücüne ve mucizeye al-
ternatiftir.
Bütün bunlardan dola-
yı İslâm, sihri, büyücülüğü, fal-
cılığı, gelecekten haber verme-
yi yasaklamış ve bunları büyük
günahlardan saymış; Müslü-
manları bu gibi işlerle uğraşmak-
tan men ettiği gibi, bu gibi işlerle
uğraşanlara kanmamaları konu-
sunda da onları sürekli uyarmış-
tır.
Kur’ân’ın son surelerinde, ip-
lere üfüren üfürükçülerin ve ves-
vese veren sinsi şeytanın şerrin-
den Allah’a sığınmayı emreden
dualar yer almıştır.
“Düğümlere nefes eden bü-
yücülerin şerrinden tan yerini
ağartan Rabbe sığınırım.8 İn-
sanlardan ve cinlerden ve insan-
ların gönüllerine vesvese veren
o sinsi vesvesecinin şerrinden,
insanların Tanrısı, insanların
Hükümranı ve insanların Rabbi
olan Allah’a sığınırım.”9
Bu duaların Kur’ân’ın so-
nunda yer alması da oldukça
manidardır. Bunun anlamı şu-
dur: Fâtiha suresinden itibaren
Kur’ân’ın sonuna kadar ilahî hü-
kümlerin gereğini yerine getire-
ceksin ve nihayet Yüce Allah’a
dua edip şer odaklarının şerrin-
den O’na sığınacaksın. 112 sure-
nin gereklerini yerine getirme-
den, yalnızca son iki sureyle dua
etmek yetmez. Çünkü Kur’ân bir
bütün olarak okunmalı, anlaşıl-
malı ve yaşanmalıdır.
Peygamberimizin konuyla il-
gili uyarılarından bir kısmı şöy-
ledir:
“Sürekli içki içen, sihre ina-
nan, yakın akrabası ile ilgisini
kesen kimse cennete giremez.” 10
“Kim bir kâhine giderse, kırk
günlük namazı kabul olmaz.” 11
“Kim bir düğüm bağlar, son-
ra da üzerine üflerse sihir yapmış
olur. Sihir yapan kimse Allah’a
ortak koşmuş demektir.” 12
“Kâhine gidip onun söy-
lediklerini tasdik eden kimse
Muhammed’e indirileni inkâr
etmiş olur.” 13
O halde sihir, büyü ve kehânet
şerrine karşı vahyi kuşanmalı,
vahiyle donanıp bütün şer odak-
larına meydan okumalıdır. Unut-
mayalım ki vahiyle dolmayan be-
yinler, vahiyle olmayan gönüller,
şer odaklarının kontrolünde ka-
lacak ve onların dayatmalarına
kurban olacaktır.
1 2/Bakara, 101-102.2 49/Hucurât, 13.3 27/Neml, 65.4 26/Şuarâ, 41.5 7/A’râf, 116.6 10/Yûnus 77.7 20/Tâhâ, 69.8 113/Felak, 1, 4.9 114/Nâs, 1-6.10 IbnHibbân, Tertîbu`s-Sahîh VN/648.).11 Müslim, Selâm 125, (2230).12 Nesâî, Tahrîm 19, (7, 112).13 Müslim, Selâm 125, (2230).
Dipnot *Prof. Dr.
23Ekim 201122
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
Somali’de bağımsız-
lık mücâdelesi veren
bu mürşid-i kâmilin
adı Muhammed b.Abdullah
Hasan’dır. Somali Mehdîsi
olarak da tanınan bu isim,
Sâlihiyye Tarîkatının müntesibi
olup, 1899-1920 yılları arasın-
da yirmi yıl Somali’de İngilizle-
re karşı bağımsızlık mücâdelesi
vermiştir. Halkı onu, “Mehdî”
olarak tanımış olmasına rağ-
men, kendisi hiçbir zaman
mehdîliğini ilan etmemiş,
böyle bir iddiada bulun-
mamıştır.2
Muhammed Abdul-
lah, 1864’te Kuzey Soma-
li şehirlerinden Bohot-
le yakınlarında doğdu.3
Aldığı klasik eğitim sa-
yesinde, daha on beş ya-
şındayken hoca olarak ta-
nındı. On dokuz yaşında
ise derin bilgisi göz önün-
de tutularak, “Şeyh” diye
çağrılmaya başlandı.4
1885’de hacca gitti. Kimi
zaman Somali’ye gelip git-
mekle beraber, Hicaz ve
Yemen’de altı yıl kaldı.5
Islâhât hareketi liderlerin-
den Muhammed Sâlih’le
burada tanıştı. Onun mü-
ridi olup uzun süre ondan
seyr u sülûk eğitimi aldı.
Sâlihıyye Tarîkatı, Reşîdiyye-i
İdrîsiyye Tarîkatının alt kolu
idi.6 Muhammed Abdullah ise
Sâlihiyye Tarîkatının lideri
Muhammed b. Sâlih er-Reşîd
(1854-1919)’in dört önemli ha-
lifesinden biri idi. Afrika sa-
hillerinde İslâm’ın teblîği nok-
tasında Sâlihiyye Tarîkatının
oldukça önemli etkisi oldu.
1895’te ülkesi Somali’ye geri
döndü.7 Kötülüklerin top-
lumda yaygınlaşmasına karşı
mücâdele verdi. Alkollü içkilere
ve uyuşturucu madde bağımlılı-
ğına karşı ciddi mücâdele verip
‘kat’ çiğnemeyi yasakladı.8 Halk
arasında yaygınlaşan bid’at ve
hurâfelere karşı sert eleştiriler
yöneltti. İçtihadı savunup içti-
hat kapısının kapalı olduğunu
ileri sürenlere tepki gösteriyor-
du. Somalili kimsesiz çocukla-
rı Hıristiyan olarak yetiştiren
misyonerlerin Afrika’daki hum-
malı çalışmalarından çok endi-
şe duyuyordu.9
En Büyük Düşman
Muhammed Abdullah’ın en
büyük düşmanı, ülkesini iş-
gal eden İngiliz ve İtalyanlardı.
Aden’de kaldığı yıllarda işgalci
bir İngiliz subayını korkulukla-
rın üzerinden atarak bacağının
kırılmasına neden olmuştu.10
Aden’den Barbera’ya geldiğin-
de, gümrük ödemeden bagaj-
larını almasına izin vermeyen
İngiliz gümrük memuruna şöy-
le çıkışmıştı: “Siz bu toprakla-
ra girerken gümrük ödediniz
mi? Bu topraklara hangi güm-
rükle girdiniz? Hem
size ülkemize girme iz-
nini kim verdi?”11 Bu
pervasız ve yürekli ta-
vırlarından dolayı İn-
giliz Albay J.Hayes,
ona ‘Deli Molla’12 adını
takmıştı. Barbera’da-
ki İngiliz sömürge va-
lisi uykudayken öğle
ezanı okunmaya baş-
lar. Bundan çok rahat-
sız olan vali, ezanı ya-
saklar ve askerlerine,
ezan okumaya kalka-
nı tutuklamaları em-
rini verir. Bir müezzin
her şeye rağmen İngi-
liz muhafızları atlata-
rak minareye çıkar ve
ezan okumayı başarır.
Bunun üzerine, muha-
fız silahını doğrultarak
ezan okuyan müezzi-
ni vurur.13 Bu olay Mu-
hammed Abdullah’ı derinden
etkiler. İçindeki sömürgecilik
karşıtı duygularını kamçılar.
Mekke, Medine ve Yemen’de
bulunduğu sıralarda İttihâd-ı
İslâm/İslam Birliği anlayışını
savunan akımlarla temasa geç-
miş olması onun Batı karşıtı fi-
kirler sergilemesine yol açar.14
Sömürge diyarı haline gelen
SomalİBİr mÜrşİD-İ KÂmİl Ve
BAğImSIZlIK mÜCÂDeleSİ
SomalİBİr mÜrşİD-İ KÂmİl Ve
BAğImSIZlIK mÜCÂDeleSİ
Ekim 201124 25
Barbera’nın konumundan ra-
hatsızlık duyan Muhammed Ab-
dullah, 1897 yılında “ifsat ol-
muş diyar” dediği Barbera’dan
Ogadin’e hicret eder.15 İşgalci
batılılara karşı yapılacak dire-
niş hazırlıklarına koyulur. Aynı
yıl mücâhid ve silah toplamaya
koyulur. Diğer yandan, Soma-
li halkını uyandırmak için köy
köy, şehir şehir gezerek, ateşli
konuşmalar yapar. “Allah İngi-
lizlerden büyüktür.”16 diye mey-
dan okur.
Cihadı Başlatan Olay
Mart 1899’da Hirni adlı So-
malili bir güvenlik görevlisinin
İngilizlerden kaçıp teçhizatıy-
la birlikte Muhammed Abdullah
Hasan’a sığınması cihadı başla-
tan olay olur. Muhammed Ab-
dullah, İngilizlerin olanca ısra-
rına rağmen, sığınmacıyı teslim
etmez. Bunun üzerine İngiliz
valisi Cordeaux, Muhammed
Abdullah’ı isyancı ilan eder.17
Şeyhliğini deruhte ettiği
Sâlihiyye Tarîkatı, Somali’nin
en popüler tarîkatı haline gelir.
Aralarında kan davası bulunan
yerel kabîleleri barıştırır ve yok-
sullara sahip çıkar. Muhammed
Abdullah köylerde tarım ürün-
lerinin yetiştirilmesine öncülük
eder. İngiliz, İtalyan ve Etiyop-
ya güçlerine karşı gerçekleştiri-
len savaşta, ardı ardına zaferler
elde etmeye başlar. İşgalcilerin
düzenli birlikleri direnişçilerin
gerilla savaşı karşısında direne-
mez hale gelir. Mücahidlere kar-
şı 1901, 1902 ve 1903 yıllarında
peş peşe yapılan üç büyük taar-
ruzda İngilizler mağlup olur. En
sonunda Albay A. Phunkett ko-
mutasındaki bir İngiliz birliği
pusuya düşürülerek, subayla-
rı öldürülür. İngilizlerin Hint-
li, Uzakdoğulu ve Somalili sö-
mürge ülkelerinden getirdikleri
askerler esir edilir. Bu direniş
sonunda, İngilizler “İngiliz So-
malisi” denilen topraklardan çe-
kilmek zorunda kalır. 1880’lerde
İngiliz birliklerini sürekli bozgu-
na uğratan Sudanlı Mehdî’den
bu yana, İngiliz kuvvetleri, Afri-
ka yerlileri karşısında böylesi bir
yenilgiye uğramamıştır.18
Son bir operasyonla, Mu-
hammed Abdullah Hasan’a tu-
zak kuran İngilizler, onu son
anda ellerinden kaçırırlar ve
Muhammed Abdullah’ın Hint
Okyanusu kıyısında istihkâm et-
tiği İllig liman kentini ele geçi-
rirler. Buna rağmen, İngilizler
için zafer hayli uzak görünmek-
tedir.19 İtalyanlar ise, 1905’te
Muhammed Abdullah’la anlaş-
ma yapmak zorunda kalırlar.
Muhammed Abdullah’ın ci-
hadını, askerî yöntemlerle biti-
remeyeceklerini anlayan İngiliz
ve İtalyanlar, onun Müslüman
Somali halkı nezdindeki itibarı-
nı zedelemeye girişirler. Su kay-
naklarını kıstılar, yiyecek sağ-
lamasını engellediler, Cibuti,
Etiyopya ve Suudi Arabistan’dan
gemiyle silah ve cephane temin
etmesinin önüne geçtiler.20 Mu-
hammed Abdullah’ın şeyhi Mu-
hammed b. Sâlih’in aklını çele-
rek, halifesi hakkında küfür ve
inkar fetvası yayınlattılar. İngi-
liz ve İtalyanlar bin bir hile ve
desiseyle kopardıkları bu fetva
ile Somali cihadına büyük darbe
vurdular. Bunun sonucu olarak
mücâhidler iki karşıt gruba ay-
1 Bu makale, tarafımdan Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisinin 7. sayısı 157-184 sayfaları arasında yayınlanan “Başlangıçtan Günümüze Ka-dar Afrika’da İslâm ve Tasavvuf” başlıklı makale-min bir bölümünün yeniden düzenlenmiş halidir.
2 Bradford G. Martin, Muslim Brotherhoods in Nineteenth Century Africa, London 1976, s. 179.
3 I.M. Lewis, The Modern History of Somaliland, London 1965, s. 65.
4 Martin, Muslim, s. 180.5 Abdussabur Merzûk, Sair mine’s-Sumal, Molla
Muhammed Abdullah Hasan, Kahire 1964, s. 16.6 Ali Salih Karrar, the Sûfî Brotherhoods in the Su-
dan, London 1958, s.109.7 Merzuk, Sair mine’s-Sumal, s. 16.8 I.M. Lewis, The Modern History of Somaliland,
Lonra 1965, s.66.9 Martin, Muslim, s. 180.10 Cemal Ömer İsa, Tarihu’s-Sumal fi’l-Usuri’l-Vusta
ve’l-Hadise, Kahire 1965, s. 55.11 İsa, Tarihu’s-Sumal, s. 60.12 Martin, Muslim, s. 180. 13 Merzuk, Sair mine’s-Sumal, s. 20; İsa, Tarihu’s-
Sumal, s. 60-61.14 Martin, Muslim, s.181.15 İsa, Tarihu’s-Sumal, s. 64.16 Merzuk, Sair mine’s-Sumal, s. 37; İsa, Tarihu’s-
Sumal, s. 59.17 D. Jardine, The Mad Mullah of Somaliland, Lon-
don 1923, s.40.18 H. Moyse-Bartlett, The King’s African Rifles, A
Study in the Military History of East and Central Africa, Aldershot 1956, s. 178-181.
19 Martin, Muslim, s. 186.20 Martin, Muslim, s. 182.21 Jardine, Mad Mullah, s. 183-186.22 İsa, Tarihu’s-Sumal, s. 99-104.23 Martin, Muslim, s.192. 24 Martin, Muslim, s. 194.
* Prof. Dr.
Dipnot rıldı. Bu fetvanın metni şeyhin
halifesi eliyle 1909’da Muham-
med Abdullah’ın karargâhına
ulaşınca,21 başta üvey karde-
şi olmak üzere, taraftarlarından
büyük bir gurup onu terk etti.
Bunun üzerine Muhammed Ab-
dullah, kendisini savunmak ve
şeyhinin gözündeki mertebesini
yeniden kazanmak için Gamu’l-
Muannidîn/İnatçıların Sustu-
rulması adlı bir risale kaleme
aldı.22
Yerleşik Hayata Geçiş
Gerilla düzeninden yerle-
şik hayata geçen Muhammed
Abdullah, Somali toprakla-
rında kurduğu İslâm devletini
istihkâm eder. Taleh’i başkent
yapar. Mustahkem kaleler inşa
ettirir. Barbera ve çevresini
hâkimiyeti altına alır. Birinci
Dünya Savaşına müttefik olarak
giren Osmanlı ve Almanlarla iyi
ilişkiler kurar. Kendisi bir dev-
let başkanı sıfatıyla Ahmed Şir-
va b. Mahmûd ismindeki üst
düzey bir memurunu, 1916’da
Aden yakınındaki Osmanlı or-
dusu komutanı Ali Said Paşa’yla
görüşmek için yollar.23 Muham-
med Abdullah, Osmanlı Padişa-
hı V. Mehmet Reşad’ın halife-
liğini kabul edip kendisine biat
ettiğini bildirmesi üzerine, Ali
Said Paşa, onu ve devletini tanı-
dığını ilan eder.
Muhammed Abdullah
Hasan’ın başarıları Londra Hü-
kümetini defalarca küçük dü-
şürür. 1918’de savaş bitince,
İngilizler bu işe son vermeye ça-
lışırlar. Yeni silahlar İngilizle-
rin imdadına yetişir. 1920’nin
ilk aylarında askerî birliklerini
toparlayan İngilizler, bir “bir-
leşik operasyon” gerçekleştirir-
ler. Havadan bombalanan So-
mali Mehdisi’nin dervişleri,
makineli tüfek ateşine tabi tu-
tulurlar. Muhammed Abdullah
Hasan’ın tahkim ettirdiği kale-
ler kuşatılarak, başarılı sonuç-
lar alınmaya başlanır. Çoğu ope-
rasyonlarda ölümden kıl payı
kurtulan Muhammed Abdul-
lah, Ogadin sınırını geçip kurtu-
lur. İngilizler tarafından yapılan
tüm teslim ol çağrılarını redde-
den Muhammed Abdullah Ha-
san, Aralık 1920’de gripten vefat
eder. Onun ölümüyle, müritleri-
nin bağımsız bir Somali Devle-
ti üzerine olan umutları söner.24
Samet SÖĞÜT
27Ekim 201126
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
El-Celîl, “azamet sahibi, büyük, yüce
ve münezzeh olmak, uzun ömürlü ol-
mak” mânâlarına gelen “celâl” veya
“celâle” kökünden türemiş bir sıfattır. Allah’a
nisbet edildiğinde, “hiçbir kayıt ve kıyas kabul et-
meksizin azamet sahibi, kadr ü kıymeti ve mer-
tebesi en yüce olan” gibi anlamlar taşır.1 Kur’an-ı
Kerîm’de aynı muhtevâda olmak üzere “zü’l-
celâl” terkîbiyle iki âyette yer almıştır:
“Ancak azamet ve ikram sahibi (zü’l-celâli
ve’l-ikrâm) Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”2
“Azamet ve ikram sahibi (zi’l-celâli ve’l-
ikrâm) Rabbinin adı yücedir.”3
Bu Zü’l-Celâl ve’l-ikrâm sıfatı Allah’a mahsus
olan ve ondan başkası için kullanılmayan sıfatlar-
dandır. Bu ikisi Allah Teâlâ’nın en hususî vasıfla-
rındandır.
Hz. Peygamber (s.a.v)’den gelen ve Allah’ın
doksan dokuz isminden birisi olan el-Celîl4, O’nu
büyüklemeyi ifade eden dâimâ gâlip ve azamet
sahibi mânâsına gelen “azze ve celle”; “azame-
ti büyük mânâsına gelen “celle celâluhû”; “şânı
yüce” mânâsına gelen “celle şânühû” ve “ulu
olan” mânâsına gelen “celle ve alâ” gibi kalıp-
larla O’nu ta’zim için kullanılır. Bütün bu kalıp-
lar, Yüce Allah’ın ululuğunu ve büyüklüğünü ifa-
de eder. Çünkü O’nun celil oluşu karşısında her
şey izafidir.
Yüce Allah (c.c), celâl sıfatlarıyla muttasıftır.
Celâl sıfatları denildiği zaman akla; Ganî, Me-
lik, Kuddûs, Ilim, Kudret vb. gibi sıfatları gelir.
Mutlak Celâl sıfatlarını kendisinde toplayan ise,
el-Celîl olan Yüce Allah’tır. O’nun el-Kebîr ismi,
Yüce Zât’ının kemâline, el-Celîl ismi, sıfatla-
rın kemâline, el-Azîm ismi ise, hem zâtın ve hem
de sıfatların kemâline birlikte delâlet eder. Yüce
Allah’ın Celâl sıfatları, kendilerini idrâk eden
basîrete nisbet edildikleri zaman Cemâl ismini
alırlar. O takdirde bu sıfatlarla muttasıf olan zâta
da Cemîl denir. Aslında Cemîl ismi, göze uygun
ve gönle hoş gelen, gözle idrâk edilebilen zâhiri
şeklin, zahiri suretin ismidir. Elbette mutlak gü-
zel olan Allah’tır. Çünkü kâinâtta olan her şey;
cemâl, kemâl, değer, güzellik... hepsi de O’nun
zâtının nurlarından ve sıfatının eserlerinden-
dir.5 Yüce Allah’ın Celîl ismi, fiili sıfatlar içerisine
girer, Allah’ın hem kâinât ve hem de insanla olan
içkinliğini ifade eder.
Varlığa Celâl ve Cemâl Aynasından Bakmalıyız
Yaşadığımız varlık düzeninde bakmasını bi-
lenler için Yüce Allah’ın el-Celâl ve el-Cemâl sı-
fatı birlikte tezahür eder. Meselâ, aydınlık bir ge-
cede gökyüzüne baktığımız zaman, O’nun Celâl
ismi karşısında takdirlerimizi bildirirken, bu gü-
zellik karşısındaki etkilenmeden de Cemâl is-
şanı yüce, kadrü kıymetİ en yüce olan:
el-CelÎl“El-Celâl, istediği zaman istediğini yapabilme gücü ve iradesi olan Allah’ın ismidir.
Buna rağmen O, adalet ve rahmetiyle kullarına tecelli ediyor, yeryüzünde her an
kendisine isyan edenleri cezalandırmıyor, mühlet veriyor.”
29Ekim 201128
minin muhteşem tecellîsini takdir ederiz. Yine
baharın gelişiyle birlikte şiddetli bir rüzgâr ve ar-
kasından sicim gibi yağan bir yağmur karşısında
O’nun Celâl ismini hatırlar; tehlikelerden O’na sı-
ğınırken, arkasından doğan bir güneş karşısın-
da Cemâl ismini hatır-
lar ve O’na şükrederiz.
Bu örnekleri çoğalt-
mak mümkündür. Bir
Müslümandan istenen
varlığa Celâl ve Cemâl
aynasından bakabil-
mektir. Buradan yola
çıkarak şunu söylemek
gerekir. Yüce Allah’ın
Celâl ismi; güç, kud-
ret ve otoriteyi temsil
ederken, Cemâl ismi
ise, bu güç ve otorite-
nin merhamet, şefkat
ve iyilik boyutunu tem-
sil eder.
Hz. Peygam-
ber (s.a.v)’den ge-
len bir rivâyette “ism-i
a’zam”dan bahsedil-
mektedir. Bu isimle dua edildiği zaman Allah’ın
mutlaka icabet edeceği bildirilmektedir: “İsm-i
a’zam, Allah’a aittir. Kim o isimle dua ederse, ka-
bul edilir. Kim onunla istekte bulunursa, veri-
lir.”6 Peygamber Efendimiz bu ismi bildiği halde
ümmetine bildirmemesinin sebebi, mü’minlerin
sadece Allah’ın bu ismine yoğunlaşıp diğer isimle-
rini ihmal etmeleri endişesidir. Hangi ismin ism-i
a’zam olduğu konusunda birçok rivâyet vardır.
Konumuz Yüce Allah’ın Celâl ve İkrâm sıfatları ol-
duğu için sadece bu ismin de ism-i a’zam duaları
arasında geçtiğine değineceğiz.
Hz. Peygamber (s.a.v)’e çocukluğundan beri
hizmet etmiş ve onun yanından hiç ayrılmamış
olan Hz. Enes (r.a) anlatıyor:
“Sahâbelerden birisi Hz. Peygamber (s.a.v)’le
beraber bulunuyordu, bir adam da namaz kılıyor-
du. Sonra dua etti de şöyle dedi:
“Ey Allah’ım! Senden istiyorum, hamd sana-
dır, senden başka ilâh yoktur, sen ihsanı bol olan,
gökleri ve yeri yaratan, celâl ve ikram sahibisin.
Ey hayy ve kayyum olan Allah’ım.” Bunun üzeri-
ne Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu. “Biliyor
musunuz bu zât ne ile
dua etti”? Onlar da, “Al-
lah ve Resulü en iyisini
bilir.” dediler.
Rasulullah buyurdu
ki: “Nefsimi kudret elin-
de tutan Allah’a yemin
ederim ki O, Allah’a en
büyük ismiyle dua etti.
O, ism-i azam (en bü-
yük isim) ki onunla çağ-
rıldığı zaman cevap ve-
rir ve onunla istenildiği
vakit ihsanda bulunur.”7
Bundan dolayı bir kı-
sım âlimler, ism-i a’zam
“zü’l-celâl ve’l-ikrâm”
isimleridir demişlerdir.
Çünkü gerek Kur’an’da
ve gerekse Hz. Peygam-
ber (s.a.v)’in hadislerin-
de geçen Allah’ın Celâl ismi, O’nun bütün noksan
sıfatlardan münezzeh olduğuna, İkrâm ismi ise,
bütün kemâl sıfatlarla muttasıf bulunduğuna işa-
ret eder. Bu sebeple, dualarımızdan bu iki güzel
ismi hiç eksik etmemeliyiz.
Onun için “yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm” zikrimiz
ve virdimiz olmalı, dilimiz ve gönlümüzden bu
isimleri hiç düşürmemeliyiz.
