+ All Categories
Home > Documents > Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · Başyazı Sebahaddin ATEŞ SOMUNCU BABA VE...

Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · Başyazı Sebahaddin ATEŞ SOMUNCU BABA VE...

Date post: 27-Jan-2021
Category:
Upload: others
View: 5 times
Download: 0 times
Share this document with a friend
47
Transcript
  • Başyazı Sebahaddin ATEŞ

    SOMUNCU BABA VE BURSA

    Bursa is a city of culture functioning as a bridge between the past and present and each of its streets were embroidered with the Ottomon motifs.

    When Bursa said, we first remember Somuncu Baba, who lived between 1331- 1412, whose tomb is in Darende now, and spent some of his life in this eximious Ottoman city.

    Sultan Yıldırım Bayezit made Great Mosque of Bursa built between the years 1396-1400. With its rectangular design and having three big entrances, it is the biggest and the most glorious masterwork of all the multiple dome mosques.

    In this issue, we commemorate Somuncu Baba, whose name is also the name of our journal, and Bursa.

    SOMUNCU BABA AND BURSA

    Bursa tarihle günümüz arasında köprü vazifesi yapan, her sokağı Osmanlı nakışlarıyla motif motif

    işlenmiş bir kültür şehridir.

    Bursa deyince bizim aklımıza ilk önce Somuncu Baba Hazretleri gelir. 1331-1412 tarihleri arısında

    yaşayan, kabr-i şerifi Darende’de bulunan bu yüce zatın hayatının bir bölümü bu güzide Osmanlı şeh-

    rinde geçmiştir.

    Somuncu Baba adıyla bilinen Şeyh Hamid-i Veli (k.s.) mânevî bir emir üzerine Anadolu’ya gelip,

    Bursa’ya yerleşir. Talebesi Hacı Bayram-ı Velî de sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyaret ederdi. Hami-

    düddin Hazretleri, zahirî ve batinî ilimleri tamamlayıp kutupluk makamına ermekle birlikte daima

    manevî sırlarını gizlerdi. Geceleri hamur yoğurur, ekmek pişirir ve ertesi sabah da kendi fırınında pi-

    şirdiği ekmekleri halka dağıtırdı. Pişirdiği ekmekleri çarşı pazar dolaşıp dağıtırken “Somunlar Mümin-

    ler!” diye söylemesi dikkat çekici bir husustu. Onun ekmeklerinin lezzetine doyum olmazdı. Sırtında-

    ki ekmek küfesiyle ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Halk bu

    fırıncıya “Somuncu Baba” lakabını takmıştı. Bu fırın bugün Bursa’da Molla Fenari Mahallesi diye bili-

    nen bir semttedir.

    Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri Ulu Cami’nin açılış hutbesini okumuş, hutbede Fatiha Suresini yedi

    farklı şekilde yorumlamıştır. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine

    büyük bir teveccüh ve tazim göstermiştir.

    Bursa Ulu Cami, Sultan Yıldırım Bayezit tarafından 1396–1400 yıllarında yaptırılmıştır. Dikdört-

    gen planlı ve üç büyük giriş kapısı olan cami, çok kubbeli camilerin en büyük ve en şaheser örneğidir.

    Caminin, on iki kare ayak üzerine kesme taştan yapılmış kalın beden duvarlarına oturan yirmi kubbesi

    vardır. Orta eksendeki kubbenin aydınlık feneri altında da on altı köşeli havuzu ve üç çanaklı fıskiyesi

    olan bir şadırvan bulunmaktadır. Ceviz ağacından yapılmış minberi ağaç işçiliği yönünden bir başya-

    pıttır. Ahşap kapıları motiflerle bezenmiştir. Caminin içinde bulunan yazılar, hat sanatının özgün ör-

    nekleri arasında gösterilmektedir. Mimarisi, ahşap işçiliği ve içindeki yazı sanatları bakımından Ulu

    Cami’nin Bursa’daki eserler arasında ayrı bir yeri vardır.

    Dergimizin adını aldığı Somuncu Baba Hazretlerini ve Bursa şehrini bu sayıyla gönülden selamlı-

    yoruz…

  • 42

    58 70 84

    NİYET ETTİM ALLAH RIZÂSI İÇİN! - Ali AKPINAR (06)

    EZAN - Bilal YAVUZ (13)

    OSMANLI ŞEHRİ BURSA - Meryem Aybike SİNAN (14)

    El-HAK - Ramazan ALTINTAŞ (18)

    ÇINARLARIN EFENDİSİ - Bilal KEMİKLİ (22)

    HAYAT-MEMAT SORGUSU- Mehmet SERTPOLAT (25)

    İSMAİL HAKKI BURSEVÎ - Kadir ÖZKÖSE (26)

    ÂSIM B. ADÎ - Bünyamin ERUL (34)

    MEVLÂ’M SANA - Rıfat ARAZ (35)

    MÜSLÜMAN ŞAHSİYET - Musa TEKTAŞ (36)

    SEHERDE - Âşık FEYMÂNÎ (41)

    YANLIŞ YERDE HARCANAN ENERJİ - Enbiya YILDIRIM (46)

    BURSA’NIN MANEVÎ COĞRAFYASI - Mustafa ÖZÇELİK (50)

    BURSA DÜŞLERİ - M. Nihat MALKOÇ (53)

    AİLEDE SAĞLIKLI İLETİŞİM - Rukiye KARAKÖSE (54)

    KIŞ RUBAÎLERİ-II - Bekir OĞUZBAŞARAN (57)SEFERÎLİK HÜKÜMLERİ - Abdullah KAHRAMAN (60)

    MİLLETVEKİLLERİNE ÖĞÜTLER - Muharrem AKIN (64)

    İNANMA VE GÜVENME PSİKOLOJİSİ - M. Doğan KARACOŞKUN (66)

    DÖRT HASLET - Hanifi KARA (69)

    GÖNLÜ MA’MÛR EYLEMEK - Vedat Ali TOK (72)

    BU TOPRAK NELER GÖRDÜ - Fazıl Ahmet BAHADIR (75)

    KÜTAHYA VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)

    SEVGİNE MUHTACIM - Hızır İrfan ÖNDER (79)

    SERVET’İN ADAĞI - Raziye SAĞLAM (80)

    YOLCU OLAM DAĞLARA - Celalettin KURT (83)

    PORTAKAL - Şifalı Bitkiler (86)

    HATAY TEPSİ KEBABI - Mesude SARI (87)

    GÖNLÜMÜZEİSTİKÂMET VERELİM

    EĞİTİMCİNİNÖZELLİKLERİ

    YARIYIL TATİLİ’NDE

    ÖKSÜRÜK NEDENLERİ

    SOMUNCU BABA’NINMENKIBEVÎ HAYATI

    AHMET YESEVÎVE YOL EVLADI GELENEĞİ

    10Atalarımız gönülsüz yapılan işin, yenilen aşın bile ya karın ya da baş ağrıtacağını söylerler. Hatta onlar “Gönülsüz namaz, göğe ağmaz.” diyerek, Allah katında makbul olması için namazın gönlün derinliklerinden gelen bir huşû içinde kılınması gerektiğini dile getirdiler.

    Sultan Süleyman, her alayın durduğu yere gidip, her sancağın dibinde ellerini kaldırıp dua etmekte ve gözlerinden yaş dökülmekteydi. Bunu gören bütün ordu yerlere kapanıyor, padişah uğruna canlarını feda edeceklerine yemin ediyorlardı.

    Çocukların ikinci döneme dinlenmiş olarak girebilmeleri için ailelerin ders çalışması konusunda çocukların üzerlerindeki psikolojik baskıyı kaldırmaları gerekir.

    Öksürük genellikle üst ve alt solunum yollarındaki irritasyon sonucu görülüyor. Ayrıca zatürree, akut ve kronik bronşit, amfizem, astım bronşektazi ile tüberküloz...

    Somuncu Baba Hazretlerinin Bursa’da hakiki hâlini ilk kez gören ve anlayan, onun feyzinden istifade eden mânevîyat büyüğü Emir Sultan Hazretleri olmuştur.

    Bu büyük insanın Türkistan coğrafyasındaki öğretilerinin ve haliyle de hizmetlerinin; Merkezi Asya’da, Ortadoğu, Anadolu, Kafkasya ve Balkan coğrafyalarına taşınması...

    30Mehmet AKKUŞ

    Ali ÖZKANLI M. Emin KARABACAK Akın DİNDAR

    Resul KESENCELİ Abdülkadir YUVALI

    SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

    Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ

    Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

    YIL: 17 SAYI: 135 Ocak 2012 Basım Tarihi: 01 Ocak 2012

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına

    İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ

    Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA

    Yayın Editörü Musa TEKTAŞ

    Kapak ORHAN GAZİ TÜRBESİ / BURSA

    Foto: Sulejman MURATOVIC

    Yapım ARTWORKS

    www.artworks-tr.com

    Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU

    Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA

    Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI

    Arşiv Muharrem AKIN

    Abone Saliha AYATA

    Reklam Yusuf YILMAZ

    Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

    Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

    Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

    Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

    Baskı & Üretim Bizim Repro Ofset ve Matbaacılık Ltd. Şti.

    Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20

    Tek Sayı : 8 TL - Kurum Abone : 140 TL

    1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 85 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO

    Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

    Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

    Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111

    Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 134 dahiliyi arayınız.

    ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892

    İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474

  • Ocak 20126 7

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

    Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî

    Ey zülf-i perî şîve-i reftâr ile bir şeb

    Varımı alıp hep

    Koydun beni beytü’l-hazen-i firkate tenhâ

    Ey Yûsuf-ı zîbâ

    Göz yumsam eğer gayrıdan ey şûh seni görsem

    Hâlin nice bilsem

    Tîr-i sitemin eyledi bu sînemi gör tâ

    Zenbûr evi âsâ

    Hâk-i derine yüz sürerek eylesem âhı

    Görsem yüzü mâhı

    Mecnûn-sıfât boynuma zincîr urup ammâ

    Varsam sana Leylâ

    Bülbülleri nâlânım ile vakt-i seherde

    Koydum bu haberde

    Ruhsârın anıp vaslını etdikçe temennâ

    Ey şûh-ı dil-ârâ

    Hulûsî’yi bezminde sezâ-yı niam eyle

    Lutf u kerem eyle

    Tek aç yüzünü varını hep eyle de yağma

    Ey dîdesi şehlâ

  • 9Ocak 20128

    İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

    Müslüman, her zaman, her yerde ve her konu-da Allah’a teslim olan kişidir. Allah’a teslimi-yetin anlamı, her konuda O’na bağlı olmak, O’nun emirleri doğrultusunda hareket etmek, O’nun yardımını

    hak etmek için gayret etmektir.

    Müslüman, her işine besmele çekilebilen kişidir. Çünkü o, ba-

    şında besmele çekemeyeceği işleri yapmaz. Bir hadislerinde Pey-

    gamberimiz, “Besmele ile başlamayan her iş bereketsizdir.”1 bu-

    yurur. Buna göre önemli işlere başlarken besmele çekilir, zaten

    önemsiz işler Müslümânâ yakışmaz. Müslüman Allah adına,

    O’ndan izin/onay alarak iş yapan kimsedir. Bir işin başında bes-

    mele çekmek, o işe Allah’tan onay almak demektir. Allah’ın onay-

    lamadığı işler ise, haram, günah olan işlerdir. Haram ve günah

    olan işlere başlarken ise besmele çekilmez. Böyle işler Müslümânâ

    yakışmaz.

    Şöyle bir düşünürsek, Peygamberimiz her işine besmele çek-

    miş, her işini ibadete dönüştürmüş bir kişidir. Yatağından kalk-

    tığında Allah’ı anan, tuvalete girmeden önce okuduğu duasın-

    da Bismillah diyen, abdesti-namazı-duası besmele ile başlayan,

    Kur’ân okuması ve sohbete, yemeye içmeye besmele çekerek baş-

    layan bir peygamberimiz var. Ancak bütün bunları o, bilinçli ola-

    rak söylemiş ve bunların gereklerini yerine getirmiştir. O, diliy-

    le besmele çektiği halde, diliyle “Allah’ın adıyla” dediği halde,

    asla Allah’ın ölçülerine aykırı davrananlardan olmamıştır. Bu an-

    lamda besmele, Müslümanların söylem ve eylemlerine vurulmuş

    ilahî bir damga ve patenttir. Bu patentli işlerin adı ise İslam’da

    sâlih ameldir. Sâlih amel, dünya ve âhirette hem sahibine, hem

    başkalarına hayrı dokunan iyi-güzel işlerin tamamıdır.

    Niyetin Asıl Yeri Kalptir

    Peygamberin izinde giden Müslüman da onun gibi olmak du-

    rumundadır. Bu şekilde o, söylem ve eylemlerini ibadete dönüş-

    türmesini bilen kimsedir. Bir söylemin ve eylemin ibadete dönü-

    şebilmesi için ise, onların gönülden Allah için yapılması şarttır.

    “Niyette asıl olan kalbin, o işe hazır olması ve

    o işin Allah için, içtenlikle yapılmasıdır. Bunun

    için niyetin asıl yeri kalptir, asıl niyet o işe

    kalbin karar vermesidir.”

