Başyazı Sebahaddin ATEŞ
SOMUNCU BABA VE BURSA
Bursa is a city of culture functioning as a bridge between the past and present and each of its streets were embroidered with the Ottomon motifs.
When Bursa said, we first remember Somuncu Baba, who lived between 1331- 1412, whose tomb is in Darende now, and spent some of his life in this eximious Ottoman city.
Sultan Yıldırım Bayezit made Great Mosque of Bursa built between the years 1396-1400. With its rectangular design and having three big entrances, it is the biggest and the most glorious masterwork of all the multiple dome mosques.
In this issue, we commemorate Somuncu Baba, whose name is also the name of our journal, and Bursa.
SOMUNCU BABA AND BURSA
Bursa tarihle günümüz arasında köprü vazifesi yapan, her sokağı Osmanlı nakışlarıyla motif motif
işlenmiş bir kültür şehridir.
Bursa deyince bizim aklımıza ilk önce Somuncu Baba Hazretleri gelir. 1331-1412 tarihleri arısında
yaşayan, kabr-i şerifi Darende’de bulunan bu yüce zatın hayatının bir bölümü bu güzide Osmanlı şeh-
rinde geçmiştir.
Somuncu Baba adıyla bilinen Şeyh Hamid-i Veli (k.s.) mânevî bir emir üzerine Anadolu’ya gelip,
Bursa’ya yerleşir. Talebesi Hacı Bayram-ı Velî de sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyaret ederdi. Hami-
düddin Hazretleri, zahirî ve batinî ilimleri tamamlayıp kutupluk makamına ermekle birlikte daima
manevî sırlarını gizlerdi. Geceleri hamur yoğurur, ekmek pişirir ve ertesi sabah da kendi fırınında pi-
şirdiği ekmekleri halka dağıtırdı. Pişirdiği ekmekleri çarşı pazar dolaşıp dağıtırken “Somunlar Mümin-
ler!” diye söylemesi dikkat çekici bir husustu. Onun ekmeklerinin lezzetine doyum olmazdı. Sırtında-
ki ekmek küfesiyle ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Halk bu
fırıncıya “Somuncu Baba” lakabını takmıştı. Bu fırın bugün Bursa’da Molla Fenari Mahallesi diye bili-
nen bir semttedir.
Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri Ulu Cami’nin açılış hutbesini okumuş, hutbede Fatiha Suresini yedi
farklı şekilde yorumlamıştır. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine
büyük bir teveccüh ve tazim göstermiştir.
Bursa Ulu Cami, Sultan Yıldırım Bayezit tarafından 1396–1400 yıllarında yaptırılmıştır. Dikdört-
gen planlı ve üç büyük giriş kapısı olan cami, çok kubbeli camilerin en büyük ve en şaheser örneğidir.
Caminin, on iki kare ayak üzerine kesme taştan yapılmış kalın beden duvarlarına oturan yirmi kubbesi
vardır. Orta eksendeki kubbenin aydınlık feneri altında da on altı köşeli havuzu ve üç çanaklı fıskiyesi
olan bir şadırvan bulunmaktadır. Ceviz ağacından yapılmış minberi ağaç işçiliği yönünden bir başya-
pıttır. Ahşap kapıları motiflerle bezenmiştir. Caminin içinde bulunan yazılar, hat sanatının özgün ör-
nekleri arasında gösterilmektedir. Mimarisi, ahşap işçiliği ve içindeki yazı sanatları bakımından Ulu
Cami’nin Bursa’daki eserler arasında ayrı bir yeri vardır.
Dergimizin adını aldığı Somuncu Baba Hazretlerini ve Bursa şehrini bu sayıyla gönülden selamlı-
yoruz…
42
58 70 84
NİYET ETTİM ALLAH RIZÂSI İÇİN! - Ali AKPINAR (06)
EZAN - Bilal YAVUZ (13)
OSMANLI ŞEHRİ BURSA - Meryem Aybike SİNAN (14)
El-HAK - Ramazan ALTINTAŞ (18)
ÇINARLARIN EFENDİSİ - Bilal KEMİKLİ (22)
HAYAT-MEMAT SORGUSU- Mehmet SERTPOLAT (25)
İSMAİL HAKKI BURSEVÎ - Kadir ÖZKÖSE (26)
ÂSIM B. ADÎ - Bünyamin ERUL (34)
MEVLÂ’M SANA - Rıfat ARAZ (35)
MÜSLÜMAN ŞAHSİYET - Musa TEKTAŞ (36)
SEHERDE - Âşık FEYMÂNÎ (41)
YANLIŞ YERDE HARCANAN ENERJİ - Enbiya YILDIRIM (46)
BURSA’NIN MANEVÎ COĞRAFYASI - Mustafa ÖZÇELİK (50)
BURSA DÜŞLERİ - M. Nihat MALKOÇ (53)
AİLEDE SAĞLIKLI İLETİŞİM - Rukiye KARAKÖSE (54)
KIŞ RUBAÎLERİ-II - Bekir OĞUZBAŞARAN (57)SEFERÎLİK HÜKÜMLERİ - Abdullah KAHRAMAN (60)
MİLLETVEKİLLERİNE ÖĞÜTLER - Muharrem AKIN (64)
İNANMA VE GÜVENME PSİKOLOJİSİ - M. Doğan KARACOŞKUN (66)
DÖRT HASLET - Hanifi KARA (69)
GÖNLÜ MA’MÛR EYLEMEK - Vedat Ali TOK (72)
BU TOPRAK NELER GÖRDÜ - Fazıl Ahmet BAHADIR (75)
KÜTAHYA VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)
SEVGİNE MUHTACIM - Hızır İrfan ÖNDER (79)
SERVET’İN ADAĞI - Raziye SAĞLAM (80)
YOLCU OLAM DAĞLARA - Celalettin KURT (83)
PORTAKAL - Şifalı Bitkiler (86)
HATAY TEPSİ KEBABI - Mesude SARI (87)
GÖNLÜMÜZEİSTİKÂMET VERELİM
EĞİTİMCİNİNÖZELLİKLERİ
YARIYIL TATİLİ’NDE
ÖKSÜRÜK NEDENLERİ
SOMUNCU BABA’NINMENKIBEVÎ HAYATI
AHMET YESEVÎVE YOL EVLADI GELENEĞİ
10Atalarımız gönülsüz yapılan işin, yenilen aşın bile ya karın ya da baş ağrıtacağını söylerler. Hatta onlar “Gönülsüz namaz, göğe ağmaz.” diyerek, Allah katında makbul olması için namazın gönlün derinliklerinden gelen bir huşû içinde kılınması gerektiğini dile getirdiler.
Sultan Süleyman, her alayın durduğu yere gidip, her sancağın dibinde ellerini kaldırıp dua etmekte ve gözlerinden yaş dökülmekteydi. Bunu gören bütün ordu yerlere kapanıyor, padişah uğruna canlarını feda edeceklerine yemin ediyorlardı.
Çocukların ikinci döneme dinlenmiş olarak girebilmeleri için ailelerin ders çalışması konusunda çocukların üzerlerindeki psikolojik baskıyı kaldırmaları gerekir.
Öksürük genellikle üst ve alt solunum yollarındaki irritasyon sonucu görülüyor. Ayrıca zatürree, akut ve kronik bronşit, amfizem, astım bronşektazi ile tüberküloz...
Somuncu Baba Hazretlerinin Bursa’da hakiki hâlini ilk kez gören ve anlayan, onun feyzinden istifade eden mânevîyat büyüğü Emir Sultan Hazretleri olmuştur.
Bu büyük insanın Türkistan coğrafyasındaki öğretilerinin ve haliyle de hizmetlerinin; Merkezi Asya’da, Ortadoğu, Anadolu, Kafkasya ve Balkan coğrafyalarına taşınması...
30Mehmet AKKUŞ
Ali ÖZKANLI M. Emin KARABACAK Akın DİNDAR
Resul KESENCELİ Abdülkadir YUVALI
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 135 Ocak 2012 Basım Tarihi: 01 Ocak 2012
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak ORHAN GAZİ TÜRBESİ / BURSA
Foto: Sulejman MURATOVIC
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Saliha AYATA
Reklam Yusuf YILMAZ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Bizim Repro Ofset ve Matbaacılık Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20
Tek Sayı : 8 TL - Kurum Abone : 140 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 85 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 134 dahiliyi arayınız.
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
Ocak 20126 7
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Ey zülf-i perî şîve-i reftâr ile bir şeb
Varımı alıp hep
Koydun beni beytü’l-hazen-i firkate tenhâ
Ey Yûsuf-ı zîbâ
Göz yumsam eğer gayrıdan ey şûh seni görsem
Hâlin nice bilsem
Tîr-i sitemin eyledi bu sînemi gör tâ
Zenbûr evi âsâ
Hâk-i derine yüz sürerek eylesem âhı
Görsem yüzü mâhı
Mecnûn-sıfât boynuma zincîr urup ammâ
Varsam sana Leylâ
Bülbülleri nâlânım ile vakt-i seherde
Koydum bu haberde
Ruhsârın anıp vaslını etdikçe temennâ
Ey şûh-ı dil-ârâ
Hulûsî’yi bezminde sezâ-yı niam eyle
Lutf u kerem eyle
Tek aç yüzünü varını hep eyle de yağma
Ey dîdesi şehlâ
9Ocak 20128
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
Müslüman, her zaman, her yerde ve her konu-da Allah’a teslim olan kişidir. Allah’a teslimi-yetin anlamı, her konuda O’na bağlı olmak, O’nun emirleri doğrultusunda hareket etmek, O’nun yardımını
hak etmek için gayret etmektir.
Müslüman, her işine besmele çekilebilen kişidir. Çünkü o, ba-
şında besmele çekemeyeceği işleri yapmaz. Bir hadislerinde Pey-
gamberimiz, “Besmele ile başlamayan her iş bereketsizdir.”1 bu-
yurur. Buna göre önemli işlere başlarken besmele çekilir, zaten
önemsiz işler Müslümânâ yakışmaz. Müslüman Allah adına,
O’ndan izin/onay alarak iş yapan kimsedir. Bir işin başında bes-
mele çekmek, o işe Allah’tan onay almak demektir. Allah’ın onay-
lamadığı işler ise, haram, günah olan işlerdir. Haram ve günah
olan işlere başlarken ise besmele çekilmez. Böyle işler Müslümânâ
yakışmaz.
Şöyle bir düşünürsek, Peygamberimiz her işine besmele çek-
miş, her işini ibadete dönüştürmüş bir kişidir. Yatağından kalk-
tığında Allah’ı anan, tuvalete girmeden önce okuduğu duasın-
da Bismillah diyen, abdesti-namazı-duası besmele ile başlayan,
Kur’ân okuması ve sohbete, yemeye içmeye besmele çekerek baş-
layan bir peygamberimiz var. Ancak bütün bunları o, bilinçli ola-
rak söylemiş ve bunların gereklerini yerine getirmiştir. O, diliy-
le besmele çektiği halde, diliyle “Allah’ın adıyla” dediği halde,
asla Allah’ın ölçülerine aykırı davrananlardan olmamıştır. Bu an-
lamda besmele, Müslümanların söylem ve eylemlerine vurulmuş
ilahî bir damga ve patenttir. Bu patentli işlerin adı ise İslam’da
sâlih ameldir. Sâlih amel, dünya ve âhirette hem sahibine, hem
başkalarına hayrı dokunan iyi-güzel işlerin tamamıdır.
Niyetin Asıl Yeri Kalptir
Peygamberin izinde giden Müslüman da onun gibi olmak du-
rumundadır. Bu şekilde o, söylem ve eylemlerini ibadete dönüş-
türmesini bilen kimsedir. Bir söylemin ve eylemin ibadete dönü-
şebilmesi için ise, onların gönülden Allah için yapılması şarttır.
“Niyette asıl olan kalbin, o işe hazır olması ve
o işin Allah için, içtenlikle yapılmasıdır. Bunun
için niyetin asıl yeri kalptir, asıl niyet o işe
kalbin karar vermesidir.”
ETTİM ALLAH RIZÂSI İÇİN!
NİYETSu
lejm
an M
URA
TOVI
C
Ocak 201210 11
Çünkü tüm davranışlara Allah
katında değer kazandıran niyet-
lerdir. Bu yüzden niyet, ibadet-
lerin temel ruknü sayılmıştır.