Evet, Yüce Allah Celâl ve İkrâm sahibidir. Kar-
şısında hiçbir varlık kendi kendine tutunamaz. O,
azamet ve celâliyle her şeyi yok eder. Yegane ulu
ve yüce O’dur. O, hiç kimseye muhtaç değildir, her
şey O’na muhtaçtır. O, dilediği kimselere hayat
verir, dilediği kimselerin de hayatına son verir. O,
dilediği şekilde hükmetme iradesine sahiptir.
Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v) duaların-
dan Yüce Allah’ın Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm ismini hiç
eksik etmemiştir. Onun, bu isimlerin geçtiği dua-
larından birisi şöyledir:
“Ey Allah’ım! Selam sensin, selamet sendedir.
Ey Celâl ve İkrâm sahibi Rabbim! Sen yücesin.”8
El-Celâl ve El-Cemâl İsminin Varlığa Yansımaları
Bilindiği gibi bütün semâvî dinlerin mabetle-
ri ihtişamlı yapılmıştır. Özellikle Ortaçağdan ka-
lan Kilise, Sinagog ve camiler buna örnektir. İşte
mabetlerin çok görkemli oluşu, Allah’ın büyüklü-
ğünü, azamet ve kibriyâsını simgeleyen el-Celâl
isminin mimariye yansıtılmasıdır. Görkemli ma-
betlerin iç ve dış tezyinatının sanat değeri yüksek,
estetik bir nitelik taşıması da O’nun el-Cemâl ve
el-İkrâm sahibi olmasının bir yansımasıdır. Bu
konuda birçok misal vermek mümkündür.
El-Celâl, istediği zaman istediğini yapabilme
gücü ve iradesi olan Allah’ın ismidir. Buna rağ-
men O, adalet ve rahmetiyle kullarına tecellî edi-
yor, yeryüzünde her an kendisine isyan edenleri
cezalandırmıyor, mühlet veriyor. İşte O’nun mut-
lak kâdir oluşunu simgeleyen Celâl isminin bir
gereği hemen cezalandırmaması, el-Cemâl ismi-
nin görünür kılınması anlamına geliyor. Bir in-
san düşünelim. Küçücük bir menfaatine dokun-
duğunuz zaman celâlleniyor ve her türlü cemâl
tezahüründen uzaklaşıyor. Hâlbuki Yüce Allah’ın
Zü’l-Celâl ve’l-İkram ismini hayatlarına ahlaki bir
ilke olarak taşıyan kimselerin, Allah’ın ahlakıyla
ahâaklanmaları gerekir. Yoksa bu isimleri öğren-
menin bir anlamı kalmaz.
Bu bağlamda bir Müslüman, küfür, isyan, gü-
nah ve haksızlıklar karşısında celâlî bir duruş ser-
gilerken, Müslümanca yaşayan kimselere karşı
da cemâlî bir tutum sergilemelidir. Ayrıca bu iki
isim, korku ve ümit arasında yaşamak için de reh-
berlik yapmalıdır. Eğitim açısından bu iki isim
birbirinden ayrılarak değil, birlikte anlatılmalıdır.
Eğer hep Celâl sahibi bir Allah anlatılır da Cemâl
sahibi bir Allah anlayışı terk edilirse, zihinlerde
ilah imajı yara alır. Çünkü el-Celâl ismi, muktedir
olmanın bir şiârıdır. El-Cemâl ismi ise, cezalan-
dırmadan bağışlamanın bir şiârıdır. Cenâb-ı Hak
bu iki isimden kopuk bir şekilde anlatılmamalıdır.
Öte yandan, bir Müslüman Allah’ın el-Celâl
isminin tecellîsini düşünürse, hayatına disiplin
gelir. Helâl ve haram duyarlılığına sahip olur.
Yine bir Müslüman, Allah’ın el-Cemâl isminin
tecellîsini düşünürse, affetme, bağışlama gibi
güzel davranışlarda bulunur. Böylece, el-Cemâl
ismi, Müslümanların hayatına muhabbetullah,
sevgi, ümit gibi güzel ahlâkî davranışların
yeşermesine zemin hazırlar.
Ne mutlu hayatını el-Celâl ve el-Cemâl ayna-
sında seyrederek tanzim edenlere!..
1 El-İsfehânî, el-Müfredât, s. 133; Bekir Topaloğlu, “Celîl”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 267.
2 55/Rahmân, 27.3 55/Rahmân 78.4 Bkz. İbn Mâce, “Du’â” 10; Tirmizî “Da’avât” 82. 5 Gazâlî, Kitâbu’l-Esnâ, s. 83.6 Tirmizî, “Da’avât” 65; Ebû Davud, “Salât” 358.7 Tirmizi “Da’avât” 109; Ebu Davut “Salat” 358.8 Müslim “Mesâcid” 135-136.
Dipnot *Prof. Dr.
“Yüce Allah (c.c), celâl sıfatlarıyla
muttasıftır. Celâl sıfatları
denildiği zaman akla; Ganî,
Melik, Kuddûs, Ilim, Kudret vb.
gibi sıfatları gelir. Mutlak Celâl
sıfatlarını kendisinde toplayan
ise, el-Celîl olan Yüce Allah’tır.
O’nun el-Kebîr ismi, Yüce Zât’ının
kemâline, el-Celîl ismi, sıfatların
kemâline, el-Azîm ismi ise,
hem zâtın ve hem de sıfatların
kemâline birlikte delâlet eder.”
31Ekim 201130
Kırk Yapraklı Gül
H. Hamidettin ATEŞ
AçıklamasıMüslüman, barış, güven ve huzur insanıdır. Yaşadığı toplumda etrafına mutluluk, esenlik ve güvenlik yayar. Allah’a teslim
olmuş, O’na boyun eğmiş ve Peygamberimiz (s.a.v)’e gönülden itaat etmekle kendi şahsiyetini onurlu bir şekilde ortaya koymuştur. Güven duygusu imandan beslenir. Bir insan inanç açısından güçlendikçe bu duygunun tüm hayatını ihata ettiğini görür. İslâmiyet’in getirdiği iman formülünde fevkalade ince hikmetler vardır. Özellikle sosyal hayatta insanların birbirinden
emin olması, elinden ve dilinden zarar göstermemesi çok önemlidir.
İnsanlığın en güzel örneği kuşkusuz Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. O, içinde yaşadığı toplumun en güvenilir kişisi idi. Dürüstlükten ayrıldığı, şaka bile olsa yalan söylediği hiç görülmemiştir. Bu yüzden ona henüz peygamber olmadan “Muhammed’ül-Emin” (Güvenilir Muhammed) denilmiştir. Kâbe hakemliğinde herkesi memnun edecek bir çözüm bulması, haksızlık ve zulme engel olmak gayesiyle oluşturulan “Hılf’ul-fudul” (Erdemliler Anlaşması) cemiyetine aktif bir üye olarak
katılması, peygamberlikten önce de “emin” sıfatını taşıdığını göstermektedir.Bütün sosyal ilişkilerin temeli güven esasına dayalıdır. Güven duygusu sayesinde insanların çatışmasız, korkusuz ve kaygısız
yaşamaları mümkün olur. Bir mü’min diğer kardeşinin ağzından kendisinin aleyhine bir söz çıkmayacağına, elinden bir zarar görmeyeceğine canu gönülden güvenmelidir. Güven, insan ilişkilerinde en zor kurulan ve kolay yıkılan bir duygudur.
Kişi güvenilir olmadığı zaman, yemin etse bile yeminine itimad edilmemektedir. Onun için atalarımız: “Bir emin (güvenilir kimse), iki yeminden evlâdır.” demişlerdir. Hz. Ali (r.a)’de: “Eğrinin, gölgesi de eğri olur” demiştir.
Güven duygusu, toplumun her kesiminde ve her alanında bulunması gerekir. Anne -babanın çocuğa, çocuğun anne babasına; eşlerin birbirine; işçinin işverene, işverenin işçiye; satıcının müşteriye, müşterinin satıcıya güven duyduğu bir toplum, sağlıklı bir yapıya kavuşmuş olur. Sağlam bir aile yapısı için güven, son derece önemlidir. Eşlerin güvenilir olmaları ve birbirlerine
güvenmeleri, aile huzurunun vazgeçilmez şartlarındandır. Eşlerin birbirine güvenmediği veya güvenemediği bir aile ortamında, huzurdan söz edilemez.
Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. (Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8.)
Altıncı Hadis
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
AMR B. ÜMEYYE (r.a.)
Adı : Amr
Künyesi : Ebû Ümeyye
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Bedir bölgesi
Baba adı : Ümeyye b. Huveylid ed-Damrî
Anne adı : Tespit edilemedi
Eş(ler)i : Sühayle bint Ubeyde (Hz.
Peygamber’in amcası Hâris’in torunu)
Akrabaları : Tespit edilemedi
Oğulları : Ca’fer, Abdullah, Fazl
Kızları : Ümmü Ca’fer
Kabilesi : Benî Damre
İslam’a girişi : H. 3. Sene, Uhud Savaşı sonra-
sında
Sohbet süresi: 6-7 sene
Rivayeti : 20
Yaşadığı yer : Bedir bölgesi, Medine, Habeşis-
tan, Necid,
Mesleği : Elçilik, askerlik.
Hicreti : Medine
Savaşları : Bedir ve Uhud’da müşriklerden
biriydi. Müslüman olduktan sonra, Huneyn, Taif
Muhasarası, Tebük ve Dûmetü’l-cendel gibi çe-
şitli savaşlara katıldı. Bi’r-i Maûne faciasından
sağ kurtuldu. Ebû Sufyan’ı öldürmek üzere kendi
adıyla anılan bir seriye düzenledi.
Görevleri : Elçilik, irşad görevlisi, askerlik,
habercilik. Hz. Peygamber Hendek Savaşı’ndan
sonra Mekke’de çıkan kıtlıkta fakirlere dağıtılmak
üzere Ebû Süfyân’a beş yüz dinar götürme görevi
ile H. 7. yılı başında da iki mektubunu ve bazı he-
diyeleri Habeşistan kralına götürme görevini ona
verdi.
Fiziki yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Girişken, zeki, gözü pek, atılgan
ve intikamcı…
Ayrıcalığı : Eylemci, cesur…
Ömrü : Tahminen 70-80 civarında ol-
malı
Ölüm yılı : H. 60-80
Ölüm yeri : Medine’nin Harrâtîn semtinde
Ölüm sebebi : Evinde, hastalık ya da yaşlılık.
Hakkında : Mekkeliler tarafından esir alınıp
şehit edilen Hubeyb b. Adiy’in cesedini onların el-
lerinden gizlice kurtardığına sevinen Hz. Peygam-
ber ona dua etti.
Hadisleri : “Eşine aldığı (hediye vb.) şey de
kişi için bir sadakadır.” Amr, “Ya Rasulellah! De-
vemi salsam da Allah’a tevekkül etsem?” diye so-
runca Allah Rasulü: “Hayır, deveni bağla, ondan
sonra tevekkül et!” buyurdu.
Kaynaklar : İsâbe, IV. 602; Üsd, I. 837; DİA,
III. 94-95; Müsned, IV. 65, 139, 179; V. 287-289,
378; Müstedrek, III. 722; İbn Sa’d, Tabakât, II.
93-94; Nübelâ, III, 179-181.
*Prof. Dr.
33Ekim 201132
EdebiyatMusa TEKTAŞ İman deryasına bir damla gibi düşmek
isteyenler, önce manevî semâlara
yücelecek, kat kat zerre misale dolaşa-
caklar ki, o hudutsuz deryayı bulabilsinler. Ne za-
man ki tertemiz bir katre misali o güzellik derya-
sına ulaşabilirlerse, işte o zaman Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in Hz. Selman (r.a.)’ı kabul etmesi gibi
dillere destan bir birlikteliğin sembolü olurlar…
Hulûsi Efendi Hazretleti Mektûbât’ındaki bir be-
yitte bu temiz seyre işaret buyurur:
Pâk-dillikle erüp Hazret-i Selmân katre
Ehl-i Beyt zümresine gör nice dâhil görünür1
Isfahan’ın Cey kasabasından yollara düşen,
sarılacağı sağlam bir dal, bir inanç kaynağı bu-
labilmek için diyar diyar dolaşan bir sevgi abi-
desi… Ebû Abdillah lakabı ile tanınan Selmân-ı
Fârisî (r.a.)… Başından değişik olaylar geçer. Na-
sibi kalkar, kanatlanır âdetâ Medine’ye uçar…
Sevdiğini bulur, İslâm’ı seçer… Köle olmasından
dolayı Bedir ve
Uhud savaşla-
rına katılamaz;
ama Hendek
ve sonraki tüm
gazvelere ka-
tılmaktan geri
kalmaz… Hz.
Ömer (r.a.)’in
hilafetinde o te-
miz yürekli insa-
nı Medâin valisi
eyler.2 Siyer bilginleri Selmân-ı Fârisî (r.a.)’nin
çok uzun yaşayan sahabelerden olduğunu, 250
sene yaşadığını söylerler. Selmân-ı Fârisî (r.a.),
Medine’ye gelip Peygamber Efendimizle tanışma-
sını ve İslâm’ı kabul edişini bizzat kendisi şu şe-
kilde beyan eyler:
Bir arayış içinde iken karşılaştığım bir rahip:
“Dünyada benim gibi bir din adamı olduğunu bil-
miyorum ki, ona git diyeyim. Fakat ömrün yeter-
se - ömrünün pek yeteceğini de zannetmiyorum
ya- İbrahim (a.s.)’ın ailesinden bir adamın çıktı-
ğını duyacaksın. Ben kendimin ona erişeceğini sa-
nıyordum. Onunla birlikte olman mümkün olursa
ona git. Çünkü o hak dini getirmiştir. Bu Peygam-
berin alametleri şunlardır: Kavmi ona sihirbaz,
cine tutulmuş ve kâhin diyecektir. O, hediyeyi ka-
bul edip yiyecek, sadakadan ise yemeyecektir. İki
kürek kemiği arasında peygamberlik mührü var-
dır.” diye cevap verdi.
Beni Medine’ye Götürün!
Ben yalnız başıma kalmıştım. O sırada Medine
taraflarından bir kervan geldi. Ben; “Kimlerden-
siniz?” dedim. Onlar; “Biz Medine ahalisindeniz
ve tüccar bir topluluğuz, ticaretle geçiniriz. Fa-
kat İbrahim’in sülalesinden bir adam çıktı ve bi-
zim aramıza –Medine’ye- geldi. Kavmi de onunla
savaşıyor. Biz ticaretimize engel olmasından kor-
kuyorduk, fakat o Medine’ye hâkim oldu.” dedi-
ler. Ben; “Peki onun hakkında ne diyorlar?” diye
sordum. İçlerinden biri; “Sihirbaz, cinlenmiş/
mecnun ve kâhin diyorlar.” dedi. Ben; “İşte bun-
lar onun işa-
retleridir. Beni
reisinize götü-
rün.” dedim.
Kervanın reisi-
ne gelip; “Beni
Medine’ye ka-
dar götür.”
dedim. Reis;
“Peki buna
karşılık ne ve-
receksin?” diye
sordu. Ben; “Sana verecek bir şeyim yok. Fakat
sana köle olurum.” dedim.
Bu anlaşma üzerine adam beni Medine’ye ge-
tirdi. Beni hurmalığında çalıştırıyordu. Hurma-
ları, develerin su çektiği gibi su çekerek suluyor-
dum. Çalışmaktan sırtım ve göğsüm yara olmuştu.
Söylediklerimi anlayan birini de bulamıyordum.
Nihayet bahçeye su almak için yaşlı bir Fârisî ka-
dın geldi. Onunla konuştum. Dediklerimi anlıyor-
du. Ona; “Peygamberliğini açıklayan adam nere-
dedir? Bana onun yerini söyle” dedim. “O, sabah
namazını kılınca erkenden buradan geçer.” dedi.
KÖle OlmAKSeVDİğİ İÇİn
“İman deryasına bir damla gibi düşmek isteyenler, önce manevî semâlara yücelecek, kat
kat zerre misale dolaşacaklar ki, o hudutsuz deryayı bulabilsinler. Ne zaman ki tertemiz
bir katre misali o güzellik deryasına ulaşabilirlerse, işte o zaman Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
Hz. Selman (r.a.)’ı kabul etmesi gibi dillere destan bir birlikteliğin sembolü olurlar…”
Ekim 201134 35
Sabah için biraz hurma toplayıp hazır ettim.
Sabah kadının dediği vakit olunca dışarı çıktım
ve Peygamber(s.a.v.)’e hurmaları ikram ettim.
Rasûlullâh (s.a.v.); “Nedir bu? Sadaka mı, hediye
mi?” diye sordu. Ben sadaka olduğunu belirttim.
Rasûlullah (s.a.v.); “Şunlara git.” dedi. Arkadaş-
ları da yanındaydı. Onlar yediler, fakat Rasûlullah
(s.a.v.) hiç yemedi. Ben kendi kendime; “Bu bi-
rinci emare.” dedim. Ertesi gün olunca, aynı yere
bir miktar hurma ile tekrar geldim. Rasûlullah
(s.a.v.); “Nedir bu?” diye sordu. Ben; “Hediye”
dedim. Bunun üzerine kendisi yedi, arkadaşları-
nı da çağırdı. Sonra benim, sırtındaki mühre bak-
mak içi çabaladığımı gördü. Durumu anladığın-
dan, sırtındaki ridayı çıkardı. Sırtındaki mührü
görünce öptüm ve ona sarıldım. Bana; “Nedir
senin bu hâlin?” dedi ve kim olduğumu sordu.
Ben de ona başımdan geçenleri anlattım. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.v.); “Git, kölesi olduğun
kimseden hürriyetini satın al!” buyurdu.3
Ehl-i Beyt’in Dikkati
Hz. Peygamber (s.a.v)’in temiz silsilesine de,
onun gibi zekât almak uygun görülmemiştir. Has-
sas olan ehl-i beyt mensupları bu hususa çok dik-
kat etmişlerdir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
(k.s.) şöyle anlatıyor:
“Bir gün çarşıya inmiştim. Darende’nin eşra-
fından bir esnaf beni dükkânına çağırdı. ‘Hulûsi
Efendi şu zekâtımızı size vermeyi uygun bul-
duk, kabul et’ dedi. Ben namludan çıkan mermi
gibi dükkânın diğer kapısından çıktım. Arkam-
dan söyleniyordu: ‘Canım niçin kabul etmiyor-
sun, bunun için ölenler var.’ Oradan bir dostu-
mun dükkânına vardım. O arkadaş; ‘Ne o Seyyid
hasta mısın, benzin geçmiş, bir şey mi var?’ dedi.
Ben de olayı anlattım. ‘Bu adam bilmez mi ki
Rasûlullah (s.a.v.)’ın ve Ehlibeytin zekât almadık-
larını, bize niçin böyle yapıyor?’ dedim. O arka-
daş: ‘Vay hayâsız herif nasıl böyle yapar, sen ona
aldırma Seyyid, bilse yapmazdı’ diye bizi teselli
etti diye buyurdular.4
Hulûsi Efendi Hazretleri hediyeleşmeyi çok
sever gittiği yere eli boş gitmezdi. Bazen uzak-
ta yaşayan dostlarına hediyeler de gönderirdi.
Bir gün Ankara’dan ziyarete gelen bir arkadaş ile
Hacı Bayram-ı Veli Camii İmamı Zekeriya Hoca
Efendi’ye bir çift örme çorap gönderir. Zekeriya
Hoca bu hediyeyi alınca, “Başın gönderdiği, aya-
ğa giyilmez. Efendi Hazretlerinden teberrük ola-
rak ölünceye kadar saklayacağım.”5 der.
Peygamber Efendimizin çok özel değer ver-
diği, ehlibeytinden kabul ettiği Acem asıllı olan
Selmân-ı Fârisî (r.a.), tasavvuf kültüründe mânevî
evlâtlığın ve sülûkun örneği olmuştur.
Mektûbat-ı Hulûsi-i Darendevî’deki bir mek-
tupta, Hulûsi Efendi (k.s.) ihvanlarıdan biri-
ne İhramcızade hazretlerinin aile efradımızdan-
dır, deyip; Hz. Selman benzetmesini yaptığı işaret
eder. Şöyle buyurur:
“Âilemiz ta’dâdına, kayd oldu kelâm-ı hik-
metlerinden nümâyan ve size ancak bu müj-
de kâfidir ki, (Selmânu minnâ) hadîs-i şeref-
vürûdunun müşâbeheti ber-muktazâ-i şefkat u
lutf u inâyetlerinin âsârıdır.”6
Mürşidin bir müridini ehli beytinden sayması,
mânevî evlat kabul etmesi, yakın bir konuma ka-
bul etmesi elbette ki en büyük lütuf, en büyük şef-
kattir.
Tasavvuf yolunun büyükleri bazı meslek züm-
relerinin pîri kabul edilirken, Selmân-ı Fârisî(r.a.)
de küçük esnafın hâmisi ve pîri kabul edilmiştir.7
Sevenleri ile birlikte oturan Hz. Ali (r.a.)’ye ce-
maat: “Ey müminlerin emiri! Bize arkadaşları-
nı anlat” der. Hz. Ali (r.a.); “Hangi arkadaşları-
mı?” deyince, oradakiler; “Muhammed (s.a.v.)’in
ashâbını” cevabını verirler. Bu defa Hz. Ali (r.a.);
“Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tüm ashâbı benim ar-
kadaşımdır. Siz hangilerini kastediyorsunuz?”
diye sorunca, meclistekiler; “Senin kendilerini
iyilikle anıp dua ettiğin kimseleri.” açıklamasın-
da bulunurlar. Bunun üzerine Hz. Ali (k.v.), Hz.
Selman’dan söz edip onun hakkındaki kanaatini
şu şekilde dile getirir:
“Selman, sizler için Lokman Hekim gibi biridir.
Selman bizdendir ve ehlibeytten biri olarak bizim
yolumuzdadır. O, önceki ve sonraki âlimlerin il-
mine sahiptir. İlk (Tevrat ve İncil) ve son (Kur’ân)
kitabı okur. Uçsuz bucaksız engin bir denizdir.”8
Can Terkeden Fedakârlar
Peygamberimizin ashabı, yani Hz. Ali (r.a.)’nin
arkadaşları en seçkin, en fedakâr insanlardır. On-
ların arkadaşlık anlayışı her şeyi sevdiği için feda
etmeyi gerektirir. Zaten o şerefe erebilmek için Hz.
Selman-ı Farisî’de köle olmayı bile kabul etmiştir.
Hulusi Efendi de bir beytinde şöyle buyurur:
Hulûsî cân terkin urup nâm u nişân terkin urup
İki cihân terkin urup arkadaşlık eyler misin9
Hz. Selman’ın ifrat ve tefritten uzak bir din an-
layışını öngören yaklaşımını yakından görmek is-
teyen Tarık b. Şihab bir gece onun yanında kalır.
Hz. Selman namaz için gecenin sonuna doğru kal-
kar. Onun tahmin ettiği kadar ibadet yapmadığını
gören Tarık b. Şihab, düşüncesini Selman (r.a.)’a
anlatınca, o şu cevabı verir:
“Beş vakit namazı kılınız. Çünkü bu beş vakit,
ölüm isabet etmezse küçük yaralar için kefaret
olur. İnsanlar yatsı namazını kılınca şu üç merha-
leye varırlar. Bunlar, lehine olmayıp aleyhine olan,
aleyhine olmayıp lehine olan ve hem lehine hem
de aleyhine olmayan sonuçlardır. Bir kişi gecenin
karanlığını ve insanların bilememesini fırsat sayıp
günahlara rağbet ederse, bu iş aleyhine olur, lehi-
ne hiçbir şey yoktur. Bir diğeri de gecenin karan-
lığını ve insanların bilememesini fırsat bilip gece
kalkar namaz kılarsa, bu tamamen menfaatine bir
durumdur, aleyhine hiçbir şey yoktur. Bazı kimse-
lerin de fayda ve zararına olmayan durumlar var-
Ekim 201136 37
dır. Bir kimse namaz kılar sonra da uyursa, bu ne
lehine ne de aleyhinedir. Zorlu sefer için dikkatli
ol. Hayırlı işlere yönelmeli ve devam etmelisin.”10
Dostları kendisine, “Hangi ameli işlememi-
zi tavsiye edersiniz?” diye sorduklarında, Hz. Sel-
man, selâmı yayınız, müminlere yemek yediriniz
ve herkes uyurken kalkıp namaz kılınız tavsiye-
sinde bulunmuştur.11
Dostlara Tavsiye
H. Hamidtettin Ateş Efendi bir dostuna yazdı-
ğı mektubunda selâmın önemi hakkında şöyle bu-
yuruyor:
“Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): “Selâmı ara-
nızda yayınız.” buyurmakla sevgiyi topluma ve
tüm dünya yaymamızı emrediyor. Birliği beraber-
liği, kardeşliği, sevgiyi bütün insanlık âlemine ya-
yın diyor.