    ETTİM ALLAH RIZÂSI İÇİN!

    NİYETSu

    lejm

    an M

    URA

    TOVI

    C

  • Ocak 201210 11

    Çünkü tüm davranışlara Allah

    katında değer kazandıran niyet-

    lerdir. Bu yüzden niyet, ibadet-

    lerin temel ruknü sayılmıştır.

    Ancak niyet sadece dilin, “Niyet

    ettim Allah rızâsı için şunu yap-

    maya.” demesinden ibaret değil-

    dir. Niyette asıl olan kalbin, o işe

    hazır olması ve o işin Allah için,

    içtenlikle yapılmasıdır. Bunun

    için niyetin asıl yeri kalptir, asıl

    niyet o işe kalbin karar vermesi-

    dir. Dil ile niyet, kalbi hazırlayan

    yan unsurdur. Bir kimse kalbiy-

    le niyet ettikten sonra, diliyle ni-

    yet etmese bu niyeti geçerli olur.

    Ancak kalbi hazır olmadığı hal-

    de, diliyle niyet etse bu niyeti ge-

    çerli olmaz. Bu nedenle kalp, bir

    hayırlı işe hazır olsa ve ona az-

    metse, dil ile niyet ettim denme-

    se, hatta dil yanlışlıkla farklı bir

    şey söylese kalbin niyeti esastır.

    Sözgelimi sabah namazı vak-

    tinde bir kimse, kalbiyle sabah

    namazını kılmaya azmetse, dili

    ise yanlışlıkla “Niyet ettim öğle

    namazını kılmaya…” dese kıldı-

    ğı namaz geçerli olur. Ancak kal-

    biyle öğle namazına niyet eden

    bir kimsenin dili “Niyet ettim sa-

    bah namazını kılmaya…” dese,

    o kıldığı sabah namazı geçer-

    li olmaz. Çünkü bir amele değer

    kazandıran niyettir, niyette asıl

    olan ise kalbin kararıdır.

    Bu yüzden dilleriyle söyledik-

    leri imanları, içtenlikle yapma-

    dıkları amelleri gönülden gelme-

    diği için münâfıkların imanları

    ve amelleri kabul edilmemiştir.

    Şöyle ki Müslümanlar gibi

    kelime-i şehâdet getirdikleri, na-

    maz kıldıkları, infak ettikleri, ci-

    had ettikleri halde münâfıkların

    bu amelleri Allah katında kabule

    şayan ameller olmamıştır. Çün-

    kü onlar, bütün bunları Allah’a

    inanarak, O’nun emri olduğu

    için ve O’nun rızâsını kazanmak

    için yapmamaktadırlar. Onların

    derdi, dünyevî menfaatler yahut

    Müslüman olmadıkları takdir-

    de karşılaşabilecekleri güçlük-

    lerden kurtulmaktır. Söyledik-

    leri sözler ve işledikleri ameller

    onların kalplerinde yer etmemiş-

    tir, onların kalpleri bunlara ha-

    zır hale gelmemiştir. Nitekim bu

    hususta Kur’ân’da şöyle buyru-

    lur:

    “Münâfıklar sana: ‘Senin

    şüphesiz Allah’ın peygamberi

    olduğuna şehâdet ederiz.’ der-

    ler. Allah, senin kendisinin pey-

    gamberi olduğunu bilir; bunun

    yanında Allah, ikiyüzlülerin ya-

    lancı olduklarını da bilir.”2

    Peygamberimiz zamanın-

    da münâfıklar, peygamberimi-

    zin huzurunda kelime-i şehâdeti

    getiriyorlardı. Yeminler ederek

    Müslüman olduklarını söylüyor-

    lardı. Onlar Arapçayı bildikle-

    ri için, bunu anlayarak söylüyor-

    lardı. Mânâsını anlıyorlardı, ama

    kalben inanmıyorlardı. Yüce

    Rabbimiz, indirdiği âyetinde on-

    ların yalancılar olduğunu be-

    lirtmiştir. Onlar yalancılardır,

    ancak onların söyledikleri Mu-

    hammed Allah’ın Rasülüdür

    sözü doğru bir sözdür. Çünkü bu

    sözü söyleyen Yüce Allah’tır. El-

    bette doğru bir söz, yalancı biri-

    nin ağzından çıkmakla yalan ol-

    maz. Ancak inanmadığı sürece,

    diliyle doğru bir sözü söylemek,

    yalancıya bir şey kazandırmaz.

    Bozuk Niyetliler: Elbise Giydirilmiş

    Keresteler

    Bu yüzden sonraki âyette

    münâfıklar, “elbise giydiril-

    miş yahut duvara dayalı du-

    ran kalaslar”a3 benzetilmiştir.

    Evet onlar, dış görünüşleri iti-

    barıyla elbiseler giyinmiş kimse-

    lere benzemektedir. Ama o elbi-

    selerin içerisinde gerçek adamlar

    bulunmamaktadır. Yahut onlar,

    duvarda dayalı duran kalaslara

    benzemektedirler. Onların can-

    lılara fayda verecek dalı yapra-

    ğı, meyvesi yoktur. Yine onlar,

    bir binâda işlevi olan bir sütun,

    bir direk, bir ağaç da değildirler.

    Boşu boşuna ve anlamsızca du-

    varda dayalı kütükler gibidirler.

    İşte inanmadan iyi-güzel şeyler

    yapanların durumu böyledir.

    Bu söylediklerimizden

    İslam’ın şekle, dış görünüşe hiç

    önem vermediği anlaşılmama-

    lıdır. Zira İslam, şekil-mânâ,

    beden-ruh, kabuk-öz birlikte

    ele alır. Ancak asıl olan ruhtur,

    mânâdır, özdür. Dış görünüş, iç

    dünyayı tamamlayan unsurdur.

    Nitekim namaz, hac gibi pek çok

    ibadetin şekil yönünün de ağır

    bastığı malumdur. İç dünyala-

    rında iman kökleşmemiş olan

    münâfıklarla ilgili İslam tarihin-

    de somut örnekleri de vardır:

    Pek çok münâfık, peygamberimi-

    zin mescidinde namaz kılıyordu,

    peygamberimizle beraber cephe-

    lere gidiyordu. Nitekim sürekli

    peygamberimizin mescidine de-

    vam eden İbn Übey, münâfık ol-

    duğu için Müslümanlardan sa-

    yılmamış, vefat ettiği zaman

    Peygamberimiz onun cenaze na-

    mazını bile kılmamıştı.4 Peygam-

    berimizin safında kâfirlere kar-

    şı savaşırken ölen Kuzman isimli

    şahıs, münâfık olduğu için şehid

    sayılmamıştır. Zira o, Yüce Allah

    ve O’nun dinini yüceltmek için

    değil, kahramanlığını göstermek

    ve ganimet elde etmek için sava-

    şa katılmıştı. Çünkü onun niyeti

    bozuktu.

    O Yolda Olmak ve Uğurda Ölmek Gerek!

    Öte yandan hicret yolunda

    hastalanıp vefat eden Müslüma-

    nın hicret ameli kabul edilmiştir.

    O Müslüman hedefine ulaşama-

    mıştır, ama sevâba nâil olmuştur.

    Çünkü onun niyeti, Medine’ye

    hicret edip Peygamberin safına

    katılmaktı. Hasta halinde hicret

    için çıktığı yolda vefat eden Cün-

    deb b. Damre hakkında inen âyet

    şöyledir:

    “Evinden, Allah’a ve pey-

    gamberine hicret ederek çıkan

    kimseye ölüm gelirse, onun ec-

    rini vermek Allah’a düşer. Allah

    bağışlar ve merhamet eder.”5

    Rivâyet edildiğine göre Cün-

    deb b. Damre, hicret yolunda

    ölümünün yaklaştığını hissetti-

    ğinde sağ elini sol eline vurma-

    ya başlayarak, “Allah’ım, bu se-

    nin için; bu, Resulün için... Sana

    Resûlü’nün biat ettiği her husus-

    ta ben de biat ediyorum.” de-

    miş ve daha sonra vefat etmiş-

    tir. Cündeb’in bu haberi ashâba

    ulaşınca, onlar “Medine’de öl-

    seydi, daha hayırlı olurdu.” de-

    diler. Bunun üzerine bu âyet

    nazil oldu. Buradan yola çıkan

    ilim adamlarımız, “Kim, Allah’a

    itâata niyetlenir, ama sonra onu

    tamamlaya mazsa, Allah, o tâatin

    tamamının mükâfatını takdir

    edip ona yazar. Bu tıpkı, sıhhat-

    li iken yaptığı tâati yapamayan,

    böylece de kendisi için o amelin

    tamamının mükâfatı takdir edi-

    lip yazılan hastanın durumuna

    benzer.” demişlerdir.6 Bu örnek

    olaydan da anlaşılacağı üzere

    Hz. Cündeb, hicretini tamamla-

    yamamış, ancak ona niyet etmiş,

    bu niyetini gerçekleştirmek için

    de seferber olmuştur. Ancak onu

    tamamlayamamıştır. Fakat o, bu

    azim ve kararlılığı sebebiyle hic-

    ret sevabını almıştır. Öte yandan

    Mekke’den Medine’ye göç ettiği

    halde, Allah için değil de bir dün-

    yalık elde etmek için yola çıkan-

    lar, hicret sevabı alamamışlar,

    gerçek muhâcirlerden sayılma-

    mışlardır. Nitekim niyet hadisin-

    de Peygamberimiz, “Bir kadın-

    la evlenmek yahut bir dünyalık

    elde etmek için yola çıkıp göç

    eden kimse, o kadının yahut he-

    deflediği o dünyalığın muhaciri

    olur.”7 buyurarak bu gerçeğe dik-

    katleri çekmiştir.

    O halde söylemlerimizin ve

    eylemlerimizin Allah katında an-

    lamlı ve değerli olması için önce

    niyetlerimizi gözden geçirelim.

    Kim için söylüyoruz, ne için ey-

    liyoruz? Söylediklerimizde ve

    yaptıklarımızda asıl amaç nedir?

    Asıl amaç, Yüce Allah’ın rısâsını

    kazanmak, sırf Allah emrettiği

    için yapmak, Allah yasakladığı

    için kaçmak mı, yoksa bazı bek-

    lentiler için mi yapıp ediyoruz

    yaptıklarımızı? Yüce Allah’ın ha-

    tırı mı, insanların hatırı mı? Yüce

    Allah’ın razı olup sevdiği kimse-

    lerin arasına girmek için mi va-

    rız, yoksa fanî şeylerin peşin-

    de mi koşuyoruz? Öyleyse tüm

    söylem ve eylemlerimize bir kez

    daha niyet edelim. “Niyet ettim

    Allah için söylemeye ve eyleme-

    ye…” diyelim ve bu sahih niyetle-

    rimizin gereğini yerine getirelim.

    1 Müsned:2/259.2 63/Münâfikûn, 1.3 63/Münafikûn, 4.4 Bkz. 9/Tevbe, 84.5 4/Nisâ, 100.6 Fahreddîn Râzî, Tefsîr.7 Buhârî, Bed’ü’l–vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5,

    Menâkıbu’l–ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155.

    Dipnot *Prof. Dr.

    Beki

    r SAR

    I

  • 13Ocak 201212

    Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ*

    Gönül üzerine ne yazılsa azdır. Asırlar var ki mutasavvıflarımız, şairlerimiz bu ucu bucağı olmayan ummân hakkında yazı-lar yazdılar, şiirler kaleme aldılar. Kimi bu gönlü

    bir eve, kimi sırça saraya, kimi de bir ülkeye ben-

    zetti. Evlere, saraylara, ülkelere yollar olduğu gibi

    gönülden gönüle giden yollar olduğu da hepimiz-

    ce malumdur. İnsanlar zâhiren boyun eğseler de

    hoşlanmadıkları işler için gönülleri ferman din-

    lemediğinden içlerindeki itirazı dışa vurmazlar.

    Atalarımız gönülsüz yapılan işin, yenilen aşın bile

    ya karın ya da baş ağrıtacağını söylerler. Hatta

    onlar “Gönülsüz namaz, göğe ağmaz.” diyerek,

    Allah katında makbul olması için namazın gön-

    lün derinliklerinden gelen bir huşû içinde kılın-

    ması gerektiğini dile getirdiler. Her insanın gönlü

    bir âlemdir. Orada nelerin olup bittiği, hangi sev-

    gilerin, nefretlerin yattığını kişi ancak kendi bilir.

    İnsanları zâhirine, kılık kıyâfetine, konuşmasına,

    zenginlik ve fakirliğine baka-

    rak tanımak her zaman mümkün

    olmayabilir. Ancak herkesin matlu-

    bu olan özü-sözü, konuşması-ameli velhasıl

    içi-dışı bir olan insandır. Rabbimiz, içimizden ge-

    çeni de işlediğimiz amelleri de hakkıyla bilir.

    Neyi hangi niyetle yaptığımızı, birilerine yalan

    söyleyip dürüst davranmadığımızı, yapamayaca-

    ğımız şeyler için vaatte bulunduğumuzu O bilir.