Ancak niyet sadece dilin, “Niyet
ettim Allah rızâsı için şunu yap-
maya.” demesinden ibaret değil-
dir. Niyette asıl olan kalbin, o işe
hazır olması ve o işin Allah için,
içtenlikle yapılmasıdır. Bunun
için niyetin asıl yeri kalptir, asıl
niyet o işe kalbin karar vermesi-
dir. Dil ile niyet, kalbi hazırlayan
yan unsurdur. Bir kimse kalbiy-
le niyet ettikten sonra, diliyle ni-
yet etmese bu niyeti geçerli olur.
Ancak kalbi hazır olmadığı hal-
de, diliyle niyet etse bu niyeti ge-
çerli olmaz. Bu nedenle kalp, bir
hayırlı işe hazır olsa ve ona az-
metse, dil ile niyet ettim denme-
se, hatta dil yanlışlıkla farklı bir
şey söylese kalbin niyeti esastır.
Sözgelimi sabah namazı vak-
tinde bir kimse, kalbiyle sabah
namazını kılmaya azmetse, dili
ise yanlışlıkla “Niyet ettim öğle
namazını kılmaya…” dese kıldı-
ğı namaz geçerli olur. Ancak kal-
biyle öğle namazına niyet eden
bir kimsenin dili “Niyet ettim sa-
bah namazını kılmaya…” dese,
o kıldığı sabah namazı geçer-
li olmaz. Çünkü bir amele değer
kazandıran niyettir, niyette asıl
olan ise kalbin kararıdır.
Bu yüzden dilleriyle söyledik-
leri imanları, içtenlikle yapma-
dıkları amelleri gönülden gelme-
diği için münâfıkların imanları
ve amelleri kabul edilmemiştir.
Şöyle ki Müslümanlar gibi
kelime-i şehâdet getirdikleri, na-
maz kıldıkları, infak ettikleri, ci-
had ettikleri halde münâfıkların
bu amelleri Allah katında kabule
şayan ameller olmamıştır. Çün-
kü onlar, bütün bunları Allah’a
inanarak, O’nun emri olduğu
için ve O’nun rızâsını kazanmak
için yapmamaktadırlar. Onların
derdi, dünyevî menfaatler yahut
Müslüman olmadıkları takdir-
de karşılaşabilecekleri güçlük-
lerden kurtulmaktır. Söyledik-
leri sözler ve işledikleri ameller
onların kalplerinde yer etmemiş-
tir, onların kalpleri bunlara ha-
zır hale gelmemiştir. Nitekim bu
hususta Kur’ân’da şöyle buyru-
lur:
“Münâfıklar sana: ‘Senin
şüphesiz Allah’ın peygamberi
olduğuna şehâdet ederiz.’ der-
ler. Allah, senin kendisinin pey-
gamberi olduğunu bilir; bunun
yanında Allah, ikiyüzlülerin ya-
lancı olduklarını da bilir.”2
Peygamberimiz zamanın-
da münâfıklar, peygamberimi-
zin huzurunda kelime-i şehâdeti
getiriyorlardı. Yeminler ederek
Müslüman olduklarını söylüyor-
lardı. Onlar Arapçayı bildikle-
ri için, bunu anlayarak söylüyor-
lardı. Mânâsını anlıyorlardı, ama
kalben inanmıyorlardı. Yüce
Rabbimiz, indirdiği âyetinde on-
ların yalancılar olduğunu be-
lirtmiştir. Onlar yalancılardır,
ancak onların söyledikleri Mu-
hammed Allah’ın Rasülüdür
sözü doğru bir sözdür. Çünkü bu
sözü söyleyen Yüce Allah’tır. El-
bette doğru bir söz, yalancı biri-
nin ağzından çıkmakla yalan ol-
maz. Ancak inanmadığı sürece,
diliyle doğru bir sözü söylemek,
yalancıya bir şey kazandırmaz.
Bozuk Niyetliler: Elbise Giydirilmiş
Keresteler
Bu yüzden sonraki âyette
münâfıklar, “elbise giydiril-
miş yahut duvara dayalı du-
ran kalaslar”a3 benzetilmiştir.
Evet onlar, dış görünüşleri iti-
barıyla elbiseler giyinmiş kimse-
lere benzemektedir. Ama o elbi-
selerin içerisinde gerçek adamlar
bulunmamaktadır. Yahut onlar,
duvarda dayalı duran kalaslara
benzemektedirler. Onların can-
lılara fayda verecek dalı yapra-
ğı, meyvesi yoktur. Yine onlar,
bir binâda işlevi olan bir sütun,
bir direk, bir ağaç da değildirler.
Boşu boşuna ve anlamsızca du-
varda dayalı kütükler gibidirler.
İşte inanmadan iyi-güzel şeyler
yapanların durumu böyledir.
Bu söylediklerimizden
İslam’ın şekle, dış görünüşe hiç
önem vermediği anlaşılmama-
lıdır. Zira İslam, şekil-mânâ,
beden-ruh, kabuk-öz birlikte
ele alır. Ancak asıl olan ruhtur,
mânâdır, özdür. Dış görünüş, iç
dünyayı tamamlayan unsurdur.
Nitekim namaz, hac gibi pek çok
ibadetin şekil yönünün de ağır
bastığı malumdur. İç dünyala-
rında iman kökleşmemiş olan
münâfıklarla ilgili İslam tarihin-
de somut örnekleri de vardır:
Pek çok münâfık, peygamberimi-
zin mescidinde namaz kılıyordu,
peygamberimizle beraber cephe-
lere gidiyordu. Nitekim sürekli
peygamberimizin mescidine de-
vam eden İbn Übey, münâfık ol-
duğu için Müslümanlardan sa-
yılmamış, vefat ettiği zaman
Peygamberimiz onun cenaze na-
mazını bile kılmamıştı.4 Peygam-
berimizin safında kâfirlere kar-
şı savaşırken ölen Kuzman isimli
şahıs, münâfık olduğu için şehid
sayılmamıştır. Zira o, Yüce Allah
ve O’nun dinini yüceltmek için
değil, kahramanlığını göstermek
ve ganimet elde etmek için sava-
şa katılmıştı. Çünkü onun niyeti
bozuktu.
O Yolda Olmak ve Uğurda Ölmek Gerek!
Öte yandan hicret yolunda
hastalanıp vefat eden Müslüma-
nın hicret ameli kabul edilmiştir.
O Müslüman hedefine ulaşama-
mıştır, ama sevâba nâil olmuştur.
Çünkü onun niyeti, Medine’ye
hicret edip Peygamberin safına
katılmaktı. Hasta halinde hicret
için çıktığı yolda vefat eden Cün-
deb b. Damre hakkında inen âyet
şöyledir:
“Evinden, Allah’a ve pey-
gamberine hicret ederek çıkan
kimseye ölüm gelirse, onun ec-
rini vermek Allah’a düşer. Allah
bağışlar ve merhamet eder.”5
Rivâyet edildiğine göre Cün-
deb b. Damre, hicret yolunda
ölümünün yaklaştığını hissetti-
ğinde sağ elini sol eline vurma-
ya başlayarak, “Allah’ım, bu se-
nin için; bu, Resulün için... Sana
Resûlü’nün biat ettiği her husus-
ta ben de biat ediyorum.” de-
miş ve daha sonra vefat etmiş-
tir. Cündeb’in bu haberi ashâba
ulaşınca, onlar “Medine’de öl-
seydi, daha hayırlı olurdu.” de-
diler. Bunun üzerine bu âyet
nazil oldu. Buradan yola çıkan
ilim adamlarımız, “Kim, Allah’a
itâata niyetlenir, ama sonra onu
tamamlaya mazsa, Allah, o tâatin
tamamının mükâfatını takdir
edip ona yazar. Bu tıpkı, sıhhat-
li iken yaptığı tâati yapamayan,
böylece de kendisi için o amelin
tamamının mükâfatı takdir edi-
lip yazılan hastanın durumuna
benzer.” demişlerdir.6 Bu örnek
olaydan da anlaşılacağı üzere
Hz. Cündeb, hicretini tamamla-
yamamış, ancak ona niyet etmiş,
bu niyetini gerçekleştirmek için
de seferber olmuştur. Ancak onu
tamamlayamamıştır. Fakat o, bu
azim ve kararlılığı sebebiyle hic-
ret sevabını almıştır. Öte yandan
Mekke’den Medine’ye göç ettiği
halde, Allah için değil de bir dün-
yalık elde etmek için yola çıkan-
lar, hicret sevabı alamamışlar,
gerçek muhâcirlerden sayılma-
mışlardır. Nitekim niyet hadisin-
de Peygamberimiz, “Bir kadın-
la evlenmek yahut bir dünyalık
elde etmek için yola çıkıp göç
eden kimse, o kadının yahut he-
deflediği o dünyalığın muhaciri
olur.”7 buyurarak bu gerçeğe dik-
katleri çekmiştir.
O halde söylemlerimizin ve
eylemlerimizin Allah katında an-
lamlı ve değerli olması için önce
niyetlerimizi gözden geçirelim.
Kim için söylüyoruz, ne için ey-
liyoruz? Söylediklerimizde ve
yaptıklarımızda asıl amaç nedir?
Asıl amaç, Yüce Allah’ın rısâsını
kazanmak, sırf Allah emrettiği
için yapmak, Allah yasakladığı
için kaçmak mı, yoksa bazı bek-
lentiler için mi yapıp ediyoruz
yaptıklarımızı? Yüce Allah’ın ha-
tırı mı, insanların hatırı mı? Yüce
Allah’ın razı olup sevdiği kimse-
lerin arasına girmek için mi va-
rız, yoksa fanî şeylerin peşin-
de mi koşuyoruz? Öyleyse tüm
söylem ve eylemlerimize bir kez
daha niyet edelim. “Niyet ettim
Allah için söylemeye ve eyleme-
ye…” diyelim ve bu sahih niyetle-
rimizin gereğini yerine getirelim.
1 Müsned:2/259.2 63/Münâfikûn, 1.3 63/Münafikûn, 4.4 Bkz. 9/Tevbe, 84.5 4/Nisâ, 100.6 Fahreddîn Râzî, Tefsîr.7 Buhârî, Bed’ü’l–vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5,
Menâkıbu’l–ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155.
Dipnot *Prof. Dr.
Beki
r SAR
I
13Ocak 201212
Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ*
Gönül üzerine ne yazılsa azdır. Asırlar var ki mutasavvıflarımız, şairlerimiz bu ucu bucağı olmayan ummân hakkında yazı-lar yazdılar, şiirler kaleme aldılar. Kimi bu gönlü
bir eve, kimi sırça saraya, kimi de bir ülkeye ben-
zetti. Evlere, saraylara, ülkelere yollar olduğu gibi
gönülden gönüle giden yollar olduğu da hepimiz-
ce malumdur. İnsanlar zâhiren boyun eğseler de
hoşlanmadıkları işler için gönülleri ferman din-
lemediğinden içlerindeki itirazı dışa vurmazlar.
Atalarımız gönülsüz yapılan işin, yenilen aşın bile
ya karın ya da baş ağrıtacağını söylerler. Hatta
onlar “Gönülsüz namaz, göğe ağmaz.” diyerek,
Allah katında makbul olması için namazın gön-
lün derinliklerinden gelen bir huşû içinde kılın-
ması gerektiğini dile getirdiler. Her insanın gönlü
bir âlemdir. Orada nelerin olup bittiği, hangi sev-
gilerin, nefretlerin yattığını kişi ancak kendi bilir.
İnsanları zâhirine, kılık kıyâfetine, konuşmasına,
zenginlik ve fakirliğine baka-
rak tanımak her zaman mümkün
olmayabilir. Ancak herkesin matlu-
bu olan özü-sözü, konuşması-ameli velhasıl
içi-dışı bir olan insandır. Rabbimiz, içimizden ge-
çeni de işlediğimiz amelleri de hakkıyla bilir.
Neyi hangi niyetle yaptığımızı, birilerine yalan
söyleyip dürüst davranmadığımızı, yapamayaca-
ğımız şeyler için vaatte bulunduğumuzu O bilir.
O’nun rızâsına muhâlif olan amellerimizi düzelt-
meli, niyetimizle amelimizi sâlih eylemeliyiz.