Selâm hem yaşadığımız dünyada hem de ebedî
kalacağımız bakî âlemde geçerli bir mukaddes ke-
lamdır. Cennet-i a’lâda meleklerin inananlara, ina-
nanların birbirlerine selâm vereceklerini Yüce Ki-
tabımız bizlere şöyle bildirilmektedir. “Rablerine
karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cenne-
te sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın ka-
pıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der:
“Size selâm olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi, ebedî
kalmak üzere buraya girin.”12
Selâm, gönüllere muhabbet tohumunu eker, gö-
nül kazanmayı sağlar. Selâm insanların atası Hz.
Âdem (a.s.)’den günümüze kadar gelmiş güzel bir
ameldir. Peygamberler sünnetidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerin-
de selâm’ın şeklinin Allahu Teâlâ tarafından Hz.
Âdem (a.s.)’e öğretildiğini şöyle bildirmektedir.
“Allah Teâlâ, Âdem (a.s.)’ı yaratınca ona:
- Git şu oturmakta olan meleklere selâm ver ve
senin selâmına nasıl karşılık vereceklerini de gü-
zelce dinle; çünkü senin ve senin çocuklarının
selâmı o olacaktır, buyurdu. Âdem (a.s.) meleklere:
– Es-Selâmü aleyküm, dedi. Melekler:
– Es-Selâmü aleyke ve rahmetullâh, karşılığını
verdiler. Onun selâmına “ve rahmetu’l-lâh”ı ilâve
ettiler.”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri
(k.s.) Hutbeler adlı eserinin 7. Hutbesinde iman
ehlinin vasıflarını sayarken şöyle buyuruyor:
“Selâm veren müminin selâmını güzelce almak
ve hastaları yoklamak ve ölmüş olan müminlerin
namazlarını kılmak, herkese karşı cûd u sehada
bulunmak ve küçüklere şefkat, büyüklere hürmet
etmek ve kendi nefsi için istemediğini mümin kar-
deşine de istememek, herkese kendi gibi bakmak
dahi imanın şûbelerinden ve iman ağacının dal-
larındandır ki, ağaç dalsız olmayacağı gibi, iman
dahi bu güzel sıfat ve hasletsiz olmaz.”13
Selmân-ı Fârisî (r.a.)’nin sözlerinden birisi ile
yazımızı taçlandıralım:
“Yüce Yaratana gizli âsî olup günah işledinse,
gizli ibadet et, sevap işle. Eğer O’na açıktan âsî
olup günah işlemişsen O’na açıkça itaat et, seva-
ba nail ol. Bunlar birbirlerini yok ederler. Açıkça-
sı, gizli ibadet, gizli yapılan günahı, açık ibadet de
açık yapılan günahı yok eder.
“Yüce Yaratana gizli âsî olup günah
işledinse, gizli ibadet et, sevap işle.”
1 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Mektûbat-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 37
2 İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, c. I, s. 228.3 El-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 190-19. Geniş bilgi için bkz: Özköse Kadir-H.
İbrahim Şimşek, Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yay.Ank,2009.4 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/49.5 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar Dosyası, nr. 9/226.6 Ateş. Mektubat, s. 195.7 Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 37.8 El-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 187.9 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Meh-
met Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 224.10 El-Isfehânî, Hılyetü’l-evliyâ, c. I, s. 189-190; 11 Aynı eser, c. I, s. 204.12 39/Zümer, 73.13 H. Hamidettin Ateş, Mektup Arşivi,
Dipnot
KAN ÇİÇEKLERİ “…toprağın bağrında bir ölüp bin dirilenlere rahmetle…”
Toprağı kanıyla sulayan erlerDağları, taşları vatan yaptınızSize yiğit asker, kahraman derlerKula kul olmayıp Hakk’a taptınız
Hilalin önünde selam durdunuzBulutlara değdi asil başınızVatan üzerine hayal kurdunuzAnıttan yücedir mezar taşınız
Kahpe kurşunlara hedef olup daAllah Allah deyip atıldı nefer…Ömrün baharında bir bir solup daFenadan bekaya ettiler sefer
Verdiğiniz canla can buldu vatanGönderde bayrağa renk verdiniz siz!...Gurur duyar sizle kahraman atanŞehitler bağından gül derdiniz siz!...
Kan değen gömleğin kefenin olsunAnanın gözyaşı akar durulmazYaralı vatana kanatsın, kolsunHakikat yolunda giden yorulmaz
Gölgenizde açar cennet gülleriBir ölür bin kere dirilirsinizToprağa karışır Hakk bülbülleriGüneş suretinde görülürsünüz
Kahpeler düşürdü sizi tuzağaKaranfil yas tutar, güller perişanCandan özge canlar düşer uzağaAdını zikreden diller perişan
Davul zurna ile gider askereHasreti içine atar Mehmed’im!...Ölüm beratıdır elde teskereŞahadet şerbeti tadar Mehmed’im!...
Bayrağa rengini veren kanındırGönül göğümüzde bir yıldızsın sen!...Bu toprağı vatan yapan canındırİçimizde ışık, bir yaldızsın sen!...
M. Nihat MALKOÇ
39Ekim 201138
İnsanlık tarihindeki bütün gelişme ve de-
ğişmelerin merkezinde olan insanoğlu,
yaşamakta olduğu dünyanın zenginlik,
güzellik ve özelliklerini tanıma ve insanlığın yara-
rına kullanma şansına düşünebildiği oranda sahip
olmuştur. Şu halde kâinatın sahibi Allah (c.c.), ya-
ratmış olduğu dünyanın şifrelerini insanoğlunun
beynine programlamıştır. Buradan hareketle yüz
yıl öncesinde insanoğlu dünyamızın sahip oldu-
ğu zenginliklerin % kaçına sahipti, bugün bunla-
rın % kaçından yararlanabiliyor ve acaba gelecek-
te % kaçından istifade edebilecektir? Bu soruların
cevabı yaradılışın sırrı ile ilgilidir. Bunun çözümü
de akıl ve iman ile mümkündür. Tarih bu duru-
mun açık ve en doğru şahidi olmuştur.
Yaşamakta olduğumuz dünya; dağları-ovaları,
çölleri-vahaları ve denizleri ile bir bütün halinde
dünyanın güzelliğini oluşturmaktadır. Bu saydığı-
mız coğrafî özelliklerin her birinin ayrı ve gerekli
hususiyetleri vardır. Zira içinde yaşamakta oldu-
ğumuz dünyadaki bu farklılıkların her biri insa-
noğlu ve diğer canlıların nesillerinin devamı için
Allah (c.c.) sadece ve sadece insanoğluna bu şan-
sı ve fırsatı vermiştir. Zira insanoğlu, bu özellik
ve güzelliklere ulaşabildiği ölçüde gezegenimiz-
de kendisine bahşedilmiş olan imkânlara sahip
olabilmektedir. Oysaki günümüzde gezegeni hoy-
ratça kullanmanın sonucunda ortaya çıkan tehli-
keleri bertaraf etme şöyle dursun, kendi halkının
mutluluğu ve haliyle ülkesinin kazancından baş-
kasını düşünmeyen sömürgeci zihniyetlerin tem-
silcisi konumundaki İsevî ve Musevî dünyası, bü-
tün mahlûkat için ciddi bir tehlikeye adeta davet
çıkartmaktadırlar.
Gaflet Uykusu
Kainatın sahibi Allah (c.c.) insanoğlunu varlığı,
birliği ve dünyanın özellikleri konusunda
haberdar etmek için peygamberler, nebiler
göndermiştir. Ancak, insanoğlu bu davetlere
çoğu zaman kulaklarını tıkamışlar veya beşerin
zaaf batağından bir türlü kurtulamamış oldukları
için tekrar eski hayatlarına şu veya bu şekilde
dönmüşlerdir. Bütün insanlık için gönderilmiş
olan Efendimiz (s.a.v.) ve onun aydınlık
yolunun yolcuları yani manevî dünyamızın gönül
insanlarının örnek davranışları da onları gaflet
uykusundan uyandıramamıştır. Günümüzden
yaklaşık olarak bin yıl önce yaşamış olan Hoca
Ahmed-i Yesevî bu konuda “Cehalet öyle bir
tufan ki, Nuh Tufanı’ndan da tehlikeli” veciz sözü,
“Hoca Ahmed-i Yesevi’nin Yol Evlatları” olarak
tanımlamış olduğumuz “İnanç Önderleri”nin
de uyarılarına rağmen maalesef cehalet
özellikle de mensubu bulunduğumuz “İslâm
Dünyası”nı asırların en tehlikeli girdabına doğru
sürüklemektedir.
Mensubu bulunduğumuz yüce dinimiz
İslâmiyet, kendisinden önce insanlığa gönderil-
miş olan peygamberlerin ve Allah (c.c.) kelamı
olan kitapların ve haliyle dinlerin başlarına ge-
lenlerden sonra, kâinatın sahibi Yüce Allah (c.c);
İslâmiyet, Hz. Muhammed (s.a.v) ve Allah (c.c.)
kelâmı Kur’an ile yaratmış olduğu bütün insanlı-
ğı uyarmıştır. Müslümanlar, Asr-ı Saadet olarak
tanımlanmış olan güzelliklerin yaşanmış olduğu
dönemden, itibaren yaklaşık olarak XV. yüzyıla
kadar İslâm’ın nuru ile nurlanmış, bilimi ile bilgi-
DüşünceAbdulkadir YUVALI*
CeHAletBÜtÜn YAnlIşlArIn AnASIDIr
“Peygamber Efendimize ilk emri olan “Oku” gündemimizden çıkmış ve buna bağlı olarak
da; bilim, teknoloji, düşünüce de eksen kaymasına uğramıştır.”
41Ekim 201140
lenmiş ve buna bağlı olarak da dünyamızda sulh-
sükûn hâkim olmuştur. Bir başka ifadeyle inancın,
aklın, bilimin ve düşüncenin merkezi İslâm dün-
yası olmuştur.
Medeniyetin Ağırlık Merkezi
İslâm dünyası, XV. asırdan itibaren, İsevî dün-
yasındaki gelişmelere paralel olarak adeta önce
duraklama, takiben de gerileme sürecinin karan-
lıklarında çırpındıkça daha da derinliklere sürük-
lenmiş ve sürüklenmektedir. Söz konusu bu süreç-
te, bilimin, teknolojinin, düşünce ve medeniyetin
ağırlık merkezi yer değiştirmiştir. Kâinat’ın sahi-
binin, yolculuğun başında, Peygamber Efendimi-
ze ilk emri olan “Oku” gündemimizden çıkmış ve
buna bağlı olarak da; bilim, teknoloji, düşünü-
ce de eksen kaymasına uğramıştır. Artık dünya-
nın güzellikleri, özellikleri ve zenginliklerinden ya-
rarlananlar üzülerek ifade etmeliyim ki, ortaçağın
skolâstik düşüncesi içinde kıvranan İsevî, Musevî
dünyası olurken, kaynakları sömürülen, inancın-
dan dolayı horlanan, sürülen, taciz edilen ve acı-
masızca katledilenler ise bizim dünyamızı yani
“İslâm Dünyası”nı temsil eden ülkelerdir. Son beş
asırdan beri bu haksızlık artarak devam etmekte
ve nerede duracağına dair tahmin yürütmemiz de
o kadar kolay değildir.
Bugün, okuma, düşünme, bilim ve teknoloji
üretmede konusunda tuzu bulunmayan bir dün-
yanın mensupları olarak yarın hak dünyada Efen-
dimiz (s.a.v.)’den nasıl şefaat dileyeceğiz? Gelecek
nesillere bugünden daha karanlık bir dünya bırak-
manın vebalinden kurtulabilecek miyiz? Endişe-
miz, bu gaflet, delalet hatta din ve devletlerimi-
ze yönelik tehlikelerin devamı halinde yarınlarda
Müslümanların daha çok kanı akacak, malları,
mülkleri ve hatta topraklarının altı ve üstündeki
zenginlikleri daha da insafsızca ve tek yanlı olarak
sömürülecektir.
Ağırlıklı olarak Ortadoğu coğrafyasındaki Müs-
lüman ülkelerde yaşanmakta olan hadiseleri çok
yönlü olarak görmemizde fayda vardır. Öncelikli
olarak söz konusu ülkelerin mevcut yönetimleri ve
yöneticilerinin Batı Dünyası’ndaki Ortaçağ man-
tığının hâkim olduğu açıkça görülmektedir. Zira
ülkelerindeki yönetimleri değil çağımızda geçer-
li olan değerler, Yüce dinimizin emretmiş olduğu
esaslardan uzaklaştırarak ben merkezli (ülkenin
kaynaklarını kendileri ve yakın çevreleri için kul-
lanma) yönetmişlerdir.
Son asırda yaşamış olduğumuz “Birinci ve İkin-
ci” dünya savaşları, Batılı ülkelerin, üretmiş olduk-
ları mallara pazarlar temin etme ve üretimlerini
artırmak için ucuz hammaddelere ulaşma ile ilgi-
lidir. Bu uğurda milyonlarca insan ölmüş, şehirler
yakılıp yıkılmış, hedef seçilmiş olan yerler siyasal
bakımdan yeniden şekillendirilmiştir. Bu şekillen-
dirmelerde doğal sınırlar değil çıkarlar öne çıkar-
tılmış ve âdete Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında
sözde yeniden kurulmuş siyasî kuruluşların sınır-
ları cetvelle çizilmiştir. Merak edenlerimiz, dünya
haritası (siyasî) üzerinde Müslüman ülkelerin sı-
nırlarına göz atabilirler. Zira bu sınırları genelde
Batı Dünyası’nın sömürgecileri çizmişlerdir. Şim-
di aynı coğrafyayı, tıpkı Batı Dünyası’nın sömür-
düğü gibi ve belki de yaşamakta olduğumuz Irak
örneğinde olduğu gibi daha acımasız ve insafsız-
ca sömürebilmenin plan ve projeleri bir bir haya-
ta geçirilmektedir.
Şu halde sözün kısası, günümüzde Ortadoğu’da
yaşanmakta olan ve hatta yaşanacak olan hadise-
lerin temelinde; dün söz konusu coğrafyayı ken-
di çıkarlarına göre şekillendirmiş olan “ Batı
Dünyası”nın yerini şimdi “Yeni Dünya” yani ABD
almıştır. Söz konusu İslâm ülkelerinde Batılıların
çıkarlarına göre düzenlenmiş olan yani kurdurul-
muş olan siyasî teşekküller vardı. Bu defa, aynı
coğrafya ve belki de daha fazlası, ABD’nin çıkarla-
rına göre yeniden dizayn edilecektir.
Bir Müslüman-Türk bilim ve düşünce insanı
olarak, tarih, kültür ve din coğrafyamızda; yakla-
şık beş asırdan beri rafa kaldırılmış olan akıl, bilim
ve düşünce yani Kur’an’da ifadesini bulmuş olan
değerler yeniden yaşanır hale gelinceye kadar bu
zulüm, işkence ve haksızlıkların devamına dair en-
dişemizi sizlerle paylaşmak istedik. Saygılarımla.
*Prof. Dr.
NAMAZ İLÂHÎSİ Îmandan sonra namazdırBunu bilmemek ne acıNe kadar övülse azdırNamaz mü’minin mîrâcıBütün dertlerin ilâcı
O, “gözümün nûru” diyor“Vuslatın sürûru” diyorNe kadar hoş, duru diyorNamaz mü’minin mîrâcıBütün dertlerin ilâcı
Namaz Hakk’a yakınlaşmakHer türlü engeli aşmakKulluk ile dolup taşmakNamaz mü’minin mîrâcıBütün dertlerin ilâcı
Suyunu Kevser göndersin Melekler seccâde sersinBir tüy gibi hafiflersinNamaz mü’minin mîrâcıBütün dertlerin ilâcı
Allah emri esas bizeDînin direği nass bize Peygamberden mîras bizeNamaz mü’minin mîrâcıBütün dertlerin ilâcı
Kalbin pasını silelimKul olmak nedir bilelimNamaz namaz dirilelimNamaz mü’minin mîrâcıBütün dertlerin ilâcı
Oğuz, Müslüman evlâdıYâr-i Gar’dan aldı adı Başka bir söz bulamadıNamaz mü’minin mîrâcıBütün dertlerin ilâcı…
Bekir OĞUZBAŞARAN
Sule
jman
MU
RATO
VİÇ
43Ekim 201142
Kur’an’da bildirilen peygamber
kıssalarının hikmetlerinden biri,
bu kıssalardaki ayetlerin sadece
indirildikleri zamana ait olayları anlatmamaları,
ayetlerin tüm zamanlar için insanlara dersler ver-
meleridir. Kur’an’da detaylı olarak bildirilen “Hz.
Yûsuf (a.s.) Kıssası” da bu doğrultuda çeşitli hik-
metler ve anlamlar taşımaktadır. Hz. Yûsuf (a.s.),
küçük yaşta iken kendisini kıskanan kardeşle-
ri tarafından bir kuyuya atılmış, daha sonra köle
olarak satılmış, ardından uğradığı bir iftira ne-
deniyle uzun yıllar hapiste kalmış, yıllar boyu bu
gibi zorluklarla denenmiştir. Ardından Allah, onu
tüm bu sıkıntılardan kurtararak kendisine güç ve
iktidar vermiştir. Hz. Yûsuf ‘un tüm bu olaylar sı-
rasında gösterdiği büyük sabır ve tevekkülü, et-
rafındaki insanların dikkatini çeken güzel ahlakı,
güvenilirliği ve kendisine tuzak kuranlara karşı aldığı
akılcı önlemler mü’minler için büyük hikmetler ve
örnekler taşımaktadır. Kur’an›da haber verildi-
ği üzere Hz. Yûsuf (a.s.) çocukken bir rüya gör-
müş ve bu rüyanın yorumunu babası Hz. Yakup
(a.s.)›a sormuştur. Rüyayı dinleyen Hz. Yakup
(a.s.) ona rüyasının anlamını haber vermiştir.
Hz. Yûsuf (a.s.)›ı kardeşlerine karşı tedbirli ol-
ması ve rüyasını onlara anlatmaması konusunda
uyarmıştır. Bu olay Kur’an ‹da şu şekilde bildiril-
miştir: “Hani Yûsuf babasına, ‘Babacığım! Ger-
çekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı
gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyor-
lardı’ demişti. Babası, şöyle dedi: ‘Yavrucuğum!
Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa sana tuzak
kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşma-
nıdır. İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rü-
yada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve
daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetle-
rini tamamladığı gibi sana ve Yakup soyuna da
tamamlayacaktır. Şüphesiz Rabbin hakkıyla bi-
lendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 2
Hz. Yakup (a.s.) ilim sahibi, ferasetli bir insan-
dır. Dolayısıyla diğer oğullarının karakterlerini iyi
tahlil etmiş ve Hz. Yûsuf (a.s.)›a karşı duydukla-
rı kıskançlığı fark etmiştir. Onları iyi tanıdığı için
Hz. Yûsuf ‹a tuzak kurabilme ihtimalleri olduğunu
anlamış, bu sebeple Hz. Yûsuf (a.s.)›a gördüğü rü-
yayı kardeşlerine anlatmamasını söylemiştir. Şey-
tanın insanın en büyük düşmanı olduğuna dikkat
çekmiş ve Hz. Yûsuf (a.s.)›a her zaman şeytanın
tuzaklarına karşı temkinli olmasını öğütlemiştir.
“Kardeşleri dediler ki: ‘Biz güçlü bir topluluk ol-
duğumuz halde Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin)
babamıza bizden daha sevgilidir. Doğrusu ba-
bamız açık bir yanılgı içindedir. Yûsuf’u öldürün
veya onu bir yere atın ki babanız sadece size yö-
nelsin. Ondan sonra (tevbe edip) salih kimseler
olursunuz.” 3
Öz kardeşi olsa erbâb-ı garaz eylemez insâf
İnsân ise hayretde kalır Yûsuf-ı Ken’ân’a bakınca 4
(Cenab-ı Allah’ın seçkin/seçilmiş olarak yarattığı
Yûsuf (a.s)’a kendi öz kardeşleri tarafından ina-
nılmaz bir tuzak hazırlanarak hayatına kaste-
dilmiştir. Kıskançlık/İstemezlik sonucu olarak
kendi kardeşleri ona bu kötülüğü yapmışlardır.
Hikâyesine baktığımızda ise insan şaşırıp/hay-
rette kalıyor.)
Kardeşleri Hz. Yûsuf (a.s.)’ı kuyuya atmışlar
ve daha sonra ağlar vaziyette babaları Hz. Yakup
(a.s.)’ın yanına gelerek, onu kurdun yediğini iddia
etmişlerdir. Allah›ın seçkin kıldığı kullarından
biri olan Hz. Yakup (a.s.)›ın ferasetini bildikleri
KültürResul KESENCELİ
HZ. YÛSUF(A.S)
DİVÂn-I HUlÛSÎ-İ DÂrenDeVÎ’De
HZ. YÛSUF(A.S)
DİVÂn-I HUlÛSÎ-İ DÂrenDeVÎ’De
Derdine cân hasr etmişiz
Dil mülkünü Mısr etmişiz
Ya’kûb-ı Ken’ân’ız bugün
Ol Yûsuf-ı Ken’ân bizim1
Ekim 201144 45
için, onun kendilerine kolay kolay inanmayacağı-
nı düşünerek bir de sahte delil getirmişlerdir. Hz.
Yûsuf (a.s.)›ın gömleğinin üzerine kan sürerek ba-
balarına göstermişler, onun gerçekten öldüğü iz-
lenimini vermeye çalışmışlardır.
Salih bir Müslüman olan Hz. Yakup’ da sahte
delil getiren oğullarına inanmamış, onların oyun-
larını fark etmiş ve bunun onlar tarafından düzü-
lüp uydurulmuş bir yalan olduğunu açıkça ifade
etmiştir. Bu durum, Kur’an›da şöyle bildirilmiş-
tir: “Ve üzerine yalandan kan (sürülmüş) olan
gömleğini getirdiler. ‘Hayır’ dedi. ‘Nefsiniz, sizi
yanıltıp (böyle) bir işe sürüklemiş...” 5
Beytü’l-Hazen-i gamde o Ya’kûb-ı belâ-keş
Yûsuf gama vâkıf ne için bir haber etmez 6
(Yakup hüzün evinde/yerinde bela, gam çeki-
yor, Yûsuf ise tüm bu belaları, sıkıntıları yaşıyor
ama ondan hiçbir haber alınamıyor, Kendisi ise
başına gelen her duruma rıza gösteriyor.)
Kuyuda Hz. Yûsuf’u bulup çıkaran kervancı-
lar onu Mısır’a götürüp pazara çıkardılar. Yûsuf
(a.s)’I Mısır Azizi’i satın almıştı. Hanımı Züley-
ha idi ve çocukları olmamıştı. Yûsuf (a.s), akılla-
ra durgunluk verecek derecede güzeldi. Yüzünde
parlayan nübüvvet (peygamberlik) nuru herkesi
hayran bırakırdı. Bu hal Züleyha’nın ona âşık ol-
masına sebep oldu. Yûsuf (a.s)’ın kendisine itibar
etmediğini gören Züleyha ona iftira etti ve “Eğer
ona emrettiğim şeyi yapmazsa muhakkak zindan-
larda sürünür.” dedi. Mısır Azizi Züleyha’nın bas-
kılarına boyun eğerek Yûsuf (a.s)’ın hapsedilme-
sine karar verdi. Böylece Hz. Yûsuf zindana atıldı.
Uzun zaman zindanda kaldı.
Gönülden çıkdı âlem dîdeden gayra nazar gelmez
Perîşân oldu Ya’kûb Yûsuf’undan bir haber
gelmez7
(Tüm cihan/dünya her şey onun gönlünden
nazarından çıktı. Yakup, Yûsuf’un ayrılmasın-
dan/kayboluşundan sonra perişan oldu fakat on-
dan hiçbir haber, bilgi alamadı, sıkıntılara keder-
lere düştü.)
Yûsuf (a.s)’la birlikte Mısır Firavunu’nun ek-
mekçisi ve şerbetçisi de hapishanedeydiler. Yûsuf
(a.s) zindandayken hastaları ziyaret eder, geceleri
daima namaz kılar, Rabbini zikrederdi. Kendisine
Allahu Teâlâ rüya tabiri ilmini öğretti. Yûsuf (a.s)
Firavun’un ekmekçisi ve şerbetçisinin görmüş ol-
dukları rüyayı tabir etti. Bu tabirler doğru olarak
tecelli etti. Yûsuf (a.s) zindandayken Mısır Hü-
kümdarı bir rüya görmüştü. Dehşetle uykusundan
uyanıp; “Ben rüyamda yedi semiz ineğin yedi zayıf
ineği yediğini ve yedi yeşil başak, yedi de kurumuş
başak gördüm. Ey ileri gelenler, eğer rüya tabiri
biliyorsanız, bu rüyamı yorumlayın.” dedi. Onlar
“Biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz.” dediler
Bu sırada daha önce Yûsuf (a.s) ile zindanda kalan
şerbetçi kendi rüyasını tabir ettirdiğini hatırlaya-
rak; “Ben bu rüyanın yorumunu yaptıracağım.