    O’nun rızâsına muhâlif olan amellerimizi düzelt-

    meli, niyetimizle amelimizi sâlih eylemeliyiz.

    Gönlümüz fitne-fesadın, kin ve nefretin, ha-

    set ve kıskanmanın, aşırı dünya sevgisinin, arka-

    daşları, dostları, komşuları ve çeşitli sebeplerle

    iş ilişkisinde bulunduğu kişilere karşı içten pa-

    zarlığın yer almadığı saflıkta olmalıdır. Allah’ın

    nûruyla münevver olan kalpte bu kötü hasletle-

    GÖNLÜMÜZE

    VERELİM

    İSTİKÂMET“Atalarımız gönülsüz yapılan işin, yenilen aşın bile

    ya karın ya da baş ağrıtacağını söylerler. Hatta onlar

    “Gönülsüz namaz, göğe ağmaz.” diyerek, Allah katında

    makbul olması için namazın gönlün derinliklerinden gelen

    bir huşû içinde kılınması gerektiğini dile getirdiler.”

    re aslâ muhabbet hâsıl olmaz. Pey-

    gamber Efendimizin ifadesiyle, in-

    san bedeninde bu mekân ne kadar temiz

    olursa bedenimiz de o kadar sağlam olur. Kalbi

    ve bedeni sağlam insanların bulunduğu ortam ise

    her zaman huzurlu olur.

    Bunun için gönlümüzde Allah sevgisi yer et-

    meli, amellerimiz O’nun buyruklarına muvâfık,

    Rasûlü’nün sünnetine uygun olmalıdır. Zaten

    Allah’ın râzı olduğu mü’minler de böyle olanlar-

    dır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmak-

    tadır: “Kıyamet gününde ne mal ne de evlâtlar

    fayda verir! O gün ancak Allah’a kalb-i selîm ile

    varanlar kârlıdır.” (26/Şuarâ, 26)

    Hulûsi Efendi (k.s) de aşağıdaki gazelinde her

    gönülde bir sevginin var olduğunu, Allah’ın kulla-

    rına kem-nazarla bakılmaması gerektiğini, insan-

    ların zâhirine bakarak onlar haklarında müsbet-

    menfî hüküm verirken acele edilmemesini tavsiye

    etmektedir. Her ne kadar kul olarak zaman zaman

    hatâ işlesek de Allah’ın afv u mağfiretinin bulun-

    duğunu, en onulmaz dertlerin bile dermanının

    O’nda olduğunu, kendisine ihlâs ve samimiyetle

    yönelenleri bağışlayacağını unutmamamız gerek-

    tiğini bildirmektedir.

    Gazelin Metni

    1. Her gönülün ayrı ayrı gizli bir mihmânı var

    Ka’rına eller erişmez bir azîm ummânı var

    2. Kem nazar kılmak yaraşmaz bende-i Rahmân’a kim

    Her kulun kalbinde bin gencîne-i pinhânı var

    3. Kiminin zâhirde dışı kara ammâ içi ak

    Kimi ak yüzlü meğer içinde bin isyânı var

  • EZAN

    Ezan mabetlerimin taş taş biriken arşı Ezan içte bir yerde ufka uzanış faslıEzan hüzün hüzün yaş ve tılsım tılsım kubbe Bestelerden ötede sonsuz tavafa habbeKulaklarımı söküp diksinler minareye Doğrasınlar ruhumu ışıktan huzmelereEzan köz köz bir hasret ezana arzın gözyaşı Ezan taş taş eritsin etten gözkapağımıErisin ki gözlerim sonsuzluğa açılsın Küçük bir petek gibi esrârına karışsınEzan, ezan ruhumda; ruhum ezanda kuyu Seslendirsin fezalar bu ateşten suskuyu

    Bilal YAVUZ

    15

    4. Kimi dost ne olduğun bilmez hemân ki sûzdur

    Kiminin yârının îdine bu cân kurbânı var

    5. Kiminin taht-ı dilinde dîv ü şeytân eğleşir

    Kimi izzetle oturtmuş bir Ulu Sultân’ı var

    6. Hor hakîr bakma günâhkâr âdemoğluna beğim

    Afv olur elbette bir gün Tanrı’nın gufrânı var

    7. Sen yürü dil-dâr yoluna sür Hulûsî yüzünü

    Hîç onulmaz derdlerin ol yârîde dermânı var

    Gazelin Açıklaması

    1. Hemen hemen her insanın gönlünde gizledi-

    ği bir misâfiri vardır. Bu gönül öyle ulu bir okya-

    nustur ki onun derinliğine erişilmez.

    2. Rahmân olan Allah’ın kullarına kötü nazar-

    la bakmak uygun olmaz. Çünkü her kulun gönlün-

    de gizlediği bin hazinesi vardır.

    3. Kimi insanlara dışarıdan bakıldığı zaman

    kara olabilir. Ancak belki onların tertemiz gönül-

    leri vardır. Diğer taraftan içlerinde nice isyanlar

    bulunduğu halde yüz ak görünenler de bulunmak-

    tadır.

    4. Kimileri ahbab, dost kadrini bilmez, onlar-

    la birlikte olduğu zaman sözleri yakıcı olup insanı

    incitir. Kimileri de dostuna kavuşmayı bir bayram

    günü kabul eder, hatta canını bile dostuna kurban

    eder.

    5. Bazı insanların gönül tahtında devler, şey-

    tanlar mekân tutmuştur. Nicelerinin gönül ülke-

    sinde de yüce Allah tecellî etmiş, taht kurmuştur.

    6. Bazı günah işleyen insanlara hor bakıp onla-

    rı küçümseme. Cenâb-ı Hakk’ın mağfireti bağışla-

    ması vardır. Bir gün olur tevbe eder de, O da o ku-

    lunun günahlarını bağışlar.

    7. Ey Hulûsi, gönülleri alan sevgilinin, Yüce

    Allah’ın yolunda yürü, o yolun toprağına yüzünü

    sür. Çünkü nice onulmaz, çaresiz dertlerin derma-

    nı O sevgilinin katındadır.

    *Prof. Dr.

    Ocak 201214

  • 17Ocak 201216

    Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN

    Uludağ Göklere Kanatlanmış Dağlarcasına

    Bursa gülümsüyor maziye, geleceğe gülüm-

    süyor. Bir Ertuğrul Gazi edasıyla bağdaş ku-

    rup oturmuş Marmara’nın kalbine. Bursa bir

    oyalı mendildir tarihin gözyaşlarını silen, âşığa

    umut vadeden. Bir seyyah-ı fakirim Bursa ova-

    sında, geçmişi arıyorum, soruyorum Şeyhimi,

    Hünkârımı ve dahi Sultanımı.

    Bursa mazidir, hatırlıdır, eskil ama eskime-

    yendir, göz pınarlarımızdaki umuttur, Nilüfer Ça-

    yınca coşku, Ulu’ca dağdır gönlümüzün otağında.

    Bir Kayı neşesiyle Ertuğrul Gazi ocağına düş-

    sün gönlüm diyorum. Bursa başşehir, Bursa şeh-

    zadeler yurdu, Bursa erenler, Alpler eşiği. Yürek

    uçuyor bu gönüller sultanına. Yeşilden bir züm-

    rüt tutunuyor gözlerimize, buhurdan bir efsun

    dokunuyor ruhumuza, aklımız kanatlanıyor, kal-

    bimiz cuş-u huruşa geliyor.

    Bursa Sağanak Sağanak Yağıyor Üzerimize…

    Ne zaman Bursa gelse aklıma Üftade Şeyhi-

    min sesini duyar gibi olurum. Bir anlığına bütün

    erenler hüsn-ü revan olup geçerler gönlümün şe-

    lalesinden. Somuncu Baba, Emir Sultan Hazret-

    leri ve Aziz Mahmut Hüdai bir bir yakarlar gönül

    çerağını. Gönlümüzün bütün karanlıkları nurla

    dolar, aydınlanır dil-i gülşen.

    Bursa ovasında şimdi vakit kışa meydan oku-

    maktadır. Uludağ sırtları kardan bir halının de-

    senleriyle doludur. Bir sis yığını kaplamıştır Bur-

    sa semalarını ve güzellikler uykuya yatmıştır.

    Bir dervişane tezgâhta Bursa sabrı dokumak-

    tadır. Sır kâtiplerinin hisli defterlerinden ne

    hikâyeler rivayet olunur. Ne incili sözler düşer

    dil hanemize, Bursa bir gönül denizi kıyılarında

    avunduğumuz, bir tarih merdiveni her dem yürü-

    düğümüz. Yaz geliyor ve şeftali bahçelerinin bü-

    tün güzelliği, bütün serinliği vuruyor alnımıza.

    Bir sihirli el çekiyor bizi Cumalıkızık Köyüne. Bin

    bir hatıra yığılıyor gönlümüzün ak sayfalarına,

    zaman eriyor, hayaller büyüyor, umut yeşeriyor.

    Bursa Uludağ’ın Eteğinde Serpiliyor Büyüyor

    Gemlik, Mudanya, Orhangazi, Yıldırım, Nilü-

    fer, Kestel, Karacabey, İznik, Orhaneli, Harman-

    cık ve daha nice ilçeleriyle can cana aynı türküyü

    söylüyor. “Bursa’nın ufak tefek taşları” şarkıları

    kovalasa da ezgiler artık mazidir, dündür, büyü-

    dür bilene…

    Gemlik’te zeytin bahçeleri uzayıp gider gide-

    bileceği yere kadar. Sandık sandık türküler gider

    bağlara, bahçelere ve karşılığında zeytin gelir!

    Uludağ’dan kar gelir ve sevenlere yar gelir! Bah-

    çeler Bursa’da neşeli ve doludur.

    “Somuncu Baba, Emir Sultan Hazretleri ve Aziz Mahmut Hüdai

    bir bir yakarlar gönül çerağını. Gönlümüzün bütün karanlıkları

    nurla dolar, aydınlanır dil-i gülşen.”

    OSMANLI şehrİ

    BURSA

    BURSA ULU CAMİ

    YEŞİL TÜRBE

  • Ocak 201218 19

    Ulu Cami Avlusunda

    Ulu Cami avlusunda ipek şallar düşüyor omuz-

    larımıza. Bir eski şadırvanın mermer yüzeyine

    düşen her su damlasında Şehzade Mustafa’nın

    gözyaşlarını bulur gibiyim. Bu yaslı ve kederli şeh-

    zade Bursa’nın şefkatli kollarında ebediyete uyu-

    muş yatıyor.

    Kimler Gelip Geçmiş

    Kimler gelip geçmiş, neler olup bitmiş bu tarih

    ve mazi kokan şehirde. Bütün hikâyeler bizim, bü-

    tün vakalar bize ait. Ne çok irfan abidesi gelip geç-

    miş bu ak topraklarda.

    Sultan İkinci Murat türbesinde huzurla uyu-

    yor. Fatih’ini İstanbul’un burcuna gönderen, tah-

    tı ve tacı dergâhın kapısında unutan bir gökçe ve

    derviş yürekli hakan geçmiş bursa ovasında. Uza-

    yıp giden topraklara gıptayla bakıyorsunuz, im-

    reniyorsunuz. Zira onlar tanıklık etmiş Bursa’nın

    bütün hikâyelerine, onlar bakmış, onlar işitmiş,

    onlar can kesilmiş.

    Şehirlerin Hası

    Bursa şehirlerin hası, şehirlerin gönül ehli, şe-

    hirlerin en dervişi ve en yüreklisi, şehirler için-

    de. Bunca ereni, bunca sultanı, bunca hakanı baş-

    ka kim taşırdı bağrında incitmeden, incitilmeden,

    bıkmadan usanmadan.

    Bursa bir tefekkür hisarı dağlarcasına, bir

    mana denizi sararcasına.

    Bursa’da Vakit Geçer

    Su gibi, bir şelale gibi ve bir yıldız gibi akar.

    Karabaş-ı Veli Hazretleri bir öncü yıldız gibi

    yüreğimizin ta içinden aydınlatır ruhumuzu. Emir

    Sultan irfan medeniyetimizin hiç sönmeyen güne-

    şi hem ısıtan, ham aydınlatandır. Virdimize çal-

    dığı maya tutmuşsa onun aslındandır! Türbeler,

    camiler, mescitler, medreseler, kervanlar, han-

    lar, hamamlar, kemerler, köprüler, kaplıcalar…

    Bursa’ya bir mavi atlas onlar birer yıldız gibi düş-

    müştür her bir tarafa.

    Gâh Ayazma Camiinde, gâh Emir Sultan Cami-

    inde, gâh Yeşil Camide, gâh Orhan Camiinde di-

    vana durduğumuz yüzlerce camiinin minareleri

    göklere uzanırken Bursa dile gelir sanki: “Bu ulu

    dergahları benden ayırma Allah’ım!”

    Allah’ın camilerden yana kayırdığı şehir Bursa.