Gönlümüz fitne-fesadın, kin ve nefretin, ha-
set ve kıskanmanın, aşırı dünya sevgisinin, arka-
daşları, dostları, komşuları ve çeşitli sebeplerle
iş ilişkisinde bulunduğu kişilere karşı içten pa-
zarlığın yer almadığı saflıkta olmalıdır. Allah’ın
nûruyla münevver olan kalpte bu kötü hasletle-
GÖNLÜMÜZE
VERELİM
İSTİKÂMET“Atalarımız gönülsüz yapılan işin, yenilen aşın bile
ya karın ya da baş ağrıtacağını söylerler. Hatta onlar
“Gönülsüz namaz, göğe ağmaz.” diyerek, Allah katında
makbul olması için namazın gönlün derinliklerinden gelen
bir huşû içinde kılınması gerektiğini dile getirdiler.”
re aslâ muhabbet hâsıl olmaz. Pey-
gamber Efendimizin ifadesiyle, in-
san bedeninde bu mekân ne kadar temiz
olursa bedenimiz de o kadar sağlam olur. Kalbi
ve bedeni sağlam insanların bulunduğu ortam ise
her zaman huzurlu olur.
Bunun için gönlümüzde Allah sevgisi yer et-
meli, amellerimiz O’nun buyruklarına muvâfık,
Rasûlü’nün sünnetine uygun olmalıdır. Zaten
Allah’ın râzı olduğu mü’minler de böyle olanlar-
dır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmak-
tadır: “Kıyamet gününde ne mal ne de evlâtlar
fayda verir! O gün ancak Allah’a kalb-i selîm ile
varanlar kârlıdır.” (26/Şuarâ, 26)
Hulûsi Efendi (k.s) de aşağıdaki gazelinde her
gönülde bir sevginin var olduğunu, Allah’ın kulla-
rına kem-nazarla bakılmaması gerektiğini, insan-
ların zâhirine bakarak onlar haklarında müsbet-
menfî hüküm verirken acele edilmemesini tavsiye
etmektedir. Her ne kadar kul olarak zaman zaman
hatâ işlesek de Allah’ın afv u mağfiretinin bulun-
duğunu, en onulmaz dertlerin bile dermanının
O’nda olduğunu, kendisine ihlâs ve samimiyetle
yönelenleri bağışlayacağını unutmamamız gerek-
tiğini bildirmektedir.
Gazelin Metni
1. Her gönülün ayrı ayrı gizli bir mihmânı var
Ka’rına eller erişmez bir azîm ummânı var
2. Kem nazar kılmak yaraşmaz bende-i Rahmân’a kim
Her kulun kalbinde bin gencîne-i pinhânı var
3. Kiminin zâhirde dışı kara ammâ içi ak
Kimi ak yüzlü meğer içinde bin isyânı var
EZAN
Ezan mabetlerimin taş taş biriken arşı Ezan içte bir yerde ufka uzanış faslıEzan hüzün hüzün yaş ve tılsım tılsım kubbe Bestelerden ötede sonsuz tavafa habbeKulaklarımı söküp diksinler minareye Doğrasınlar ruhumu ışıktan huzmelereEzan köz köz bir hasret ezana arzın gözyaşı Ezan taş taş eritsin etten gözkapağımıErisin ki gözlerim sonsuzluğa açılsın Küçük bir petek gibi esrârına karışsınEzan, ezan ruhumda; ruhum ezanda kuyu Seslendirsin fezalar bu ateşten suskuyu
Bilal YAVUZ
15
4. Kimi dost ne olduğun bilmez hemân ki sûzdur
Kiminin yârının îdine bu cân kurbânı var
5. Kiminin taht-ı dilinde dîv ü şeytân eğleşir
Kimi izzetle oturtmuş bir Ulu Sultân’ı var
6. Hor hakîr bakma günâhkâr âdemoğluna beğim
Afv olur elbette bir gün Tanrı’nın gufrânı var
7. Sen yürü dil-dâr yoluna sür Hulûsî yüzünü
Hîç onulmaz derdlerin ol yârîde dermânı var
Gazelin Açıklaması
1. Hemen hemen her insanın gönlünde gizledi-
ği bir misâfiri vardır. Bu gönül öyle ulu bir okya-
nustur ki onun derinliğine erişilmez.
2. Rahmân olan Allah’ın kullarına kötü nazar-
la bakmak uygun olmaz. Çünkü her kulun gönlün-
de gizlediği bin hazinesi vardır.
3. Kimi insanlara dışarıdan bakıldığı zaman
kara olabilir. Ancak belki onların tertemiz gönül-
leri vardır. Diğer taraftan içlerinde nice isyanlar
bulunduğu halde yüz ak görünenler de bulunmak-
tadır.
4. Kimileri ahbab, dost kadrini bilmez, onlar-
la birlikte olduğu zaman sözleri yakıcı olup insanı
incitir. Kimileri de dostuna kavuşmayı bir bayram
günü kabul eder, hatta canını bile dostuna kurban
eder.
5. Bazı insanların gönül tahtında devler, şey-
tanlar mekân tutmuştur. Nicelerinin gönül ülke-
sinde de yüce Allah tecellî etmiş, taht kurmuştur.
6. Bazı günah işleyen insanlara hor bakıp onla-
rı küçümseme. Cenâb-ı Hakk’ın mağfireti bağışla-
ması vardır. Bir gün olur tevbe eder de, O da o ku-
lunun günahlarını bağışlar.
7. Ey Hulûsi, gönülleri alan sevgilinin, Yüce
Allah’ın yolunda yürü, o yolun toprağına yüzünü
sür. Çünkü nice onulmaz, çaresiz dertlerin derma-
nı O sevgilinin katındadır.
*Prof. Dr.
Ocak 201214
17Ocak 201216
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN
Uludağ Göklere Kanatlanmış Dağlarcasına
Bursa gülümsüyor maziye, geleceğe gülüm-
süyor. Bir Ertuğrul Gazi edasıyla bağdaş ku-
rup oturmuş Marmara’nın kalbine. Bursa bir
oyalı mendildir tarihin gözyaşlarını silen, âşığa
umut vadeden. Bir seyyah-ı fakirim Bursa ova-
sında, geçmişi arıyorum, soruyorum Şeyhimi,
Hünkârımı ve dahi Sultanımı.
Bursa mazidir, hatırlıdır, eskil ama eskime-
yendir, göz pınarlarımızdaki umuttur, Nilüfer Ça-
yınca coşku, Ulu’ca dağdır gönlümüzün otağında.
Bir Kayı neşesiyle Ertuğrul Gazi ocağına düş-
sün gönlüm diyorum. Bursa başşehir, Bursa şeh-
zadeler yurdu, Bursa erenler, Alpler eşiği. Yürek
uçuyor bu gönüller sultanına. Yeşilden bir züm-
rüt tutunuyor gözlerimize, buhurdan bir efsun
dokunuyor ruhumuza, aklımız kanatlanıyor, kal-
bimiz cuş-u huruşa geliyor.
Bursa Sağanak Sağanak Yağıyor Üzerimize…
Ne zaman Bursa gelse aklıma Üftade Şeyhi-
min sesini duyar gibi olurum. Bir anlığına bütün
erenler hüsn-ü revan olup geçerler gönlümün şe-
lalesinden. Somuncu Baba, Emir Sultan Hazret-
leri ve Aziz Mahmut Hüdai bir bir yakarlar gönül
çerağını. Gönlümüzün bütün karanlıkları nurla
dolar, aydınlanır dil-i gülşen.
Bursa ovasında şimdi vakit kışa meydan oku-
maktadır. Uludağ sırtları kardan bir halının de-
senleriyle doludur. Bir sis yığını kaplamıştır Bur-
sa semalarını ve güzellikler uykuya yatmıştır.
Bir dervişane tezgâhta Bursa sabrı dokumak-
tadır. Sır kâtiplerinin hisli defterlerinden ne
hikâyeler rivayet olunur. Ne incili sözler düşer
dil hanemize, Bursa bir gönül denizi kıyılarında
avunduğumuz, bir tarih merdiveni her dem yürü-
düğümüz. Yaz geliyor ve şeftali bahçelerinin bü-
tün güzelliği, bütün serinliği vuruyor alnımıza.
Bir sihirli el çekiyor bizi Cumalıkızık Köyüne. Bin
bir hatıra yığılıyor gönlümüzün ak sayfalarına,
zaman eriyor, hayaller büyüyor, umut yeşeriyor.
Bursa Uludağ’ın Eteğinde Serpiliyor Büyüyor
Gemlik, Mudanya, Orhangazi, Yıldırım, Nilü-
fer, Kestel, Karacabey, İznik, Orhaneli, Harman-
cık ve daha nice ilçeleriyle can cana aynı türküyü
söylüyor. “Bursa’nın ufak tefek taşları” şarkıları
kovalasa da ezgiler artık mazidir, dündür, büyü-
dür bilene…
Gemlik’te zeytin bahçeleri uzayıp gider gide-
bileceği yere kadar. Sandık sandık türküler gider
bağlara, bahçelere ve karşılığında zeytin gelir!
Uludağ’dan kar gelir ve sevenlere yar gelir! Bah-
çeler Bursa’da neşeli ve doludur.
“Somuncu Baba, Emir Sultan Hazretleri ve Aziz Mahmut Hüdai
bir bir yakarlar gönül çerağını. Gönlümüzün bütün karanlıkları
nurla dolar, aydınlanır dil-i gülşen.”
OSMANLI şehrİ
BURSA
BURSA ULU CAMİ
YEŞİL TÜRBE
Ocak 201218 19
Ulu Cami Avlusunda
Ulu Cami avlusunda ipek şallar düşüyor omuz-
larımıza. Bir eski şadırvanın mermer yüzeyine
düşen her su damlasında Şehzade Mustafa’nın
gözyaşlarını bulur gibiyim. Bu yaslı ve kederli şeh-
zade Bursa’nın şefkatli kollarında ebediyete uyu-
muş yatıyor.
Kimler Gelip Geçmiş
Kimler gelip geçmiş, neler olup bitmiş bu tarih
ve mazi kokan şehirde. Bütün hikâyeler bizim, bü-
tün vakalar bize ait. Ne çok irfan abidesi gelip geç-
miş bu ak topraklarda.
Sultan İkinci Murat türbesinde huzurla uyu-
yor. Fatih’ini İstanbul’un burcuna gönderen, tah-
tı ve tacı dergâhın kapısında unutan bir gökçe ve
derviş yürekli hakan geçmiş bursa ovasında. Uza-
yıp giden topraklara gıptayla bakıyorsunuz, im-
reniyorsunuz. Zira onlar tanıklık etmiş Bursa’nın
bütün hikâyelerine, onlar bakmış, onlar işitmiş,
onlar can kesilmiş.
Şehirlerin Hası
Bursa şehirlerin hası, şehirlerin gönül ehli, şe-
hirlerin en dervişi ve en yüreklisi, şehirler için-
de. Bunca ereni, bunca sultanı, bunca hakanı baş-
ka kim taşırdı bağrında incitmeden, incitilmeden,
bıkmadan usanmadan.
Bursa bir tefekkür hisarı dağlarcasına, bir
mana denizi sararcasına.
Bursa’da Vakit Geçer
Su gibi, bir şelale gibi ve bir yıldız gibi akar.
Karabaş-ı Veli Hazretleri bir öncü yıldız gibi
yüreğimizin ta içinden aydınlatır ruhumuzu. Emir
Sultan irfan medeniyetimizin hiç sönmeyen güne-
şi hem ısıtan, ham aydınlatandır. Virdimize çal-
dığı maya tutmuşsa onun aslındandır! Türbeler,
camiler, mescitler, medreseler, kervanlar, han-
lar, hamamlar, kemerler, köprüler, kaplıcalar…
Bursa’ya bir mavi atlas onlar birer yıldız gibi düş-
müştür her bir tarafa.
Gâh Ayazma Camiinde, gâh Emir Sultan Cami-
inde, gâh Yeşil Camide, gâh Orhan Camiinde di-
vana durduğumuz yüzlerce camiinin minareleri
göklere uzanırken Bursa dile gelir sanki: “Bu ulu
dergahları benden ayırma Allah’ım!”
Allah’ın camilerden yana kayırdığı şehir Bursa.
Bursa Mutfağında Her Şey Bir Parça Osmanlıdır
İskender kebap, ciğer sarma, kestane şeke-
ri, Kemalpaşa tatlısı, İnegöl köftesi, cevizli lokum
Bursalı görünse de aslan Osmanlıdır maziden ka-
lan. Bursa tarihin neyi var neyi yok alıp huzura ge-
tiren şehir, geçmişin hasretini gergef gergef doku-
yup sunan şehir.