Beni Yûsuf (a.s)’un bulunduğu zindana götürüp
onunla görüştürün” dedi. O da Mısır Hükümda-
rının rüyasını anlatıp yorumunu istedi. Allahu
Teâlâ Yûsuf (a.s)’a zindandayken peygamberlik
emrini bildirdi. Yûsuf (a.s) Mısır hükümdarının
rüyasını tabir etmeden önce Allahu Teâlâ’nın pey-
gamberi olduğunu söyleyip, mucize gösterdi. Ge-
lecek yemekler daha gelmeden önce cinsini ve ta-
dını haber verdi. Peygamber ailesinden geldiğini,
baba ve dedelerinin peygamber olduğunu bildir-
di. Zindandayken insanları tevhid inancına davet
etmeye başladı.
Yûsuf (a.s) hükümdarın rüyasını yorumla-
yıp; “Yedi sene bolluk, sonra yedi sene kıtlık ola-
cak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz.”
buyurdu. Hükümdar, tabiri duyunca Yûsuf (a.s)
ı istedi. Yûsuf (a.s) Mısır hükümdarının elçisi-
ne; “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların
zoru (hâli) neydi? Kendisine sor dedi. Araştırma-
lar sonrası Yûsuf (a.s)’un suçsuzluğu ve seneler-
dir zindanda suçsuz olarak kalmış olduğu ortaya
çıktı. Mısır Hükümdarı Yûsuf (a.s)’a sarayda gö-
rev verdi. Hükümdar görmüş olduğu rüya ile ilgili
ne gibi tedbirler alınması gerektiğini sordu. Yûsuf
(a.s); “Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapla-
rı ile saklamayı önerdi. Yûsuf (a.s) yetkileri eline
alınca kıtlık senelerinin geleceğini düşünerek ge-
rekli tedbirleri aldı. Gerekli gıda stoklarını yaptır-
dı. Bu stoklar için büyük depolar yaptırıp topla-
dığı yiyecekleri buralarda depoladı. İnsanlara da
çok iyilik ve ihsanlarda bulundu. Yedi sene olan
bolluk seneleri geçip, peşinde bütün şiddetiyle kıt-
lık baş gösterdi. Kıtlığın ilk senesinde insanlar ha-
zırladıkları yiyecekleri bitirdiler. Mısır’dan ve çev-
re ülkelerden olan insanlar akın akın gelip Yûsuf
(a.s)’dan yiyecek alıyorlardı. Babası Yakup (a.s)’ın
ve kardeşlerinin yaşadığı Ken’an diyarında da kıt-
lık baş gösterdiğinden Yakıp (a.s), Yûsuf (a.s)’ın
anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin haricinde-
ki on oğlunu Mısır’a erzak almak üzere gönderdi.
Erzakları veren Yûsuf (a.s) onlara, Ken’an’a git-
tiklerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini,
aksi hâlde erzak vermeyeceğini söyledi. Kardeş-
leri bu durumu Yakup (a.s) ilettiklerinde Yakup
(a.s) Bünyamin’i göndermeye razı olmadı. Onla-
ra da; “Daha önce Yûsuf’a olanı biliyorsunuz. Fa-
kat Allahu Teâlâ en iyi koruyucudur. Merhametli-
lerin en merhametlisidir.” diyerek babalarını ikna
eden Yakup (a.s)’ın oğulları Bünyamin’i de yanla-
rına alarak ikinci defa Mısır’a gittiler. Diğer kar-
deşlerinden ayrı olduğu sırada Hz. Yûsuf karde-
şi Bünyamin’e kendisini tanıttı. Bir tedbirle onu
göndermeyeceğini bildirdi. Bir hırsızlık olayı ba-
hanesi ile saray vazifelileri Yakıp (a.s)’ın oğulla-
rının yüklerini aradılar. Bünyamin’i suçladılar.
Bünyamin Mısır’da alıkonuldu. Yakup (a.s) bu
Ekim 201146 47
habere çok üzülüp, anlatılanlara inanmadı. Fa-
kat “Artık bana düşen sabr-ı cemildir” dedi. Başı-
na gelen musibetlere rağmen, daima sabırlı oldu.
Yakup (a.s)’ın oğulları babalarının tavsiyesi üze-
rine üçüncü defa Mısır’a geldiler. Bu kez Yûsuf
(a.s)’ı tanıdılar. Bu durum, ayetlerde şöyle haber
verilmektedir:
“(Yûsuf) Dedi ki: ‘Sizler, cahiller iken Yûsuf’a
ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?’
‘Sen gerçekten Yûsuf musun, sensin öyle mi?’ de-
diler. ‘Ben Yûsuf’um’ dedi. ‘Ve bu da kardeşimdir.
Doğrusu Allah bize lütufta bulundu. Gerçek şu ki,
kim sakınır ve sabrederse, şüphesiz Allah, iyilik-
te bulunanların karşılığını boşa çıkarmaz.’ Dedi-
ler ki: ‘Allah adına, hayret, Allah seni gerçekten
bize karşı tercih edip-seçmiştir ve biz de gerçek-
ten hataya düşenler idik.” 8 Kardeşlerine çok izzet
ve ikramda bulundu. Babası Yakup (a.s)’ın hâlini,
kendisinin yokluğundan sonra ne durumda oldu-
ğunu sordu. Onlar da; “Senin için çok üzüldü, ağ-
ladı. Bu sebeple gözleri görmez oldu.” dediler. Bu-
nun üzerine Yûsuf (a.s) gömleğini çıkarıp onlara
verdi ve “Şu gömleğimi babama götürün ve yü-
züne sürsün. Sonra bütün ailenizi bana getirin.”
dedi.
Eyâ bâd-ı sabâ lutf ile cânândan haber verdin
Meni dermânde-i bîmâra dermândan
haber verdin
Garîbim Yûsuf-âsâ Mısr içinde bir enîsim yok
Varıp Ken’ân’a bir dem pîr-i Ken’ân’dan
haber verdin 9
(Ey gün doğusundan hoş, güzel şekilde esen
rüzgâr sevdiğimden iyi haberler getirdin. Benim
dertlerime/rahatsızlığıma derman olacak haberi/
bilgiyi ulaştırdın. Benim Yûsuf’umun Mısır’da bir
dostu dahi yok, sen bu hoş, güzel haberi Ken’an
ilinde bulunan Yakup’a getirdin. Onu bu haberin-
den dolayı çok mutlu ettin.( Beyitte geçen Pir-i
Ken’an Hazreti Yakup’u ifade etmektedir.)
Yûsuf (a.s) kardeşlerinin yol hazırlıklarını yap-
tırdı. Babası Yakup (a.s)’a verilmek üzere bütün
hanedanı ve akrabası ile birlikte Mısır’a gelme-
lerini isteyen bir mektup da verdi. Yakup (a.s),
oğulları Mısır’dan yola çıktıktan sonra oğlu Hz.
Yûsuf’un kokusunu aldığını söyledi. Fakat yanın-
dakiler, Yûsuf (a.s)’a duyduğu aşırı muhabbet-
ten dolayı böyle bir koku duyduğunu zannedebi-
leceğini söylediler. Nihayet Yakup (a.s)’ın oğulları
Ken’an diyarına yaklaşınca, onlardan birisi müj-
deci olarak gelip Yûsuf (a.s)’ın gömleğini babası-
na verdi. Yakup (a.s) gömleği alıp yüzüne, gözü-
ne sürdü. Gözleri açılıverdi. Yakup (a.s), bütün
oğulları ve akrabasıyla birlikte Ken’an diyarından
Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Yûsuf (a.s) Mısır
hükümdarı ve halkıyla birlikte Yakup (a.s)’ı ve be-
raberindekileri karşıladı. Babasını sarayına götür-
dü. Babasını ve üvey annesini tahtının üzerine çı-
karıp oturttu. Hepsi secde (şükür secdesi) ettiler.
Yûsuf’un şevk-i visâliyle müdâm
Cennet olur Ya’kûb’a Beytü’l-Hazen10
(Yûsuf (a.s)’a kavuşma neşesi ile Hz. Yakup’un
hüzün evi Cennete döndü. Gönlü mutlu, mesrur
oldu. Yıllarca bekledikten sonra sevdiğine kavu-
şuyordu...)
1 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Meh-met Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 215.
2 12/Yusuf, 4-63 12/Yusuf, 8-94 Ateş, A.g.e, s. 281.5 12/Yusuf, 1 6 Ateş, A.g.e, s. 97.7 Ateş, A.g.e, s. 106.8 12/Yusuf, 89-919 Ateş, A.g.e, s. 35010 Ateş, A.g.e, s. 236
Dipnot
BE HEY GÖNÜL! Mal-mülk yalan, dünya yalanBilmez misin be hey gönül!Emanettir insana canBilmez misin be hey gönül!
Hükmetmesin sana sayrıMâsivâdır O’ndan gayrıYaşanır mı yârden ayrıBilmez misin be hey gönül!
İbadetsiz hayat boşturHidayete ermek hoşturMerhametsiz yürek taştırBilmez misin be hey gönül!
Her canlıya lâzım saygıKalbi yakar: tasa, kaygıDünyayı döndüren sevgiBilmez misin be hey gönül!
Ey Sükûtî bu ne hâldirÂşıkların hepsi lâldırZikr, ruh için hâlis baldırBilmez misin be hey gönül!
Hızır İrfan ÖNDER
49Ekim 201148
DüşünceMehmet DERE
Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu
kavramların başında gelen takvâ;
sözlükte korunmak, sakınmak,
korkmak, kuvvetli bir himayeye girmek, koruma-
ya almak gibi anlamlara gelir.
İslâm terminolojisinde ise takvâ; Allah’ın emir-
lerine/hükümlerine saygı göstermek ve bu emirle-
ri/hükümleri titizlikle yerine getirmek; haramlar-
dan/yasaklardan şiddetle sakınıp bu haramları/
yasakları ihlal etmekten kaçınmak; Allah’a kar-
şı kulluk ve sorumluluk bilinciyle hareket etmek;
her şeyiyle Allah’a yönelip O’nun himayesine/ko-
rumasına girmek; dünyada ve ahirette insana za-
rar verecek, ilahî azaba sebep olacak her türlü söz,
eylem ve davranışlardan kaçınmak/uzak durmak-
tır.1
Ayrıca takvâ; Allah’a karşı duyulan derin bir
saygıyı ve bu saygının gereği olarak Allah’ın rıza-
sını ve sevgisini kaybetme endişesinden kaynakla-
nan korku anlamına da gelmektedir.2 Takvâ sahi-
bi mümine ise “muttakî” denir.
Kur’an-ı Kerim’de Takvâ Kavramı Üç Mertebede Zikredilmiştir:
1- Ebedî olarak cehennem azabından korun-
mak için Allah’a ortak koşmaktan, küfür ve nifak-
tan korunarak kâmil bir imana sahip olmak:
Fetih Sûresi’nin 26. ayetinde geçen takvâ keli-
mesi ifadesi bu anlamdadır: “Allah da, Rasûlüne
ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onla-
rı takvâ kelimesine bağladı.”
Ayette geçen takvâ kelimesi; kelime-i şehâdet,
kelime-i tevhiddir. Nitekim Hz. Peygamberi-
miz (s.a.v.) takvâ kelimesini, “Lâ ilâhe illallah:
Allah’tan başka ilâh yoktur” diye tefsir etmiştir.3
2- Kişinin iman sahibi olduktan sonra büyük
günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrar et-
mekten kendisini alıkoyarak emredilen farzları ve
diğer dinî vecibelerini yerine getirmesi, günahlar-
dan/haramlardan ve diğer yasaklardan kaçınması:
Bu hususla ilgili olarak A’raf Sûresi 96. ayetin-
de: “Kendilerine peygamberler gönderdiğimiz
memleketlerin halkı iman etseler ve takvâ sahibi
olsalardı elbette onların üstüne gökten ve yerden
nice bereket kapıları açardık. Fakat onlar pey-
gamberlerimizi ve ayetlerimizi yalanladılar. Biz
de onları işledikleri günahlar sebebiyle cezalan-
dırdık.” buyruluyor.
3- İnsanın bütün benliği ile Allah’a yönelmesi,
kişiyi Allah’tan alıkoyacak her şeyden uzak durma-
sı (mâsiva)dır. Takvânın en üst derecesi budur.
Bu hususla ilgili olarak Âl-i İmrân Sûresi 102.
ayetinde: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yara-
şır bir şekilde korkun ve ancak Müslümanlar ola-
rak can verin.” buyrulmaktadır.
Takvânın bu üç mertebesi, Mâide Sûresi 93.
ayette bir arada zikredilmiştir: “İman eden ve sa-
lih amel işleyenlere, hakkıyla sakınıp (takvâ ile
hareket edip) iman ettikleri ve salih amel işledik-
leri, sonra yine hakkıyla sakınıp (takvâ ile hare-
ket edip) iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp
(takvâ ile hareket edip) yaptıklarını, ellerinden
geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kı-
lınmadan önce) tattıklarından/yediklerinden do-
layı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan son-
ra iman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel
yapanları sever.”
Görüldüğü gibi bu ayette iman ve salih amel
iki kere ve takvâ üç mertebe olarak zikredilmiştir.
İnsanın iman edip şirkten korunması mahiyetin-
tAKVÂKUr’An’DA
“Takvâ; Allah’a karşı duyulan derin bir saygıyı ve bu saygının gereği olarak
Allah’ın rızasını ve sevgisini kaybetme endişesinden kaynaklanan korku
anlamına da gelmektedir. Takvâ sahibi mümine ise “muttakî” denir.”
MALİ DJENNE CAMİİ
51Ekim 201150
de olan ilk mertebe kişinin kendi nefsi ve vicdanı
arasında olan bir takvâdır.
İkincisi, insanın kendisi ile diğer insanlar ara-
sındaki hususlarla ilgili olan takvâdır ve üçüncüsü
de, insanın kendisi ile Allah arasındaki takvâsı ve
imanıdır. Bu ayette takvânın bu üçüncü derecesi,
ihsan olarak zikredilmiştir.
Takvâ, insanın hem inanç yönünü hem de
inancı gereği yapması gereken kulluk görevlerini
ve ibadetlerini, salih amellerini, ahlakını, söz, fiil
ve davranışlarını ifade eder. Takvâ, bir kalp eyle-
mi olup insanın imanını olgunlaştırır, ahlakını gü-
zelleştirir. Allah’a olan itaatini ve şükrünü artırır,
her an Allah’ı zikrederek O’nu asla unutmamasını
sağlar. Bu bağlamda takvâ, insanın hem dünyası-
na hem de ahiretine yön vererek
dünyada ve ahirette huzurunu ve
kurtuluşunu sağlar.4
Takvâ, insanın bütün işlerinde
helale, meşrûya, doğruya uygun
hareket etmesi; haramlardan ve
şüpheli şeylerden kaçınması/sa-
kınmasıdır. Nitekim ilgili bir ha-
diste de şöyle buyrulmuştur: “He-
lal bellidir, haram da bellidir,
aralarında ise, insanların çoğu-
nun bilmediği şüpheli şeyler var-
dır. Kim şüpheli şeylerden sakı-
nırsa, hem dinini, hem de ırzını
temize çıkarmış olur. Kim de şüp-
heli şeylere düşerse, harama düş-
müş olur. Tıpkı sürüsünü yasak
bölgenin etrafında otlatan çoban
gibi ki, hayvanları her an oraya
girebilir. Dikkat edin, her meli-
kin bir yasak bölgesi vardır. Dik-
kat edin, Allah’ın yasak bölgesi
de haramlarıdır.”5
Bu hadiste de görüldüğü gibi
takvâda aslolan, helaller ve ha-
ramlar konusunda hassas olmak;
harama düşme endişesiyle şüp-
heli şeylerden uzak durmaktır ki,
buna “verâ” diyoruz. Verâ, insa-
nın Allah’a olan imanını artırıp O’na yaklaşma-
sını/yakınlaşmasını sağlar. Ahirette de hesabı-
nın kolay olup ebedî mükâfatı kazanmasına vesile
olur.
İslâm’da renk, ırk, dil, etnik yapı, coğrafî böl-
ge, mevkii, makam vb şeyler üstünlük sebebi sa-
yılmamış, üstünlüğün ancak takvâda olduğu bil-
dirilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de takvâ
üstünlüğü şöyle ifade edilmektedir: “Ey insanlar!
Gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarat-
tık. Birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi
halklara ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz, Allah
katında sizin en üstün (kerim) olanınız takvâca
en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,
haberdar olandır.”6
En büyük örneğimiz olan Peygamberimiz
(s.a.v.) de: “Arab’ın Acem’e (Arap olmayana)
Acem’in de Arab’a; beyazın siyaha (yani beyaz
ırkın siyaha) hiç bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük
ancak takvâ iledir.”7 buyurarak üstünlüğün ancak
takvâ ile olduğunu bildirmiştir.
Bir diğer hadiste de: “Ey Allah’ın kulları!
Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman
Müslümanın kardeşidir. Ona ihanet etmez, zul-
metmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir et-
mez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tah-
kir etmesi yeterlidir. Her Müslümanın malı, kanı
ve ırzı diğer Müslümana haramdır. Allah si-
zin sûretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat
kalplerinize ve amellerinize bakar. Takvâ bura-
dadır -eliyle göğsünü işaret etti- Sakın ha! Birini-
zin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kul-
ları kardeş olun. Bir Müslümanın kardeşine üç
günden fazla küsmesi helâl olmaz.”8 Rasûlullah
(s.a.s.) “takvâ buradadır” sözünü üç/3 defa tek-
rar etmiş ve her defasında da mübarek eliyle göğ-
sünü işaret etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de Muttakîlerin Özellikleri
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, muttakîlerin
birçok vasıflarını/özelliklerini bildirmiştir. Biz
bunlardan bazılarını sıralamak istiyoruz:
Muttakiler; Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe iman eden, gay-
ba iman eden, namazlarını kılan, zekâtlarını ve-
ren, Allah yolunda infak eden, Allah’a, Rasûlü’ne
ve Kur’an’a itaat eden, Allah yolunda canlarıyla ve
mallarıyla cihad eden, Allah için iyilik yapan, ge-
celeri az uyuyup seher vaktinde dua/ibadet ede-
rek Allah’tan af ve mağfiret dileyen, öfkelendikle-
ri zaman öfkelerine sahip olup affedici davranan
söz verdikleri zaman ahitlerini yerine getiren, sa-
bır ehli olan, günah işlediklerinde hemen tev-
be eden, günahlarında/hatalarında bile bile ıs-
rar etmeyen, dosdoğru ve sâdık olan, Rablerinden
korkan ve saygıyla boyun büken, hidayet/kurtu-
luş üzere olan, dünyada ve ahirette birbirlerinin
dostu olan, bütün işlerinin salih amel olmasını is-
teyen ve salih ameller işleyen kalb-i selim sahibi
kimselerdir.
Yukarıda sıraladığımız muttakîlerin vasıfla-
rını/özelliklerini anlatan ayetleri incelediğimiz-
de takvânın İslâm’da, sadece ideal bir mümin tipi
değil aynı zamanda ideal bir toplum yapısı oluş-
turmaya yönelik olduğunu da görürüz. Takvânın
bu kadar geniş bir çerçevede kullanılmasını göz
önünde bulundurursak Allahu Teâlâ’nın huzurlu
ve güvenli bir İslâm toplumunun inşasına yöne-
lik ilahî emirlerinin/hükümlerinin ve bu alandaki
kurallara yönelik ilahî tekliflerinin, takvâ kavra-
mının zengin ve geniş muhtevası içinde yer aldı-
ğını söyleyebiliriz.
Bu bağlamda takvâ ile ilgili ilahî emirler ve
hükümler, beraber ve birlikte yaşamayı, toplum-
sal huzuru ve barışı sağlamayı amaçlamaktadır.
İslâm toplumunda, ilahî emirlere ve hükümle-
re dikkat etmeyerek fitne ve fesadın yayılmasına,
toplumsal huzurun, güvenin ve barışın bozulma-
sına neden olan kimseler, genellikle takvâdan na-
sibi olmayan kimselerdir. Muttakîler ise; Allahu
Teâlâ’nın koymuş olduğu ilahî emirlere ve hü-
kümlere riayet ederek huzurlu ve güvenli bir top-
lumun inşasında çok önemli rol oynarlar.9
Sonuç olarak söylemek gerekirse; Kur’an-ı
Kerim’in üzerinde önemle durduğu kavramların
başında takvâ kavramı gelmektedir.
Takvâ, müminlerin temel vasıflarından biri
olup Allahu Teâlâ birçok ayet-i kerimede muttakî
kullarını övmekte, huzurun ve kurtuluşun ancak
takvâ ile mümkün olduğunu bildirmektedir.
1 Süleyman Uludağ, “Takvâ”, DİA., C. 39, TDV. Yay., İstanbul 2011, s. 484; İsmail Karagöz, “İttikâ”, Dinî Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay., Ankara 2006, s. 347; Nu-rettin Turgay, “Takvâ”, Şamil İslâm Ans., Dergâh Ofset, İstanbul 2000, s. 373
2 Muhsin Demirci, Kur’an’ın Temel Konuları, İFAV Yay., İstanbul 2000, s. 2943 Tirmizî, Tefsir, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/1384 Karagöz, age., s. 3485 Buhârî, İman, 39, Büyû, 2; Müslim, Müsâkât, 107; Ebû Davud, Büyû, 3; Tirmizî,
Büyû, 1; Nesâî, Büyû, 2; İbni Mâce, Fiten, 14; İbni Hanbel, 4/269, 2716 49/Hucurât, 137 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/4118 Buhârî, Nikâh, 45; Edeb, 57- 58; Feraiz, 2; Müslim, Birr, 28-34; Ebû Davud, Edeb,
40, 56; Tirmizî, Birr, 18; İbni Hanbel, 2/3259 Halil Çiçek, Farklı Kültürlerin Birlikte Yaşama Formülü, Nesil Yay., İstanbul 1998,
s. 96-97
Dipnot
MAL
İ DJE
NN
E CA
Mİİ
53Ekim 201152
Şehir ve İnsanM. İlyas SUBAŞI
Türkiye dışarıda
“Müslüman Ülke”
olarak tanımlanır.
Doğrusu da budur. Nüfusunun
tamamına yakını Müslüman
olan bir devleti daha başka na-
sıl tanıtacaksınız?
Ama gel gör ki, bu Müslü-
man ülke, Müslümanlığının ge-
reğini çoğu kere yerine getir-
mede içten büyük baskılarla
karşılaşır:
Türkiye’de bir kesim, Cum-
huriyetin ilk yıllarından bu
yana dinî hayata müdahale an-
layışı içindedir. İnanmaz, ama
inanlara da kendisinin müsa-
ade ettiği kadar inanmasını is-
ter. Bunu devlete dayatılan uy-
gulama modellerinde çok rahat
görebilirsiniz: Bakın mese-
la, birçok belediye, yeni yerle-
şim yerlerini hizmete açarken,
orada sosyal tesislerin yanında
cami alanlarını dikkate almaz,
alamaz ya da aldırtmazlar…
Bunu dışımızdakiler de fark
edebiliyorlar. Bakınız bir ya-
bancının meseleye yaklaşımı
nasıl, birlikte görelim:
“Görevinin, her birinin hak-
kı olan Rahmet ve Nur’a kavu-
şabilmesi için, üyelerinin Allah
katında bilinçli, doğru bir hayat
sürmelerini sağlamak olduğu-
nu iyi bilen İslâmî şehir, daima
bu amaca ulaştıran kurumları-
nı korumaya çalışmıştır. Ayrıca
şurası bir gerçektir ki, İslam’ın
sahip olduğu derin düşünce po-
tansiyeli sanat, felsefe ve mis-
tisizmde, hiçbir zaman şeriatın
şehrin tek Yasası olduğu dö-
nemlerde olduğu gibi, şevkle
dile getirilmemiştir. Şimdi bu
devirler geçmişte kalmış gibi
görünüyor. Siyasal kurumla-
rın idareyi ele almasından son-
ra laikleştirme hareketi özel ve
kamuya ait yasalara ve eğitim,
maliye ve adliyeye kadar uzan-
dı. Bugün, Müslümanların bü-
tünlüğü ulusal rekabet ve mü-
minlerin esas çıkarlarıyla hiçbir
ilgisi olmayan ideolojik kavga-
lar sebebiyle her zamankinden
fazla tehlikeye girmiş durum-
da.”