    Bursa Mutfağında Her Şey Bir Parça Osmanlıdır

    İskender kebap, ciğer sarma, kestane şeke-

    ri, Kemalpaşa tatlısı, İnegöl köftesi, cevizli lokum

    Bursalı görünse de aslan Osmanlıdır maziden ka-

    lan. Bursa tarihin neyi var neyi yok alıp huzura ge-

    tiren şehir, geçmişin hasretini gergef gergef doku-

    yup sunan şehir.

    İznik Gölünde turnalar havalanırken, Nilü-

    fer Çayında kırlangıç sürüleri Sansarak Kanyonu-

    na doğru kanat çırpmaktadır. Aras Şelalesi, Suçtu

    Şelalesine nispet yapmaktadır. Görecik Yaylasın-

    da zaman geriye sarmaktadır.

    Koza ve İpek Handa bezirgân kızlara ipek sat-

    manın derdinde geçmişe uzanmakta, Kurşunlu

    Handa, hancı kervancı yolu gözlemektedir desek

    de artık her şey çok geride kalmış, hanlar, ha-

    mamlar, kervanlar ancak masallara bırakılmıştır.

    Bursa Anlatılmaz, Gidilir, Sevilir ve Duyulur

    Bursa bir güzide, eşsiz şehir, can şehir, canan

    şehirdir şehirler içinde.

    Bursa bir tefekkür kalesi hisar hisar, bir mana

    yağmuru göklerden yağar.Bursa bir tarih sandu-

    kası, bir ebedi bergüzar, bir vazgeçilmez yar, bir

    asil karar şehirler içinde.

    Bursa bir tefekkür kalesi!

    Bir bulunmaz diyar, bir hatıralı yar!

    Sule

    jman

    MU

    RATO

    VIC

    SOMUNCU BABA FIRINI

    BURSA ULU CAMİ

    BURSA ULU CAMİ

    BURSA’DA ZANAAT

    BURSA ULU CAMİ

    ÇELEBİ MEHMET TÜRBESİ

    EMİR SULTAN TÜRBESİ

    BURSA SOKAKLARI OSMANLI KUBBELERİ

    BURSA EVLERİ

  • 21Ocak 201220

    Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

    Hakk, “mutâbakat ve muvâfakat” anlamına gelir.1 “Hak”, vâkıaya (realite) uy-

    gun olan hükümdür. Hak ih-

    tiva etmesi itibariyle sözlere,

    inançlara, dinlere, mezheplere

    de “hak” adı verilir. “Hak söz”,

    “hak din”, “hak mezhep” ifade-

    leri buna örnektir. Hakkın kar-

    şıtı, bâtıldır. Sıdk (doğruluk)

    tabiri, özellikle hak sözleri ifade

    etmekte kullanılır. Meselâ, doğ-

    ru söz, doğru akîde vb. gibi. Sıd-

    kın karşıtı ise, kizb (yalan)’dır.

    Bazen, hak ile sıdk arasında

    fark görülür. Hakta vâkıa yö-

    nünden, sıdkta ise, hüküm ci-

    hetinden mutâbakat aranır.

    Yani hüküm vâkıaya uygun ise,

    sıdk; vâkıa hükme uygun ise,

    hak adını alır. Buradan yola çı-

    karak söylemek gerekirse, hak

    ve sıdk birbirinin eşanlamlısı-

    dır: “Allah gerçek bir vaadde

    bulunmuştur”2 âyetinde geçen

    hak kavramı, sıdk anlamına-

    dır. Yani Allah, doğru bir vaad-

    de bulunmuştur. Her ne kadar

    hak ve sıdk kelimeleri arasında

    lafız bakımından farklılık varsa

    da çoğu zaman mânâ bakımın-

    dan uyumluluk söz konusudur.3

    Ayrıca hak, dış dünyada mevcut

    olan anlamına geldiği gibi; içte,

    gerçeğe uygun bilgi, hüküm ve

    söz anlamlarına da gelir.

    Hepimiz Hakka Muhtacız

    Aklın, inkâr edemeyece-

    ği derecede sâbitliği ve mut-

    lak varlığı kesin olan sadece

    Yüce Allah’tır: “Allah, haktır.”4

    “Vâcibu’l-vücûd” olan Cenâb-ı

    Hak, varlığı kendisinden olup,

    hiçbir yönden başkasına muh-

    taç olmayan ve hiçbir noksanı

    kabul etmeyen, ezelî ve ebedî

    bütün kemâl sıfatlarını ken-

    dinde toplayandır. Kur’an-ı

    Kerim’de, “ Ey insanlar! Siz he-

    piniz Allah’a muhtaçsınız. Al-

    lah ise (her şeyden) müstağnî (

    onlara muhtaç değil)dir, övül-

    meye layık olandır.”5 buyru-

    lur. Bu bağlamda el-Hak ismi,

    O’nun güzel isimlerindendir.

    Çünkü varlığı ve ulûhiyyeti ken-

    disindendir. Hak ile hakîkatin

    bütün mertebeleri O’nundur.

    Her hakîkatin kendisinden

    alındığı, zâtıyla var olan hakîki

    mevcûd Yüce Allah’tır. Bundan

    dolayı Hz. Peygamber (s.a.v),

    “Allah’ım! Sensin Hak. Senin

    va’din de hak, sözün de hak.

    Sana kavuşmak da haktır.”6

    buyurmuşlardır.

    Kesinlikle Yüce Allah, el-

    Hak’tır.

    Zâtının kemâlinde, isim, sı-

    fat ve fiillerinde haktır.

    Ulûhiyyet ve ilâhlığında

    haktır. Ondan başka tapılan her

    şey bâtıldır.

    O, rubûbiyyetinde haktır.

    Yaratma ve yönetme O’na ait-

    tir.7 Âlemlerin rabbi olandır.

    Varlıkta ondan başka gerçek

    anlamda rab yoktur.

    Kur’an-ı Kerim,

    kelâmullahtır. İşte Allah, bu

    sözleriyle hakkı meydana çı-

    karandır. Nitekim O bu konu-

    da şöyle buyurur: “Oysa Al-

    lah, sözleriyle hakkı meydana

    çıkarmak ve kâfirlerin ardı-

    nı kesmek istiyordu.”8 Yani O,

    kâfirlere karşı cezâsını uygulu-

    yor, doğruluğu sözlerinde, va-

    dinde ve haberinde açığa çıka-

    rıyordu.

    Kur’an-ı Kerim’de hak kav-

    ramı, 300’e yakın âyette yer

    alır. Bu âyetlerden birisinde

    “melik” kavramı “hak” kavra-

    mıyla birlikte gelmiştir: “Ger-

    çek hükümdar olan Allah yü-

    cedir.”9 Mülkünde O, gerçek

    meliktir. Onun melikliği kar-

    şısında tüm hükümdarlık-

    lar izâfîdir. Hakîkatte mülk

    O’nundur. “De ki: “Ey mülkün

    sahibi olan Allah’ım! Sen mül-

    kü dilediğine verirsin. Diledi-

    ğinden de mülkü çeker alırsın.

    Dilediğini aziz edersin, dile-

    diğini zelil edersin. Hayır, se-

    nin elindedir. Şüphesiz sen her

    şeye hakkıyla gücü yetensin.”10

    Hakk’ın Karşıtı Bâtıldır

    El-Hak vasfına sahip olan

    Yüce Allah’ın fiillerinde hik-

    met vardır. Âlemde hiçbir şey

    hikmetsiz ve amaçsız değildir.

    Gerek O’nun yarattığı varlık-

    larda hikmetli yaratılış ve ge-

    rekse yaratılanları koruma ve

    rızk verme eylemi, doğrudan

    kendİsİnİ varlıkta apaçık delİllerİyle gösteren:

    El-HAK“Hak söz, hak din, hak mezhep ifadeleri buna örnektir.

    Hakkın karşıtı, batıldır. Sıdk (doğruluk) tabiri, özellikle

    hak sözleri ifade etmekte kullanılır.”

  • 23Ocak 201222

    O’nun kemâl sıfatlarıyla ilişki-

    li olan Hak isminin varlıktaki

    tecellîsinin sonucudur. Zulüm,

    cevr ve abeslik gibi tüm olumsuz

    sıfatlar Allah’tan nefyedilmiştir.

    Her şey O’nun hâkimiyetinde

    tecellî etmektedir. Bütün bu ni-

    telikler O’nun “hak” vasfına sa-

    hip olduğunu gösterir.

    Yüce Allah’tan sudur eden

    her şey haktır. O’nun isimleri,

    sıfatları, sözleri, va’di ve vaîdi,

    O’na kavuşma, ibadet, diriliş,

    peygamberler, ilâhî kitaplar,

    cennet-cehennem haktır: “İşte

    O, sizin gerçek Rabbiniz olan

    Allah’tır. Hak’tan sonra sade-

    ce sapıklık vardır. O halde, na-

    sıl oluyor da (Hak’tan) döndü-

    rülüyorsunuz?”11 Dolayısıyla,

    Allah’ın hak olduğunu kabul et-

    mek, aynı zamanda O’nu tak-

    dir etmektir. Nitekim Hz. Pey-

    gamber (s.a.v), “Şâirin dediği

    en doğru söz, Lebid’in sözüdür:

    “Dikkat ediniz! Allah’tan başka

    her şey bâtıldır!”12 buyurmuş-

    lardır. Görüldüğü gibi Hz. Pey-

    gamber (s.a.v), bu sözü, en doğ-

    ru hak söz olarak kabul etmiştir.

    Bu şiir, adeta şu âyetin yorumu

    gibidir: “Bu böyle. Çünkü Allah,

    hakkın tâ kendisidir. O’nu bı-

    rakıp da taptıkları ise bâtılın

    ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah

    yücedir, büyüktür.”13 Açıkça bu

    âyette, Allah’tan başka kendisi-

    ne tapılan, perestiş edilen tüm

    sahte putların bâtıl olduğuna

    vurgu yapılıyor. Şahsiyetli kim-

    se, ne Allah’tan başka fânî var-

    lıklara ilâhî nitelikler atfeder ve

    ne de onlara tapar.

    Ünlü dilbilimci Râgıb el-

    İsfehânî, Arapçada Yüce

    Allah’ın bir vasfı olan el-Hakk

    isminin şu anlamlara geldiğini

    ifade etmiştir:

    “Şanı Yüce olan Allah (c.c),

    hikmetinin gereğine göre eş-

    yayı yaratmıştır. Allah hakkın-

    da, “O’dur hak” denildiği gibi...

    “İşte bu durumda velâyet, hak

    olan Allah’a mahsustur.”14 Çün-

    kü Allah, varlıkta her şeyi hak ve

    adalet dengeleri üzerine inşâ et-

    miştir. Bütün bir varlık alanında

    da mutlak tasarruf, çekip çevir-

    me ve yönetme yetkisi O’na ait-

    tir. Yaratan, yönetmeye de güç

    yetirir.

    Eşya, hikmetinin gereği-

    ne göre var edilmiştir. Bundan

    dolayı Allah’ın fiillerinin tümü

    “hak”tır: “O, güneşi bir ışık

    (kaynağı), ayı da (geceleyin)

    bir aydınlık (kaynağı) kılan,

    yılların sayısını ve hesabı bil-

    meniz için ona menziller takdir

    edendir. Allah bunları (boş yere

    değil) ancak gerçek ile (hikme-

    ti gereğince) yaratmıştır. O,

    âyetlerini, bilen bir topluma

    ayrı ayrı açıklamaktadır.”15

    Yeniden Diriliş Haktır

    Yeniden diriliş ve Allah’ın

    huzuruna çıkış haktır. Nitekim

    âhiretin hak olduğu konusun-

    da Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

    “O (azap) gerçek midir?’ diye

    senden haber soruyorlar. De

    ki: ‘Evet, Rabbime an-

    dolsun ki o elbette ger-

    çektir. Siz (bu konuda

    Allah’ı) âciz kılacak de-

    ğilsiniz.”16 Bu dünyada

    ve öte âlemde yaratılan

    her şey, Allah’ın hikme-

    tinin bir gereğidir. Bize

    eşyanın hakîkatini bil-

    mek için bunlar anlatıl-

    maktadır.

    Bir şey hakkında as-

    lına uygun bir inanç ta-

    şımak hakla ilişkilidir.

    Bizim, “Falan kimsenin

    dirilişe, cennet ve cehen-

    neme olan inancı hak-

    tır.” sözümüzde olduğu

    gibi. Bu konuda Yüce Al-

    lah şöyle buyurmuştur: “Allah

    iman edenleri, kendi izniyle,

    onların hakkında ayrılığa düş-

    tükleri gerçeğe iletti.”17

    Hak, gereğine göre gerek-

    tiği kadarıyla ve ihtiyaç duyul-

    duğu zamanda vâki olan söz ve

    iş demektir. Bizim, “Senin sö-

    zün haktır”, “Senin işin hak-

    tır” dememiz gibi. Şu âyetlerde

    bu hususa değinilir: “Rabbinin

    yoldan çıkanlar hakkındaki,

    ‘Onlar artık imana gelmezler’

    sözü, işte böylece gerçekleşmiş-

    tir.”18 “Eğer hak onların arzu-

    larına uysaydı gökler ile yer ve

    onlarda bulunanlar elbette bo-

    zulur giderdi.”19 Bu âyetlerde

    el-Hak’tan maksat, hem Yüce

    Allah’ın kendisi ve hem de hik-

    metinin gereğine göre olan hü-

    kümleridir. 20

    “Hak” tabiri Kur’an-ı

    Kerim’de yukarıdaki

    mânâlardan ayrı olarak; borç21,

    kıyâmet22 ve Allah’ın vasfı23 şek-

    linde kullanılmıştır. Özellik-

    le Yüce Allah’ın en güzel vasıf-

    ları arasında yer alan “el-Hak”

    îtikâdî anlamda O’nun varlığı-

    nın apaçık eşyada zuhûru anla-

    mına gelir. O’nun zuhûru, bizzat

    hak-hakîkat oluşu bakımından,

    nûr saçan ilâhî zâtı yönünden-

    dir. Varlığa bakmasını bilen-

    ler ve eşyanın arka planını iyi

    okuyanlar için Allah’ın varlı-

    ğı apaçık bir gerçekliktir. Eşya-

    nın hakîkatini bilmek, doğrudan

    Allah’ın hak oluşunu bilmekle

    paralellik arzeder.

    Yüce Allah’ın el-Hak ismi-

    nin başta gelen semeresi, O’nun

    varlığına birliğine inanç konu-

    sunda ‘hak’ olduğunu bilmektir.

    Her insan, ilâhî yazılım olan fıt-

    ratın bir gereği olarak, hakkı ve

    hakîkati idrak edebilecek düzey-

    de yaratılmıştır. Bu bağlamda

    Yüce Allah kullarına yol göster-

    miştir: “Varlığımızın delilleri-

    ni (kâinattaki uçsuz bucaksız)

    ufuklarda ve kendi ne-

    fislerinde onlara göste-

    receğiz ki, o Kur’an’ın

    gerçek olduğu onlara

    belli olsun. Rabbinin

    her şeye şahit olması

    yetmez mi?”24

    Gerçekten de baş-

    ta insanın kendisi ol-

    mak üzere onu çevre-

    leyen bütün bir varlığın

    DNA’sı biriciktir. “Ön-

    yargı” bağlarından kur-

    tulmak, hakla yüzleş-

    menin ilk basamağıdır.

    Bu işi âhirete bırakma-

    mak gerekir: “O gün Al-

    lah, onlara kesinleşmiş

    cezalarını tastamam

    verecek ve onlar Allah’ın apaçık

    bir gerçek olduğunu bilecekler-

    dir.”25 O halde el-Hak Olan’a gü-

    venip dayanmaktan başka çıkar

    yol yoktur.

    1 El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 179.

    2 4/Nisâ, 122.3 Taftazânî, Saadeddin, Şerhu’l-Akâid, Beyrut, 2007,

    s. 24.4 22/Hac, 6.5 35/ Fâtır, 15.6 Buhârî, “Daavât” 9; Müslim “ Musâfirîn” 199). 7 Bkz. 7/A’râf, 54.8 8/Enfâl, 7. 9 23/Mü’minûn, 116.10 3/Âl-i İmrân, 26.11 10/Yûnus, 32.12 Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 4/236; Müslim,

    Kitâbu’ş-Ş’ir 2/768.13 22/Hacc, 62.14 18/Kehf, 44.15 10/Yûnus, 5.16 10/Yûnus, 53.17 2/Bakara, 213.18 10/Yûnus, 33.19 23/Mü’minûn, 71.20 El-İsfehânî, el-Müfredât, s. 179-180. Ayrıca bkz.

    Yıldırım, Suat, Kur’an’da Ulûhiyet, İstanbul, 1987, s. 217.

    21 2/Bakara, 282.22 69/Hâkka 1, 2, 3.23 20/Tâhâ, 114.24 41/Fussilet, 53.25 24/Nûr, 25.

    * Prof. Dr.

    Dipnot

    HAT: Ahmet DEMİR

  • 25Ocak 201224

    Çınarların Efendisi tabiri nereden ge-liyor? Kimilerine bu tabir, Yüzüklerin Efendisi’ni hatırlatmış olabilir. Çınar-ların Efendisi’nden de bir film olabilirdi… Ama

    içinde kehânet olmayan realist bir film… Fakat ne

    yapımcılar, ne yönetmenler, ne de senaristler Çı-

    narların Efendisi’ni görmediler, tanımadılar.

    Hoş, onlar neyi tanıdılar ki? Yok, haklarını

    yemeyeyim, son yıllarda güzel filimler yapılıyor.

    Güzel hikâyeler keşfediliyor. Lakin birçoğunda

    Hollywod özentileri görmüyor değiliz.

    Evvela Yüzüklerin Efendisi’ne özendiğim için,

    Çınarların Efendisi tabirini onu takliden kul-

    lanmadığımı peşinen bildireyim. Şunu da bildi-

    reyim: Bendeniz sinema konusunda sadece se-

    yirciyim. Ha bazen eleştiri yazılarını da okurum.

    Dolayısıyla burada bir sinema eleştirisi de yapa-

    cak değilim.

    Ya ne yapacağım? Hiçbir şey. Sadece bayra-

    mın son gününde yeniden ziyaret ettiğim Baba

    Sultan’a dair bazı notları sizinle paylaşacağım.

    “İyi de Baba Sultan’ın ne işi var, Yüzüklerin

    Efendisi’yle, sinemayla, minemayla?” dediğinizi

    duyar gibiyim.

    Var efendim, var. Bir ilişki var. Ama nasıl?

    Şöyle ki; Çınarların Efendisi tabirini bende-

    niz Baba Sultan için kullanıyorum. Baba Sultan,

    namı diğer Geyikli Baba... Ha şu da denebilir-

    di: Geyiklerin Efendisi… Efendi tabirini eskiler

    ilmiye sınıfına mensup âlimler ve meşâyıh için

    kullanmışlardır. Bugün efendiyi sahip, patron,

    okumuş ve hizmetçi gibi farklı alanlarda kullanı-

    yoruz. Bilhassa kapıcılar, odacılar için kullanılır

    bir tabir oldu.

    Nereden nereye? Oysa efendi, ilmiyle temayüz

    eden kişilerin unvanıydı. Demek ki, evvelemirde

    bu kavramlarımızın itibarını idrak etmeliyiz. Dü-

    şüncenin, aklın ve fikrin itibarı, kelimelerin, ta-

    birlerin ve kavramların itibarından geçiyor…

    Geyikli Baba

    Bu bahs-i dîger... Sadede gelelim.

    Geyiklerin Efendisi demiyorum; zira onun ge-

    yiklerle olan yakınlığından mülhem tarihe Geyik-

    li Baba diye geçmiş. Fakat şimdiye değin, kimse

    onun çınarlarla olan ilişkisini gün yüzüne çıkar-

    tan bir tabir kullanmamış.

    Diyeceksiniz ki, kullansalar ne olurdu? Yahut

    sen kullandın da ne oldu? Belki hiçbir şey; ama

    geyiklerle, çınarlarla geçen bu gezgin dervişin ha-

    yat hikâyesi gerçek anlamda bir film konusudur.

    Maksadım buna dikkat çekmek.

    Sözü çok uzattım; ama olsun… Nihayetinde

    meramımı ifade ettim mi? Hayır, sadece dikkat

    çektim, o kadar.

    Kim bu Geyikli Baba yahut yeni tabirle Çınar-

    ların Efendisi?

    Siz bu “Kim bu?” ya takılın, ben çınarlara dair

    bir iki cümle söyleyeyim. “Çınar, geç büyür, uzun

    ömürlü olur.” derler. Önce, yerin altına doğru bü-

    yür kök salar. Geniş bir alanda kök salar, sonra

    gövdesi büyür. Dalları ve yaprakları adeta ana

    kucağıdır. Muhteşem bir kucak, sarar sarmalar;

    kurda kuşa yuva olduğu gibi, sıcak yaz günlerin-

    Şehir ve İnsan Bilal KEMİKLİ*

    EFENDİSİÇINARLARIN

    EFENDİSİÇINARLARIN

    Sule

    jman

    MU

    RATO

    VIC

  • Ocak 201226

    HAYAT-MEMAT SORGUSU

    Hayat bu, muamma, onu bize kim açar?Cevher saçan akıl, neden hikmetten kaçar?

    Hayat renklerden mürekkep, kara mı, ak mı?Şüphesi menkul felsefe kadar muğlâk mı?

    Hayat bedenî haz, ye, iç, eğlen ve yat mı?Her sabah akşamdan, bayat kalkmak hayat mı?

    Hayat, ötelere uçmaya kol-kanat mı?Bedene kefen, ruha binilecek at mı?

    Hayatta mana, kör bedende ruh ne arar?Yoksa öte, iman ve inkâr neye yarar?

    Hayat mayın tarlası, fıtrata duvar mı?Bu tarladan menzile gidecek yol var mı?

    Hayat mı fıtrata, akıl mı saf akla aç?Akıl kelepçe akla ve nakle mi muhtaç?

    Madem hayat bir, niye yalnız insan âkil?Her fertte irade, beyhude mi müstakil?

    Her hayat mükellef mi, şuurlu mu solur?Akılsızdan eşrefi mahlûkat mı olur?

    Hayat düşe eş, ölünce mi kalkar perde?Bir perde ki iblis, önünde mi siperde?

    Hayattan mı akar cennete, bal, Kevser, nar?Amellerle mi cehennem tutuşup yanar?

    Şu hayatta ölüm, ölümde hayat var mı?Ölümsüz hayat, bir gün ölümü kovar mı?

    Mehmet SERTPOLAT

    27

    de âşıklara, iş güç telaşıyla boncuk boncuk terle-

    yen babalara ve annelere sığınak, bebeklere beşik

    olur.

    Çınar Osmanlıdır

    Şunu da söyleyelim: Çınar deyince hemen,

    Osmanlı’dan bahis açılır. Osmanlı’dan ve bilhassa

    “çınarlı kent” Bursa’dan... İşte Çınarların Efendi-

    si, Osmanlı’yı ve dolayısıyla Bursa’yı çınarla bu-

    luşturan bilge kişidir.Kaynaklar asıl adının Ulvi

    olduğunu söylerler. Ulvi Baba... Aslen Hoy’lu.

    Hoy, bugün Azerbaycan sınırları dâhilinde. Ora-

    dan kalktı, diğer Horasan erenleri gibi, Anadolu’ya

    geldi. Bursa’nın fethinde bulunduğu, savaşta ge-

    yikleri at olarak kullandığı ve yiğitçe savaştığı an-

    latılır.

    Orhan Gazi, zaferden sonra dervişleriyle bir-

    likte Uludağı mesken tutan bu bilge kahramanı

    Bursa’ya saraya davet eder. Geyikli Baba, davete

    icabet eder.

    Örf davete icabeti gerekli görür. Ancak davete

    eli boş gidilmez. Hünkâr Hacı Bektaş’ın huzuru-

    na giderken dağda alıç toplayan fakir Yûnus gibi…

    Ama o alıç toplamaz. Yedi tane çınar fidanı alır

    Bursa’ya gelir. Bey Sarayı’nın avlusuna gelir, ka-

    bulü beklemeden çınarları oracığa dikmeye baş-

    lar. Hizmetçiler telaşla Orhan’ın huzuruna çıkar-

    lar… “Bey, bey” derler, “Bir derviş gelmiş sarayın

    bahçesine ağaç dikmektedir.”

    Bir telaşla çıkar Orhan Gazi bahçeye… Gözle-

    riyle görür, orada bir derviş ağaç dikmektedir. Ne

    izin var? Ne de bir emir? Hızla o fidanları toprakla

    buluşturan dervişin yanına gelir, bakar ki, karşı-

    sındaki Geyikli Baba’dır. “Bu ne hal?” diyemeden,

    Baba sözünü söyler:

    “Evlat, bu hatıramızdır. Bu burada kaldığı

    müddetçe, duamız sizinledir. Devletin çınar gibi

    kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak…»

    Kök Salan Çınarlar

    Sonra Baba başlar İbrahim Suresi’nden oku-

    maya:

    “O ağaç, Rabb’ının izniyle her zaman yemişi-

    ni verir. Allah, öğüt almaları için insanlara böy-

    le benzetmeler yapar.”

    Baba Sultan’ın diktiği çınarlar Bey Sarayı’nın

    bahçesinde kök saldı, dal budak verdi. Tophane’de,

    Gümüşlü’de Türbeleri ziyaret edip ulu çınarla-

    rın gölgesinde nefes aldığınızda o çınarların dal-

    larının nerelere kadar uzandığını göreceksiniz.

    O yüzden derim ki, “Baba Sultan” ve “Geyik-

    li Baba” gibi isimlerle anılan bu kalenderî derviş,

    bu Abdâlân-ı Rûm’dan bir abdâl olan Ulvî Baba,

    gerçek anlamda Çınarların Efendisi’dir. Çıkın

    İnkaya’ya, o kadim çınarın gölgesinde serinlerken

    Çınarların Efendisi’nin kokusunu duyacaksınız.