İznik Gölünde turnalar havalanırken, Nilü-
fer Çayında kırlangıç sürüleri Sansarak Kanyonu-
na doğru kanat çırpmaktadır. Aras Şelalesi, Suçtu
Şelalesine nispet yapmaktadır. Görecik Yaylasın-
da zaman geriye sarmaktadır.
Koza ve İpek Handa bezirgân kızlara ipek sat-
manın derdinde geçmişe uzanmakta, Kurşunlu
Handa, hancı kervancı yolu gözlemektedir desek
de artık her şey çok geride kalmış, hanlar, ha-
mamlar, kervanlar ancak masallara bırakılmıştır.
Bursa Anlatılmaz, Gidilir, Sevilir ve Duyulur
Bursa bir güzide, eşsiz şehir, can şehir, canan
şehirdir şehirler içinde.
Bursa bir tefekkür kalesi hisar hisar, bir mana
yağmuru göklerden yağar.Bursa bir tarih sandu-
kası, bir ebedi bergüzar, bir vazgeçilmez yar, bir
asil karar şehirler içinde.
Bursa bir tefekkür kalesi!
Bir bulunmaz diyar, bir hatıralı yar!
Sule
jman
MU
RATO
VIC
SOMUNCU BABA FIRINI
BURSA ULU CAMİ
BURSA ULU CAMİ
BURSA’DA ZANAAT
BURSA ULU CAMİ
ÇELEBİ MEHMET TÜRBESİ
EMİR SULTAN TÜRBESİ
BURSA SOKAKLARI OSMANLI KUBBELERİ
BURSA EVLERİ
21Ocak 201220
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
Hakk, “mutâbakat ve muvâfakat” anlamına gelir.1 “Hak”, vâkıaya (realite) uy-
gun olan hükümdür. Hak ih-
tiva etmesi itibariyle sözlere,
inançlara, dinlere, mezheplere
de “hak” adı verilir. “Hak söz”,
“hak din”, “hak mezhep” ifade-
leri buna örnektir. Hakkın kar-
şıtı, bâtıldır. Sıdk (doğruluk)
tabiri, özellikle hak sözleri ifade
etmekte kullanılır. Meselâ, doğ-
ru söz, doğru akîde vb. gibi. Sıd-
kın karşıtı ise, kizb (yalan)’dır.
Bazen, hak ile sıdk arasında
fark görülür. Hakta vâkıa yö-
nünden, sıdkta ise, hüküm ci-
hetinden mutâbakat aranır.
Yani hüküm vâkıaya uygun ise,
sıdk; vâkıa hükme uygun ise,
hak adını alır. Buradan yola çı-
karak söylemek gerekirse, hak
ve sıdk birbirinin eşanlamlısı-
dır: “Allah gerçek bir vaadde
bulunmuştur”2 âyetinde geçen
hak kavramı, sıdk anlamına-
dır. Yani Allah, doğru bir vaad-
de bulunmuştur. Her ne kadar
hak ve sıdk kelimeleri arasında
lafız bakımından farklılık varsa
da çoğu zaman mânâ bakımın-
dan uyumluluk söz konusudur.3
Ayrıca hak, dış dünyada mevcut
olan anlamına geldiği gibi; içte,
gerçeğe uygun bilgi, hüküm ve
söz anlamlarına da gelir.
Hepimiz Hakka Muhtacız
Aklın, inkâr edemeyece-
ği derecede sâbitliği ve mut-
lak varlığı kesin olan sadece
Yüce Allah’tır: “Allah, haktır.”4
“Vâcibu’l-vücûd” olan Cenâb-ı
Hak, varlığı kendisinden olup,
hiçbir yönden başkasına muh-
taç olmayan ve hiçbir noksanı
kabul etmeyen, ezelî ve ebedî
bütün kemâl sıfatlarını ken-
dinde toplayandır. Kur’an-ı
Kerim’de, “ Ey insanlar! Siz he-
piniz Allah’a muhtaçsınız. Al-
lah ise (her şeyden) müstağnî (
onlara muhtaç değil)dir, övül-
meye layık olandır.”5 buyru-
lur. Bu bağlamda el-Hak ismi,
O’nun güzel isimlerindendir.
Çünkü varlığı ve ulûhiyyeti ken-
disindendir. Hak ile hakîkatin
bütün mertebeleri O’nundur.
Her hakîkatin kendisinden
alındığı, zâtıyla var olan hakîki
mevcûd Yüce Allah’tır. Bundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.v),
“Allah’ım! Sensin Hak. Senin
va’din de hak, sözün de hak.
Sana kavuşmak da haktır.”6
buyurmuşlardır.
Kesinlikle Yüce Allah, el-
Hak’tır.
Zâtının kemâlinde, isim, sı-
fat ve fiillerinde haktır.
Ulûhiyyet ve ilâhlığında
haktır. Ondan başka tapılan her
şey bâtıldır.
O, rubûbiyyetinde haktır.
Yaratma ve yönetme O’na ait-
tir.7 Âlemlerin rabbi olandır.
Varlıkta ondan başka gerçek
anlamda rab yoktur.
Kur’an-ı Kerim,
kelâmullahtır. İşte Allah, bu
sözleriyle hakkı meydana çı-
karandır. Nitekim O bu konu-
da şöyle buyurur: “Oysa Al-
lah, sözleriyle hakkı meydana
çıkarmak ve kâfirlerin ardı-
nı kesmek istiyordu.”8 Yani O,
kâfirlere karşı cezâsını uygulu-
yor, doğruluğu sözlerinde, va-
dinde ve haberinde açığa çıka-
rıyordu.
Kur’an-ı Kerim’de hak kav-
ramı, 300’e yakın âyette yer
alır. Bu âyetlerden birisinde
“melik” kavramı “hak” kavra-
mıyla birlikte gelmiştir: “Ger-
çek hükümdar olan Allah yü-
cedir.”9 Mülkünde O, gerçek
meliktir. Onun melikliği kar-
şısında tüm hükümdarlık-
lar izâfîdir. Hakîkatte mülk
O’nundur. “De ki: “Ey mülkün
sahibi olan Allah’ım! Sen mül-
kü dilediğine verirsin. Diledi-
ğinden de mülkü çeker alırsın.
Dilediğini aziz edersin, dile-
diğini zelil edersin. Hayır, se-
nin elindedir. Şüphesiz sen her
şeye hakkıyla gücü yetensin.”10
Hakk’ın Karşıtı Bâtıldır
El-Hak vasfına sahip olan
Yüce Allah’ın fiillerinde hik-
met vardır. Âlemde hiçbir şey
hikmetsiz ve amaçsız değildir.
Gerek O’nun yarattığı varlık-
larda hikmetli yaratılış ve ge-
rekse yaratılanları koruma ve
rızk verme eylemi, doğrudan
kendİsİnİ varlıkta apaçık delİllerİyle gösteren:
El-HAK“Hak söz, hak din, hak mezhep ifadeleri buna örnektir.
Hakkın karşıtı, batıldır. Sıdk (doğruluk) tabiri, özellikle
hak sözleri ifade etmekte kullanılır.”
23Ocak 201222
O’nun kemâl sıfatlarıyla ilişki-
li olan Hak isminin varlıktaki
tecellîsinin sonucudur. Zulüm,
cevr ve abeslik gibi tüm olumsuz
sıfatlar Allah’tan nefyedilmiştir.
Her şey O’nun hâkimiyetinde
tecellî etmektedir. Bütün bu ni-
telikler O’nun “hak” vasfına sa-
hip olduğunu gösterir.
Yüce Allah’tan sudur eden
her şey haktır. O’nun isimleri,
sıfatları, sözleri, va’di ve vaîdi,
O’na kavuşma, ibadet, diriliş,
peygamberler, ilâhî kitaplar,
cennet-cehennem haktır: “İşte
O, sizin gerçek Rabbiniz olan
Allah’tır. Hak’tan sonra sade-
ce sapıklık vardır. O halde, na-
sıl oluyor da (Hak’tan) döndü-
rülüyorsunuz?”11 Dolayısıyla,
Allah’ın hak olduğunu kabul et-
mek, aynı zamanda O’nu tak-
dir etmektir. Nitekim Hz. Pey-
gamber (s.a.v), “Şâirin dediği
en doğru söz, Lebid’in sözüdür:
“Dikkat ediniz! Allah’tan başka
her şey bâtıldır!”12 buyurmuş-
lardır. Görüldüğü gibi Hz. Pey-
gamber (s.a.v), bu sözü, en doğ-
ru hak söz olarak kabul etmiştir.
Bu şiir, adeta şu âyetin yorumu
gibidir: “Bu böyle. Çünkü Allah,
hakkın tâ kendisidir. O’nu bı-
rakıp da taptıkları ise bâtılın
ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah
yücedir, büyüktür.”13 Açıkça bu
âyette, Allah’tan başka kendisi-
ne tapılan, perestiş edilen tüm
sahte putların bâtıl olduğuna
vurgu yapılıyor. Şahsiyetli kim-
se, ne Allah’tan başka fânî var-
lıklara ilâhî nitelikler atfeder ve
ne de onlara tapar.
Ünlü dilbilimci Râgıb el-
İsfehânî, Arapçada Yüce
Allah’ın bir vasfı olan el-Hakk
isminin şu anlamlara geldiğini
ifade etmiştir:
“Şanı Yüce olan Allah (c.c),
hikmetinin gereğine göre eş-
yayı yaratmıştır. Allah hakkın-
da, “O’dur hak” denildiği gibi...
“İşte bu durumda velâyet, hak
olan Allah’a mahsustur.”14 Çün-
kü Allah, varlıkta her şeyi hak ve
adalet dengeleri üzerine inşâ et-
miştir. Bütün bir varlık alanında
da mutlak tasarruf, çekip çevir-
me ve yönetme yetkisi O’na ait-
tir. Yaratan, yönetmeye de güç
yetirir.
Eşya, hikmetinin gereği-
ne göre var edilmiştir. Bundan
dolayı Allah’ın fiillerinin tümü
“hak”tır: “O, güneşi bir ışık
(kaynağı), ayı da (geceleyin)
bir aydınlık (kaynağı) kılan,
yılların sayısını ve hesabı bil-
meniz için ona menziller takdir
edendir. Allah bunları (boş yere
değil) ancak gerçek ile (hikme-
ti gereğince) yaratmıştır. O,
âyetlerini, bilen bir topluma
ayrı ayrı açıklamaktadır.”15
Yeniden Diriliş Haktır
Yeniden diriliş ve Allah’ın
huzuruna çıkış haktır. Nitekim
âhiretin hak olduğu konusun-
da Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“O (azap) gerçek midir?’ diye
senden haber soruyorlar. De
ki: ‘Evet, Rabbime an-
dolsun ki o elbette ger-
çektir. Siz (bu konuda
Allah’ı) âciz kılacak de-
ğilsiniz.”16 Bu dünyada
ve öte âlemde yaratılan
her şey, Allah’ın hikme-
tinin bir gereğidir. Bize
eşyanın hakîkatini bil-
mek için bunlar anlatıl-
maktadır.
Bir şey hakkında as-
lına uygun bir inanç ta-
şımak hakla ilişkilidir.
Bizim, “Falan kimsenin
dirilişe, cennet ve cehen-
neme olan inancı hak-
tır.” sözümüzde olduğu
gibi. Bu konuda Yüce Al-
lah şöyle buyurmuştur: “Allah
iman edenleri, kendi izniyle,
onların hakkında ayrılığa düş-
tükleri gerçeğe iletti.”17
Hak, gereğine göre gerek-
tiği kadarıyla ve ihtiyaç duyul-
duğu zamanda vâki olan söz ve
iş demektir. Bizim, “Senin sö-
zün haktır”, “Senin işin hak-
tır” dememiz gibi. Şu âyetlerde
bu hususa değinilir: “Rabbinin
yoldan çıkanlar hakkındaki,
‘Onlar artık imana gelmezler’
sözü, işte böylece gerçekleşmiş-
tir.”18 “Eğer hak onların arzu-
larına uysaydı gökler ile yer ve
onlarda bulunanlar elbette bo-
zulur giderdi.”19 Bu âyetlerde
el-Hak’tan maksat, hem Yüce
Allah’ın kendisi ve hem de hik-
metinin gereğine göre olan hü-
kümleridir. 20
“Hak” tabiri Kur’an-ı
Kerim’de yukarıdaki
mânâlardan ayrı olarak; borç21,
kıyâmet22 ve Allah’ın vasfı23 şek-
linde kullanılmıştır. Özellik-
le Yüce Allah’ın en güzel vasıf-
ları arasında yer alan “el-Hak”
îtikâdî anlamda O’nun varlığı-
nın apaçık eşyada zuhûru anla-
mına gelir. O’nun zuhûru, bizzat
hak-hakîkat oluşu bakımından,
nûr saçan ilâhî zâtı yönünden-
dir. Varlığa bakmasını bilen-
ler ve eşyanın arka planını iyi
okuyanlar için Allah’ın varlı-
ğı apaçık bir gerçekliktir. Eşya-
nın hakîkatini bilmek, doğrudan
Allah’ın hak oluşunu bilmekle
paralellik arzeder.
Yüce Allah’ın el-Hak ismi-
nin başta gelen semeresi, O’nun
varlığına birliğine inanç konu-
sunda ‘hak’ olduğunu bilmektir.
Her insan, ilâhî yazılım olan fıt-
ratın bir gereği olarak, hakkı ve
hakîkati idrak edebilecek düzey-
de yaratılmıştır. Bu bağlamda
Yüce Allah kullarına yol göster-
miştir: “Varlığımızın delilleri-
ni (kâinattaki uçsuz bucaksız)
ufuklarda ve kendi ne-
fislerinde onlara göste-
receğiz ki, o Kur’an’ın
gerçek olduğu onlara
belli olsun. Rabbinin
her şeye şahit olması
yetmez mi?”24
Gerçekten de baş-
ta insanın kendisi ol-
mak üzere onu çevre-
leyen bütün bir varlığın
DNA’sı biriciktir. “Ön-
yargı” bağlarından kur-
tulmak, hakla yüzleş-
menin ilk basamağıdır.
Bu işi âhirete bırakma-
mak gerekir: “O gün Al-
lah, onlara kesinleşmiş
cezalarını tastamam
verecek ve onlar Allah’ın apaçık
bir gerçek olduğunu bilecekler-
dir.”25 O halde el-Hak Olan’a gü-
venip dayanmaktan başka çıkar
yol yoktur.
1 El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 179.
2 4/Nisâ, 122.3 Taftazânî, Saadeddin, Şerhu’l-Akâid, Beyrut, 2007,
s. 24.4 22/Hac, 6.5 35/ Fâtır, 15.6 Buhârî, “Daavât” 9; Müslim “ Musâfirîn” 199). 7 Bkz. 7/A’râf, 54.8 8/Enfâl, 7. 9 23/Mü’minûn, 116.10 3/Âl-i İmrân, 26.11 10/Yûnus, 32.12 Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 4/236; Müslim,
Kitâbu’ş-Ş’ir 2/768.13 22/Hacc, 62.14 18/Kehf, 44.15 10/Yûnus, 5.16 10/Yûnus, 53.17 2/Bakara, 213.18 10/Yûnus, 33.19 23/Mü’minûn, 71.20 El-İsfehânî, el-Müfredât, s. 179-180. Ayrıca bkz.
Yıldırım, Suat, Kur’an’da Ulûhiyet, İstanbul, 1987, s. 217.
21 2/Bakara, 282.22 69/Hâkka 1, 2, 3.23 20/Tâhâ, 114.24 41/Fussilet, 53.25 24/Nûr, 25.
* Prof. Dr.
Dipnot
HAT: Ahmet DEMİR
25Ocak 201224
Çınarların Efendisi tabiri nereden ge-liyor? Kimilerine bu tabir, Yüzüklerin Efendisi’ni hatırlatmış olabilir. Çınar-ların Efendisi’nden de bir film olabilirdi… Ama
içinde kehânet olmayan realist bir film… Fakat ne
yapımcılar, ne yönetmenler, ne de senaristler Çı-
narların Efendisi’ni görmediler, tanımadılar.
Hoş, onlar neyi tanıdılar ki? Yok, haklarını
yemeyeyim, son yıllarda güzel filimler yapılıyor.
Güzel hikâyeler keşfediliyor. Lakin birçoğunda
Hollywod özentileri görmüyor değiliz.
Evvela Yüzüklerin Efendisi’ne özendiğim için,
Çınarların Efendisi tabirini onu takliden kul-
lanmadığımı peşinen bildireyim. Şunu da bildi-
reyim: Bendeniz sinema konusunda sadece se-
yirciyim. Ha bazen eleştiri yazılarını da okurum.
Dolayısıyla burada bir sinema eleştirisi de yapa-
cak değilim.
Ya ne yapacağım? Hiçbir şey. Sadece bayra-
mın son gününde yeniden ziyaret ettiğim Baba
Sultan’a dair bazı notları sizinle paylaşacağım.
“İyi de Baba Sultan’ın ne işi var, Yüzüklerin
Efendisi’yle, sinemayla, minemayla?” dediğinizi
duyar gibiyim.
Var efendim, var. Bir ilişki var. Ama nasıl?
Şöyle ki; Çınarların Efendisi tabirini bende-
niz Baba Sultan için kullanıyorum. Baba Sultan,
namı diğer Geyikli Baba... Ha şu da denebilir-
di: Geyiklerin Efendisi… Efendi tabirini eskiler
ilmiye sınıfına mensup âlimler ve meşâyıh için
kullanmışlardır. Bugün efendiyi sahip, patron,
okumuş ve hizmetçi gibi farklı alanlarda kullanı-
yoruz. Bilhassa kapıcılar, odacılar için kullanılır
bir tabir oldu.
Nereden nereye? Oysa efendi, ilmiyle temayüz
eden kişilerin unvanıydı. Demek ki, evvelemirde
bu kavramlarımızın itibarını idrak etmeliyiz. Dü-
şüncenin, aklın ve fikrin itibarı, kelimelerin, ta-
birlerin ve kavramların itibarından geçiyor…
Geyikli Baba
Bu bahs-i dîger... Sadede gelelim.
Geyiklerin Efendisi demiyorum; zira onun ge-
yiklerle olan yakınlığından mülhem tarihe Geyik-
li Baba diye geçmiş. Fakat şimdiye değin, kimse
onun çınarlarla olan ilişkisini gün yüzüne çıkar-
tan bir tabir kullanmamış.
Diyeceksiniz ki, kullansalar ne olurdu? Yahut
sen kullandın da ne oldu? Belki hiçbir şey; ama
geyiklerle, çınarlarla geçen bu gezgin dervişin ha-
yat hikâyesi gerçek anlamda bir film konusudur.
Maksadım buna dikkat çekmek.
Sözü çok uzattım; ama olsun… Nihayetinde
meramımı ifade ettim mi? Hayır, sadece dikkat
çektim, o kadar.
Kim bu Geyikli Baba yahut yeni tabirle Çınar-
ların Efendisi?
Siz bu “Kim bu?” ya takılın, ben çınarlara dair
bir iki cümle söyleyeyim. “Çınar, geç büyür, uzun
ömürlü olur.” derler. Önce, yerin altına doğru bü-
yür kök salar. Geniş bir alanda kök salar, sonra
gövdesi büyür. Dalları ve yaprakları adeta ana
kucağıdır. Muhteşem bir kucak, sarar sarmalar;
kurda kuşa yuva olduğu gibi, sıcak yaz günlerin-
Şehir ve İnsan Bilal KEMİKLİ*
EFENDİSİÇINARLARIN
EFENDİSİÇINARLARIN
Sule
jman
MU
RATO
VIC
Ocak 201226
HAYAT-MEMAT SORGUSU
Hayat bu, muamma, onu bize kim açar?Cevher saçan akıl, neden hikmetten kaçar?
Hayat renklerden mürekkep, kara mı, ak mı?Şüphesi menkul felsefe kadar muğlâk mı?
Hayat bedenî haz, ye, iç, eğlen ve yat mı?Her sabah akşamdan, bayat kalkmak hayat mı?
Hayat, ötelere uçmaya kol-kanat mı?Bedene kefen, ruha binilecek at mı?
Hayatta mana, kör bedende ruh ne arar?Yoksa öte, iman ve inkâr neye yarar?
Hayat mayın tarlası, fıtrata duvar mı?Bu tarladan menzile gidecek yol var mı?
Hayat mı fıtrata, akıl mı saf akla aç?Akıl kelepçe akla ve nakle mi muhtaç?
Madem hayat bir, niye yalnız insan âkil?Her fertte irade, beyhude mi müstakil?
Her hayat mükellef mi, şuurlu mu solur?Akılsızdan eşrefi mahlûkat mı olur?
Hayat düşe eş, ölünce mi kalkar perde?Bir perde ki iblis, önünde mi siperde?
Hayattan mı akar cennete, bal, Kevser, nar?Amellerle mi cehennem tutuşup yanar?
Şu hayatta ölüm, ölümde hayat var mı?Ölümsüz hayat, bir gün ölümü kovar mı?
Mehmet SERTPOLAT
27
de âşıklara, iş güç telaşıyla boncuk boncuk terle-
yen babalara ve annelere sığınak, bebeklere beşik
olur.
Çınar Osmanlıdır
Şunu da söyleyelim: Çınar deyince hemen,
Osmanlı’dan bahis açılır. Osmanlı’dan ve bilhassa
“çınarlı kent” Bursa’dan... İşte Çınarların Efendi-
si, Osmanlı’yı ve dolayısıyla Bursa’yı çınarla bu-
luşturan bilge kişidir.Kaynaklar asıl adının Ulvi
olduğunu söylerler. Ulvi Baba... Aslen Hoy’lu.
Hoy, bugün Azerbaycan sınırları dâhilinde. Ora-
dan kalktı, diğer Horasan erenleri gibi, Anadolu’ya
geldi. Bursa’nın fethinde bulunduğu, savaşta ge-
yikleri at olarak kullandığı ve yiğitçe savaştığı an-
latılır.
Orhan Gazi, zaferden sonra dervişleriyle bir-
likte Uludağı mesken tutan bu bilge kahramanı
Bursa’ya saraya davet eder. Geyikli Baba, davete
icabet eder.
Örf davete icabeti gerekli görür. Ancak davete
eli boş gidilmez. Hünkâr Hacı Bektaş’ın huzuru-
na giderken dağda alıç toplayan fakir Yûnus gibi…
Ama o alıç toplamaz. Yedi tane çınar fidanı alır
Bursa’ya gelir. Bey Sarayı’nın avlusuna gelir, ka-
bulü beklemeden çınarları oracığa dikmeye baş-
lar. Hizmetçiler telaşla Orhan’ın huzuruna çıkar-
lar… “Bey, bey” derler, “Bir derviş gelmiş sarayın
bahçesine ağaç dikmektedir.”
Bir telaşla çıkar Orhan Gazi bahçeye… Gözle-
riyle görür, orada bir derviş ağaç dikmektedir. Ne
izin var? Ne de bir emir? Hızla o fidanları toprakla
buluşturan dervişin yanına gelir, bakar ki, karşı-
sındaki Geyikli Baba’dır. “Bu ne hal?” diyemeden,
Baba sözünü söyler:
“Evlat, bu hatıramızdır. Bu burada kaldığı
müddetçe, duamız sizinledir. Devletin çınar gibi
kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak…»
Kök Salan Çınarlar
Sonra Baba başlar İbrahim Suresi’nden oku-
maya:
“O ağaç, Rabb’ının izniyle her zaman yemişi-
ni verir. Allah, öğüt almaları için insanlara böy-
le benzetmeler yapar.”
Baba Sultan’ın diktiği çınarlar Bey Sarayı’nın
bahçesinde kök saldı, dal budak verdi. Tophane’de,
Gümüşlü’de Türbeleri ziyaret edip ulu çınarla-
rın gölgesinde nefes aldığınızda o çınarların dal-
larının nerelere kadar uzandığını göreceksiniz.
O yüzden derim ki, “Baba Sultan” ve “Geyik-
li Baba” gibi isimlerle anılan bu kalenderî derviş,
bu Abdâlân-ı Rûm’dan bir abdâl olan Ulvî Baba,
gerçek anlamda Çınarların Efendisi’dir. Çıkın
İnkaya’ya, o kadim çınarın gölgesinde serinlerken
Çınarların Efendisi’nin kokusunu duyacaksınız.
İnin Gümüşlü’ye, yıkılmış Bey Sarayı’nın izine
rastlayamayacaksınız; ama türbelerin yanı başın-
daki çınarların yapraklarından o dervişin hünkâra
getirdiği yedi çınarın hikâyesini dinleyeceksiniz.
Siz Yüzüklerin Efendisi’ni seyre dalın, bendeniz
yalancı baharda, bayramın son gününde Çınarla-
rın Efendisi’nin huzurunda, yine bir çınarın altın-
da Baba Sultanlı dostlarla onu konuştum. Sohbe-
timize ulu çınarın kökleri de yaprağı da şahittir.
Dedim ki: “Keşke bir gönül dostu yapımcı çık-
sa da Çınarların Efendisi’nin filmini yapsa ne hoş
olur.”
Ne dersiniz?
“Çınarların Efendisi tabirini bendeniz
Baba Sultan için kullanıyorum. Baba
Sultan, namı diğer Geyikli Baba... Ha
şu da denebilirdi: Geyiklerin Efendisi…
Efendi tabirini eskiler ilmiye sınıfına
mensup âlimler ve meşayıh için
kullanmışlardır.”
*Prof. Dr.
29Ocak 201228
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
1063/1653 yılında şu anda Bulgaristan sınırla-rı içindeki Aydos Kasabasında dünyaya gelen İsmail Hakkı Bursevî, üç yaşında babası Mus-tafa Efendi’nin delaletiyle Osman Fazlî Efendi (ö.
1102/1691)’nin elini öpüp hayır duasını almış-
tır. Osman Fazlî Efendi’nin halifesi Şeyh Ahmed
Efendi’den 11 yaşına kadar Kur’ân-ı Kerim,
hüsn-i hat ve sarf dersleri almıştır. On bir
yaşında İsmail Hakkı Bursevî’nin eğiti-
mini Osman Fazlî Efendi’nin Edir-
ne halifesi Şeyh Abdülbâkî
Efendi üstlenmiştir.
Yedi sene Edirne’de
Şeyh Abdülbâkî
Efendi’nin yanında kalan Bursevî, kendisinden
sarf, nahiv, mantık, fıkıh, kelâm ve beyân dersle-
ri aldı. Edirne’deki eğitimini tamamladıktan son-
ra Abdülbâkî Efendi onu İstanbul’a, şeyhi Osman
Fazlî Efendi’nin yanına gönderir.
Osman Fazlî Efendi’nin yanında fenn-i âdâb,
kelâm, fıkıh usulü, ferâiz ve belâğat dersleri ala-
rak zâhirî ilimlerdeki tahsilini devam ettiren
Bursevî, şeyhinin yönlendirmesiyle İstanbul’da-
ki diğer medreselerin müderrislerinden de ders-
ler alır. Zâhirî ilimlerdeki eğitimini tamamladık-
tan sonra Osman Fazlî Efendi kendisini Zeyrek
Camii’nde halvete sokarak bâtınî ilimlerde de
kemâle ermesini sağlamıştır. Halvetini tamamla-
dıktan sonra bir süre dergâhın temizlik işleri ile
sorumlu tutulan Bursevî, daha sonra şeyhi Os-
man Fazlî Efendi yerine vaazları deruhte etmiştir.
Talim, terbiye, hizmet ve irşad sürecini başarı ile
tamamladıktan sonra şeyhi tarafından Üsküp’e
halife olarak görevlendirilmiştir.
Üsküp’ten Bursa’ya
1086/1675 tarihinde Üsküp’e gelen Bursevî,
Muradiye Camii, Eski Camii, Yahya Paşa, İshak
Bey, İsa Bey ve Mustafa Paşa Camilerinde vaaz ve
irşad hizmetini sürdürdü. Üsküp’te Şeyh Mustafa
Uşşâkî’nin kızı ile evlendi. Diğer taraftan Üsküp’te
şeyhinin tavsiyesi ile zâhirî ilimlerde dersler ver-
meye başladı. Üsküp’te yanlış davranışlarını gör-
düğü bazı ileri gelenleri vaazlarında sert bir üs-
lupla eleştiren Bursevî, Hakkî mahlasının gereği
olarak hak bildiğini söylemekten çekinmemiş,
“İsmail Hakkı Bursevî’nin en önemli özelliği
velûd bir isim olmasıdır. 120 kadar eser
yazan Bursevî, eserlerini fıkıh, kelam,
hadis, tefsir, edebiyat ve tasavvuf gibi farklı
alanlarda kaleme almış, hem zâhirî hem
de bâtınî ilimlerde telifte bulunmuş zü’l-
cenâhayn bir şahsiyettir.”İSMAİL HAKKI BURSEVÎ’NİN
DÜŞÜNCESİ
tASAVVUFÎ
31Ocak 201230
ancak bu sert mizacı onun Üsküp’te yalnız kalma-
sına sebebiyet vermiştir. Üsküp’te müftü, imam,
hatip, kadı ve şeyh görünümünde kimi şahsiyetle-
re karşı, onlarda gördüğü şer’-i şerîfe aykırı tavır-
ları nedeniyle tam altı yıl mücadele verdi.
Mücadelenin önü alınamaz hale gelmesi üze-
rine şeyhi, Bursevî’yi Üsküp’teki vazifesinden alıp
Köprülü’ye görevlendirmiştir. Köprülü’de on dört ay
ikamet eden Bursevi, burada Üsküp’tekinin aksine
fazlaca kabul görmüş, müftü olarak atanması isten-
miş, fakat şeyhinin buna rızâsı olmamıştır. Köprü-
lü’deki başarılı çalışmaları ile dikkat çeken Bursevî
Ustrumca halkının çağrısı üzerine Ustrumca’ya gö-
revlendirilmiştir.
Otuz ay kadar kaldığı Ustrumca’da vaaz, tedris
ve talim hizmetleriyle meşgul olan Bursevî, şeyhi-
nin görevlendirmesiyle 1096/1685 yılında Bursa ha-
lifesi olarak hizmete devam etti. Bursa’daki vaaz ve
irşad faaliyetlerini sürdürürken Edirne’deki şeyhini
sık aralıklarla ziyaret eden Bursevî, 1101/1690 tari-
hinde Kıbrıs’a sürgün edilen Osman Fazlî Efendi ta-
rafından Magosa’ya davet edilmiştir. Magosa’da on
yedi gün kalan Bursevî, tarikat silsilesindeki mânevî
emaneti şeyhinden alıp tekrar Bursa’ya döndü.
Bursa’ya dönüşünden bir müddet sonra şeyhi Os-
man Fazlî Efendi 1102/1691 tarihinde vefat etmiş,
emanetini Bursevî devam ettirmiştir. 1107/1695
ve 1108/1696 senelerinde II. Mustafa’nın düzenle-
diği I. Ve II. Avusturya seferlerine katılan Bursevî,
1110/1699 ve 1122/1710 tarihlerinde iki defa hac yol-
culuğu gerçekleştirmiştir.
1714-1717 tarihleri arasında Tekirdağ’da, 1717-
1720 arasında Şam’da ve 1720-1723 yılları arasın-
da Üsküdar’da kalan Bursevî ömrünün sonunda
tekrar Bursa’ya avdet etmiş ve 1137/1725 tarihin-
de vefat etmiş olup kabri, kendisinin inşa ettirdiği
Câmi-i Muhammedî’de bulunmaktadır.
Velûd Bir Yazar
İsmail Hakkı Bursevî’nin en önemli özelli-
ği velûd bir isim olmasıdır. 120 kadar eser yazan
Bursevî, eserlerini fıkıh, kelam, hadis, tefsir, ede-
biyat ve tasavvuf gibi farklı alanlarda kaleme al-
mış, hem zâhirî hem de bâtınî ilimlerde telifte bu-
lunmuş zü’l-cenâhayn bir şahsiyettir.
Türkçe, Arapça ve Farsçayı mahâretle kulla-
nan Bursevî, eserlerinde yaşadığı döneme göre ol-
dukça sade bir dil kullanmıştır. Mensur ve man-
zum eserleri ile dikkat çeken Bursevî, şiirlerinde
daha çok tevhîd, aşk, marifet, peygamber sevdası
ve özlemine yer vermektedir.
İsmail Hakkı Bursevî’nin yetişmesinde eme-
ği geçen en önemli şahsiyet şeyhi Osman Fazlî
İlâhî’dir. Muhammed Muhyiddîn Üftâde (ö.
988/1580), Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1038/1628),
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) ve Sadreddîn-i
Konevî (ö. 673/1274) gibi kimi isimler ise onun
mânevî şahsiyetinin tekâmül ve tekemmülünde
eserlerinden ve rûhâniyetlerinden istifade ettiği
mürşidlerdir.
Mânâ Diliyle Konuşmalar
Tuhfe-i Ömeriyye isimli eserinde tevhîdin
üç boyutunu konu edinen İsmail Hakkı Bursevî
insân-ı kâmil olmanın, irfana ermenin, mânâ di-
lini konuşmanın, ilâhî tecellîlere ermenin yolunu
şu şekilde dile getirmektedir:
Dil sadef-vâr olmayınca feyz-i nîsân isteme
Var Hızır’ı bulmayınca âb-ı hayvân isteme
Tîşe-i ‘ışkla dilemezsen derûnun kânını
Cevher-i ‘irfândan la’l-i Bedehşân isteme
Çünki yok meyl-i irâdet zerre denlü cânda
Bilmeden kendi kusûrun kâmil insân isteme
Zevkdir lâzım olan dilde bugün ‘âşıklara
Yogise ağzında lezzet hân-ı elvân isteme
Kendini pervâne kılmazsan bu zulmet-hânede
Var tecellîden dile şem’-i fürûzân isteme
Şeyh Hakkı var iken bu hân-kâh-ı dehrde
Gel mürîd ol andan özge pîr-i pîrân isteme. 1
Tevhîdin içselleştirilmesine vurgu yapan
Bursevî, tevhîdin “Lâ mahbûde illallah”, “Lâ
maksûde illallah”, “Lâ mevcûde illallah” merte-
belerini gazelinde şu şekilde beyan kılmaktadır:
Cân u dilden diyelim
Lâ mhbûde illâ Hû
‘Işkla söyleyelim
Lâ maksûde illâ Hû
Nazar iden her yana
Delil istemez Ana
Gözün açup baksana
Lâ meşhûde illâ Hû
Her kim vahdete irer
Hakkı kesreti dürer
Herkes ana yüz sürer
Lâ mescûde illâ Hû2
Kesretten geçip vahdete ermeyi, nakıslık-
tan kurtulup kemâle ermeyi, suretten sıyrılıp
mânâya kavuşmayı, fiil ve esmâ tecellîsinden zât
tecellîsine kavuşmayı, ilim ve irfanla donanıp
aşka ermeyi, firkat odunda yanıp vuslat şerbetini
içmeyi önemseyen Bursevî gazelinde bizleri ha-
kikat dersini talim eylemeye şu şekilde davet et-
mektedir:
Kenz-i mahfî ister isen aç tılısm-ı kesreti
Kesret-i esmâ içinde vahdet-i kübrâya gel.
….
Bilmege bu sırr-ı tevhîdi iriş bir kâmile
Mazhar-ı kâmil yüzünden hizmet-i Mevlâ’ya gel3
İrfan mektebinin saygın müderrislerinden bi-
risi olan Bursevî tasavvufî neşveyi aşkla tatma-
yı önemsemektedir. O yakarışlarında bizleri aşka
revan olmaya, aşkı önemsemeye ve aşkın halleri-
ne bürünmeye davet ederken aşkın gereklerine şu
şekilde dikkat çekmektedir:
Gel berû gel zâhidâ inkârı kaldır aradan
Tâ ki ‘âşıklar yanında olma yüzi karadan
‘Âkil isen ‘ışka bend ol serseri gezme yüri
‘Işkla bir kâr tut hâsıl nedir âvâreden
…
Zahm-ı ‘ışka Hakkıyâ merhem bulunmaz
âkıbet
Yaradan tahlîs ider ‘uşşâkı iş bu yâreden. 4
Tuhfe-i Ömeriyye’den seçtiğimiz birkaç gazel
örneğinde de görüleceği üzere Bursevî’nin tasav-
vuf anlayışını tahalluk ve tahakkuk olarak özetle-
yebiliriz. Tasavvufî ahlakın kemâle ermesini ön-
celeyen Bursevî, mârifet ve varlık görüşleriyle
İbnü’l-Arabî takipçisi olarak karşımıza çıkmak-
tadır. İlâhî aşkı telkin eden söylemleriyle o da
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin çizgisini devam
ettirmiştir. Tasavvufî söylem ve yaşantının şer’-i
şerîfe uygun olmasını esas kabul etmiştir.
1 Bursevî, “Tuhfe-i Ömeriyye”, Seyr-i Sülûk, s. 42.2 Bursevî, “Tuhfe-i Ömeriyye”, Seyr-i Sülûk, s. 49-50.3 Bursevî, “Tuhfe-i Ömeriyye”, Seyr-i Sülûk, s. 52-53.4 Bursevî, “Tuhfe-i Ömeriyye”, Seyr-i Sülûk, s. 68.
*Prof. Dr.
Dipnot
33Ocak 201232
Tasavvuf, Hakk (c.c.)’ın rızasını kazanmak ve ebedî saadete ulaşmak için nefsi ter-
biye etme, ahlâkı güzelleştir-
me, içi ve dışı tenvir etme, su-
ret ve sîreti tezkiye etmektir.
İşte onun konusunu insan ve
özellikle insanın ruhu, ahlâkî ve
psikolojik yapısı teşkil etmekte-
dir.
Tasavvuf, yaşanan bir ilim
(hâl ilmi) olduğu için İslâm’ın
bâtınî yönünü teşkil eder.
İman, ihsan ve Hakk’ı tanı-
yıp bilmek de onun konusu
içine girer. Tasavvufun gaye-
si de, ahlâkın kemâl mertebe-
sine ulaşması için her hususta
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gös-
terdiği yolu takip etmektir. Ta-
savvufun gayesi, Hakk (c.c.)’ın
rızasını kazanmak için nefisle-
ri temizlemek, güzel ahlâk sa-
hibi olmaya çalışmak, kısaca
Allah ve Rasulü’nün ahlâkı ile
ahlâklanmaktır.1 Tasavvuf il-
minin gayesi; “ahlâk-ı mahmu-
deyi celb, ahlâk-ı mezmume-
yi defdir”; yani kötü sıfatlardan
arınmak ve iyi huylarla bezen-
mektir. İşte Somuncu Baba
Hazretlerinin de her anı ve hâli
güzel ahlâk ile bezeli olup in-
sanlara ve insanlığa örnektir.
Şeyh Hamid-İ Velî (So-
muncu Baba) Hazretlerinin
menkıbevî hayatını kesitlerle
ifadeye çalışalım.
Bayezid Dergâhı
1331 senesinde Kayseri’nin
Akçakaya Köyünde doğdu.
Anadolu’ya mânevî fetih için
gelen Horasan erenlerinden
Şemseddin Musa Kayserî’nin
oğludur. Soyu Peygamber Efen-
dimiz (s.a.v.)’e ulaşır. Peygam-
ber Efendimizin yirmi dördün-
cü kuşaktan torunudur. İlk
tahsilini babasından aldı. Baba-
sının vefatından sonra Şam’a gi-
derek, Hankâh-ı Bâyezîdiyye’de
ilim öğrendi.
Hâce Alaaddin-i Erdebilî ve Mânevî
Görev Verilmesi
Somuncu Baba Hazretleri,
şarkın en işlek köprüsü özelli-
ğinde olan Şam’a gidip gelen
âlim ve fazıllardan o zamanın
en büyük makamında kimin ol-
duğunu sorup araştırıyordu.
Nitekim Şeyh Hamid’e Erde-
bil’deki şeyhini haber verdiler.
Erdebil’de veya Tebriz yakın-
larındaki Hoy şehrinde Hâce
Alaaddin’le buluşan Şeyh Ha-
mid burada aradığını bulmuş-
tur. Bu hususta Seyyid Abdul-
baki Efendi eserinde şunları
yazar:
“Üç gün boyunca sohbet
oldu. Tüm âşıklar mest ve med-
huş oldular. Bu halden tüm
gökyüzü memnun oldu. Tüm
insanlar ve hayvanlar hay-
ran kaldılar. Hatta âşıkân-ı
meczubânın ‘hu hu’ nidaları her
tarafa yayıldı, yer gökle birleşti.
Bu an ise kıyamet gününden bir
nişan oldu. Bu hâle tüm gökyü-
zü ve melekler hayretle baktılar
hayran oldular.”2
“Tüm müridan çekilip gitti.
Şeyh’in kimse kalmadı mı, so-
rusu üzerine çevre arandı ve bir
köşede kendinden geçmiş ola-
rak Şeyh Hamid bulundu. Bu-
rada irşadı tamamlandı. Hâce
Alaaddin, Somuncu Baba Haz-
retlerine kendisinin Diyar-ı
Rum’a (Anadolu) gitmesi ge-
rektiğini, orada irşad vazife-
sinin devam edeceğini söyle-
di. Somuncu Baba Anadolu’ya
doğru yola çıktı. Fakat arkasın-
dan buradaki sırları Anadolu’ya
taşıyor diye dedikodu yaptılar.
Bunun üzerine Hâce Alaaddin
müridlerine, ‘Şeyh Hamid göz-
den kayboluncaya kadar arka-
sından bakın; eğer arkasına dö-
nüp bakarsa bizim ve onun için
korkulacak bir şey yoktur’ dedi.
Somuncu Baba Hazretleri yolda
giderken iki kez arkasını döne-
rek baktı.”3
Nazar etti, büyüklerin rah-
meti geniş olduğu için dediko-
dulara rağmen şehir halkının
kurtuluşuna vesile oldu. Da-
lalete düşmediler. Kısa bir za-
man sonra Hâce Alaaddin vefat
etti. Somuncu Baba Hazretleri
ise Anadolu’ya ulaşmış, mânevî
görevi yapmaya başlamıştır.
Emir Sultan - Aşk Ateşi
Somuncu Baba Hazretleri-
nin Bursa’da hakiki hâlini ilk
kez gören ve anlayan, onun fey-
zinden istifade eden mânevîyat
büyüğü Emir Sultan Hazretleri
olmuştur. Somuncu Baba Haz-
retleri ile Emir Sultan’ın ilk ta-
nışması şu şekilde olmuştur:
Somuncu Baba Hazretleri fırı-
nın önünde ekmeklerin pişme-
sini bekliyordu. Başında yeşil
bir sarık üzerinde nohudî renk-
KültürResul KESENCELİ
HAYATINDAN KESİTLER
MENKIBEVÎSOMUNCU BABA HAZRETLERİNİN
Sule
jman
MU
RATO
VIC
BURSA ULU CAMİ
Ocak 201234 35
te bir elbiseyle bir genç adam
geldi. Elinde küçük bir çömlek
vardı. Göz göze gelmişler bir tek
kelime etmemişlerdi. İki büyük
şahsiyet hiç konuşmadan tanış-
mışlardı. Emir Sultan çömleği
pişirmesi için Somuncu Baba’ya
verdi. Somuncu Baba çömleği
fırına sokmak istedi, fakat çöm-
lek fırına girmiyordu. Bunun
üzerine Emir Sultan’a dönerek
“Bu çömleği ancak sen fırına so-
kabilirsin.” dedi. Emir Sultan,
çömleği fırına sürdü fakat fırın
soğuktu. Ateş yoktu fırında, fı-
rın yanmıyordu. Buna rağmen
Somuncu Baba fırının kapağını
kapatarak birazdan pişer, biraz
sonra çömleğini alırsın, dedi.
Böylece iki gerçek dost birbiri-
ni bulmuş; Emir Sultan Somun-
cu Baba Hazretlerinin feyzinden
yararlanmaya başlamış gerçek
sırrına vakıf olmuştu.
Yıldırım Bayezid Han, 1396
Niğbolu Zaferinin bir nişanesi
olarak Bursa Ulu Camiinin in-
şasını başlatmıştı. Ulu Camii
1399’da tamamlanmıştır. Hat-
ta caminin inşası sırasında işçi-
lerin ekmek ihtiyacını Somuncu
Baba karşılamış kendi fırının-
da pişirmiş olduğu ekmekleri
işçilere dağıtmıştır. Dua, him-
met ve bereket cami inşası bo-
yunca da devam etmiştir. Ulu
Cami’nin tamamlanmasından
sonra İslâm dünyasında mevcut
olan âdet üzerine açılışı Cuma
günü yapılacak, ilk namazı kaza
borcu olmayan birisi kıldıracak-
tı. Yıldırım Bayezid de bu ulvi
görevi (İmamet-Hitabet) dama-
dı Emir Sultan’a vermek istiyor-
du. Fakat Emir Sultan bu görev
teklifi üzerine görevi kabul et-
memiş ve Somuncu Baba (Şeyh
Hamid-i Velî)’yı işaretle şunları
söylemiştir:
“Kutb-ı zaman ve Halife-i
hakikat-i Habib-i Rahman hâlâ
şehr-i Bursa’da iken bu faki-
ri böyle hizmete layık ve şayan
görmek münasip değildir. O ki
sahib-i zaman ve kutb-ı daire-i
imkândır. İlm-i zahirde efdal-
dir.”
Böylece o Ulu Caminin şa-
nına, şöhretine yakışır şekil-
de açılmasının ona ait olacağını
dile getiriyordu. Somuncu Baba
Hazretleri ise sırrının açığa çık-
tığını anlıyor ve Emir Sultan’a
“Hay Emir hay! Niçin bizi faş
ettin?” diyor4 fakat yine de Ulu
Caminin açılışı içinde harekete
geçiyordu.
Bursa Ulu Cami’nin açılı-
şında hatiplik yapan Somuncu
Baba Hazretleri Fatiha Suresi-
nin yedi türlü tefsirini yapıyor-
du. Bursa’da böylesine hutbe
okuyan, insanları derinden et-
kileyen biri daha görülmemiş-
ti. Herkes şaşkınlık ve hayran-
lık içerisinde Somuncu Baba
Hazretlerini izlemiş ve kendi-
sine bakakalmışlardı. Tüm in-
sanlar onun büyük bir velî, za-
manın kutbu, sultanı olduğunu
anlamışlardı. Hutbesi sırasın-
da zamanımızdaki bazı ulema-
nın Fatiha Suresiyle ilgili bazı
müşkülleri vardır, diyerek Mol-
la Fenarî’nin tüm müşkülle-
rini çözmesi camideki ulema,
meşayıh ve insanları hayrete
düşürmüş, hayranlıklara gark
etmiştir. Hutbe sonrası Molla
Fenarî -ki bu şahıs şeyhülislâm,
müfti’ül- en’am ünvanını al-
mış 21 yıl Bursa kadılığı yapmış,
yüzden fazla eser yazmıştır- aya-
ğa kalkarak cemaate şunları söy-
lemiştir:
“Şeyh Hamid-i Velî bize bu-
radan hikmetler saçıyor. Ululu-
ğunu gösteriyor. Fatiha’nın ilk
tefsirini cemaatten herkes an-
ladı, ikinci tefsiri ise buradaki-
lerden ancak bazıları çözebildi.
Üçüncü tefsiri çok az kimse an-
layabildi. Dördüncü ve ondan
sonra yapılan tefsirler bizim id-
rakimizin dışındadır. Bunları
yalnız kendisi anlayabilir.”5
Molla Fenarî, bu manalardan
aldığı ilhamla Fatiha-ı Şerife’yi
tefsir eden bir eser yazmıştır.
Bu eseri “Tefsir’ül Fatiha” veya
“Ayn’ül-Ayan” olarak bilinir. Bu
eser çok meşhurdur ve kayna-
ğı Somuncu Baba Hazretleridir.
Bu ise bizlere Somuncu Baba
Hazretlerinin tefsirde de üstad
olduğunu ispatlarken ledün il-
minin ne kadar kıymetli olduğu-
nu bir kez daha gösterir.
Somuncu Baba Hazretlerinin
Fatiha Suresinin yedi ayrı ma-
nada tefsir etmesi onun (muta-
savvıfların) iş’arî tefsirini çok iyi
bildiğini kanıtlar. Bilhassa İbni
Arabî mektebinin, Kur’an ve ha-
dislerden çıkardıkları zahiri ma-
nalar yanında bâtınî (mânevî)
anlamlara muttali olduğunu
göstermektedir.6 Bilindiği gibi
mutasavvıflar fıkıh ve kelamcı-
ların kullandığı nazar ve istiblâl
metodundan ziyade tasfiye ve iş-
raka dayalı bir mukaşefe meto-
dunu izlemektedirler. Ayet ve
hadisleri tefsir ederken de bu
metoda başvururlar. Somun-
cu Baba’da Fatiha Suresinin tef-
sirinde bu metodu kullanmış,
Fatiha Suresinin manaları-
nı mânevî açıdan açıklamıştır.
Öyle ki Somuncu Baba ledün il-
minin bazı sırlarını Bursa halkı-
na açıklarken namazın nasıl kı-
lınması gerektiğini, namazda
okunan Fatiha Suresinin önemi-
ni ve içeriğini açıklamıştır. Yani
insanlara; Yaratıcıya yapılacak
olan ibadetin gerçek boyutunu
göstermiştir.
Hutbe ve namaz bittikten
sonra cemaat elini öpmek için
hücum etmiş Somuncu Baba
Hazretleri caminin üç kapısın-
dan aynı anda çıkmış, insanlar
üç farklı yerde Somuncu Baba
Hazretleriyle görüşmüşlerdir.
Akabinde çilehanesine gitmiş
ve bir daha ekmek yapmamıştır.
Molla Fenarî, Somuncu Baba
Hazretlerinden feyz almış le-
dün ilmini okumuştur. Somun-
cu Baba’nın vefatından sonra da
halifesi Hacı Bayram-ı Velî Haz-
retleri ile münasebetini devam
ettirmiş, sohbetlerinde bulun-
muş ve tâbi olmuştur.7
Tevazu
Zamanın mânevî büyü-
ğü, mutasarrıfı olan Somuncu
Baba’nın iki fırını vardı. İki fı-
rında ancak doksan ekmek pi-
şerdi. Kendisi ekmekleri iki kü-
feyle merkebe yükler Bursa
çarşısına gelirdi. Her gün aynı
saatte geldiği için ne zaman ge-
leceği halk tarafından da bili-
nirdi. Günde iki kez sabah ak-
şam ekmek getirir herkes gelen
bu ekmekten alırdı. Kimileri de
sırf onu görmeye gelirdi. Onu
görmek ve ona yakınlaşmak in-
sanlara büyük bir haz ve neşe
verir, gönülleri huşu ile dolar-
dı. Hatta merkebi dahi sadık bir
köle gibi hareket eder o durursa
durur yürürse yürürdü. Bu hâle
alışan Bursa esnafı onu görme-
den rahat edemez heyecanla
çarşıya geliş zamanını bekler-
lerdi. Ekmeğini satarken “So-
munlar, mü’minler somunlar…”
diye satardı. Pişirdiği ekmeği-
ni mü’minlere arz etmesinin se-
bebi ehlullahın güzel şeylerinin
mü’minlere nasip olması sırrın-
dan kaynaklanmaktadır.8 So-
muncu Baba Hazretleri mânen
ve maddeten lezzetli olan ekme-
ği, tavır ve davranışları ile halkı
derinden etkilemiş halk arasın-
da kendisine karşı sıcak bir sev-
gi seli ve yumağı oluşmuştur.
Somuncu Baba Hazretlerinin
melâmet neşvesi insanları ken-
disine yaklaştırırken kendisinin
esas gayesi mânevî makamını
gizlemek halk içerisinde Hakk’la
olmak olduğu gibi örnek dav-
ranışlarıyla da insanları etkile-
mek ve yönlendirmektir. Ken-
disini gizlemekten hoşnut olan
Somuncu Baba Hazretlerinin
zamanın kutbu olduğunu kim-
se bilmiyor, kendisine Ekmekçi
Koca, Somuncu Baba adını veri-
yorlardı. Böylece hem insanlara
yardım ediyor hem de gizliliğini
muhafaza ediyordu.
İ. Palakoğlu, Gönüller Sultanı Es-Seyyid Osman Hu-lusi Efendi (k.s), Ankara, 2005, s, 4
2. Es-Seyyid Abdulbakî Efendi, H. 1156 tarihli Taba-kat Kitabı, Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplığı, Kitap No: 650, Tasnif No: 297, s. 10,11.
3. Seyyid Abdulbaki Efendi, a.g.e., s. 11,12.; Ahmet Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba ve Neseb-i Âlisi, İstanbul 1995, s. 42,43.
4. Seyyid Abdülbaki Efendi, a.g.e., s. 13-14; M. Ali Cengiz - Y. Adıgüzel - M. Gülseren, Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli), s. 22, Ankara 1965. s. 23.
5. Sarı Abdullah Efendi, Semarat’ül Fuad, 1288, İstan-bul, s. 231-232.; Mehmet Ali Ayni, Hacı Bayram-ı Veli, İstanbul, 1343; İsmail Hakkı Bursavî, Silsile-i Tarik-i Celveti, İstanbul, 1291, s. 72.
6. Kamil Yılmaz, “XV. Asır Anadolu Mutasavvıfları arasında Somuncu Baba’nın Yeri” Somuncu Baba ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Sempozyumu Tebliğleri, s.17-21.; Akgündüz, a.g.e., s. 49.
7. Lami Çelebi, Nefahatü’l-Üns Tercümesi, s. 833; Kamil Yılmaz, a.g.m., s. 17-23.
8. Seyyid Abdülbaki Efendi, a.g.e., s. 12-13; Akgündüz, a.g.e, s. 46.
Dipnot
37Ocak 201236
MEVLÂ’M SANA…
Bir yüreği aşk oduna; Serip geldim Mevlâ’m sana!.. Her zerremi “Nûr” adına; Sarıp geldim Mevlâ’m sana!..
Emânet mi, can esrârım? Lütfet dinsin intizârım!.. Kulum, var mı itibârım? Sorup geldim Mevlâ’m sana!..
Tesbihtedir tevhid çarkı; Yedi nefsim eler farkı!.. Her nefeste umut, korku; Derip geldim Mevlâ’m sana!..
Böyle düştüm hâlden hâle; ‘Sabır’ dedim her melâle!.. Koca ömrü bir ikbâle; Verip geldim Mevlâ’m sana!..
Duyan Sen’sin hoş sadâmı; Arş’ı tutan aşk nidâmı!.. Bu kullukta öz ma’nâmı; Karıp geldim Mevlâ’m sana!..
Asrın yükü var başımda; Hasretin var göz yaşımda!.. Bu hikmeti her işimde; Görüp geldim Mevlâ’m sana!..
Rıfat ARAZ
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
ÂSIM b. ADÎ (R.A.)Adı : Asım b. Adî
Künyesi : Ebû Amr, Ebû Abdullah
Doğum yılı : M. 550 civarında
Doğum yeri : Medine
Baba adı : Adî b. el-Cedd el-Belevî el-Aclânî el-Ensârî
Anne adı : Tespit edilemedi
Eş(ler)i : Ümmü Sehle
Akrabaları : Abdurrahman b. Avf damadıdır.
Oğulları : Ebü’l-Beddâh, Abdullah, Abbâd
Kızları : Sehle.
Kabilesi : Aclân
İslam’a girişi : On yıldan az olmalı
Sohbet süresi : Hicret sonrası Medine’de olmalı
Rivayeti : Birkaç rivayeti var
Yaşadığı yer : Medine
Mesleği : Aclan Oğulları’nın ileri geleni (seyyidi)ydi.
Hicreti : Yok
Savaşları : Bedir hariç bütün savaşlara ka-tıldı.
Görevleri : Bedir savaşına giderken Hz. Peygamber (s.a.v) onu Medine’nin Kubâ ve Âliye
bölgesi halkının başında bıraktı. Yine onu Mâlik
b. Duhşûm ile birlikte Mescid-i Dırâr’ı yıkmak için
görevlendirdi.
Fiziki yapı : Kısaya yakın boylu idi. Saç ve sakalını kına ile boyardı.
Mizacı : Cömert biriydi. Tebük Seferi ön-cesinde orduya yetmiş vesk hurma bağışladı.
Ayrıcalığı : Hz. Peygamber (s.a.v)’in emri ile Kuba’daki nöbeti sebebiyle Bedir Savaşı’na ka-
tılmadığı halde “Bedrî” sayılmış ve kendisine ga-
nimetten de pay verilmiştir. Hayber’de onun ga-
nimetten alacağı hisse Hz. Peygamber (s.a.v)’in
hissesiyle beraberdi.
Ömrü : 115 veya 120 yaşlarında
Ölüm yılı : H. 45
Ölüm yeri : Medine
Ölüm sebebi : Yaşlılık
Hakkında : Karısını biriyle zina ederken ya-kalayan kimsenin “yeminleşmesi” (mülâane) ile
ilgili rivayetlerin çoğunda konuyu Hz. Peygam-
ber (s.a.v)’e soran kişidir. Ölmek üzereyken ailesi-
nin ağlaması üzerine: “Bana ağlamayın, ben epey
ömür yaşadım, görüp geçirdim…” demiştir. Bir
gün Allah yolunda yüz vesk hurma bağışlayınca
münafıklar ileri geri konuşmuşlar ve bunun üze-
rine Tevbe Suresi 80. ayet inmiştir.
Hadisleri : Ben ve kardeşim, Huneyn gani-metlerinden yüz hisse satın almıştık. Bunu işiten
Hz. Peygamber bana şöyle buyurdu: “Ey Âsım!
Sahibinin kaybettiği bir koyun sürüsüne saldıran
iki kurt, Allah nazarında mal ve makam sevgisin-
den daha fazla zarar veremez!”
Kaynaklar : İstîâb, I. 236; İsâbe, III. 572; Üsd, I. 554; DİA, III. 474; Müsned, V. 334-337;
İbn Sa’d, Tabakât, III. 466; Taberânî, el-Kebîr,
XVII. 173.
*Prof. Dr.
39Ocak 201238
EdebiyatMusa TEKTAŞ
Bir Müslüman’ın, Rabbine, ken-disine, ailesine, yakın çevresine ve içinde yaşadığı topluma kar-şı sorumlulukları vardır. Müslüman’ın diğer in-
sanlarla sevgi ve saygıya dayalı ilişkiler kuran
bir şahsiyete sahip olması için gerekli hususlar
Kur’ân ve sünnette açıkça belirtilmiş, büyükleri-
mizin hayatında yaşanarak örnek gösterilmiştir.
«Müslüman şahsiyeti» eşsiz ve örnek insan tipi-
dir. Kur’ân ve sünne-
tin ortaya koyduğu bu
değerlerle donanan bir
Müslüman, toplum içinde
üstün özelliklere sahip birey
olarak seçkin bir konuma yük-
selmiş olur.
Şahsiyetiyle ve duruşuyla müm-
taz bir kişiliğe sahip olan “Altın
Silsile”den Cafer-i Sâdık Hazretleri ha-
yatının her safhasını itimat üzere yaşa-
mıştır. 17 Rebîulevvel 80/23 Mayıs 699
tarihinde Medine’de dünyaya gelen Cafer-i
Sâdık (k.s.), Muhammed Bâkır (ö.114/733)’ın
büyük oğludur. Künyesi Ebû Abdillah, lakabı Es-
Sâdık’tır. O, sözlerinin doğruluğu ve hiçbir za-
man yalan söylemediği için Sâdık lakabını almış-
tır.1 Onun soyu baba tarafından Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e, anne tarafından Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e
dayanır.2 İlimle meşgul olan Cafer-i Sâdık, ortaya
koyduğu görüşleriyle fıkıh, hadis ve kelâm alanla-
rında önemli bir yere sahiptir.
İkinci Abbasî halifesi Ebû Cafer Mansur’un
kendisini sık sık ziyaret ettiği ve fikirlerine baş-
vurduğu rivayet edilmektedir. Nakledildiğine
göre, bir gün Halife Mansur’un yüzüne bir sinek
konar. Halife Mansur, her ne kadar sineği kovar-
sa da onu uzaklaştırmaya muvaffak olamaz. O sı-
rada Cafer-i Sâdık Halife’nin yanına gelir. Hali-
fe Mansur: “Allah (c.c.)’ın sineği yaratmasındaki
hikmet nedir?” diye sorunca, Cafer-i Sâdık: “Za-
limlere ve kendine güvenenlere, bir sineğe bile
güç yetiremediklerini göstermektir.” cevabını ve-
rir.3
Cafer-i Sâdık, 25 Şevval 148/16 Aralık 765 ta-
rihinde, Medine’de vefat etmiş ve Bâki’ mezarlığı-
na defnedilmiştir.4
Sâdıkane Öğütler
Cafer-i Sâdık, ahireti; “İlâhî adaletin gereği bir
başka yaşayışın yaratılması” olarak tanımlar. Ona
göre, kıyamet gününde kimin iyilikleri kötülüle-
rinden çoksa o cennete girer, şirk olmaksızın ki-
min iyilik ve kötülükleri eşitse kolay bir hesapla
hesaba çekilir, kimin de günahı çoksa ve e