Fransız akademisyen Jean
Louis Michon, sanki Türkiye’yi
tanımlıyor bu ifadeleriyle. As-
lında bu anlattıkları, 1976’da
İngiltere Cambridge’de düzen-
lenen “İslâm Şehri” toplantı-
sına sunduğu tebliğinde yer
alıyor. Tebliğci, bu meseleyi ir-
delerken camilerin konumuna
dikkatimizi çekmeyi de ihmal
etmeyerek: “Camiler sadece na-
maz kılınan mekânlar değil, ay-
rıca şehrin günlük meseleleri-
nin konuşulup tartışıldığı bir
buluşma yeri, yani bir tür fo-
rumdur.” diyor.
Ne var ki, devleti yöneten
laik kesimin böyle bir anlayış ve
kaygısı hiç olmadı. Bunun için
de ısrarla laikliğin temel ilke-
si gibi, camiler imarlaşma alan-
larının dışında tutulmaya ça-
lışıldı. Bu defa, halkın artan
talepleri ve oy kaygıları yüzün-
den sağlıksız alanlara, daracık
apartman aralarına cami in-
şasına izin verildi. Böylece ca-
miler şehri güzelleştirme yeri-
ne, şehirlerde uyumsuzluğun
simgesi durumuna düşürül-
dü. Şimdi yeni bir uygulama
ile daha fecisi yapıldı ve cami-
ler için 2.500 m² alan mecbu-
riyeti getirildi. Böylece, el kadar
toprağın bir avuç para ettiği şe-
hir merkezlerinde alan bulmak
rUHSUZ şeHİrmabedsİz şehİr
“Hâlbuki camiler şehrin ruhunu temsil ederler. Camileri
sadece ibadete hasredip sonra kapısını kilitletmek yerine, açıp
Fransız bilim adamının söylediği gibi, Peygamber zamanındaki
gibi “Forum alanına” dönüştürmeye katkı sağlasalar birçok
mesele kendiliğinden çözülecek ve camiler de gerçek anlamıyla
fonksiyonuna kavuşmuş olacaklardır.”
Ekim 201154 55
mümkün olmayacak, böylece
cami problemi tüm çözümsüzlü-
ğe götürülecektir…
Yaşadığım bir olay, bunun
nasıl handikapa dönüştüğünü
göstermesi bakımından entere-
sandır: Yaz aylarında 160 bin ki-
şinin yaşadığı, en az on milyon
dönüm alanı kaplayan bir yazlık
alanda yeterli cami bulunma-
maktadır. Ramazan yaz aylarına
geldiği için burada ibadet ma-
halline acil ihtiyaç var. Giderek
bölge şehrin banliyösüne dö-
nüştüğü için kışlanacak sitelerin
inşası da hız kazanmış durum-
da. Gelecek on yılda bölge kış-
lanacak yerleşik düzene geçmiş
olacak. Böyle bir yerde, imar
projesi yapılıyor ve cami yeri
konmuyor. Biz cami inşasına
kalkıştık. Karşımıza arsa proble-
mi çıktı. Çözümü yerel yönetim:
‘Arsa bulun yapın, plana mevcut
haliyle işleyelim.’ oldu. Eh, biz
de öyle yaptık. Bu defa, laik ke-
simden bazıları tavır aldı: ‘Plan-
da arsası olmayan yere cami ya-
pamazsınız!..’ Bize, bin m² arsa
bağışı yapan hayırseverden bu
defa bir o kadar daha arsa ala-
rak işi çözüme götürmekten
başka çaremiz kalmadı. Böyle-
ce bizim özel çabamızla şehrin
imar planına bir cami arsası gir-
miş oldu; şehir de güzel, biblo
gibi bir cami kazandı…
Bu konuda yazılıp söyle-
necek çok şey var. Ankara’da,
İstanbul’da bunun drama-
tik kavgalarına şahidiz. Hadi,
İstanbul’un merkezî alanları-
nı Osmanlı’nın eserleri kurta-
rıyor. Yeni yerleşim alanları-
na da Anadolu insanı geldiği
için o kendi inancını gerekleri-
ni, apartman arsalarına da olsa
cami yaparak gerçekleştiriyor.
Burada çözümsüzlük pek faz-
la değil. Ankara öyle mi? Bir za-
manlar, Ankara’yı “Mabetsiz
Şehir” haline getirdikleri için
övünenlerin keyfinin bedelini
halk ödüyor ve burada Cuma ya
da Bayram namazlarını kılabi-
lecek ibadethane bulmakta bü-
yük sıkıntı yaşıyorlar. Daha acısı
da, sanki kurtarılmış bölge gibi,
Çankaya’ya cami yaptırmamak
için direnen laik kesimin mantı-
ğını anlamak mümkün mü?
Bu kesim, bu konularda: “Bi-
zim yaptığımıza, inandığımıza
halk uymak zorundadır.” gibi il-
kel ve köleleştirici bir zihniyetin
temsilcisi olmaktan da çekinme-
mektedir.
Daha dehşet verici bir başka
örneği de düşünce eksersizi ya-
pıp biraz acı çekmeniz ve ülke-
nin hangi zihniyetin ellerinde
nerelere götürülmek istendiğini
görmenize katkı sağlamak için
arz edeyim:
Kayseri’de büyük camile-
rin tamamı, Selçuklu dönemin-
de yapılmış eserlerdir. En bü-
yüğünde aynı anda iki bin kişi
namaz kılabilmektedir. Bu ca-
miler inşa edildiğinde şehrin o
günkü nüfusu hiçbir zaman yüz
binin üzerine çıkmamıştı. Bu-
gün bir milyona yakın insan ya-
şıyor. Büyük bir merkezî camiye
ihtiyaç var. Gerektiğinde önem-
li bir cenaze namazı, Cuma ve
Bayram namazlarının edasın-
da aynı anda beş bin ya da daha
fazla insanın namaz kılabileceği
bir camiye ihtiyaç var.
Yer olarak da, Seyyid Burha-
neddin Türbesinin bulunduğu
mezarlığın güney ucundaki boş
alan bu işe uygun diye düşü-
nüldü. Proje hazırlandı. Evve-
la dindar kesimden tavır; bölge-
de çok cami var, böyle bir yere
büyük camiye gerek yok!.. Olan
camiler ise, metruk eski mahal-
lelerdeki küçük mescitler. Bu-
ralardaki 8-10 mescidi toplasa-
nız, yarım cami alanı bile etmez.
İşgal ettikleri yer ortalama 100
m² alana sahip. Buralarda ge-
rektiğinde yeşil alan olarak de-
ğerlendirip böylece çözüm bu-
lunmuş olacak. Laik kesimin
engellemesini aşabilmek için
de, teklifimiz “Cumhuriyet Ca-
mii” olsun şeklindeydi. Adam-
lar, bu işin önünü kesebilmek
için, şehirdeki eski kârgir bir
küçük mescidi “korunmaya de-
ğer eser” listesine alıp, düşünü-
len bu cami yerine nakle karar
verirler. Böylece düşünülen ca-
minin önünü devlet otoritesinin
gücünü de kırarak kesmiş ola-
caklar…
Kendini aydın sananlar, ney-
le ve kiminle savaşıyor. Anla-
mak mümkün değil. Devlet’e
rağmen devlet otoritesini kulla-
nan bu kesimin ülke geleceğine
açtığı yarayı tamir etmek müm-
kün olacak mı bilemiyoruz?
Demokrasinin halkın kendi
kendini idare etmesi anlamına
gelmesi gerekirken, bu sistemin
kurumları, kendilerine verilen
yetkiyi halkın ihtiyacına cevap
vermek kendi ideolojik saplan-
tılarına alet edip bu alanda tı-
kayıcı rolü üstlenir ve halka
yabancılaşırsa bu ülkenin gele-
ceğini nasıl yücelteceğiz?..
Hâlbuki camiler şehrin ru-
hunu temsil ederler. Camileri
sadece ibadete hasredip sonra
kapısını kilitletmek yerine, açıp
Fransız bilim adamının söyledi-
ği gibi, Peygamber zamanında-
ki gibi “Forum alanına” dönüş-
türmeye katkı sağlasalar birçok
mesele kendiliğinden çözülecek
ve camiler de gerçek anlamıy-
la fonksiyonuna kavuşmuş ola-
caklardır.
57Ekim 201156
Kitaplık
Kelebek Duası
Ahmet Mahir Pekşen
Diyanet Vakfı Yayınları
Tel: 0312 354 91 31
Pembe Gözlükler
Fatma Pekşen
Kaynak Yayınları
Tel: 0216 522 11 44
İlm-i Aşk
Fatih Duman
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Üç Yusuf Üç Rüya Üç Gömlek
Senai Demirci
Timaş Yayınları
Tel: 0212 511 24 24
Osmanlı Kadını
Filiz Barın Akman
Etkileşim Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Yazımızın başlığını oluşturan Şuarâ
Meclisi, Alim Yıldız’ın Kitabevi yayın-
larından çıkan son kitaplarından biri.
Şuarâ, şair sözcüğünün çokluk
şekli olup “geleneği” işaret eder.
Çünkü yalın olarak kullanıldığın-
da bile zihnimizin bir köşesin-
den onu tamamlayan şu söz-
cük harekete geçer: tezkire.
Tezkire: “anma, hatıra
getirme, yâd etme” anla-
mına gelir. Menşei “taba-
kat” kitaplarına dayanır.
Bugünkü edebiyat tarih-
lerinin ve şiir antolojilerin
yerini tutabilecek bir tür-
dür. Türk Edebiyatında
şuarâ tezkireciliği gelene-
ği Çağatay sahasında başlayıp, Osmanlı sahasın-
da gelişmiştir. İlk Türk tezkiresi: Ali Şir Nevâî’nin
“Mecâlisü’n-Nefâis”idir. İlk Osmanlı şuarâ tezki-
resi: Sehî Bey’in “Heşt Behişt”idir.
Bu bağlamda düşünürsek esere ad olan
“şuarâ” sözcüğü bilinçli bir tercih. Biçim ve içerik
yönünden gelenekten yararlanıldığını; lakin fark-
lı bir yaklaşım ve bakış sergilendiğini söyleyebili-
riz. “Tezkire” yerini “meclis” almış.
Meclis: Bir amaç için toplanmak anlamına ge-
lir. Yine meclis kişilerin makam, bilgi, görgü ve
kültür seviyelerine göre yerlerini aldığı, mevsi-
mine göre bir mangal etrafında, ilim
irfan, edep erkân öğrendiği aşk ve
meşk mahfilidir.
Ağırlıklı olarak “aruz” ölçüsüy-
le şiir yazan şairler ele alınmış gibi
görünse de Akif İnan gibi çağdaş
bir yazarı, Osman Hulûsi Efendi
gibi mutasavvıf şairleri, geleneksel
edebiyatı yeniden ve fakat öncekin-
den farklı bir tarzda gündeme geti-
ren Necip Fazıl’ı, Sivas’ın yetiştirdi-
ği Âşık Talibî ve Âşık Sefil Selimî’yi
yan yana görmek mümkün. Mu-
tasavvıf şairlerin seçiminde de ti-
tiz davranılmış. Celvetî Fenâyî Cen-
net Efendi, Seyyid Nesimî, Haşimî, Şemseddin
Sivasî, Şeyh Ahmet Rindî, Şeyh Halit, gibi farklı
tarikatlara mensup şairler, gözlerden kaçan yön-
leriyle ele alınmış. Eserde en farklı isim Nasret-
tin Hoca diyebiliriz. Çağdaşları Mevlana, Hacı
Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre gibi büyük şairlerle
ilişkilendirilerek ve elbette nüktedanlığı ön plana
çıkarılarak ele alınmış.
Elimizdeki eser, şairleri tanıtması yönüyle bir
tezkire gibi görünse de insanı sıkan yoğun biyog-
KitapNecati TOPÇU
rafik bilgiler art arda sıralanmayarak eserin
okunmasını tehlikeye sokacak kuruluk ber-
taraf edilmeye çalışılmış. Gerçi yer yer an-
siklopedik bilgilere rastlamak mümkün.
“Ön söz niyetine” yazılan başlangıç ya-
zısında yazar, dikkatleri iki noktaya, özel-
likle, çekmek istiyor. Birincisi, Divan Ede-
biyatı ve bu edebiyatın mahiyeti; diğeri de
Divan Edebiyatının anlaşılmasını neredey-
se imkânsız kılan “dil” meselesi. Bu iki so-
runun kesinlikle çözülmesi gerektiğini vur-
gulayan yazar, İstiklal Marşı ve Gençliğe
Hitabe’nin dilini anlayamayan yeni nes-
le Divan Edebiyatının sevdirilmesinin hiç
de kolay olmadığını belirttikten sonra so-
runun aşılması noktasında somut bir öneri
getiriyor: Divan Edebiyatı nazım şekilleriy-
le yazılmış bazı eserler, az da olsa, şiir for-
muyla sadeleştirilsin.
Bunun şiir tekniğine çok da uygun ol-
madığının vurgulayan Alim Bey, bu sade-
leştirme önerisinin, mesleğini “çorba para-
sı” için değil severek yapan öğretmenlerin
Divan Edebiyatını sevdirme yolunda ya-
pabilecekleri yollardan yalnızca biri olabi-
leceğini vurguluyor. Kutadgu Bilig’in, Fik-
ri Silahdaroğlu tarafından sadeleştirilerek
okurlara sunulmasını da buna örnek göste-
riyor.
Bu güzel çalışmasından dolayı Hocamızı
kutluyor, bu çalışmanın seri hâline gelme-
sini temenni ediyoruz. Zira dili ağır kalın
kitaplar yerine Hocamızın yaptığı gibi nite-
liği yüksek anlaşılır eserlere çok ihtiyaç var.
Divan şiiri ve kadim şiirin derin kökleriy-
le ancak bu şekilde bir bağ kurulabilir. Yüz
iki sayfalık eserde, şairlerin en güzel beyit
ve dörtlükleri seçilerek bir gül demeti oluş-
turulmuş.
Şuarâ Meclisi’nin hatırı sayılır davetlile-
rinden birer örnek vermek mümkün olma-
yacağı için; okuyucularımız kitaba müraca-
at etmelidirler.
şUAr meClİSİ
59Ekim 201158
Taabbud ve İbadet Alanı
İslâm’da ibadet alanını, iba-
det olabilecek davranışları ve
onların ilkelerini belirleyen an-
cak Allah ve Rasûlü’dür. Bunla-
rın dışında ibadet alanında bir
başkasının ortaya koyduğu şey-
ler bid’at olarak adlandırılır.
Bir davranışın ibadet olabil-
mesi için, inanılarak, samimi-
yetle, iyi niyetle ve dünyaya ait
bir menfaat beklemeden sade-
ce Allah için yapılması gerekir.
Buna Taabbud anlayışı denilir.
Taabbud, ibadeti öncelikle sırf
ibadet olduğu için ve Allah’ın
emrine olan bağlılığı ve saygıyı
ifade etmek için yapmak demek-
tir. Bu, ibadetlerde temel bir il-
kedir.
Rasûlüllah, dâimâ farz na-
mazlar yanında nâfile ibadet-
ler yapılmasını teşvik etmiştir.
O, hadislerinde nâfile ibadet-
lerin kulu Allah’a yaklaştıraca-
ğını ifade etmiştir. Günde beş
vakit olarak eda edilen farz na-
mazların bir kısmının evvelinde
bir kısmının sonunda eda edilen
sünnetler aslında Rasûlüllah’ın
günlük nâfile ibadetlerinin birer
örneğidir. Bunlar yanında za-
man zaman başka nâfile namaz-
lar kılmaya teşvik ettiği ve bun-
ları bizzat uyguladığı da hadis
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
kaynaklarında nakledilir. Kuş-
luk ve tahiyyetü’l-mescid namazı
böyledir. Onun sürekli yaptığı ve
sıkça tekrar ettiği nâfile namaz-
lar “sünnet” namazlar olarak ka-
bul edilmiş ve uygulanagelmiştir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in bazı ves-
lelerle yaptığı namazlar, “Kuş-
luk”, “Teheccüd” ve “Tahiyyetü’l-
mescid” gibi özel adla anılmıştır.
Bunlar dışında Hz. Peygamber
(s.a.v) nâfile namaz kılmak için
(kerâhet vakitleri hariç) her-
hangi bir sınırlama yapmamış-
tır. Her zaman ve istendiği kadar
nâfile ibadet yapılabilir.
Ramazan ayı ile ilgili olarak
da Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in ge-
nel bir tavsiyesi bulunduğunu
görmekteyiz. O bu konuda şöy-
le buyurmuştur: “Kim inana-
rak ve sevabını yalnız Allah’tan
bekleyerek Ramazan gecelerini
ibadetle (namaz kılarak) geçi-
rirse geçmiş günahları bağışla-
nır.” (Buhârî, Kadir, 1.) Genellile
Kadir gecesi için kabul edilen bu
teşvik, adı sonradan “Terâvih”
olan nâfile namazı için de yo-
rumlanabileceği gibi, teheccüd
namazı için de yorumlanabilir.
Hatta Hz. Peygamber (s.a.v)’in
bu teşviki gaye ve maksat açısın-
dan değerlendirilerek geceyi uy-
kuda geçirmeyip ibadet kapsamı-
na giren her davranış geceyi ihyâ
olarak anlaşılabilir. Kur’an oku-
mak, dinî içerikli sohbet yapmak
Orh
an D
URG
UT
terâvİhHz. Ömer (r.a.)’İn Sünnetİ mİ?
namazIterâvİh
Hz. Ömer (r.a.)’İn Sünnetİ mİ?
namazI
61Ekim 201160
da bunlar arasında sayılabilir. O
zaman Hz. Peygamber (s.a.v)’in
ümmetine esas öğretmek istedi-
ği, Ramazan gecelerinin önem-
senmesi ve ibadetle geçirilme-
sidir. Kendisi mescitte itikâfta
olduğu günlerin gecesinde bu
tavsiyelerine örnek olmak üzere
namaz kıldığı sırada onu gören
sahabe-i kiram Rasûlullah’a uya-
rak namaz kılmıştır. Fakat Pey-
gamber (s.a.v) geceyi ihyânın tek
şeklinin bu olmadığını ve cema-
atle namaz kılmanın dinen zo-
runlu olmadığını anlatmak üze-
re onları ikaz etmiştir. Böylece
onun bu uygulamasından Rama-
zan gecesinde cemaatle veya ce-
maatsiz nâfile ibadet etmenin di-
nen meşru olduğu anlaşılmıştır.
Zaten fıkıhta yerleşik şöyle bir
kaide vardır: “Cemaatle kılın-
ması sünnet olmayan her nama-
zın cemaatle kılınması caizdir.”
yani Hz. Peygamber (s.a.v) nâfile
bir namazı cemaatle kıldırma-
mış olsa da, cemaat sevabı almak
maksadıyla, nâfile bir namaz ce-
maatle kılınabilir. Bundan son-
ra geriye Ramazan gecesinde kı-
lınacak nâfile namazın icra şekli
kalmaktadır. İşte bu konuda Hz.
Peygamber (s.a.v) ve Hz. Ebû
Bekir döneminde bir belirleme
olmadığı halde Hz. Ömer’in bir
müdahalesi görülmektedir. Hz.
Peygamber (s.a.v)’in sekiz rek’at
nâfile namaz kıldığına dair riva-
yetler daha kesin olduğu için, İbn
Hümam gibi Hanefi fakihleri, se-
kiz rek’at terâvihin sünnet-i mü-
ekkede, diğer oniki rek’atın ise
müstehap olduğunu söylemiştir.
Ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in
sekiz rek’atı yaygın olarak kılı-
nan terâvihlerimiz gibi kısa su-
relerle değil, uzun sureler oku-
narak kılınmıştır. Çünkü maksat
geceyi ihyâ ve Allah’ın huzurun-
da daha fazla kalabilmektir.
Taabbudî Alana Müdahale Yetkisi ve
Hz. Ömer
Hz. Ömer terâvih namazın-
daki tasarrufuyla taabbudî alana
müdahale mi etmiştir? Terâvih
namazı etrafındaki tartışmalarda
Hz. Ömer’in bu konudaki tasar-
rufu da tartışma konusu olmak-
tadır. Bu da taabbudî alana mü-
dahale edilip edilemeyeceği, bu
konuda yetkinin kime ait oldu-
ğu, taabbudî alana müdahalenin
sınırı, sahabenin dindeki yetkisi
gibi bazı hususları yeniden tar-
tışma gündemine taşımaktadır.
Önce Hz. Ömer’in dindeki ko-
numuna işaret etmek gerekir.
Hz. Ömer sahabenin müctehid-
lerinden biridir. Onun dinde söz
söyleme, yorum yapma, ictihâd
etme ve fetvâ verme yetkisi bu-
lunduğu tartışılamaz bir gerçek-
tir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in ken-
disinden sonra gelecek Hz. Ömer
gibi râşit halifelerinin uygula-
malarını kaynak olarak tavsi-
ye ettiği de bilinmektedir. Hatta
terâvih namazındaki tasarrufu-
nu ona çok görenler bile masla-
hat temelli ictihâd ve icraatları
dolayısıyla Hz. Ömer’i öncü bir
otorite olarak kabul etmektedir-
ler. Onun söz konusu bu yetkisi,
kendisine var olan bir ibadeti ip-
tal etme veya olmayan bir ibade-
ti de ihdas etme yetkisi verir mi?
Elbette ki hayır. Hiçbir müctehid
dinde olmayan, Allah ve Rasûlü
tarafından aslı belirlenmemiş bir
ibadet şeklini dine dâhil edemez.
Peki, Hz. Ömer taabbudî alana
müdahale ederek “terâvih” adın-
da yeni bir ibadet mi ihdas et-
miştir? Hayır! Onun yaptığı Hz.
Peygamber (s.a.v)’in zaten onay
verdiği bir ibadetin uygulama
alanını genişletmek ve onu belli
bir düzene kavuşturmaktan iba-
rettir. Hz. Ömer bunu da masla-
hat esasına dayanarak yapmış-
tır. Onun bu tasarrufuna “güzel
bid’at” adını vermesi, Hz. Pey-
gamber (s.a.v)’in bu kadar rek’at
ve bu kadar süre ile böyle bir iba-
deti imam olarak yaptırmama-
sı sebebiyledir. Yoksa dinde aslı
olmayan bir şeyi dine dâhil etme
anlamında değildir. Daha önce
yirmi rek’atlı ve sürekli cemaatle
icra edilen böyle bir ibadet yok-
tur.
Ancak Hz. Peygamber
(s.a.v)’in bir kere bile olsa Rama-
zan gecelerinin birinde kendisi-
ne uyanlara bu namazı kıldırma-
sı, planlama ve belirleme olarak
yorumlanamasa bile, en azından
takrîr ve tasvîb olarak düşünü-
lebilir. Hz. Ömer’in dindeki ko-
numu ve yetkisi ona bir ibadetin
icrasını daha düzenli hale getir-
me yetkisi vermektedir. Dolayı-
sıyla Hz. Ömer’i ıslahatçı, mas-
lahatçı yönüyle öne çıkaranların
burada yetkilerini sınırlandırma
yoluna gitmeleri doğru ve tutar-
lı bir yaklaşım değildir. Aynı za-
manda terâvih namazının din-
de olmadığını isbat etmek için
Buhârî’yi yarım yamalak refe-
rans almak da isabetli değildir.
Çünkü bunu yapanlar başka ko-
nularda Buhârî’yi esas almanın
mutlak doğruya ulaştırmayacağı
kanaatini taşırlar.
Hz. Ömer’in “şu anda uyuyup
daha sonra kalkıp geceyi ihyâ
edecek olanların daha çok se-
vap kazanacaklarını” söyleme-
si de terâvihin fazîletini azalt-
maz. Çünkü uykuyu bölerek
namaza kalkmak elbette ki daha
fazîletlidir.
İbadeti Tartışma Gündemine Taşımak
Yanlıştır
Sonuç olarak şunu bir kez
daha vurgulamak gerekir: Rama-
zan gibi bir rahmet ayında insan-
ların hevesle ve heyecanla yap-
maya çalıştığı, toplum bilincini
artıran bir ibadeti tartışma gün-
demine taşımak, mü’minlerin
gönül sâfiyetine zarar vermekte-
dir. İnsanların tek başlarına ve
biraz da uyuduktan sonra kal-
kıp geceyi ihyâ etmelerinin sün-
nete daha uygun olduğunu, hatta
esas sünnetin bu olduğunu söy-
leyenler ülkemizin sosyolojik ve
psikolojik bir takım gerçeklerini
de ihmal etmektedirler. İnsanla-
rımızın çoğunun kendi başlarına
kaldıklarında hiç yapmayacakla-
rı bir ibadeti belli bir atmosferde
yapmaya çalışmaktadırlar. Ak-
saklıklar düzeltilebilir. Fakat il-
gili hadisler kesinlikle var olan
terâvih ibadetinin asılsız, dine
ilave ve mutlaka evde eda edil-
mesi gerektiğini göstermez. Hz.