    İnin Gümüşlü’ye, yıkılmış Bey Sarayı’nın izine

    rastlayamayacaksınız; ama türbelerin yanı başın-

    daki çınarların yapraklarından o dervişin hünkâra

    getirdiği yedi çınarın hikâyesini dinleyeceksiniz.

    Siz Yüzüklerin Efendisi’ni seyre dalın, bendeniz

    yalancı baharda, bayramın son gününde Çınarla-

    rın Efendisi’nin huzurunda, yine bir çınarın altın-

    da Baba Sultanlı dostlarla onu konuştum. Sohbe-

    timize ulu çınarın kökleri de yaprağı da şahittir.

    Dedim ki: “Keşke bir gönül dostu yapımcı çık-

    sa da Çınarların Efendisi’nin filmini yapsa ne hoş

    olur.”

    Ne dersiniz?

    “Çınarların Efendisi tabirini bendeniz

    Baba Sultan için kullanıyorum. Baba

    Sultan, namı diğer Geyikli Baba... Ha

    şu da denebilirdi: Geyiklerin Efendisi…

    Efendi tabirini eskiler ilmiye sınıfına

    mensup âlimler ve meşayıh için

    kullanmışlardır.”

    *Prof. Dr.

  • 29Ocak 201228

    Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

    1063/1653 yılında şu anda Bulgaristan sınırla-rı içindeki Aydos Kasabasında dünyaya gelen İsmail Hakkı Bursevî, üç yaşında babası Mus-tafa Efendi’nin delaletiyle Osman Fazlî Efendi (ö.

    1102/1691)’nin elini öpüp hayır duasını almış-

    tır. Osman Fazlî Efendi’nin halifesi Şeyh Ahmed

    Efendi’den 11 yaşına kadar Kur’ân-ı Kerim,

    hüsn-i hat ve sarf dersleri almıştır. On bir

    yaşında İsmail Hakkı Bursevî’nin eğiti-

    mini Osman Fazlî Efendi’nin Edir-

    ne halifesi Şeyh Abdülbâkî

    Efendi üstlenmiştir.

    Yedi sene Edirne’de

    Şeyh Abdülbâkî

    Efendi’nin yanında kalan Bursevî, kendisinden

    sarf, nahiv, mantık, fıkıh, kelâm ve beyân dersle-

    ri aldı. Edirne’deki eğitimini tamamladıktan son-

    ra Abdülbâkî Efendi onu İstanbul’a, şeyhi Osman

    Fazlî Efendi’nin yanına gönderir.

    Osman Fazlî Efendi’nin yanında fenn-i âdâb,

    kelâm, fıkıh usulü, ferâiz ve belâğat dersleri ala-

    rak zâhirî ilimlerdeki tahsilini devam ettiren

    Bursevî, şeyhinin yönlendirmesiyle İstanbul’da-

    ki diğer medreselerin müderrislerinden de ders-

    ler alır. Zâhirî ilimlerdeki eğitimini tamamladık-

    tan sonra Osman Fazlî Efendi kendisini Zeyrek

    Camii’nde halvete sokarak bâtınî ilimlerde de

    kemâle ermesini sağlamıştır. Halvetini tamamla-

    dıktan sonra bir süre dergâhın temizlik işleri ile

    sorumlu tutulan Bursevî, daha sonra şeyhi Os-

    man Fazlî Efendi yerine vaazları deruhte etmiştir.

    Talim, terbiye, hizmet ve irşad sürecini başarı ile

    tamamladıktan sonra şeyhi tarafından Üsküp’e

    halife olarak görevlendirilmiştir.

    Üsküp’ten Bursa’ya

    1086/1675 tarihinde Üsküp’e gelen Bursevî,

    Muradiye Camii, Eski Camii, Yahya Paşa, İshak

    Bey, İsa Bey ve Mustafa Paşa Camilerinde vaaz ve

    irşad hizmetini sürdürdü. Üsküp’te Şeyh Mustafa

    Uşşâkî’nin kızı ile evlendi. Diğer taraftan Üsküp’te

    şeyhinin tavsiyesi ile zâhirî ilimlerde dersler ver-

    meye başladı. Üsküp’te yanlış davranışlarını gör-

    düğü bazı ileri gelenleri vaazlarında sert bir üs-

    lupla eleştiren Bursevî, Hakkî mahlasının gereği

    olarak hak bildiğini söylemekten çekinmemiş,

    “İsmail Hakkı Bursevî’nin en önemli özelliği

    velûd bir isim olmasıdır. 120 kadar eser

    yazan Bursevî, eserlerini fıkıh, kelam,

    hadis, tefsir, edebiyat ve tasavvuf gibi farklı

    alanlarda kaleme almış, hem zâhirî hem

    de bâtınî ilimlerde telifte bulunmuş zü’l-

    cenâhayn bir şahsiyettir.”İSMAİL HAKKI BURSEVÎ’NİN

    DÜŞÜNCESİ

    tASAVVUFÎ

  • 31Ocak 201230

    ancak bu sert mizacı onun Üsküp’te yalnız kalma-

    sına sebebiyet vermiştir. Üsküp’te müftü, imam,

    hatip, kadı ve şeyh görünümünde kimi şahsiyetle-

    re karşı, onlarda gördüğü şer’-i şerîfe aykırı tavır-

    ları nedeniyle tam altı yıl mücadele verdi.

    Mücadelenin önü alınamaz hale gelmesi üze-

    rine şeyhi, Bursevî’yi Üsküp’teki vazifesinden alıp

    Köprülü’ye görevlendirmiştir. Köprülü’de on dört ay

    ikamet eden Bursevi, burada Üsküp’tekinin aksine

    fazlaca kabul görmüş, müftü olarak atanması isten-

    miş, fakat şeyhinin buna rızâsı olmamıştır. Köprü-

    lü’deki başarılı çalışmaları ile dikkat çeken Bursevî

    Ustrumca halkının çağrısı üzerine Ustrumca’ya gö-

    revlendirilmiştir.

    Otuz ay kadar kaldığı Ustrumca’da vaaz, tedris

    ve talim hizmetleriyle meşgul olan Bursevî, şeyhi-

    nin görevlendirmesiyle 1096/1685 yılında Bursa ha-

    lifesi olarak hizmete devam etti. Bursa’daki vaaz ve

    irşad faaliyetlerini sürdürürken Edirne’deki şeyhini

    sık aralıklarla ziyaret eden Bursevî, 1101/1690 tari-

    hinde Kıbrıs’a sürgün edilen Osman Fazlî Efendi ta-

    rafından Magosa’ya davet edilmiştir. Magosa’da on

    yedi gün kalan Bursevî, tarikat silsilesindeki mânevî

    emaneti şeyhinden alıp tekrar Bursa’ya döndü.

    Bursa’ya dönüşünden bir müddet sonra şeyhi Os-

    man Fazlî Efendi 1102/1691 tarihinde vefat etmiş,

    emanetini Bursevî devam ettirmiştir. 1107/1695

    ve 1108/1696 senelerinde II. Mustafa’nın düzenle-

    diği I. Ve II. Avusturya seferlerine katılan Bursevî,

    1110/1699 ve 1122/1710 tarihlerinde iki defa hac yol-

    culuğu gerçekleştirmiştir.

    1714-1717 tarihleri arasında Tekirdağ’da, 1717-

    1720 arasında Şam’da ve 1720-1723 yılları arasın-

    da Üsküdar’da kalan Bursevî ömrünün sonunda

    tekrar Bursa’ya avdet etmiş ve 1137/1725 tarihin-

    de vefat etmiş olup kabri, kendisinin inşa ettirdiği

    Câmi-i Muhammedî’de bulunmaktadır.

    Velûd Bir Yazar

    İsmail Hakkı Bursevî’nin en önemli özelli-

    ği velûd bir isim olmasıdır. 120 kadar eser yazan

    Bursevî, eserlerini fıkıh, kelam, hadis, tefsir, ede-

    biyat ve tasavvuf gibi farklı alanlarda kaleme al-

    mış, hem zâhirî hem de bâtınî ilimlerde telifte bu-

    lunmuş zü’l-cenâhayn bir şahsiyettir.

    Türkçe, Arapça ve Farsçayı mahâretle kulla-

    nan Bursevî, eserlerinde yaşadığı döneme göre ol-

    dukça sade bir dil kullanmıştır. Mensur ve man-

    zum eserleri ile dikkat çeken Bursevî, şiirlerinde

    daha çok tevhîd, aşk, marifet, peygamber sevdası

    ve özlemine yer vermektedir.

    İsmail Hakkı Bursevî’nin yetişmesinde eme-

    ği geçen en önemli şahsiyet şeyhi Osman Fazlî

    İlâhî’dir. Muhammed Muhyiddîn Üftâde (ö.

    988/1580), Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1038/1628),

    Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), Mevlânâ

    Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) ve Sadreddîn-i

    Konevî (ö. 673/1274) gibi kimi isimler ise onun

    mânevî şahsiyetinin tekâmül ve tekemmülünde

    eserlerinden ve rûhâniyetlerinden istifade ettiği

    mürşidlerdir.

    Mânâ Diliyle Konuşmalar

    Tuhfe-i Ömeriyye isimli eserinde tevhîdin

    üç boyutunu konu edinen İsmail Hakkı Bursevî

    insân-ı kâmil olmanın, irfana ermenin, mânâ di-

    lini konuşmanın, ilâhî tecellîlere ermenin yolunu

    şu şekilde dile getirmektedir:

    Dil sadef-vâr olmayınca feyz-i nîsân isteme

    Var Hızır’ı bulmayınca âb-ı hayvân isteme

    Tîşe-i ‘ışkla dilemezsen derûnun kânını

    Cevher-i ‘irfândan la’l-i Bedehşân isteme

    Çünki yok meyl-i irâdet zerre denlü cânda

    Bilmeden kendi kusûrun kâmil insân isteme

    Zevkdir lâzım olan dilde bugün ‘âşıklara

    Yogise ağzında lezzet hân-ı elvân isteme

    Kendini pervâne kılmazsan bu zulmet-hânede

    Var tecellîden dile şem’-i fürûzân isteme

    Şeyh Hakkı var iken bu hân-kâh-ı dehrde

    Gel mürîd ol andan özge pîr-i pîrân isteme. 1

    Tevhîdin içselleştirilmesine vurgu yapan

    Bursevî, tevhîdin “Lâ mahbûde illallah”, “Lâ

    maksûde illallah”, “Lâ mevcûde illallah” merte-

    belerini gazelinde şu şekilde beyan kılmaktadır:

    Cân u dilden diyelim

    Lâ mhbûde illâ Hû

    ‘Işkla söyleyelim

    Lâ maksûde illâ Hû

    Nazar iden her yana

    Delil istemez Ana

    Gözün açup baksana

    Lâ meşhûde illâ Hû

    Her kim vahdete irer

    Hakkı kesreti dürer

    Herkes ana yüz sürer

    Lâ mescûde illâ Hû2

    Kesretten geçip vahdete ermeyi, nakıslık-

    tan kurtulup kemâle ermeyi, suretten sıyrılıp

    mânâya kavuşmayı, fiil ve esmâ tecellîsinden zât

    tecellîsine kavuşmayı, ilim ve irfanla donanıp

    aşka ermeyi, firkat odunda yanıp vuslat şerbetini

    içmeyi önemseyen Bursevî gazelinde bizleri ha-

    kikat dersini talim eylemeye şu şekilde davet et-

    mektedir:

    Kenz-i mahfî ister isen aç tılısm-ı kesreti

    Kesret-i esmâ içinde vahdet-i kübrâya gel.

    ….

    Bilmege bu sırr-ı tevhîdi iriş bir kâmile

    Mazhar-ı kâmil yüzünden hizmet-i Mevlâ’ya gel3

    İrfan mektebinin saygın müderrislerinden bi-

    risi olan Bursevî tasavvufî neşveyi aşkla tatma-

    yı önemsemektedir. O yakarışlarında bizleri aşka

    revan olmaya, aşkı önemsemeye ve aşkın halleri-

    ne bürünmeye davet ederken aşkın gereklerine şu

    şekilde dikkat çekmektedir:

    Gel berû gel zâhidâ inkârı kaldır aradan

    Tâ ki ‘âşıklar yanında olma yüzi karadan

    ‘Âkil isen ‘ışka bend ol serseri gezme yüri

    ‘Işkla bir kâr tut hâsıl nedir âvâreden

    Zahm-ı ‘ışka Hakkıyâ merhem bulunmaz

    âkıbet

    Yaradan tahlîs ider ‘uşşâkı iş bu yâreden. 4

    Tuhfe-i Ömeriyye’den seçtiğimiz birkaç gazel

    örneğinde de görüleceği üzere Bursevî’nin tasav-

    vuf anlayışını tahalluk ve tahakkuk olarak özetle-

    yebiliriz. Tasavvufî ahlakın kemâle ermesini ön-

    celeyen Bursevî, mârifet ve varlık görüşleriyle

    İbnü’l-Arabî takipçisi olarak karşımıza çıkmak-

    tadır. İlâhî aşkı telkin eden söylemleriyle o da

    Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin çizgisini devam

    ettirmiştir. Tasavvufî söylem ve yaşantının şer’-i

    şerîfe uygun olmasını esas kabul etmiştir.

    1 Bursevî, “Tuhfe-i Ömeriyye”, Seyr-i Sülûk, s. 42.2 Bursevî, “Tuhfe-i Ömeriyye”, Seyr-i Sülûk, s. 49-50.3 Bursevî, “Tuhfe-i Ömeriyye”, Seyr-i Sülûk, s. 52-53.4 Bursevî, “Tuhfe-i Ömeriyye”, Seyr-i Sülûk, s. 68.

    *Prof. Dr.

    Dipnot

  • 33Ocak 201232

    Tasavvuf, Hakk (c.c.)’ın rızasını kazanmak ve ebedî saadete ulaşmak için nefsi ter-

    biye etme, ahlâkı güzelleştir-

    me, içi ve dışı tenvir etme, su-

    ret ve sîreti tezkiye etmektir.

    İşte onun konusunu insan ve

    özellikle insanın ruhu, ahlâkî ve

    psikolojik yapısı teşkil etmekte-

    dir.

    Tasavvuf, yaşanan bir ilim

    (hâl ilmi) olduğu için İslâm’ın

    bâtınî yönünü teşkil eder.

    İman, ihsan ve Hakk’ı tanı-

    yıp bilmek de onun konusu

    içine girer. Tasavvufun gaye-

    si de, ahlâkın kemâl mertebe-

    sine ulaşması için her hususta

    Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gös-

    terdiği yolu takip etmektir. Ta-

    savvufun gayesi, Hakk (c.c.)’ın

    rızasını kazanmak için nefisle-

    ri temizlemek, güzel ahlâk sa-

    hibi olmaya çalışmak, kısaca

    Allah ve Rasulü’nün ahlâkı ile

    ahlâklanmaktır.1 Tasavvuf il-

    minin gayesi; “ahlâk-ı mahmu-

    deyi celb, ahlâk-ı mezmume-

    yi defdir”; yani kötü sıfatlardan

    arınmak ve iyi huylarla bezen-

    mektir. İşte Somuncu Baba

    Hazretlerinin de her anı ve hâli

    güzel ahlâk ile bezeli olup in-

    sanlara ve insanlığa örnektir.

    Şeyh Hamid-İ Velî (So-

    muncu Baba) Hazretlerinin

    menkıbevî hayatını kesitlerle

    ifadeye çalışalım.

    Bayezid Dergâhı

    1331 senesinde Kayseri’nin

    Akçakaya Köyünde doğdu.

    Anadolu’ya mânevî fetih için

    gelen Horasan erenlerinden

    Şemseddin Musa Kayserî’nin

    oğludur. Soyu Peygamber Efen-

    dimiz (s.a.v.)’e ulaşır. Peygam-

    ber Efendimizin yirmi dördün-

    cü kuşaktan torunudur. İlk

    tahsilini babasından aldı. Baba-

    sının vefatından sonra Şam’a gi-

    derek, Hankâh-ı Bâyezîdiyye’de

    ilim öğrendi.

    Hâce Alaaddin-i Erdebilî ve Mânevî

    Görev Verilmesi

    Somuncu Baba Hazretleri,

    şarkın en işlek köprüsü özelli-

    ğinde olan Şam’a gidip gelen

    âlim ve fazıllardan o zamanın

    en büyük makamında kimin ol-

    duğunu sorup araştırıyordu.

    Nitekim Şeyh Hamid’e Erde-

    bil’deki şeyhini haber verdiler.

    Erdebil’de veya Tebriz yakın-

    larındaki Hoy şehrinde Hâce

    Alaaddin’le buluşan Şeyh Ha-

    mid burada aradığını bulmuş-

    tur. Bu hususta Seyyid Abdul-

    baki Efendi eserinde şunları

    yazar:

    “Üç gün boyunca sohbet

    oldu. Tüm âşıklar mest ve med-

    huş oldular. Bu halden tüm

    gökyüzü memnun oldu. Tüm

    insanlar ve hayvanlar hay-

    ran kaldılar. Hatta âşıkân-ı

    meczubânın ‘hu hu’ nidaları her

    tarafa yayıldı, yer gökle birleşti.

    Bu an ise kıyamet gününden bir

    nişan oldu. Bu hâle tüm gökyü-

    zü ve melekler hayretle baktılar

    hayran oldular.”2

    “Tüm müridan çekilip gitti.

    Şeyh’in kimse kalmadı mı, so-

    rusu üzerine çevre arandı ve bir

    köşede kendinden geçmiş ola-

    rak Şeyh Hamid bulundu. Bu-

    rada irşadı tamamlandı. Hâce

    Alaaddin, Somuncu Baba Haz-

    retlerine kendisinin Diyar-ı

    Rum’a (Anadolu) gitmesi ge-

    rektiğini, orada irşad vazife-

    sinin devam edeceğini söyle-

    di. Somuncu Baba Anadolu’ya

    doğru yola çıktı. Fakat arkasın-

    dan buradaki sırları Anadolu’ya

    taşıyor diye dedikodu yaptılar.

    Bunun üzerine Hâce Alaaddin

    müridlerine, ‘Şeyh Hamid göz-

    den kayboluncaya kadar arka-

    sından bakın; eğer arkasına dö-

    nüp bakarsa bizim ve onun için

    korkulacak bir şey yoktur’ dedi.

    Somuncu Baba Hazretleri yolda

    giderken iki kez arkasını döne-

    rek baktı.”3

    Nazar etti, büyüklerin rah-

    meti geniş olduğu için dediko-

    dulara rağmen şehir halkının

    kurtuluşuna vesile oldu. Da-

    lalete düşmediler. Kısa bir za-

    man sonra Hâce Alaaddin vefat

    etti. Somuncu Baba Hazretleri

    ise Anadolu’ya ulaşmış, mânevî

    görevi yapmaya başlamıştır.

    Emir Sultan - Aşk Ateşi

    Somuncu Baba Hazretleri-

    nin Bursa’da hakiki hâlini ilk

    kez gören ve anlayan, onun fey-

    zinden istifade eden mânevîyat

    büyüğü Emir Sultan Hazretleri

    olmuştur. Somuncu Baba Haz-

    retleri ile Emir Sultan’ın ilk ta-

    nışması şu şekilde olmuştur:

    Somuncu Baba Hazretleri fırı-

    nın önünde ekmeklerin pişme-

    sini bekliyordu. Başında yeşil

    bir sarık üzerinde nohudî renk-

    KültürResul KESENCELİ

    HAYATINDAN KESİTLER

    MENKIBEVÎSOMUNCU BABA HAZRETLERİNİN

    Sule

    jman

    MU

    RATO

    VIC

    BURSA ULU CAMİ

  • Ocak 201234 35

    te bir elbiseyle bir genç adam

    geldi. Elinde küçük bir çömlek

    vardı. Göz göze gelmişler bir tek

    kelime etmemişlerdi. İki büyük

    şahsiyet hiç konuşmadan tanış-

    mışlardı. Emir Sultan çömleği

    pişirmesi için Somuncu Baba’ya

    verdi. Somuncu Baba çömleği

    fırına sokmak istedi, fakat çöm-

    lek fırına girmiyordu. Bunun

    üzerine Emir Sultan’a dönerek

    “Bu çömleği ancak sen fırına so-

    kabilirsin.” dedi. Emir Sultan,

    çömleği fırına sürdü fakat fırın

    soğuktu. Ateş yoktu fırında, fı-

    rın yanmıyordu. Buna rağmen

    Somuncu Baba fırının kapağını

    kapatarak birazdan pişer, biraz

    sonra çömleğini alırsın, dedi.

    Böylece iki gerçek dost birbiri-

    ni bulmuş; Emir Sultan Somun-

    cu Baba Hazretlerinin feyzinden

    yararlanmaya başlamış gerçek

    sırrına vakıf olmuştu.

    Yıldırım Bayezid Han, 1396

    Niğbolu Zaferinin bir nişanesi

    olarak Bursa Ulu Camiinin in-

    şasını başlatmıştı. Ulu Camii

    1399’da tamamlanmıştır. Hat-

    ta caminin inşası sırasında işçi-

    lerin ekmek ihtiyacını Somuncu

    Baba karşılamış kendi fırının-

    da pişirmiş olduğu ekmekleri

    işçilere dağıtmıştır. Dua, him-

    met ve bereket cami inşası bo-

    yunca da devam etmiştir. Ulu

    Cami’nin tamamlanmasından

    sonra İslâm dünyasında mevcut

    olan âdet üzerine açılışı Cuma

    günü yapılacak, ilk namazı kaza

    borcu olmayan birisi kıldıracak-

    tı. Yıldırım Bayezid de bu ulvi

    görevi (İmamet-Hitabet) dama-

    dı Emir Sultan’a vermek istiyor-

    du. Fakat Emir Sultan bu görev

    teklifi üzerine görevi kabul et-

    memiş ve Somuncu Baba (Şeyh

    Hamid-i Velî)’yı işaretle şunları

    söylemiştir:

    “Kutb-ı zaman ve Halife-i

    hakikat-i Habib-i Rahman hâlâ

    şehr-i Bursa’da iken bu faki-

    ri böyle hizmete layık ve şayan

    görmek münasip değildir. O ki

    sahib-i zaman ve kutb-ı daire-i

    imkândır. İlm-i zahirde efdal-

    dir.”

    Böylece o Ulu Caminin şa-

    nına, şöhretine yakışır şekil-

    de açılmasının ona ait olacağını

    dile getiriyordu. Somuncu Baba

    Hazretleri ise sırrının açığa çık-

    tığını anlıyor ve Emir Sultan’a

    “Hay Emir hay! Niçin bizi faş

    ettin?” diyor4 fakat yine de Ulu

    Caminin açılışı içinde harekete

    geçiyordu.

    Bursa Ulu Cami’nin açılı-

    şında hatiplik yapan Somuncu

    Baba Hazretleri Fatiha Suresi-

    nin yedi türlü tefsirini yapıyor-

    du. Bursa’da böylesine hutbe

    okuyan, insanları derinden et-

    kileyen biri daha görülmemiş-

    ti. Herkes şaşkınlık ve hayran-

    lık içerisinde Somuncu Baba

    Hazretlerini izlemiş ve kendi-

    sine bakakalmışlardı. Tüm in-

    sanlar onun büyük bir velî, za-

    manın kutbu, sultanı olduğunu

    anlamışlardı. Hutbesi sırasın-

    da zamanımızdaki bazı ulema-

    nın Fatiha Suresiyle ilgili bazı

    müşkülleri vardır, diyerek Mol-

    la Fenarî’nin tüm müşkülle-

    rini çözmesi camideki ulema,

    meşayıh ve insanları hayrete

    düşürmüş, hayranlıklara gark

    etmiştir. Hutbe sonrası Molla

    Fenarî -ki bu şahıs şeyhülislâm,

    müfti’ül- en’am ünvanını al-

    mış 21 yıl Bursa kadılığı yapmış,

    yüzden fazla eser yazmıştır- aya-

    ğa kalkarak cemaate şunları söy-

    lemiştir:

    “Şeyh Hamid-i Velî bize bu-

    radan hikmetler saçıyor. Ululu-

    ğunu gösteriyor. Fatiha’nın ilk

    tefsirini cemaatten herkes an-

    ladı, ikinci tefsiri ise buradaki-

    lerden ancak bazıları çözebildi.

    Üçüncü tefsiri çok az kimse an-

    layabildi. Dördüncü ve ondan

    sonra yapılan tefsirler bizim id-

    rakimizin dışındadır. Bunları

    yalnız kendisi anlayabilir.”5

    Molla Fenarî, bu manalardan

    aldığı ilhamla Fatiha-ı Şerife’yi

    tefsir eden bir eser yazmıştır.

    Bu eseri “Tefsir’ül Fatiha” veya

    “Ayn’ül-Ayan” olarak bilinir. Bu

    eser çok meşhurdur ve kayna-

    ğı Somuncu Baba Hazretleridir.

    Bu ise bizlere Somuncu Baba

    Hazretlerinin tefsirde de üstad

    olduğunu ispatlarken ledün il-

    minin ne kadar kıymetli olduğu-

    nu bir kez daha gösterir.

    Somuncu Baba Hazretlerinin

    Fatiha Suresinin yedi ayrı ma-

    nada tefsir etmesi onun (muta-

    savvıfların) iş’arî tefsirini çok iyi

    bildiğini kanıtlar. Bilhassa İbni

    Arabî mektebinin, Kur’an ve ha-

    dislerden çıkardıkları zahiri ma-

    nalar yanında bâtınî (mânevî)

    anlamlara muttali olduğunu

    göstermektedir.6 Bilindiği gibi

    mutasavvıflar fıkıh ve kelamcı-

    ların kullandığı nazar ve istiblâl

    metodundan ziyade tasfiye ve iş-

    raka dayalı bir mukaşefe meto-

    dunu izlemektedirler. Ayet ve

    hadisleri tefsir ederken de bu

    metoda başvururlar. Somun-

    cu Baba’da Fatiha Suresinin tef-

    sirinde bu metodu kullanmış,

    Fatiha Suresinin manaları-

    nı mânevî açıdan açıklamıştır.

    Öyle ki Somuncu Baba ledün il-

    minin bazı sırlarını Bursa halkı-

    na açıklarken namazın nasıl kı-

    lınması gerektiğini, namazda

    okunan Fatiha Suresinin önemi-

    ni ve içeriğini açıklamıştır. Yani

    insanlara; Yaratıcıya yapılacak

    olan ibadetin gerçek boyutunu

    göstermiştir.

    Hutbe ve namaz bittikten

    sonra cemaat elini öpmek için

    hücum etmiş Somuncu Baba

    Hazretleri caminin üç kapısın-

    dan aynı anda çıkmış, insanlar

    üç farklı yerde Somuncu Baba

    Hazretleriyle görüşmüşlerdir.

    Akabinde çilehanesine gitmiş

    ve bir daha ekmek yapmamıştır.

    Molla Fenarî, Somuncu Baba

    Hazretlerinden feyz almış le-

    dün ilmini okumuştur. Somun-

    cu Baba’nın vefatından sonra da

    halifesi Hacı Bayram-ı Velî Haz-

    retleri ile münasebetini devam

    ettirmiş, sohbetlerinde bulun-

    muş ve tâbi olmuştur.7

    Tevazu

    Zamanın mânevî büyü-

    ğü, mutasarrıfı olan Somuncu

    Baba’nın iki fırını vardı. İki fı-

    rında ancak doksan ekmek pi-

    şerdi. Kendisi ekmekleri iki kü-

    feyle merkebe yükler Bursa

    çarşısına gelirdi. Her gün aynı

    saatte geldiği için ne zaman ge-

    leceği halk tarafından da bili-

    nirdi. Günde iki kez sabah ak-

    şam ekmek getirir herkes gelen

    bu ekmekten alırdı. Kimileri de

    sırf onu görmeye gelirdi. Onu

    görmek ve ona yakınlaşmak in-

    sanlara büyük bir haz ve neşe

    verir, gönülleri huşu ile dolar-

    dı. Hatta merkebi dahi sadık bir

    köle gibi hareket eder o durursa

    durur yürürse yürürdü. Bu hâle

    alışan Bursa esnafı onu görme-

    den rahat edemez heyecanla

    çarşıya geliş zamanını bekler-

    lerdi. Ekmeğini satarken “So-

    munlar, mü’minler somunlar…”

    diye satardı. Pişirdiği ekmeği-

    ni mü’minlere arz etmesinin se-

    bebi ehlullahın güzel şeylerinin

    mü’minlere nasip olması sırrın-

    dan kaynaklanmaktadır.8 So-

    muncu Baba Hazretleri mânen

    ve maddeten lezzetli olan ekme-

    ği, tavır ve davranışları ile halkı

    derinden etkilemiş halk arasın-

    da kendisine karşı sıcak bir sev-

    gi seli ve yumağı oluşmuştur.

    Somuncu Baba Hazretlerinin

    melâmet neşvesi insanları ken-

    disine yaklaştırırken kendisinin

    esas gayesi mânevî makamını

    gizlemek halk içerisinde Hakk’la

    olmak olduğu gibi örnek dav-

    ranışlarıyla da insanları etkile-

    mek ve yönlendirmektir. Ken-

    disini gizlemekten hoşnut olan

    Somuncu Baba Hazretlerinin

    zamanın kutbu olduğunu kim-

    se bilmiyor, kendisine Ekmekçi

    Koca, Somuncu Baba adını veri-

    yorlardı. Böylece hem insanlara

    yardım ediyor hem de gizliliğini

    muhafaza ediyordu.

    İ. Palakoğlu, Gönüller Sultanı Es-Seyyid Osman Hu-lusi Efendi (k.s), Ankara, 2005, s, 4

    2. Es-Seyyid Abdulbakî Efendi, H. 1156 tarihli Taba-kat Kitabı, Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplığı, Kitap No: 650, Tasnif No: 297, s. 10,11.

    3. Seyyid Abdulbaki Efendi, a.g.e., s. 11,12.; Ahmet Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba ve Neseb-i Âlisi, İstanbul 1995, s. 42,43.

    4. Seyyid Abdülbaki Efendi, a.g.e., s. 13-14; M. Ali Cengiz - Y. Adıgüzel - M. Gülseren, Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli), s. 22, Ankara 1965. s. 23.

    5. Sarı Abdullah Efendi, Semarat’ül Fuad, 1288, İstan-bul, s. 231-232.; Mehmet Ali Ayni, Hacı Bayram-ı Veli, İstanbul, 1343; İsmail Hakkı Bursavî, Silsile-i Tarik-i Celveti, İstanbul, 1291, s. 72.

    6. Kamil Yılmaz, “XV. Asır Anadolu Mutasavvıfları arasında Somuncu Baba’nın Yeri” Somuncu Baba ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Sempozyumu Tebliğleri, s.17-21.; Akgündüz, a.g.e., s. 49.

    7. Lami Çelebi, Nefahatü’l-Üns Tercümesi, s. 833; Kamil Yılmaz, a.g.m., s. 17-23.

    8. Seyyid Abdülbaki Efendi, a.g.e., s. 12-13; Akgündüz, a.g.e, s. 46.

    Dipnot

  • 37Ocak 201236

    MEVLÂ’M SANA…

    Bir yüreği aşk oduna; Serip geldim Mevlâ’m sana!.. Her zerremi “Nûr” adına; Sarıp geldim Mevlâ’m sana!..

    Emânet mi, can esrârım? Lütfet dinsin intizârım!.. Kulum, var mı itibârım? Sorup geldim Mevlâ’m sana!..

    Tesbihtedir tevhid çarkı; Yedi nefsim eler farkı!.. Her nefeste umut, korku; Derip geldim Mevlâ’m sana!..

    Böyle düştüm hâlden hâle; ‘Sabır’ dedim her melâle!.. Koca ömrü bir ikbâle; Verip geldim Mevlâ’m sana!..

    Duyan Sen’sin hoş sadâmı; Arş’ı tutan aşk nidâmı!.. Bu kullukta öz ma’nâmı; Karıp geldim Mevlâ’m sana!..

    Asrın yükü var başımda; Hasretin var göz yaşımda!.. Bu hikmeti her işimde; Görüp geldim Mevlâ’m sana!..

    Rıfat ARAZ

    Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

    ÂSIM b. ADÎ (R.A.)Adı : Asım b. Adî

    Künyesi : Ebû Amr, Ebû Abdullah

    Doğum yılı : M. 550 civarında

    Doğum yeri : Medine

    Baba adı : Adî b. el-Cedd el-Belevî el-Aclânî el-Ensârî

    Anne adı : Tespit edilemedi

    Eş(ler)i : Ümmü Sehle

    Akrabaları : Abdurrahman b. Avf damadıdır.

    Oğulları : Ebü’l-Beddâh, Abdullah, Abbâd

    Kızları : Sehle.

    Kabilesi : Aclân

    İslam’a girişi : On yıldan az olmalı

    Sohbet süresi : Hicret sonrası Medine’de olmalı

    Rivayeti : Birkaç rivayeti var

    Yaşadığı yer : Medine

    Mesleği : Aclan Oğulları’nın ileri geleni (seyyidi)ydi.

    Hicreti : Yok

    Savaşları : Bedir hariç bütün savaşlara ka-tıldı.

    Görevleri : Bedir savaşına giderken Hz. Peygamber (s.a.v) onu Medine’nin Kubâ ve Âliye

    bölgesi halkının başında bıraktı. Yine onu Mâlik

    b. Duhşûm ile birlikte Mescid-i Dırâr’ı yıkmak için

    görevlendirdi.

    Fiziki yapı : Kısaya yakın boylu idi. Saç ve sakalını kına ile boyardı.

    Mizacı : Cömert biriydi. Tebük Seferi ön-cesinde orduya yetmiş vesk hurma bağışladı.

    Ayrıcalığı : Hz. Peygamber (s.a.v)’in emri ile Kuba’daki nöbeti sebebiyle Bedir Savaşı’na ka-

    tılmadığı halde “Bedrî” sayılmış ve kendisine ga-

    nimetten de pay verilmiştir. Hayber’de onun ga-

    nimetten alacağı hisse Hz. Peygamber (s.a.v)’in

    hissesiyle beraberdi.

    Ömrü : 115 veya 120 yaşlarında

    Ölüm yılı : H. 45

    Ölüm yeri : Medine

    Ölüm sebebi : Yaşlılık

    Hakkında : Karısını biriyle zina ederken ya-kalayan kimsenin “yeminleşmesi” (mülâane) ile

    ilgili rivayetlerin çoğunda konuyu Hz. Peygam-

    ber (s.a.v)’e soran kişidir. Ölmek üzereyken ailesi-

    nin ağlaması üzerine: “Bana ağlamayın, ben epey

    ömür yaşadım, görüp geçirdim…” demiştir. Bir

    gün Allah yolunda yüz vesk hurma bağışlayınca

    münafıklar ileri geri konuşmuşlar ve bunun üze-

    rine Tevbe Suresi 80. ayet inmiştir.

    Hadisleri : Ben ve kardeşim, Huneyn gani-metlerinden yüz hisse satın almıştık. Bunu işiten

    Hz. Peygamber bana şöyle buyurdu: “Ey Âsım!

    Sahibinin kaybettiği bir koyun sürüsüne saldıran

    iki kurt, Allah nazarında mal ve makam sevgisin-

    den daha fazla zarar veremez!”

    Kaynaklar : İstîâb, I. 236; İsâbe, III. 572; Üsd, I. 554; DİA, III. 474; Müsned, V. 334-337;

    İbn Sa’d, Tabakât, III. 466; Taberânî, el-Kebîr,

    XVII. 173.

    *Prof. Dr.

  • 39Ocak 201238

    EdebiyatMusa TEKTAŞ

    Bir Müslüman’ın, Rabbine, ken-disine, ailesine, yakın çevresine ve içinde yaşadığı topluma kar-şı sorumlulukları vardır. Müslüman’ın diğer in-

    sanlarla sevgi ve saygıya dayalı ilişkiler kuran

    bir şahsiyete sahip olması için gerekli hususlar

    Kur’ân ve sünnette açıkça belirtilmiş, büyükleri-

    mizin hayatında yaşanarak örnek gösterilmiştir.

    «Müslüman şahsiyeti» eşsiz ve örnek insan tipi-

    dir. Kur’ân ve sünne-

    tin ortaya koyduğu bu

    değerlerle donanan bir

    Müslüman, toplum içinde

    üstün özelliklere sahip birey

    olarak seçkin bir konuma yük-

    selmiş olur.

    Şahsiyetiyle ve duruşuyla müm-

    taz bir kişiliğe sahip olan “Altın

    Silsile”den Cafer-i Sâdık Hazretleri ha-

    yatının her safhasını itimat üzere yaşa-

    mıştır. 17 Rebîulevvel 80/23 Mayıs 699

    tarihinde Medine’de dünyaya gelen Cafer-i

    Sâdık (k.s.), Muhammed Bâkır (ö.114/733)’ın

    büyük oğludur. Künyesi Ebû Abdillah, lakabı Es-

    Sâdık’tır. O, sözlerinin doğruluğu ve hiçbir za-

    man yalan söylemediği için Sâdık lakabını almış-

    tır.1 Onun soyu baba tarafından Hz. Peygamber

    (s.a.v.)’e, anne tarafından Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e

    dayanır.2 İlimle meşgul olan Cafer-i Sâdık, ortaya

    koyduğu görüşleriyle fıkıh, hadis ve kelâm alanla-

    rında önemli bir yere sahiptir.

    İkinci Abbasî halifesi Ebû Cafer Mansur’un

    kendisini sık sık ziyaret ettiği ve fikirlerine baş-

    vurduğu rivayet edilmektedir. Nakledildiğine

    göre, bir gün Halife Mansur’un yüzüne bir sinek

    konar. Halife Mansur, her ne kadar sineği kovar-

    sa da onu uzaklaştırmaya muvaffak olamaz. O sı-

    rada Cafer-i Sâdık Halife’nin yanına gelir. Hali-

    fe Mansur: “Allah (c.c.)’ın sineği yaratmasındaki

    hikmet nedir?” diye sorunca, Cafer-i Sâdık: “Za-

    limlere ve kendine güvenenlere, bir sineğe bile

    güç yetiremediklerini göstermektir.” cevabını ve-

    rir.3

    Cafer-i Sâdık, 25 Şevval 148/16 Aralık 765 ta-

    rihinde, Medine’de vefat etmiş ve Bâki’ mezarlığı-

    na defnedilmiştir.4

    Sâdıkane Öğütler

    Cafer-i Sâdık, ahireti; “İlâhî adaletin gereği bir

    başka yaşayışın yaratılması” olarak tanımlar. Ona

    göre, kıyamet gününde kimin iyilikleri kötülüle-

    rinden çoksa o cennete girer, şirk olmaksızın ki-

    min iyilik ve kötülükleri eşitse kolay bir hesapla

    hesaba çekilir, kimin de günahı çoksa ve e�


Recommended