Peygamber (s.a.v)’in bir defa bile
yapması, yapılanı tasvip etmesi
ve cemaatle nâfile namaza onay
vermesi terâvihin dinde yerinin
olması için yeterlidir.
Hz. Ömer’in yaptığı yeni bir
ibadet ihdas etmek değil, Hz.
Peygamber(s.a.v)’in bir şekilde
onay verdiği ve teşrî kıldığı iba-
deti, maslahata binaen daha dü-
zenli hale getirmektir. Zira Hz.
Peygamber (s.a.v) kendisine
uyarak namaz kılan sahabenin
namazlarının geçersiz olduğunu
söylememiştir.
Bu, Ramazan gecesinde ce-
maatle namaz kılmanın meşru
olduğunu göstermek için yeter-
lidir. Olmayan bir ibadet üzerin-
de icmâ edilmeyeceği bilinmeli-
dir. Aynı zamanda İslâm âlimleri
bu konuda icmâ etmişlerdir. Hz.
Peygamber (s.a.v)’in endişesi,
terâvihin kılınması değil, farz
olarak telakkî edilmesidir. Bu se-
beple de terâvihin ferdî olarak
kılınması daha fazîletli bulun-
muştur.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in:
“Evinizde kılın.” emri, bu nama-
zın farz olmasını bertaraf etme-
ye yönelik bir açıklama ve yön-
lendirmedir. Yoksa mutlaka evde
kılınması gerektiğini göstermez.
Günümüzde bu namazın farz
olma tehlikesi ve farz olarak
telakkî edilme durumu ortadan
kalktığına göre camide cemaatle
veya ferdi olarak eda edilmesin-
de dinen bir sakınca olmaz.
Aslan TEKTAŞ
*Prof. Dr.
63Ekim 201162
EdebiyatMustafa ÖZÇELİK
İlim ve İrfan Ehli Bir Veli
Anadolu ve Balkanlar coğrafyasının bir Türk-
İslâm yurdu oluşunda Horasan’dan bu bölgelere
gelen gönül sultanlarının ne denli etkili oldukları
bilinen bir gerçektir. Ahmet Yesevî’nin kutlu işare-
tine uyarak bu coğrafyaya gelen sufiler, kurdukları
dergâhlarda insanlar bir yandan irfanî eğitime tabi
tutarken bir yandan da bu coğrafyanın her anlam-
daki imarı için çalışmışlardır. Bu sebeple, bu coğ-
rafya, XI. asırdan bu yana Türklerin sadece siyasî
hâkimiyetlerinin değil aynı zamanda ilim, irfan
ve kültür hayatının da merkezi olmuştur. Bugün
Anadolu’nun hangi şehrine giderseniz gidin orada
böyle bir medeniyetin eserlerini görürsünüz.
Anadolu’yu aydınlatan bu gönül erlerinden biri
de soyu Hz. Abbas’a dayanan İsmail Fakirullah
(k.s.) (Şeyh İsmail Tillovî)’dir. Şeyh Hamza El Ke-
bir Hz., Şeyh Mücahit Hz., Gavsul Memduh Hz.,
Zemzemul Hassa Hz. gibi yüzlerce evliyanın bu-
lunduğu Tillo’da 1655’te Recep ayının Regaip Kan-
diline rastlayan Cuma gecesi dünyaya gelen İsmail
Fakirullah (k.s.), bir çok bakımdan benzer isimler
arasında özel bir yerde durur. Bunlardan ilki onun
çocuk yaşlardan itibaren ciddi bir ilim tahsili göre-
rek henüz yirmi dört yaşında iken müderris olma-
sıdır. Yani o, öncelikle bir ilim ehlidir ve bu vas-
fını irfan hayatına geçtikten sonra da sürdürmüş
ve şer-i ilimler ve müspet ilimlerde dünyaca ünlü
meşhur ilim adamları yetiştirmiştir. Bunlardan en
tanınmışı ise Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır.
İsmail Fakirullah (k.s.)’ın tasavvufa intisabı
otuz yaşından sonra olmuştur. O, bu yolda da dik-
kat çeken bir isimdir. Tasavvuf müntesibi olduk-
tan sonra, kendisini bir dergâha kapatarak mün-
zevi bir hayatı seçmemiş, hem halkın içinde olmuş
hem de geçimini kendisi sağlamıştır. Bunun için
kendisine bir tarla satın almış, bizzat kendi elleriy-
le asma ağaçları dikmiş, tarla ekmiş, ekin biçmiş
ve ihtiyaçlarını bu yolla karşılamıştır.
İsmail Fakirullah (k.s.) daha sonra irşad mev-
kiinde görmekteyiz. Uveysiye tarikatının esasları
doğrultusunda her kesimden insanları irşad etmiş,
hayatını Hak yolundaki bu faaliyetleriyle geçirmiş,
Miladi 1734 senesinde ruhunu Mevlâ’sına teslim
etmiştir.
İsmail Fakirullah (k.s.), yaşadığı devirde Tillo’yu
bir ilim ve irfan merkezi olarak haklı bir şöhre-
te kavuşturmuş, ünü bu anlamda İstanbul’dan
Mekke-i Mükerreme’ye, Dağıstan’dan Hindistan’a
kadar bütün Osmanlı coğrafyasına yayılmıştır. Do-
layısıyla gerek Osmanlı Padişahının, gerek Mekke
Emirinin derin sevgi ve saygısına muhatap olmuş,
onlardan ferman ve mektuplar almış, Tillo halkı
ona hürmeten vergi ve askerlikten muaf tutulmuş,
idarî ve maddî hediyelerle taltif edilmiştir.
Kuyudaki Sultan
İsmail Fakirullah (k.s.), keramet sahibi bir veli
idi. Onun bu yönüne ait menkıbeler bugün de o yö-
rede sıklıkla anlatılmaktadır. Bunlardan en dikkat
çekeni kuyu hadisesidir. İsmail Fakirullah (k.s.),
48 yaşında iken komşularından biri vefat eder.
Onların evlerine taziyeye gider. Taziyede bulun-
duktan sonra namaz vakti izin alıp eve dönmek is-
terken avluda bulunan ve içinde su bulunmayan
22 metre derinliğinde bir kuyuya düşer. İsmail Fa-
kirullah Hz’nin camiye gelmediğini gören cemaat,
onu aramaya başlar fakat bulamazlar. Nihayet ta-
ziye evinden çıkanlar, evlerine dönerlerken avlu-
daki kuyudan Hazretin sesini işitirler. Bunun üze-
rine kuyuya biri inerek İsmail Fakirullah Hz’ ni
kuyudan çıkarır. Büyük mürşid kuyudan çıkarılır-
ken sarığı başında, terliği ayağında ve kaşındaki
FAKİrUllAH(K.S.)
İSmAİl
Sİİrtlİ Bİr Gönül Sultanı
“İsmail Fakirullah (k.s.)’ın türbesi de
kendisinden özellikle söz edilmesi
gereken bir yapıdır. İlk özelliği, buranın
İbrahim Hakkı Hazretleri tarafından
hocası için yaptırılmış olmasıdır.”
Asla
n TE
KTAŞ
Ekim 201164 65
ufak sıyrık haricinde vücudunda her hangi bir yara
veya kırık olmadığı halde olup bitenlerden haber-
siz hâlâ o manevî mecliste içtiği muhabbet ve ila-
hi aşk şarabının etkisiyle istiğrak halindedir. Ken-
disini kuyudan çıkarmak isteyenlere “Beni kendi
halime bırakın, artık benim sizinle işim kalmadı,
benden uzaklaşınız” diyerek kendisini Mevlâ’sıyla
o manevî mecliste hazır bulunan evliya ruhlarıy-
la baş başa bırakmalarını ısrarla ister. İsmail Faki-
rullah (k.s.) kendine geldiğinde kuyuya düştüğün-
den haberi olmadığını ancak kuyuda bulunduğu
zaman zarfında Yüce Allah’ın tecelli sıfatlarıyla
müstağrik olduğunu, birçok evliyanın ruhlarıyla
tanıştığını ifade eder.
İsmail Fakirullah ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri
İsmail Fakirulah (k.s.) derken akla gelecek di-
ğer isim Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretle-
ri (1701-780)’dır. Erzurum’da doğan bu meşhur
sufi, Osman Efendi adlı bir şeyhin oğludur. Baba-
sı saygın bir mutasavvıf idi ve onu iyi bir eğitimle
yetiştirdi. İbrahim Hakkı Hazretleri dokuz yaşın-
dayken babasıyla Siirt’e gitti ve Tillo Köyü’ndeki
İsmail Fakirullah (k.s.)’a bağlandı. Onun en seçkin
talebeleri arasında yer aldı.
Ünlü eseri Marifetname’yle çağının jeolojiden
astronomiye, fizyolojiden psikolojiye kadar pek
çok alandaki bilgilerini bir araya getirmeye çalışan
İbrahim Hakkı, şeyhinin de tanınmasında etkili
olmuştur. Denilebilir ki İbrahim Hakkı’yı dünyaca
tanınan bir ilim ve irfan insanı olmasını sağlayan
nasıl şeyhi İsmail Fakirullah ise onun da tanın-
ması talebesi İbrahim Hakkı vesilesiyle olmuş-
tur. Aralarında daha sonra akrabalık bağı da ku-
rulmuş ve şeyhinin torunu olan Fatıma Hatun’la
evlenmiştir.
İbrahim Hakkı, şeyhine çok bağlıydı. Zaman
zaman Erzurum’da ve İstanbul’da da bulunmuş
fakat her seferinde Tillo’ya dönmek istemiştir. On-
daki, Tillo sevgisi şeyhinden dolayıdır. Aynı za-
manda şair de olan İbrahim Hakkı, bu sevgisini
Arapça yazdığı bir mehdiye ile de taçlandırmıştır.
Tillo Medhiyesi olarak bilinen bu meşhur şiirin bir
bölümünün tercümesi şöyledir:
Tillo’nun büyük değeri vardır.
Çünkü orada hikmet sahibi bir kutup ortaya çıktı.
Kerem sahibi bir gavs sayesinde Tillo’nun saygın
bir yeri vardır.
Tillo’nun açık bir şerefi vardır.
Mekânların ve sakinlerin en şereflisidir.
Tillo, evliyâ, etkiyâ ve ezkiyâ makâmıdır.
Tillo, âriflerin, tevekkül ve yakîn ehlinin
mekânıdır.
Tillo, asfiyâ makâmıdır. Evliyânın urucu oradan-
dır.
Tillo, takvâ sahiplerinin sığınağıdır. Evliyânın
arzuları oradadır.
Tillo, arzuların yurdudur, halkı da kemâl ehlidir.
Tillo, safâ yurdudur, halkı da vefâ ehlidir.
…
Tillo şehirlere yakın, içinde her türlü bolluk vardır.
Tillo’nun binası sağlam, evleri ve bahçeleri ma-
murdur.
Tillo, şeyhler mezarlarıdır, onların feyzinden şeref
buluyoruz.
Tillo’yu ziyaret cenneti ziyarettir, halkı da güven
ehlidir.
Tillo’yu ziyaret kabirler ziyareti gibidir, ölüleri de
mutludur.
Tillo, afiyet sarayıdır; Hakkı burayı vatan edin ve
burada öl.
Şeyhine her daim komşu ol da feyzinin gölgesin-
de uyu.
Hatta kıyâmet gününde, dirilme vaktinde huzur-
da ol.
Yaratılmışların en hayırlısına bizden salât ve
selâm olsun.
Tavsiyeleri
Her mürşid gibi İsmail Fakirullah (k.s.)’da çev-
resinde bulunanları irşad için sürekli olarak onla-
ra tavsiyelerde bulunmuştur. Onun bu anlamdaki
kutlu sözlerinden bazıları şöyledir:
“Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kal-
binde Mevlâ’sına karşı arzusu olan O’nu bulur.
Çünkü O kuluna yakındır, onunla beraberdir ve
her yaptığından haberdardır.”
“Dilin susması kalbin susmasına, kalbin sus-
ması marifetullahın kazanılmasına yardımcı
olur. İnsanın selameti dilini korumasındadır.”
“Zikrin en faziletlisi “Lâ ilâhe illallah” zikridir.
Mevlâ’nın ismini çok tekrar etmek onun muhab-
betine vesile olur. Allah Teâlâ’yı zikredeni, O da
zikreder ve sever.”
“Hak Teâlâ’ya tevekkül et, her işini O’na hava-
le et. Tevekkül, teslimiyet, sabır ve rıza Cenab-ı
Hakk’a varan yolun esaslarıdır.”
“İlim öğrenmekle hilm (yumuşak huyluluk)
kazanılır. Hilm ise sabır ve gayretle elde edilir.
Kalp sultandır. Tahtı tevhid ve imandır. Tacı ise
hilmdir. İlim yüksek bir mertebe, hilm büyük ih-
san ve lütuftur.”
“Kendisinden razı olandan Allah Teâlâ
da razıdır. Allah’ın takdirine rıza evliyanın
şanındandır. Sevgiliden gelen bela bahşiştir.
Bahşişi kabul etmemek hatadır. Allah Teâlâ’nın
yaptığında hayır vardır, O’nun yaptığı en güzel-
dir.”
Kozmografik Türbe
İsmail Fakirullah (k.s.)’ın türbesi de kendis-
inden özellikle söz edilmesi gereken bir yapıdır.
İlk özelliği, buranın İbrahim Hakkı Hazretleri
tarafından hocası için yaptırılmış olmasıdır. Burası
aynı zamanda İbrahim Hakkı’nın da mezarının
bulunduğu yerdir. Kendisi öldüğünde oraya gö-
mülmek istememiş fakat ısrarlar neticesinde,
hocasının ayakucuna gömülmeye razı olmuştur.
Tillo’nun 3–4 km. doğusundaki bir tepe üzeri-
ne yapılmış olan ve bir büyük ve iki küçük kub-
benin örttüğü, iki oda ve bir hol ile bir kuleden
ibaret olan türbenin bir önemli özelliği de;
duvarındaki 40x50 cm boyundaki pencereden her
yıl gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü
yeni doğan güneşin ilk ışıklarının, türbenin tümü
kale duvarının etkisiyle gölgede kalırken, pencere
boşluğundan geçip türbe kalesinin penceresine vu-
rarak kırılmak suretiyle İsmail Fakirullah (k.s.)’a
ait sandukanın baş tarafını aydınlatmasıdır.
İbrahim Hakkı, bu durumu “Yeni yılda doğan
ilk güneş, hocamın başucunu aydınlatmazsa, ben o
güneşi neyleyim” diyerek ifade etmekte ve hocasına
saygının bir nişanesi olarak türbeyi bu şekilde
yaptırdığını belirtmektedir. Fakat bu ışık düze-
ni zaman içinde, türbenin restorasyonu sırasında
bozulmuştur. Birçok uzman bilim adamı, büt-
ün uğraşlarına rağmen bu ışık düzenini eski ori-
jinal haline getirememişlerdir. Türbe son olarak
1963 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından
onarılmıştır.
67Ekim 201166
EdebiyatVedat Ali TOK
te (sıçramış, seçilmiş beyit), eğer şair sadece bu iki
mısraı yazmışsa buna da müfred deniyor. Yani her
hâlükârda bir şaheser beyit.
Şair, hasret çekmektedir. Bu hasret maddî veya
manevî bir varlık ya da kavram olabilir. Bir sulta-
nın hasreti ne olabilir? Ülkesinin refahı, mutlulu-
ğu, topraklarını genişletmek; zulümle yönetilen ül-
kelere nizam vermek… Ya da bir sevgiliye duyulan
aşk… Hepsi olabilir. Çünkü sultanlar da insandır ve
onların da aşkları, hasretleri vardır. Nitekim Sultan
Selim’in babası Kanuni “Muhibbî” mahlasıyla Di-
van şairlerinin kâhir ekseriyetinden fazla gazel yaz-
mış bir şairdi ve dünyaya nizam verme sevdasında-
ki bu koca padişah, bir sefere çıktığı vakit özlediği
sevdiği için
Bezm-i gamda âh idüp cânânı andum ağladum
Yâr ile evvel geçen devrânı andum ağladum
(Gam meclisinde bulunduğum şu an, sevdiğim
ile bir zamanlar beraber geçen o günleri hatırladım,
onu andım ve hayıflanarak ah edip ağladım.)
Diyecek kadar sıradan bir insan olabiliyordu.
Hatta Kanuni’nin babası ve Sultan Selim’in ismini
aldığı dedesi, o sert mizaçlı, düşmanlarını tirtir tit-
reten Sultan Yavuz Selim Han bile:
Şîrler pençe-i kahrumda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebun etdi felek
(Arslanlar bile benim kahredici pençemde tir-
tir titrerken, felek, beni gözleri, bir âhunun gözleri
kadar güzel olan sevgilinin elinde zavallı ve düşkün
bir hâle getirdi.) demiyor muydu?
Hâsılı Sultan da, sıradan insan da aşkın şiddetli
hükümranlığına boyun eğmek durumunda kalabil-
mektedir. İşte burada da Sultan-şair II. Selim şid-
detli bir hasretin pençesine düşmüş, ateşler için-
de yanmaktadır. Nasıl ki efsane kahramanlarından
bülbül, gülün aşkıyla dertli dertli ötüp, dinleyenle-
rin ciğerlerine od düşürüyorsa Selimî de aynı der-
de duçar olmuş âh u figânıyla ortalığı yakıp kavur-
madadır.
Klasik şiirimizde bülbülün ötüşü ya da âşığın
hasretle, aşk ile ettiği ahların şiddeti daima müba-
lağa edilmiştir; öyle ki Güneş ısısını ve yakıcılığını
âşıkların ahlarından çıkan ateşin şiddetinden aldığı
hükmüne varan şairlerimiz hiç de az değildir. Nite-
kim Selimî de kendisini gül hasretiyle helâk edecek
derecede feryat figân koparan bülbülle aynileştiri-
yor ve yakıcı âhının şiddetini ifade etmek için far-
zımuhal kendisinin bulunduğu mekândan serin
seher rüzgârı geçecek olsa, rüzgârın bile yanıp tutu-
şacağını iddia ediyor.
Selimî’nin bu beytini güçlü ve kalıcı kılan
âmillerden biri de kullandığı mazmunların güzel-
liğidir. Kelimelerin rastgele seçilmediği her bir sö-
zün derin anlamlar ifade ettiği gözden kaçmıyor.
Mesela şair sevdasına hasret duyduğunu, bu yüz-
den, yani bu hasretten dolayı yakıcı ahlar çektiğini
söylerken, edebiyatımızda sevgiliden haber getirdi-
ğine inanılan bâd-ı sabânın (sabah rüzgârı) gelmesi
hâlinde bile teskin olamayacağını, hatta o rüzgârın
bile yanacağını söylemek suretiyle yüreğindeki ha-
raretin şiddetini mübalağalı bir şekilde dile getiri-
yor. Öte yandan gülzâr (gül bahçesi) ile âh ateşi-
ni birlikte kullanıyor şair. Çünkü gül de ah ateşi de
renk itibarıyla aynıdır; kızıldır, âteşîndir, alev renk-
lidir.
Beytin birinci mısraı “Biz, gülzârdan ayrı üşmüş
olmanın hasretiyle yanık yanık öten bir bülbülüz”
şeklinde de nesre çevrilebilir. Gramer olarak olma-
sa bile mana olarak böyle düşünülebilir ki bu daha
mantıklıdır; çünkü bülbül ancak gülden, gül bahçe-
sinden ayrı düştüğü zaman hasretle ah edip inler.
Hasretlik, ayrılıktan kaynaklanır zaten.
Yazılanlar her zaman yaşananlardan ibaret de-
ğildir. Hele Divan şairleri için bu hüküm daha rahat
verilebilir. Bunu şunun için söylüyoruz. Bu beyti
okurken Osmanlının 16. asırdaki o siyasî durumu-
nu da göz ardı edemiyor, II. Selim’in Kanuni’nin sö-
zünden çıkmadığı ve Hürrem Sultan’ın sevgili oğlu
olduğu için gülzardan pek de ayrı kalmadığını dü-
şünüyor; bu beytin aslında Kanunî’nin diğer oğul-
larına; Mustafa’ya hele de Bayezid’e daha da yakı-
şırdı demekten kendimizi alamıyoruz.
AteşİHASret
Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden
Selimî Edebiyatımızda Selimî mahlasıyla tanınan
II. Selim, Batılıların Muhteşem Süleyman
dedikleri ve sultanlığının yanında şairliği
ile de nam salmış Kanunî Sultan Süleyman’ın oğ-
ludur. Yukarıya aldığımız beyit, Kanunî’den son-
ra Osmanlı tahtına geçen ve sekiz yıllık bir iktidar
dönemi yaşayan II. Selim’in padişahlığına mukaye-
se edilemeyecek derecede kuvvetli bir beyittir. Bu
beyte birçok şair nazireler yazmışsa da bu kuvvet-
te bir söyleyişe rastlanmamıştır. Hatta hayranlıkla-
rını gizleyemeyen birçok meşhur şair II. Selim’in bu
beytini şiirlerinde iktibas etmişlerdir.
Yahya Kemâl bu meşhur beyti ve Selimiye Cami-
ini kastederek şöyle diyor: “Bir beyti bir de câmi-i
mâ’mûru var.” Aslında kendisi de bir şiir üstadı
olan Yahya Kemal Beyatlı’nın bu beyte hayranlığı
ve Selimiye Camiinin ihtişamına denk görmesi bey-
hude değil elbette…
Pekiyi, bu beyti bize güzel gösteren unsurlar ne-
reden kaynaklanıyor, buna bir bakalım. Yalnız önce
günümüz Türkçesiyle ne söylenmek istendiğini an-
lamamız gerekir.
“Biz, ayrılık bahçesinin öyle yanık yanık ve yakı-
cı öten bülbülüyüz ki sabah rüzgârı gül bahçemiz-
den geçse, ateş kesilir, yanar.”
Beyit, aruz vezninin Mef’ûlü/Mefâîlü/ Mefâîlü/
Feûlün kalıbıyla yazılmış. Önceki ve sonraki beyit-
leri unutturduğu için böyle beyitlere beyt-i berces-
69Ekim 201168
İnancım Zayıf Olduğundan mı Panik
Atak Geçiriyorum?
Panik atağın inanç zayıflı-
ğıyla kesinlikle ilgisi yoktur. Ge-
reksiz yere kendinizi suçlama-
yın. Çok dindar insanların da
panik atağa yakalandıklarını gö-
rüyoruz. Panik atağı aynı gastrit
veya hipertansiyon gibi değer-
lendirmelisiniz.
Aksine dinimizde hastalıklar
bize dünyanın faniliğini ve geçi-
ci olduğunu, ölüm gerçeğini ha-
tırlatırlar. Sonra rahatsızlıkların
günahları döktüğünü, Allah’ın
sevdiği kullarına bu dünyada
zorluk ve meşakkatleri daha çok
verdiğini biliyoruz. Bu yüzden
rahat olun ve tedavinizi sürdü-
rün.
Namazın ve Duanın Paniğe Faydası Olur
mu?
Tabii olur. Yabancı kitaplar-
da tavsiye edilen meditasyon
PsikolojiSefa SAYGILI*
İnAnÇPAnİK AtAK Ve
tekniği yerine dünyanın gaile ve
dertlerinden uzaklaşarak Rabbi-
mizin huzurunda namaza dur-
mak ve O’na el açıp dua etmek el-
bette koruyucu ve rahatlatıcıdır.
Üstelik dinî görevini yapmanın
mutluluğu da buna eklenir.
Camide Ön Saflara Geçemiyorum. Neden?
Panik rahatsızlığı olanlar, pa-
nik geçirdiğimde dışarı çıkamam
ve çevreye mahcup olurum, diye
kapıya yakın yerlerde namazları-
nı kılmaktadırlar. Özellikle Cuma
namazındaki kalabalık onları ür-
kütür ve en son safta yer alırlar.
Bizim tavsiyemiz, bu korku-
nun üzerine gitmeleridir. Zaten
panik gelse bile kişiye zararı ol-
mayacaktır.
Araba Kullanırken Panik Atak
Geçiriyorum. Ne Yapmalıyım?
Birçok hasta özellikle anayol-
da araba kullanırken panik atak
geçirmektedir. Bunun sebebi
hastaların belki de arabada kapa-
na kısıldıklarını ve arabayı kolay-
lıkla yol kenarına çekemeyecek-
lerini hissetmeleridir. Baygınlık
hissi oluyorsa mümkün olduğun-
da yol kenarında durmalı ve de-
rin nefes alma uygulaması yap-
malısınız. Panik atakların çoğu
çabuk geçer, ancak işin en kötü
kısmı arkalarında bıraktıkları
korkudur.
Kişi durumunun panik bozuk-
luğu olduğunu anladığında kalp
krizi geçireceğine veya delireceği-
ne inanmaktan vazgeçer. Proble-
mi tanıma, genellikle panik atak
hastasına yararlı olan zaman ba-
kımından sınırlıdır. Hastalar sa-
dece atağın geçmesini bekler ve
ardından yola devam ederler. Te-
mel fikir, durumun yol ve araç
kullanma fobisine dönüşmesine
izin vermemektir.
Bir hastam atak geçirecek
olursa arabayı yolun kenarına
çekmeye hazır olmak için ana-
yolda daima sağ şeritten giderdi.
Araç kullanma sırasında panik
atak geçirme ihtimali onu olduk-
ça kaygılandırıyordu. İlaçlar ve
psikoterapi kendisine iyi geldi ve
panik ataklardan kurtuldu, ancak
hâlâ sağ şeritte araç kullanmayı
ve kaygılanmayı sürdürüyordu.
Bu alışkanlığını değiştirebilmesi
için sorun üzerinde yoğunlaşma-
mız uzun zaman aldı.
Uçakta Panik Atak Geçirdim. Şimdi
Her Seferinde Uçağa Binmekten Endişe
Ediyorum. Ne Yapabilirim?
Uçakta panik atak geçirmek
yaygındır. Bir hastam, bir ak-
şam, çarpacağından emin oldu-
ğu bir uçağa binmekten nasıl
kaçtığını anlatmıştı. Uçağa hiç-
bir şey olmamıştı. Hastam daha
sonra ilk panik atağını geçirdiği-
ni anlamıştı. Şimdi her uçağa bi-
nişinde 0.25 mg xanax alıyor ve
bu, sakin kalmasına yardım edi-
yor. Benzer korkularınız varsa
doktorunuzdan, uçuş sırasında
size yardım edecek düşük dozda
bir trankilizan (yatıştırıcı) yaz-
masını isteyebilirsiniz. Buna al-
ternatif olarak bazı kimseler
bilişsel (kognitiv) davranış tera-
pisinde öğrendikleri teknikleri
veya gevşeme egzersizini tercih
etmektedir.
Hissettiklerinize olumsuz
şartlanma denmektedir. Uçarken
panik atak geçirme korkunuz ol-
duğundan, iki olay arasında bir
bağlantı olmasa bile zihniniz uç-
mayı panik atakla birleştirmiş.
Rus psikolog Dr. Ivan Pav-
lov 1800’lerde olumlu ve olum-
suz şartlanmayı inceledi. Pavlov
bir zil çalıyor ve sonra bir köpeğe
et veriyordu. Köpek yiyeceğiyle
zil sesini birleştirene kadar bunu
birkaç kez yaptı. Sonunda köpeğe
yemek vermeden zil çalmaya baş-
ladı. Hayvan yine de salya salgı-
lıyordu; et verilmese de zihni iki
olayı birleştirmişti.
Her seferinde xanax alarak ve
panik ataklardan kaçınarak uça-
ğa binen hasta, uçmak ve panik
atak arasındaki bağı kırar. So-
nunda iki olay arasındaki çağrı-
şım ortadan kaybolur.
Bilişsel davranış terapisi has-
taya, uçmanın panik ataklara se-
bep olacağına ilişkin korkuları-
nın akıl dışı olduğunu öğretir ve
uçağa binerken kullanmayı dene-
yeceği uçuşa ilişkin daha gerçekçi
görüşler sağlar.
Gevşeme egzersizini kullana-
rak derin ve yavaş nefes alabilir
ve hayatınız veya hayalinizdeki
olumlu bir şeyi hayal edebilirsi-
niz. Bu olumlu hayal herhangi bir
Ekim 201170 71
şey olabilir; bir deniz kenarında
güneş batımını hayal edin ve ken-
dinizi orada, gökteki renklerin
değişimini izlerken, sahilde dal-
gaların sesini dinlerken ve deniz
kuşlarını başınızın üzerinde öter-
ken ve yosunlu oksijeni bol hava-
yı içinize çekerken görün. Bu ha-
yalle ağır ve derin nefes çalışması
gevşeme yeteneğinizi arttırır. Be-
deniniz gevşerken panik atağı te-
tikleyebilecek olan anksiyete aza-
lır.
Kız Kardeşimde Şizofreni ve Panik
Atak Birlikte Var. Bu Mümkün mü?
Panik atak birçok başka psi-
kiyatrik tanıyla bir arada olabilir.
Bazı şizofreni hastaları da panik
atak geçirebilir. Dünya nüfusu-
nun % 1’inin şizofreni hastası ol-
duğu düşünülmektedir. Biz tıp
camiasında bu bozukluğun be-
yindeki organik değişikliklere
bağlı olduğunu gittikçe daha iyi
anlıyoruz.
Şizofreni hastalarında
genellikle hezeyanlar (sabit,
yanlış inançlar) ve/veya halüsi-
nasyonlar (görüntüler, bu tür bir
uyaran veya durum mevcut de-
ğilken bir nesne veya olaya iliş-
kin çoğu zaman güçlü sübjek-
tif algılamalar; bunlar görsel,
işitsel, dokunsal olabilir veya
koku ya da tat duyumlarını içe-
rebilir) görülür. Hezeyanlar pa-
ranoid türde olabilir yani kişi
hezeyanlardaki kişiler tarafından
izlendiği veya kendisine kötülük
yapılacağı duygularına sahip
olabilir. Halüsinasyonlar ise
genellikle işitseldir; yani hastalar
kendileriyle konuşan sesler duyar.
Bu sesler diğer insanlardan, genel
olarak evrenden veya kişinin
kafasının içinden geliyormuş gibi
görülebilir.
Şizofreni hastaları da donuk
emosyonel duruma (DSM-IV’te
affektif donukluk denir) düzen-
siz davranışa (çocuksu veya tu-
haf davranışlar) ve avolisyon (bir
amaca yönelik faaliyetleri başla-
tıp sürdürememek) sahip olabi-
lirler.
Şizofrenik bir kişi panik
atakları durdurmak için di-
ğer hastaların kullandığı ilaçları
kullanabilir. Bu ilaçlar SSRI an-
tidepresanlar veya minor tranki-
lizanlar olabilir. Bu hastalar an-
tidepresan kullanırsa hezeyan ve
halüsinasyonların tetiklenmesi
riski ortaya çıkabilir; bu yüzden
bazen bu hastaların rivotril veya
xanax gibi minör trankilizan-
lar kullanmaları daha iyi olabi-
lir. Birçok şizofreni hastası zaten
zyprexa ve risperdal gibi major
trankilizanları kullanacaktır. Mi-
nör bir trankilizan eklenmesi ma-
jör trankilizan kullanan bir has-
tayı daha da yorgun veya uykulu
yapabilir, bu yüzden bunların an-
tidepresan almaları tercih edile-
bilir.
Panik Bozukluktaki Kusma İle Bulimia
Arasındaki Fark Nedir?
Bulimia’da hastalar aşırı ye-
mekten sonra aldıkları kiloları
kusarak veya laksatifler (müshil)
kullanarak ya da bir süre yeme-
yerek veya aşırı egzersiz yaparak
kontrol ederler. Kusma genellik-
le istemlidir. Panik atak hastaları
ise çok sık kusmaz, mide bulan-
tısı hissedebilir veya karın ağrı-
ları olabilir. Panik atak hastala-
rında kendilerini sakinleştirmek
maksadıyla aşırı yemek ortaya çı-
kabilir.
Panik atak hastalarımdan bi-
rinde gerçekten kusma fobisi var-
dı. Kusan birini gördüğünde pa-
nik atak geçiriyordu; bu yüzden
hasta veya kusan herkesten kaç-
mak için elinden geleni yapıyor-
du.
Bazı hastalarda hem panik
atak, hem bulimia olabilir. Çoğu
psikiyatrik bozukluklar komor-
bid olarak (aynı anda) ortaya çık-
ma eğilimindedir.
Bir hastamda panik atak ve
bulimia birlikte bulunuyordu ve
Lustral’la tedavi olmuştu. Bu yol-
la iki sorununu da çözebilmişti.
Lustral (100 mg) panik atak so-
rununu çözmüş ve birkaç ay sü-
ren ilaç ve psikoterapiden sonra
bulimia epizotlarını günde üçten
haftada bire düşürebilmişti.
Nihayet aylar süren tedavi ile bu-
limiadan kurtulmuştu ve yılda
sadece birkaç panik atak geçiri-
yordu.
*Prof. Dr.
GÜZELLER GÜZELİ
Ey sevdiğim bu âlemde, Senden daha güzel var mı? Elestte, levhi kalemde, Senden daha güzel var mı?
Sen ezelden ezelisin, Sen gerçek lem yezelisin, Sen kainat güzelisin, Senden daha güzeli var mı?
Geçmişe geleceğe bak, Her olaya, gerçeğe bak, Goncaya bak, çiçeğe bak, Senden daha güzel var mı?
Feymâni’yem yâr sözümde, Muhabbetli aşk üzümde, Benim günlümde, gözümde, Senden daha güzel var mı? AŞIK FEYMANİ
Ekim 2011 7372
Şımarık Yetiştirilen Çocuklar
Sevgi; insanın tüm varlığıyla karşısındaki kişi-
ye kendisini teslim etmesidir, ona kendisini his-
settirmesidir.
Sevgi, anne karnında başlayıp ölüme kadar,
hatta ölümden sonra da devam eden bir bağdır.
Anne karnındaki bebek de, kundaktaki çocuk
da, eli bastonlu nine ve dede de sevgi ister, ilgi is-
ter, güven ister. Onun için sevgi de fizyolojik ihti-
yaçlarımız (açlık, susuzluk, annelik…) gibi sürek-
li doyurulmak ister.
“Sen seversen yavrunu o da sever yavrusunu”
der atalarımız. Sevmek sevilmekle başlar; sevgi-
siz büyüyen çocuklar, sevmeyi de beceremezler.
Her anne baba, evladını sever; fakat her aile
çocuklarına olan sevgisini farklı şekilde ifade
eder. Bazı anne babalar tarafından çocuklarına
gösterilen aşırı sevgi onları olumsuz etkilemek-
tedir.
Ailelerin tek çocukları, iki ya da üç kızdan son-
ra doğan erkek çocuklar, anne babanın uzun yılar
doktor doktor gezdikten doğan çocukları, kardeş-
leriyle aralarında yedi sekiz yaş olan son çocuk-
lar, nine ve dedenin elinde büyüyen çocuklar vb.
aşırı sevgi adı altında şımartılarak büyütülen ço-
cuklar sınıfına girmektedir.
Çocuklarını aşırı seven anne babalar, daha
çocuk doğar doğmaz: “Çocuğuma iyi bir anne
baba olabilecek miyim, çocuğumu iyi besleyebi-
liyor muyum, ona iyi bakabiliyor muyum?” kay-
gısı içindedirler. Bu kaygılar ilk zamanlar normal
karşılanırken zamanla iki taraf için de sıkıntı ol-
maya başlar.
Okula anne babası tarafından getirilip götü-
rülen bu çocukların bir dedikleri iki edilmez. Ço-
cuklarının, iyi beslenemez, diye kendi başlarına
yemek yemelerine ve terleyip hasta olur, diye ko-
şup oynamalarına anne babaları tarafından mü-
saade edilmez. Üstünü kirletir, bir tarafını incitir
diye de dışarıya çıkmalarına izin verilmez.
Görev yaptığım okulun birinde bir öğrenciden
sürekli şikâyet gelmesi üzerine onunla bir görüş-
me yaptım. Öğretmeni, ailesi ve çocukla yaptığım
görüşmede şu sonuçlara ulaştım. Çocuk çok zeki
olmasına rağmen, şımartılarak büyütüldüğü için
herkese illallah ettirmiştir. Çocuğun babasıyla
yaptığım görüşmede babanın söylediği şu cüm-
le her şeyi anlatmaya yetiyordu: “Hocam, ben bu
çocuk istedi diye gece saat ikide çarşıdan tavuk
alıp getirdim.”
Sırf memnun edebilmek için şımartılarak bü-
yütülen bu çocuklar, evde anne babayı çileden çı-
kardıkları gibi okulda da öğretmenleriyle ve arka-
daşlarıyla sorun yaşarlar.
Yaşından küçükmüş gibi davranılıp el bebek
gül bebek büyütülen çocuklar, yetişkin oldukla-
rında kendi kararlarını veremeyen, sorumluluk
almaktan korkan, kendine güvenemeyen bağım-
lı bir kişilik olarak psikiyatristlerin kapısını aşın-
dıracak kişilerdir.
Ne güzel söylemiş atalarımız: “Az verme hır-
sız, çok verme arsız olur” diye.
EğitimM. Emin KARABACAK
Hangİ SeVGİÇOCUK YetİştİrİlmeSİ İÇİn
“Hiçbir anne baba çocuğunu sevmezlik etmez; ancak
çocuklara gösterilen sevgide bir yetersizlik olabilir,
eksiklik olur. Çocuğa gösterilen sevgi genelde eksi
uçtadır. Anne babaların bu çocuklara göstereceği ilgi ve
sevgi ya azdır ya da hiç yoktur.”
75Ekim 201174
Sevgi Yetersizliği Çalma Davranışına mı Neden Oluyor?
Hiçbir anne baba çocuğunu sevmezlik etmez;
ancak çocuklara gösterilen sevgide bir yetersizlik
olabilir, eksiklik olur. Çocuğa gösterilen sevgi ge-
nelde eksi uçtadır. Anne babaların bu çocuklara
göstereceği ilgi ve sevgi ya azdır ya da hiç yoktur.
Çocuk, bunlar için bir ayak bağıdır, bir yüktür. Bu
gruba genelde kalabalık kardeşli çocuk, erkek ço-
cuğu beklerken doğan kız çocuğu, istenmeyen ha-
milelik sonucu doğan çocuk, üvey evlat v.b. girer.
Çocuğa gösterilen ilgi ve sevgi yapmacıktır. Ço-
cuk anne babaya yaklaşmak istedikçe anne baba
da ona itici davranır. Böyle anne babalar, çocuk-
ları şımarmasın diye onları kalbinden sevdikleri-
ni söylerler. Bu anne babalar görevlerinin sadece
çocuklarının karnını doyurmak olduğunu zanne-
derler. Oysa bu çocuklar sevgi ister, ilgi ister, sı-
cak yuva ister.
Psikoloji kitaplarında bir deney vardır. Araş-
tırmacılar yavru maymunların bulunduğu kafese,
iki anne maymun postu koyarlar. Birinci maymu-
nun tüyleri sivri, fakat yavru maymunlara süt ve-
recek şekilde ayarlanıyor. Diğer maymun ise süt
vermeyen fakat tüyleri pamuk gibi yumuşak ola-
rak ayarlanır.
Gözlem sonucunda yavru maymunlar, süt iç-
tikleri fakat tüyleri batan maymun postuna sade-
ce karınları doyurmak için yak-
laşmakta; geri kalan zamanlarını
ise tüyleri pamuk gibi yumuşak
olan maymun postunun yanında
geçirmektedirler.
Çocuklarına karşı buzdolabı
gibi olan bu anne babalar, çocuk-
larının olumlu davranışlarını da
görmezlikten gelirler. Bu çocuk-
lar çok iyi bir iş yapsalar da o se-
nin görevindir, derler. Böyle anne
babalar bu çocukların hatalarını
o kadar büyütürler ki; “Allah’ım,
neydi günahım da bu çocuğu
bana verdin!” diye söylenirler.
Anne babaların çocuklarına karşı ilgisiz ve
umursamaz tavırları, onların ileriki hayatların-
da diğer insanlara karşı davranışlarında sıkıntılar
yaşamalarına neden olacaktır. Onlar da başkaları-
na sevgilerini aktarmada zorluk çekecektirler.
Sevgisiz büyüyen bu çocuklar, çevrelerine kar-
şı soğuk olacakları için arkadaş kurmada sıkıntı
yaşayacaklardır. Bunlar insanlarla iletişim kur-
mak ister; ancak çocukluk döneminde anne baba-
sı tarafından reddedildiği için onlar da reddedil-
mekten korkarlar.
Bu çocuklar, hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığı
halde, misafirlikte iken komşu çocuğunun oyun-
cağını; okulda arkadaşının silgisini, kalemini…
çalarlar.
Bu çocuklar büyüdükleri zaman hırsızlık, kap-
kaççılık dolandırıcılık gibi davranışlarla hem ken-
dilerine gösterilmeyen sevginin intikamını alma
hem de kendilerini ispatlama gayreti içine gire-
ceklerdir.
Sonuç olarak çocuğu sevmek demek, onun-
la sürekli ilgilenmek, ona güler yüz göstermek ve
onu sürekli kucaklayıp öpmek demek değildir.
Çocuklara yerinde ve zamanında gösterilecek tat-
lı bir bakış, samimi bir gülüş ve içten bir sarılış-
tır sevmek.
BARIŞLA BARIŞALIM, BARIŞ KOKSUN HER YERDE Her zaman ve mekanda, bizler birbirimizle Kardeşçe görüşelim, dostluk koksun her yerde. Silinsin gönlümüzden, garaz, kin, kibir, nefret Sevgide yarışalım, sevdâ koksun her yerde.
Söylenen bunca sözler, sakın kalmasın lafta Geri kalış sebebi, dîne vurulan yafta Fikrin en güzelini, örmek için gergefte Geliniz örüşelim, sanat koksun her yerde.
Sulejman MURATOVİÇ
Tarihe mi gömüldü, nerde kaldı o izzet? Kimliğimden eyledi, yakın zamanda bir zat “Neme lâzım” demeden, şerri ezelim bizzat Doğruya erişelim, hayır koksun her yerde.
Bizi oyalar durur, öyle hâin bir garp ki Kolay kolay aşılmaz, yollar öyle bir sarp ki Onunla cedelleşmek, öyle büyük bir harp ki İlimle vuruşalım, fikir koksun her yerde.
Savaş adı geçmesin, ne künyede, Ünye’de… Barış çiçeği açsın, hem Hanya’da… Konya’da Kan ve barut kokusu, kalmasın hiç dünyada Barışla barışalım, barış koksun her yerde! ! ! Sevgiyle barışalım, sevgi koksun her yerde! ! ! ...
Hanifi KARA
77Ekim 201176
HikâyeSelim TUNÇBİLEK
O gün babamın geleceğini bilmiyor-
dum. Her gün sabah namazına er-
kenden kalkıp kıldığımız için askerler
‘koğuş kalk’a geldikleri vakit bizi ayakta bulurlar-
dı. Sabah namazına kalkmanın sevabın ötesin-
de hayatımıza çok büyük olumlu katkıları var-
dı. Askerler koğuşun mazgal deliğini daha güneş
doğmadan açarlar, ‘koğuş Kalk’ diye üç kez ses-
lenirler, mazgalı kapatırlar, önce kapının üzeri-
ne vurulmuş asma kilidi şangırdatarak gürültüyle
açarlar, ardından koğuşun demir kapısını iki çe-
virmeli olarak kilitlenen kilidini açarlar ve içeri
girdiklerinde ‘sayım düzeni al’ komutuyla birlik-
te bütün mahkûmların sayım düzeninde esas du-
ruşta olmaları gerekirdi. Askerin ilk ‘koğuş kalk’
komutunu duyunca mahkûmlar yataktan hızla
kalkacaklar,önce yataklarını düzeltecekler, elleri-
ni yüzlerini yıkamışlar ve asker kilitleri açıp içe-
ri girene kadar sayım düzenine geçmiş olacaklar-
dır. On iki eylülün adam olmaz mahkûmları adam
etme yöntemlerinden biriydi bu tarz. Bizler sabah
namazına kalktığımız için On ikiEylül zindan ha-
yatının bu kısmı fazlaca bizim için zor değildi. Ta-
bii namazdan sonra uyuyanlar için sıkıntılar içe-
riyordu durum. Namazdan sonra kerahet vaktine
kadar kuran okuma alışkanlığımız daha da işimi-
zi kolaylaştırıyordu.
Babamı cezaevinin penceresinden gördüğüm-
de sabahın toplu sporundan ve uygun adım yürü-
yüşlerinden yeni dönmüştük. Erkenden burada
olduğuna göre benim bilmediğim ilginç bir du-
rum vardı. Kaygılandım. Görüş günü değildi. Her
ay görüşten sonra bir sonraki görüşe kimin gele-
ceği de bana bildirilirdi. Hem görüş vakti değil-
di, hem de bu seferki görüşüme amcam gelecekti.
Ben Konya Dutlukır Askeri Cezaevindeydim ve ai-
lemin bir kısmı annem babam ve küçük kardeşle-
rim Kayseri’de, Abilerim, amcalarım ise Yozgat’ta
idiler. Yılda bir sefer çorak topraklardan çıkan
buğdayın bereketiyle otuz altı baş horantayı bele-
meye çalışan bir baba vardı karşımda. Üstelik bir
oğlu da cezaevindeydi. Babamı cezaevi ziyaretleri-
nin hiç birinde bu denli tedirgin, kaygılı ve ürkek
görmemiştim. Konya bozkırının yakıcı güneşinin
altında bütün mahremiyetini kaybetmiş insan te-
dirginliği yayılıyordu tel örgülerin etrafına. Ba-
bam tel örgünün etrafında yasakları da çiğneye-
rek dolanıyor, ara sıra nöbetçi askerlerle benim
işitemediğim tartışmalara girişiyordu. Cezaevi
müdürü yüzbaşının babamın yanına doğru gidişi-
ni görünce olayın vahametini anladım. Babamın
askerlerle değil babalık hisleriyle başı dertteydi.
Hayatta hiç sinirlendiğine şahit olmadığım bu in-
san yani babam sanki sinirliydi. Babamla görüş-
mem gerektiğini düşünüyordum ki askerlerden
biri beni sesledi. Kendini takip etmemi istiyordu.
Bu tür vakitlerde askerler mahkûmlara herhangi
bir şekilde ön izah ve açıklamalarda bulunmazlar,
denileni mahkûmun yapma alışkanlığından başa
bir davranışı da hoş karşılamazlardı. Bu gelenek
hiçbir zaman bozulmadı. Bu geleneği bozmak te-
şebbüsüme asker aldırış etmedi. Onu takip ettim.
Noter gelmiş. Konyalı bir avukata vekâlet ver-
mem isteniyordu. Avukatı babam tutmuş. Ben
suçsuz olduğumu ve avukatlık bir işimin olmadı-
ğını, dolayışla da vekâlet verme gereği hissetme-
diğimi nazik bir üslupla bildirmiş oldum. Noter
çekilip gitti. Beni de koğuşuma çıkardılar. Noter
tel örgünün kenarında bekleyen babamla kısa bir
konuşma yaptıktan sonra aracına binerek uzak-
laştı. Babam sekiz köşe kasketini anlından biraz
geriye iterek terini sildi. Sonra olduğu yerde mıh-
lanmış gibi bir süre durdu. Sağ elini köstekli saa-
tinin üstündeki cemedenin ilikleri arasından içine
soktu. Kavurucu temmuz güneşinin altında baba-
mın tedirgin ve heybetli vücudu sekiz köşe kaske-
tin gölgesine sığmıyordu. Yüreği de Konya ova-
sına. Babamın kısa süren sükûnetinin ardından
askerlerde ciddi bir hareketlilik göze çarptı. Me-
ğerse babam benimle görüşme talebinde bulun-
muş, cezaevi yönetimi görüş günü olmadığı ge-
rekçesi ile talebi reddetmişler. Babam gibi çiftçiler
için vaktin önemi belliydi. Namaz vakitlerinden
önemli bir vakit olmadığı gibi önemli vakitlerde
HÜlleoğlunun taşı
Ekim 201178 79
OKYANUSA AKIŞ Dereler çaylar vardır çocuğumAkarlar okyanusa doğruIrmaklar, nehirler vardır çocuğumAkarlar okyanusa doğru
Bazen bir düz ovadaSüzülerek akarlarŞırıl şırıl akarlarSanki bir içli şarkıdırŞırıltılarla söyledikleriSanki bir gurbet türküsüdürİçin içinDerin derinden yaktıklarıBazan coşarak, bazan inleyerekAkarlar hep okyanusa doğru
hayatlarında çok azdı. Ekin ekme vakti önemliy-
di. Koç katma vakti önemliydi. Bağ bozum vakit-
leri de önemliydi. Hayatın diğer anları bu vakitler
dışında hep aynıydı onlar için. Bunların dışında
bir günün diğer bir güne karşı hiç bir olağanüs-
tülüğü yoktu. Şimdi ise babamın önüne vakit bir
duvar gibi dikilmişti. Cezaevi şartlarında kimi ku-
ralların hiçbir önemi yokken kimi kuralların çok
önemli olduğunu bizler acı tecrübelerle öğrenmiş-
tik. Babam bu acı tecrübeden yoksundu. Babamın
Konya ovasına sığmayan yüreği ile başı dertteydi.
İçerden ben babamın çırpınışlarını görünce olma-
yan cezaevi hukukunu işletmeyi düşündüm. Dilek-
çe yazdım. Sonuç alamayınca babamla görüşeme-
diğim takdirde intihar girişiminde bulunacağımı
ve bunun sorumlusunun yönetim olacağını bildir-
dim. Ölmüş eşek kurttan korkmaz misali…
Babam tel örgünün kapı girişine bağdaş kurup
oturdu. Hiçbir asker babamı oradan kaldıramadı.
Ya babamın şiddetli baskıları ya da benim hukuku
zorlayan girişimlerin sonuç verdi ki görüştürülece-
ğimiz taraflara bildirildi. Babam oturduğu yerden
doğruldu kalktı. Konya ovasını dolduran yüreğini
yeleğinin içinde sağ göğsünün altına topladı. Eliy-
le kalbinin atışını orda hissetti. Bende babamınba-
ba olarak varoluşunu onu seyrettiğim pencereden
duydum, gördüm hissettim. Babamın hareketleri-
ne sükûnet ve ahenk geldi. Benim babam buydu.
Sakin ve durgun bir denizdi.
Görüş sahasına askerle birlikte hiç kural ihla-
li yapmadan indim. Babamın tutunduğu tel ör-
güleri parmakları değil de yüreği yırtacak gibiydi.
Hal hatır, selamlar faslından sonra vekâleti niçin
vermediğimi sordu. İçinde yuvalanmış endişele-
rin babamı acıyla kıvrandırdığını gördüm. Kom-
şumuz benim gibi içerde olan oğlu Osman’a avu-
kat tutmuş ve avukat Osman’ı tahliye ettirmişti.
Ben niye avukatı reddediyordum ki? Ben biliyor-
dum ki babamın avukata verecek parası bile yok-
tu. Avukat bizim için lüksten de öte bir şeydi. Be-
nim herhangi bir suçumun olmadığını ve avukatlık
bir durum oluşmadığını babama anlattım. Sevine-
medi. Annemin: ‘Avukat tutsaydık bizim oğlanda
çıkardı.’ Sözlerinin verdiği acı ve baskıları sonu-
cunda avukat tutma kararına vardıklarını söyledi.
Babama ısrarla avukatlık bir işim olmadığını söy-
ledim. O vakit babam bana yaşanmış bir olayı tel
örgülerin ardından anlattı.
Oba köyden Hülleoğlu’nu bilirsin değil mi? O
adam annesinden bir hülle nikâhı sonucu olduğu
için o lakapla anılır. Hülle oğlu kimsesizdir. Yal-
nızdır. Hülle nikâhından dünyaya geldiği için em-
misi dayısı da yoktur. Senin anlayacağın arkası
yoktur. Bu adam yıllar önce kendi bahçesinin du-
varını örmek için taş döktürür. Duvarı kısa zaman-
da yaptırıp bitiremez taşlar orda uzun zaman yığı-
lı durur. Oba köyde Alalarla, karalar arasında bir
tavuğun bahçeye girmesi yüzünden münakaşa çı-
kar münakaşa büyür taşlı sopalı kavgaya dönüşür.
Alalar, Karalardan birine taşla vurunca öldürür.
Karakoldan jandarmalar gelir. Alalardan taşı atıp
adamı öldürenleri tutuklayıp cezaevine gönderir-
ler. Alalar hatırlı ve varlıklı bir sülaledir. Bu kavga-
nın olduğu vakitlerde hülle oğlu dağda koyun güt-
mektedir. Kavgadan haberi bile yoktur. Alaların
ileri gelenleri Başta mahkeme olmak üzere kayma-
kama ve bütün ilçe bürokrasisine baskı kurmaya
başlarlar. Adil olması gereken adaletin terazisinin
dili Alaların baskılarına dayanamaz kayar.
Çözüm olarak hâkim mahkemede sorar ‘Taş ki-
min taşıydı’ bütün herkes yemin billah Hülle oğ-
lunun taşıydı derler. Hâkim Taşı kim vurdu diye
sormaz. ‘Taş kimindi?’ diye sorar ve gerçekten de
alalardan birinin ölmesine sebep olan taş hülle oğ-
lunun bahçe duvarını örmek için döktüğü taştır.
Fakat hülle oğlunun bundan haberi yoktur. O yay-
lada çobandır. Hâkim sonuç aldı bu soruyla gerçek
failleri dışarı çıkarır ve hülle oğlunu içeri tıkar. Za-
vallı adam haberinin bile olmadı bir kavgadan ötü-
rü uzun süre hapis yatar.
Babam kırk yıl önce yaşanmış bu olayı anlattık-
tansonra bana dönüp:
‘Yavru’ dedi. ‘bu ülkede hukuk kırk yılda kırk
milim yol almadı. Hukuk hala hülle oğlunun taşın-
da. İnşallah ben yanılıyorumdur.’ Tanrının kulla-
rı yanılabiliyorlardı ama babamın hayatında yanıl-
gıya yer yoktu. Bir kez yanılmıştı merak etmeyin
onuda size anlatacağım.
Bazen önlerine Yalçın yalçın dağlar çıkarKayalık mı kayalıkAma o dere, o çay,O ırmak, o nehirOkyanusa varmaya azmetmiştirAzme dağ mı dayanır?Tepe mi dayanır?Kaya mı dayanır?Kayaları yarmaya azmederlerAzme kaya mı dayanırUğraşır da uğraşırUfak ufak ederler kayalarıAkmaya devam eder Okyanusa doğru
Çocuğum senin de hayatında Güzelliğe giderkenÖnüne engeller çıkabilirÇıkacaktır Bilmelisin o engelleri aşmayıBilmelisin okyanusa doğru akmayı
Mustafa AKGÜN
81Ekim 201180
Anadolu ve Mezopotamya uygar-
lıklarının kesiştikleri bir alan-
da kurulan Siirt, tarih yönün-
den çok eski bir geçmişe sahip olup, tarihe derin
izler kazımış medeniyetlere beşiklik etmiş bir ili-
mizdir.
Dört mevsimin hakkını vererek yaşayan ik-
limi, her türlü sebze ve meyvenin yetiştiği bere-
ketli toprakları, türbeleri, turistik ve tarihi eser-
lerinin yanında daha birçok değerleri ile Siirt,
Türkiye’nin görülmesi gereken en güzel Güney-
doğu Anadolu Bölgesi şehirlerinden biridir.
Siirt, inanç tarihi açısından bölgede merkez
konumunda olan kenttir. Hem Hıristiyanlık hem
de İslâm dönemlerinde, kültürel bir merkez ol-
ması eğitime, bilime ve ilime yatkın ve önem ve-
ren insanların burada yoğunlaşmasına neden ol-
muştur.Siirt doğal güzelliğinin üzerine koyduğu
değerle bir gönül bahçesi olmuş, özellikle Tillo
asırlarca bu beldede Hz. Ömer (r.a)’in ve Hz. Ab-
bas (r.a)’ın soyundan gelenlerin ilimde birbirleri
ile yarıştığı bir medrese şehridir.
Siirt ve yöresinde adları sayılamayacak ka-
dar âlim ve Allah Dostu insan vardır. Sadece Tillo
mezarlığında 40 bin Allah Dostunun bulunduğu
belirtilir ki, bu durum, Siirt ilindeki manevî hava-
yı anlatmak açısından yeterlidir.
Veysel Karanî
Asr-ı Saadet döneminde yaşamasına rağ-
men Peygamberimizi göremeyen, fakat Peygam-
berimizin vefatından sonra hırkasının kendisi-
ne verilmesini vasiyet ettiği meşhur tabiin Veysel
Karanî Hazretlerinin vefatı kadar kabrinin bu-
lunduğu yer konusu da ihtilâflıdır.
Yüz yıl kadar yaşadığı rivayet edilen Vey-
sel Karanî’nin bazı kaynaklara göre, Hz. Ömer
(r.a)’in hilafeti zamanında Azerbaycan savaşla-
rına katılmış ve bu savaşlar sırasında hastalana-
rak vefat etmiştir. Bazı kaynaklara göre ise Hz. Ali
(r.a) ile Hz. Muaviye (r.a) arasındaki savaşta, Hz.
Ali (r.a) taraftarları arasında yer aldığı ve sava-
şı durdurmak için arabulucu olmak istediği sıra-
da vefat etmiştir.
Halk tarafından sevilen ve sayılan zatlara bir-
çok kabirler/makamlar maledildiği gibi Veysel
Karanî için de dünyanın ve ülkemizin çeşitli yer-
lerinde kabirler/makamlar maledilmiştir.
Her ne kadar keşif ve keramet ehli zatlar, Vey-
sel Karanî’nin gerçek kabrinin, Siirt’in Baykan il-
çesinin Ziyaret Beldesinde bulunduğunu işaret
etmişlerse de Şam, Yemen, Beyrut, Mardin, hat-
ta Bursa’nın Gemlik yolu üzerinde türbe/makam-
larının bulunduğu ve bu makamların da ziyaret-
Örnek Hayat Yusuf HALICI
çilerle dolup
taştığı bilin-
mektedir.
İsmail Fakirullah
İsmail Fakirullah Hazretleri
m. 1655’de Recep ayının ilk Cuma ge-
cesi, yani Regaip gecesi dünyaya gelmiş-
tir. Soyu Peygamberimiz (s.a.v)’in amcası Hz.
Abbas (r.a) dayanır.
Çocuk yaşlarda ilim tahsiline başlayan İsma-
il Fakirullah 24 yaşına kadar aralıksız devam et-
miş, babası Hoca Kasım Efendinin vefatından
sonra da yerine geçerek müderrislik yapmağa,
camide imamlık yapmaya başladı.
İsmail Fakirullah Hazretleri haramlardan çok
sakınır, hatta şüpheli kor-
kusuyla mubahların dahi
birçoğundan kaçınırdı.
Tarlasını eker biçer, ha-
sadını kaldırır, öşrünü
verdikten sonra bizzat
kendisi el değirmeninde
çalışarak buğdayları un
hâline getirirdi. O undan
yoğurduğu hamurla ek-
mek yapardı. Üzüm bağı-
nın işlerini de kendisi görür, olgunlaşan üzümle-
ri dil siz ve ma sum hay van la ra ezi yet ol ma sın di ye
kendi sırtında taşırdı.
Fakirullah, böylece çocuklarına helal rızık te-
min etmenin verdiği huzuru yaşardı. Bütün bu iş-
leri yaparken abdestli olmaya özen gösterirdi. Yi-
yecek olarak taze veya kuru üzüm ile yetinmeye
çalışırdı. Bir tarafta “Uveysiyye” tarikatının esas-
ları doğrultusunda her kesimden insanları irşat
ederken, diğer taraftan ders halkasına katılanlar-
dan meşhur ilim adamları yetiştirmiştir.
Hayatını hak yolda insanları irşad etmek-
le geçiren bu büyük veli m. 1734 senesinde ru-
hunu Mevlâ’sına teslim etmiştir. Kabri Tillo
Kabristanlığı’nda
kendi ismiyle anılan
türbededir.
Türbenin en önemli özel-
liği duvarındaki 40x50 cm. bo-
yutundaki alın penceresidir. Her
yıl gece ve gündüzün eşit olduğu 21
Mart günü yeni doğan güneşin ilk ışın-
ları, kasabanın dışındaki bir kuleden yan-
sıyarak İsmail Fakirullah’a ait sandukanın
baş tarafını aydınlatır. Bu ışık düzeni, türbe-
nin 1964 yılındaki restorasyonu sırasında bozul-
muş ve bir daha düzeltilememiştir.
Sultan Memduh Hz.
Sultan Memduh Hazretleri M. 1761 senesinde,
Tillo’da doğdu. Asıl adı Mahmut olup kendisine
Memduh lakabını Hoca-
sı İbrahim Hakkı Hazret-
leri verdi. Önceleri anne
ve babasının terbiyesi al-
tında büyüdü. İbrahim
Hakkı Hazretlerinden
sarf, nahiv, tefsir, hadis
ve fıkıh gibi dinî ilimleri
tahsil etti.
Tasavvufî alanda ise
büyük dedesi İsmail Fakirullah Hazretlerinin ta-
rikatına bağlı kalıp, oraya hizmetle meşgul oldu.
Kısa süre içinde, hocaları İbrahim Hakkı ve aynı
zamanda amcası ol an Şeyh Mustafa Hazretleri-
nin manevi terbiyeleriyle olgunluğa erişti.Sultan
Memduh’un zevcesi kendisi gibi velayet makamı-
na yükselmiş olan Zemzem’il-Hassa’dır.
Sünnete uygun bir hayat süren Sultan
Memduh’un 47.000 beyitten oluşan bir diva-
nı vardır. Eser tasavvufi olup, Arapça, Farsça ve
Türkçe’dir.
Hicri 1263, Miladi 1847 senesinde Dar-ı
Bekâya irtihal eden Sultan Memduh kabri kendi
ismiyle anılan türbesindedir.
eVlİYAlArISİİrt
83Ekim 201182
Şeyh Muhammed El-Hazîn
Şeyh Muhammed el-Hazîn
Hazretleri Osmanlı Devleti’nin
son döneminde Anadolu’da yetişen
büyük evliyadan biridir. Nesep bakımın-
dan Şerif yani Hz. Hasan (r.a)’ın soyundan
gelmektedir.
Ataları Bağdat’ın Moğollar tarafından isti-
la edilmesi üzerine Siirt’in Fersaf Köyüne ge-
lip yerleşmişlerdir. Burası Siirt’in bugünkü Tillo
(Aydınlar) ilçesinin bir mahallesi gibidir. İsmail
Fakirullah Hazretleri de bu ailenin son büyükle-
rindendir.
Fersaf Köyünde m.
1816 yılında dünya-
ya geldi. Asıl adı Şeyh
Muhammed El-Fersafî
olup, “Hazîn” lâkabıdır.
Bu lâkabın kendisine bi-
zatihi Peygamberimiz
(s.a.v) tarafından veril-
diği söylenir. İlk tahsi-
lini babası Şeyh Musa
Efendinin talebe yetiş-
tirdiği aile medresesinde yaptı. Daha sekiz yaşın-
dayken Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetti.
Yüksek tahsilini Siirt’te, devrin en büyük ilim
merkezlerinden olan Hamid Ağa Medresesin-
de, Medresenin baş müderrisi Molla Halil Efendi
Hazretlerinden aldı. Bu zat Hz. Ömer (r.a)’in otu-
zuncu göbek torunlarındandır.
Muhammed El-Fersafî on dört yıl boyunca bu
üstadın rahle-i tedrisinde ilim tahsil hocasının
derin sevgi ve iltifatını kazandı ve hususi sohbet-
lerinde bulundu.
Bu medreseden büyük bir muvaffakiyetle me-
zun olduktan sonra Mardin’e giderek burada Ka-
sım Padişah Medresesinde iki yıl daha ilim tah-
sil etti ve yüksek
icazetle mezun
olarak zahir ilim-
lerde üstün dereceler
elde etti.
“Amcamız, büyük üstadı-
mız” dediği Seyyid Tâhâ Hazret-
lerinin kendisine, “Sevgili yeğenim
senin kalbinin anahtarı Halepçe’de
Şeyh Osman Efendinin elindedir.” bu-
yurması üzerine Muhammed El-Fersafî
Halepçe’ye giderek Şeyh Osman Tavilî Haz-
retlerinin manevi terbiyesine girdi.
Şeyh Osman Hazretleri Mevlâna Halid-i
Bağdadî Hazretlerinin halifelerindendir.
Muhammed el-
Fersafi burada bir müd-
det seyrü sülûk ile olgun-
laştıktan sonra tasavvuf
icazetnamesini de aldı
ve üstadı tarafından ir-
şat vazifesiyle görevlen-
dirildi.
Irak’tan dönerek doğ-
duğu Fersaf Köyüne ge-
lip yerleşen Muhammed
El-Fersafî burada irşat ve tedris hayatına başla-
dı. Kurduğu medresede yüzlerce talebe yetiştirdi.
İnsanlara daima zühd ve takvâ yolunu gösterdi.
Doğduğu Fersaf Köyünde m. 1892 yılında
vefat eden Şeyh Muhammed el-Hazîn köyün
yukarısında henüz hayattayken gösterdiği ve
“Beni buraya defin ediniz. Çünkü Halid bin Velîd
Hazretleri Siirt’i fethettiği sırada çadırını buraya
kurmuştur” dediği yere defnedilmiştir. Nitekim
vefatından bir yıl sonra üzerine yapılan türbenin
inşaatı sırasında temel hafriyatında kıvırcık saçlı
bir şehid ile ona ait yay ve oklar bulunmuştur.
İlâhi aşka dair kaleme aldığı kasidelerinden
başka onun, Hz. Peygamber (s.a.v)’e hediye ettiği
“Gayâtü’l-Hayrât” adı altında manzum olarak
yazdığı on üç kıta Salâvat-ı Şerifeleri vardır.
HİKMET ADASI
Ne zaman ruhuma dar gelse bu köhne bedenim,Ben kendine hep yeni hicretler hayal edenim.Müjdecisi nebi bir doğumun kutlu sancısıyla,Şiirin çile itikâfına girmeye gidenim.
Sadık rüya gibi bir hayale dalar, dalarım.Dolduramaz Belkıs’ın Tahtı, metruk odalarım,Hikmeti keşfe çıktım işim ötenin ötesiyle,Bana gerçek mekân size hayal gelen adalarım. Mehmet SERTPOLAT
85Ekim 201184
SağlıkAkın DİNDAR
Arı Sütünün Sırrı...
Hacettepe Üniversitesi Arı ve Arı Ürünleri Uy-
gulama ve Araştırma Merkez Müdürü Prof. Dr.
Kadriye Sorkun, arı sütünün insan hayatı üzerin-
deki etkilerin açıkladı. Prof. Dr. Sorkun, arı sütü-
nün ömür uzatan etkilerine de dikkat çekti.
“Arı Ürünleri İçinde Arı Sütünün Özel Bir Yeri Var”
Prof. Dr. Sorkun, arı sütünün, arı ürünle-
ri içinde özel bir yere sahip olduğunu vurgular-
ken daha çok arı sütü ile beslenen ana arının
ömür uzunluğu, üreme özelliği, boyut farklılığı
gibi farklılıklarına da dikkat çekti. Prof. Dr. Sor-
kun, aynı genetik yapıya sahip olan işçi arılarda
tüm bu özelliklerin olmadığını kaydederek, “Arı
sütünde, ana arının niçin bu kadar büyük, uzun
ömürlü, üretken ve diğer arılarla mukayese edil-
diğinde daha fazla enerjiye sahip olduğunun sır-
rı saklıdır. Arı sütü ile beslenen ana arı 3-4 yıl ya-
şarken, daha az süt daha çok polenle beslenen işçi
arı ise ancak 5 ay yaşayabiliyor. Arı sütünün sırrı
işte burada yatıyor dedi. Prof. Dr. Sorkun, arı sü-
tünün insanın bağışıklık sistemini güçlendirmek
için doğal besin kaynağı olarak da kullanılabile-
ceğinin altını çizdi.
Arı Sütü İle Tedavi
Prof. Dr. Sorkun, tıp doktorları tarafından arı
ürünleri kullanılarak yapılan tedavinin genel is-
minin apiterapi olduğunu anlattı. Türkiye’de bu
konuda faaliyet gösteren bir dernek ya da sağlık
kuruluşu olmadığını kaydeden Prof. Dr. Sorkun,
birçok gelişmiş ülkede, bu konularda yoğun çalış-
maların yapıldığına dikkati çekti. Prof. Dr. Sor-
kun, arı sütü ile yapılan tedaviye ilişkin ise şu bil-
gileri verdi:
“Gelişmiş ülkelerde arı sütü konusunda yapı-
lan çalışmalar yüz yıl öncesine dayanmaktadır.
Arı sütünün insan sağlığı açısından önemine ve
çeşitli alanlarda kullanımına koşut olarak üretimi
ve kullanımı konusunda yapılan çalışmalar 1950
yılından bu yana ağırlık kazanmıştır. Arı sütü-
nün biyolojik ve klinik özellikleri, üretim tekniği
ile kalite kontrolü konusunda önemli aşamaların
kaydedilmiş olması, apiterapi alanında kullanı-
mını yaygınlaştırarak üretimi cazip duruma ge-
tirmiştir. Hücre yenileyici özelliğe sahip olan arı
sütü, besleyici ve nemlendirici gücü sayesinde
saç ve cilt bakımında da mucizevî etkiler yaratı-
yor. Dokuyu ve cildi yeniliyor, kırışıkları gideri-
yor. Arı sütü tüm dünya ülkelerinde, yoğun anti-
biyotik kullanan, radyoterapi ve kemoterapi alan
hastalarda ve enerji ihtiyacı olan sporcularla, ge-
lişme problemi olan çocuklarda destekleyici be-
sin olarak kullanılıyor.”
ArI SÜtÜ
“Hücre yenileyici özelliğe sahip olan arı sütü, besleyici ve
nemlendirici gücü sayesinde saç ve cilt bakımında da mucizevî
etkiler yaratıyor. Dokuyu ve cildi yeniliyor, kırışıkları gideriyor.”
Ekim 201186 87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Hazırlanışı:
Bir tencerede un ve yumurtayı topak kalmayacak şekilde iyice çırpın. Suyu ilave edip çırpmaya devam edin. En son yoğurdu katıp bü-tün malzemeyi karıştırın. Diğer taraftan kıyma, rendelenmiş soğan, tuz ve karabiberi iyice yoğurun. Fındık büyüklüğünde parçalar kopa-rıp küçük köfteler hazırlayın. Hazırladığınız köfteleri 10 dakika ka-dar haşlayın. Haşlanmış köfteleri kevgirle alıp, çorbanın içine katın.
Üzeri için ince kıyılmış soğanı sıvıyağda rengi dönene kadar ka-vurun ve kesmeşeker ekleyin. Daha sonra kavrulmuş soğanı çor-banın üzerine gezdirin. Tencereyi ocaktan alın ve kâselere boşal-tın. İnce kıyılmış maydanozla süsleyerek sıcak olarak servis yapın.
Afiyet olsun.
Bekir SARI
MantarTüm dünyada onbinlerce çeşidi bu-
lunan mantar, besin değeri yüksek bir
gıdadır. Özellikle, protein ve demir açı-
sından çok zengindir. Ayrıca, mantarda
A, B, D, P ve K vitaminleri ile kalsiyum,
potasyum, fosfor ve bakır mineralleri
de bulunur.
Faydaları
İçerdiği protein değeri sayesinde
ete iyi bir alternatiftir. Bağışıklık siste-
mini güçlendirerek hastalıklara kar-
şı direnci arttırır. Göze ve vücuda kuv-
vet verir. Bedensel ve zihinsel gelişimi
destekler. Öğrenme yeteneğini arttırır.
Yorgunluğu giderir. Bol miktarda demir
minerali içeren mantar, kansızlığa iyi
gelir. Kandaki kolesterol oranını düşü-
rerek kalp ve damar hastalıları ile kalp
krizine karşı koruyucu etki gösterir.
Nasıl Kullanılır?
Protein değeri yüksek bir besin ol-
makla birlikte yağ oranı düşük olduğu
için mantar diyetlerde sıklıkla kullanılır.
Mantar lezzetli ve besleyici bir besin ol-
makla birlikte zehirli pek çok türü ol-
duğu için yabani mantar uzman kişiler
tarafından toplanmalı ve dikkatli tüke-
tilmelidir. Bu nedenle kültür mantarla-
rını tercih etmek daha sağlıklı olur. Ay-
rıca, mantar vücutta üre asidi bıraktığı
için romatizma şikâyeti olanlara tavsi-
ye edilmez.
Şifalı Bitkiler
Köfteli Yoğurt Çorbası6 KişilikMalzemeler:2 su bardağı yoğurt2 çorba kaşığı tepeleme un1 adet yumurta4 su bardağı suTuzKöfte için: 150 gram yağsız kıyma1 tatlı kaşığı kırmızı toz biberTuz, karabiberÜzeri için: 1 adet soğan1 çorba kaşığı sıvıyağ1 adet kesme şekerSüslemek için:Maydanoz
Ekim 201188
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85 TL
2011 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz