+ All Categories
Home > Documents > OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYECİLİĞİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/26514/10024437.pdf ·...

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYECİLİĞİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/26514/10024437.pdf ·...

Date post: 27-Dec-2019
Category:
Upload: others
View: 8 times
Download: 0 times
Share this document with a friend
83
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYECİLİĞİ Yüksek Lisans Tezi Sidar GÖKÇEHAN Ankara 2013
Transcript

i

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYECİLİĞİ

Yüksek Lisans Tezi

Sidar GÖKÇEHAN

Ankara 2013

ii

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYECİLİĞİ

Yüksek Lisans Tezi

Sidar GÖKÇEHAN

Tez Danışmanı Prof. Dr. Nesrin KARACA

Ankara 2013

iii

i

ÖN SÖZ

Bu yüksek lisans çalışmasında, günümüz Türk edebiyatının hikâye türünde

önemli yazarlarından Osman Çeviksoy’un hikâyeciliği incelenmiştir. Bu inceleme,

Osman Çeviksoy’un hikâyeciliği üzerine yapılan ilk yüksek lisans tezi çalışmasıdır.

Çalışma konusu belirlendikten sonra kaynak taraması yapılmış; Çeviksoy’un

1982 yılından bu yana yayımlanmış bütün hikâye kitapları (10 adet) okunup

irdelenmiştir. Ayrıca yazar ve eserleri üzerine yazılan yazılar, yazarla yapılan

söyleşiler incelenmiştir.

İnceleme safhasında, yöntem olarak Prof. Dr. Nurullah Çetin’in Roman

Çözümleme Yöntemi kitabında ortaya koyduğu roman inceleme yöntemi Osman

Çeviksoy’un hikâyelerine uygulanmıştır.

Yöntemin aşamaları izlenerek Osman Çeviksoy’un hikâyeleri; anlatıcı, konu,

zaman, mekân açısından ele alınmıştır. Elde edilen veriler; ayrıntılı olarak ilgili

bölümlerde, ana hatlarıyla da sonuç bölümünde sunulmuştur.

Çalışmanın Giriş bölümünde, Türk hikâyeciliğinin gelişim safhaları üzerinde

durulmuş, Tanzimat’tan günümüze kadar Türk hikâyeciliğinin gelişimi anahatlarıyla

ele alınmıştır.

Tez, üç bölüm hâlinde düzenlenmiştir. İlk bölümde Osman Çeviksoy’un

hayatı ve eserleri üzerinde durulmuş, çalışmanın en hacimli kısmı olan ikinci

bölümde yazarın hikâyelerindeki kurgusal yapı ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise

Çeviksoy’un hikâyeleri üzerine kısa bir dil ve üslûp incelemesi yapılmıştır.

Çalışmam boyunca yönlendirmeleriyle beni destekleyen tez danışmanım Prof.

Dr. Nesrin KARACA’ya; eserlerinden ve değerli fikirlerinden istifade ettiğim hocam

ii

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN’e ve eserlerinden faydalandığım bilim insanlarına

teşekkürü bir borç bilirim.

Sidar GÖKÇEHAN

Mayıs 2013

Ankara

iii

İÇİNDEKİLER

ÖN SÖZ ........................................................................................................................ i

İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... iii

KISALTMALAR ...................................................................................................... vi

GİRİŞ .......................................................................................................................... 1

І. BÖLÜM

HAYATI VE ESERLERİ

1. HAYATI .................................................................................................................. 5

2. OSMAN ÇEVİKSOY’UN EDEBİ KİŞİLİĞİNİ OLUŞTURAN ZEMİN ........ 8

3. ESERLERİ ........................................................................................................... 10

II. BÖLÜM

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNDE KURGUSAL YAPI

1. OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYE TÜRÜNE YAKLAŞIMI ........................ 13

2. OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNDE KONULAR . ........................ 15

2.1. MUHAFAZAKÂRLIK ..................................................................................... 15

2.2. ANADOLU ........................................................................................................ 20

2.3. KADIN. .............................................................................................................. 23

2.4. MANKURTLAŞMA. ........................................................................................ 26

2.5. GÖÇ. ................................................................................................................... 30

2.6. EĞİTİM ............................................................................................................. 33

3. MEKÂN ............................................................................................................... 35

4. ZAMAN. ............................................................................................................... .36

iv

5. ANLATICI . .......................................................................................................... 38

5.1. GÖZLEMCİ ANLATICI ................................................................................ 38

5.1.1. ÖZNEL TUTUMLU GÖZLEMCİ ANLATICI. ......................................... 39

5.1.2. TANRISAL KONUMLU GÖZLEMCİ ANLATICI. ................................. 40

5.2. ÖZNE ANLATICI. ........................................................................................... 43

5.3. ÇOĞUL ANLATICI . ....................................................................................... 45

III. BÖLÜM

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNDE KİŞİLİĞİNDEN İZLER ......... 48

IV. BÖLÜM

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNDE DİL VE ÜSLUP ...................... 51

V. BÖLÜM

MÜLÂKAT ............................................................................................................... 54

SONUÇ ..................................................................................................................... 63

OSMAN ÇEVİKSOY HİKÂYELERİNİN BAŞLICA KONULARINA

GÖRE DAĞILIMI ................................................................................................... 65

KAYNAKÇA ............................................................................................................ 68

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYE KİTAPLARI .............................................. 68

OSMAN ÇEVİKSOY İLE YAPILAN MÜLÂKATLAR ..................................... 68

YARARLANILAN KAYNAKLAR ........................................................................ 68

ÖZET ......................................................................................................................... 73

ABSTRACT .............................................................................................................. 74

v

KISALTMALAR DİZİNİ

bkz. : Bakınız

BY : Beyaz Yürüyüş

TY : Tutuklu Yürek

AY : Ağlamak Yasak

DÖY : Duvarın Öte Yanı

KYGÜ : Kar Yağar Gül Üstüne

DGE : Derdimi Gül Eyledim

GHK : Geriye Hüzün Kalır

SSA : Sana Seni Anlatmak

AYD : Aklıma Yıldız Düştü

KSG : Karanlıkta Ses Gibi

1

GİRİŞ

Arapçadan dilimize geçen “hikâye”nin Arap edebiyatında ilk zamanlar, “bir

olayın anlatımı”ndan ziyade “taklit” manasında kullanıldığı, daha sonraları “nakil ve

tekrar” anlamıyla yaygınlaşarak bugünkü ifadesiyle yerleştiği kaynaklarda

belirtilmektedir (aktaran Kavruk 1998: 1). “Bir edebiyat terimi olarak en geniş

anlamıyla hikâye “bir olayın anlatımı”dır (Kavruk 1998:2). Bizim bu çalışmada

“hikâye”den kastımız, “şahıs, zaman ve mekâna bağlı olarak, gerçekleştiği hayal

edilmiş, gerçekleşmiş veya gerçekleşebileceği düşünülmüş olayların bir vak’a

etrafında kurgulanarak anlatılması” (İslam 1996: 11) olarak tarif edebileceğimiz

edebi türdür. “Ancak bu tanım daha çok, Maupassant (Guy de Maupassant) tarzı

dediğimiz klasik hikâye için geçerlidir. Çehov tarzı (Anton Pavloviç Çehov) da

denilen modern hikâyede ise olaydan çok insanın belli bir zaman dilimindeki durumu

ön plana çıkarılır” (Macit- Soldan 2004: 112).

Bugün anladığımız manasıyla olmasa da “hikâye”nin edebiyatımızdaki

geçmişi çok öncelere tarihlenir:

“Türk edebiyatında öykü, öteden beri zengin bir anlatı geleneğine dayanır.

Yalnızca Batılı (çağdaş) anlamda ilk öykü örneklerinin yazıldığı Tanzimat

döneminden değil, Türk anlatı geleneğinin yazılı ve sözlü kaynaklarından da

beslenmiştir. Öykünün kaynaklarını yazılı edebiyatın başlangıcına götürenler,

edebiyatımızda öykünün birikiminin ne denli eski ve zengin olduğunu anlatır. […]

tam bu arada, Dede Korkut Kitabı’nın hem konusu ve içeriği, hem de anlatım

biçimleri bakımından öykücülüğümüze bir temel oluşturduğu söylenebilir” (Gümüş

2010: 17).

2

“Edebi nesrin ifade sahası olan tahkiye; mitoloji, destan, masal, menkıbe,

fabl, lâtife, kıssa, hikmet, rivayet, meddah hikâyesi, âşık hikâyesi ve benzeri

kalıplardan geçerek bugün anladığımız manadaki uzun ve kısa hikâye tarzını

bulmuştur” (İslam 1996: 11). Modern hikâye öncesi bu dönem, Klasik Türk

Hikâyeciliği/Geleneksel Tahkiye olarak adlandırılmaktadır. “Klasik Türk hikâyeciliği

genel olarak yapısı kurgusu, tekniği, özellikleri ve anlayışı bakımından 1896’lı

yıllara kadar Tanzimat dönemi Türk hikâyesi üzerindeki etkisini büyük ölçüde

devam ettirmiştir” (Çetin 2007: 64). Ancak, “köklü bir geçmişi ve müstesna eserleri

olmasına rağmen, bugün anladığımız manâdaki Türk hikâyesinin geleneksel

tahkiyenin bir devamı olduğunu söylemek oldukça zordur” (İslam 1996: 12). Çünkü

“İnsandaki ahlak ve fazilet değerlerini geliştirerek yiğitlik ve güzellik hislerini

kuvvetlendirmeyi amaç edinen geleneksel tahkiyemizde bu bakımdan şahıs ve mekân

tasvirlerine, zaman unsuruna, ferdin iç ve dış çatışmalarına yer verilmez” (İslam

1996: 11).

Türk edebiyatında tahkiye geleneğini açıklarken klasik edebiyatımızın

mesnevi türünden bahsetmek de şarttır.

“Kökeni Arap edebiyatına dayanan mesnevî nazım şekli, daha sonra hem

Türk hem de İran edebiyatında kullanılmıştır. Türklerin, Uygurlar döneminde

temelini atıp şiirlerinde kullandıklarını ve ‘aa, bb, cc’ şeklinde kafiyelendirdikleri

şiir yapısıyla, İslamiyet’le müşerref olduktan sonra Arap edebiyatında gördükleri

mesnevî formu arasındaki paralellikten dolayı, bu tarz şiiri hiç yabancılık çekmeden

kullanmışlar, hatta daha da geliştirip olgunlaştırararak tam bir sentez

oluşturmuşlardır. […]

3

Klasik edebiyatımızda çok kullanılan mesnevî nazım şekliyle kısa

mesnevîlerin yanında, beyit sayıları binlere ulaşan tarihler, ilmî ve kültürel eserler,

uzun aşk hikâyeleri, şehr-engîzler, sûr-nâmeler, öğretici dinî, ahlâkî ve tasavvufî

konular, sergüzeşt-nâmeler vd. yazılmıştır” (Kartal 2013: 14-15).

“Eski edebiyatımızda bir hikâye çeşidi vardı. Bu hikâye, Tanzimat’tan sonra

devam ettiği gibi, Batı eserlerini taklit ederek oluşmaya başlayan yeni biçim

hikâyelerde de onların bazı karakterleri devam etmiştir.” (Özön 2009: 47).

Mustafa Nihat Özön, bahsini etmiş olduğu eski hikâyeleri 5 başlık altında

toplamaktadır:

1. Klasik edebiyatımızın manzum hikâyeleri

2. Aynı edebiyatın mensur hikâyeleri

3. Halk arasında yazılışından okunan hikâyeler

4. Halk arasında ağızdan ağza aktarılan hikâyeler

5. Zümrelerin kendi amaçlarına uygun şekle soktukları hikâyeler. (2009:47)

Tanzimatla beraber edebiyatımıza giren birçok tür gibi hikâye de Türk

edebiyatına tercüme yoluyla girmiştir:

“Hikâye nevinin başlaması daha sonra ve yine tercüme iledir. Türkçeye

nakledilen ilk Avrupaî hikâyenin Yusuf Kâmil Paşa’nın “Telemaque” tercümesi

olduğunu […] gördük. Bu eserin tabı 1862’dir” (Tanpınar 2003: 285). Tercüme

dönemi zamanla yerini telif eserlere bırakır. “Garp hikâyeleri tarzında eserler ise

1870’de Ahmed Midhat Efendi’nin neşrettiği “Kıssadan Hisse” ve Letâif-i

Rivâyat”ın ilk beş cüz’ü ile başlar. 1873’te başlayıp 1875’te biten Emin Nihad

Bey’in “Müsâmeretnâme”si ikinci teşebbüstür“ (Tanpınar 2003: 286).

4

Edebiyatımızın bu ilk modern hikâyeleri, gelenekten beslenmeleri ve öğretici

nitelikleri ile öne çıksalar da zaman içerisinde unutulmuşlardır:

“Midhat Efendi’nin bütün eserlerinde görülen halk hikâyeciliği; meddah

geleneğinden gelen unsurlar, onun batı edebiyatından aldıklarıyla da birleşerek

eğitme ve eğlendirme amacı bu eserlerinden itibaren görülür ve sanat kaygusunun

yerini alan öğretme amacı, bu eserlerin zamanla unutulmalarının en önemli

sebebidir.” (Enginün 2006: 183).

Tanzimatla birlikte artık Türk hikâyeciliği yeni bir istikamete girmiştir. Bu

istikamet, hikâyeciliğimizin yönünü geleneksel Türk hikâyeciliğinden ayırmıştır. Bu

ayrımın temelinde gerçeklik unsuru yer almaktadır: “1870 ve onu takip eden yıllarda

başlayan ilk yerli hikâye/roman denemelerini öncekilerden ayıran en önemli fark

muhayyileden çok gerçeğe, yani bu türün en ilkel tariflerindeki unsurlardan

‘vakaların olabilirliği’ne dayanmasıdır” (Okay 2010: 100).

1839 sonrası edebiyatımıza yerleşen batılı anlamdaki hikâye türü,

Cumhuriyet döneminden sonra Türk edebiyatındaki yerini sağlamlaştırmış ve

edebiyatımız, modern Türk hikâyesi kulvarında birbirlerinden çok farklı tarzda

yazan, çok farklı konuları işleyen yazarlar yetiştirmiştir.

5

I. BÖLÜM

HAYATI VE ESERLERİ

1.1. HAYATI

Roman denemeleri olsa da, daha çok HİKÂYEci kimliği ile öne çıkan

günümüz yazarlarından Osman Çeviksoy’un doğum tarihi kaynaklarda 1951 yılı

olarak gösterilmektedir. Ancak, resmî belgedeki bu tarihin doğru olmadığını yazarın

kendi ağzından öğrenmekteyiz:

“Nüfus cüzdanımda ‘03 Ocak 1951’ yazılı. Annemin anlattıklarına bakınca

ocak ayının başlarında doğduğum kesin, ancak ayın kaçıncı günü doğduğum tam

olarak bilinmiyor; üçü de beşi de yedisi de olabilirmiş. Doğduğum yıl, tartışmasız

1952. Bir yıl sonra dünyaya gelen amcamın oğluyla benim nüfusa kaydım aynı gün

amcam tarafından yaptırılmış. Amcam, iki yıllık askerlik süresini göz önüne alarak

“Evden iki kişi birden askere gitmesin.” diye beni bir yaş büyük yazdırarak oğluyla

aramdaki yaş farkını birden ikiye çıkarmış. O zamanlar böyle şeyler oluyormuş. Yine

de ben nüfus cüzdanımdaki beni bir yaş büyük gösteren tarihi benimsedim. ”

(Osman Çeviksoy ile Yapılan 17.02.2013 Tarihli Mülâkat’tan).

İlköğrenimini doğum yeri olan Çorum’un Feruz Köyü’nde tamamlayan yazar,

ortaöğrenimi için Çorum şehir merkezine gelmek durumunda kalır. Bu, Osman

Çeviksoy’un şehre ilk gelişi olmasa da şehir hayatına adım atışıdır. O tarihe kadar bir

köy çocuğu olarak neredeyse bütün köy işleri ile meşgul olmuştur:

“Bizim çocukluğumuzda köy demek iş demekti. Okul kapanır kapanmaz

hayvan otlatmaya başlardık. Orak başlayınca tarlaya yemek götürür, su taşırdık,

tırmık çekerdik, yığın yığmaya gücümüz yetmezdi, desteleri birleştirirdik. Harman

6

zamanı döven sürmek başlıca işimizdi.” (Osman Çeviksoy ile Yapılan 17.02.2013

Tarihli Mülâkat’tan).

1968’de Eti Ortaokulu’ndan mezun olmuştur. Yayımlanmış olan ilk hikâyesi

de bu tarihe rastlar. Bir yazısının gazetede basılmış olması, ondaki yazma hevesini

kamçılamıştır:

Ortaokulu bitirdiğim 1968 yılının yazında, şiirim Bab-ı Âli’de Sabah

gazetesinin “Halk Kürsüsü” bölümünde çıkmış, hikâyem (uzuncaydı) Çorum Ekspres

gazetesinin ikinci sayfasında tefrika edilmişti. Yazdıklarımın bir yerlerde

yayınlanması benim yazma hevesimi daha da artırdı. (Osman Çeviksoy ile Yapılan

17.02.2013 Tarihli Mülâkat’tan).

Yazar, 1971’de Çorum İlköğretmen Okulu’ndan mezun olmuştur. Bu tarihten

sonra, önce yurdumuzun güneydoğu ucunda, Hakkâri’de, daha sonra da Kırıkkale ve

Ankara’da ilkokul öğretmenliği yapmıştır. Bu yıllarda bir yandan da yüksek

öğrenimine devam eden Çeviksoy, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe

Bölümü’nden 1979’da mezun olmuştur.

1982 yılında Çeviksoy’un hayatında “Almanya” dönemi başlamıştır. Türk

işçilerinin çocuklarına Türkçe ve Türk Kültürü Dersleri Öğretmenliği yaptığı bu

süreç, beş yıl sürmüştür. Bu yıllarda hikâyelerine sıkça konu edeceği “yurtdışına

göç” olgusu ile tanışmıştır. Ekonomik kaygılarla Almanya başta olmak üzere çeşitli

Avrupa ülkelerine giden Anadolu insanını yakından inceleme fırsatını bulmuştur.

Osman Çeviksoy, 1987 yılında yurda döndüğünde öğretmenlik mesleğine

Ankara Tevfik İleri (Anadolu) İmam Hatip Lisesi’nde –bu kez Türk Dili ve

Edebiyatı Öğretmeni olarak devam etmiştir. Yazar, 1988 yılında Gazi Üniversitesi

7

Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü bitirerek

ikinci bir yüksek öğrenim diploması daha almıştır.

1990-1995 yılları arasında Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı bünyesinde

oluşturulan Türk Dili ve edebiyatı program hazırlama ve kitap inceleme

komisyonlarında çalışan Çeviksoy, bu vesileyle öğretmenlik hayatına beş yıllık bir

ara vermiştir. 1995 yılında yeniden Tevfik İleri İmam Hatip Lisesi’ndeki görevine

dönen yazar, 2004 yılında uzun yıllar çalışmış olduğu bu okuldan ayrılmış ve

öğretmenlik hayatının son durağı olan Ankara Hasan Âli Yücel Anadolu Öğretmen

Lisesi’nde mesleğine devam etmiştir. Osman Çeviksoy’un 35 yıllık öğretmenlik

hayatı 2006 yılında emekli olmasıyla sona ermiştir.

Yazar, emekli olduktan sonra kültür ve edebiyat faaliyetlerine daha çok

zaman ayırmaya başlamıştır. Hikâye ve diğer türlerde eserler sunmaya devam eden

Çeviksoy, bir yandan da yazarlık eğitimi vermektedir:

“Emeklilikle birlikte kültür sanat faaliyetlerine daha çok zaman ayırma

imkânına kavuştum. İki yıldır Avrasya Yazarlar Birliğinin açtığı yazar yetiştirme

kurslarının “Hikâye Atölyesi” çalışmalarını yürütüyorum. Türk dünyasının ortak

dergisi olma özelliğini her ay biraz daha hak eden, aylık “Kardeş Kalemler”

dergisine yazı kurulu üyesi ve yazar olarak katkıda bulunuyorum”

(www.edebiyatufku.com internet sayfasında yayımlanan 25.10.2011 tarihli

röportajdan)

8

1.2. OSMAN ÇEVİKSOY’UN EDEBÎ KİŞİLİĞİNİ OLUŞTURAN

ZEMİN

Her insan, içinde yaşadığı toplumun bir ürünüdür. Bu durum, -belki de

herkesten fazla- yazarlar ve şairler için de geçerlidir. Osman Çeviksoy’un edebî

kişiliğini ve hikâyelerinde ele aldığı konuları ve hikâyeciliğinin gelişim safhalarını

incelerken bu durumu göz ardı etmemek gerekir.

Osman Çeviksoy, 1951 yılında Orta Anadolu’muzun Çorum şehrine bağlı bir

köyde doğmuştur. Beş yıllık ilkokul tahsilini köyünde yaptıktan sonra, Çorum kent

merkezine gelerek eğitimine burada devam etmiştir. Çorum İlköğretmen Okulu’ndan

mezun olduğunda, takvimler 1971 yılını göstermektedir. Yani, yaşamının ilk yılları

köyünde ve bu köyün bağlı bulunduğu küçük bir Orta Anadolu şehrinde geçmiştir.

Dolayısıyla, yazarın çocukluk ve gençlik yılları Feruz köyü ve Çorum iliyle sınırlıdır.

İlk kitabı Beyaz Yürüyüş’ten başlayarak 2011 yılında yayımlamış olduğu son kitabı

Karanlıkta Ses Gibi’ye varana kadar bütün hikâye kitaplarında Anadolu’nun,

Anadolu insanının, köy hayatının, kırsala özgü kültürümüzün oldukça yoğun olarak

yer alması bu bakımdan son derece doğal görülmelidir.

Osman Çeviksoy, çocukluk ve gençlik dönemlerinde yalnız eğitimiyle

meşgul olmamıştır. İlkokulu bitirene kadar köy illerinde ailesinin yardımına koşan

yazar, ortaokul yıllarından sonra yaza tatillerini şehirlerde çeşitli işlerde çalışarak

değerlendirmiştir. Şüphesiz ki, bu durum onun hayat denen mücadeleyi öğrenmesini,

farklı meslek gruplarından çok sayıda insan ile tanışmasını sağlamış; aynı zamanda

da ona sınırsız bir gözlem imkânı sunmuştur:

“İlkokulu bitirinceye kadar çok uzak olmamasına rağmen şehre (Çorum’a)

iki kez gidebildim. İlkini pek hatırlamıyorum, ikincisinde ilkokul diplomam için

9

fotoğraf çektirmeye gitmiştim. Üçüncü gidişimde ortaokula kayıt yaptırdım, bir

anlamda şehirli oldum. Yaz tatillerinde bile şehirde kaldım. İlkokul öğretmeni olup

da atamam yapılıncaya kadar her yaz tatilinde para kazanmak için farklı işlerde

çalıştım. Çocuk çizmesi imal eden lastik fabrikasında, kiremit ocaklarında, ekmek

fırınında çalıştım. Pazarda sebze sattım.” (Osman Çeviksoy ile Yapılan 17.02.2013.

Tarihli Mülâkat’tan).

Osman Çeviksoy’un 20’li yaşları, Türkiye’nin siyasî çalkantılar ve anarşi ile

dolu 70’li yıllara rastlamaktadır. Bu yılları Hakkâri, Kırıkkale, Ankara gibi şehirlerde

öğretmenlik yaparak geçirmiştir. Yüksek öğrenimini, Türk toplumunu ve siyasetini

derinden etkileyen 1980 darbesinden yalnız bir yıl önce Ankara Gazi Eğitim

Enstitüsü’nden mezun olarak tamamlamıştır. Yazarın politik konulara, siyasî

ideolojilere hikâyelerinde pek yer vermeyişi yadırganabilir. Türkiye’yi kasıp kavuran

anarşi ortamının bir edebiyatçıyı etkilememesi düşünülemez. Yalnız, bu durum,

Çeviksoy’un hikâyelerinde ideolojik çığırtkanlıklara yol açmamıştır. O, siyasî

ideolojilerden çok sosyolojik değişimlerin üzerine yoğunlaşmıştır:

“Aile hayatındaki değişim, çözülme, dağılma; kuşaklar arası çatışma; geçim

derdi, hastalık, vatan sevgisi, aşk… Hemen her konuda yazdım ve yazmaya da devam

ediyorum. İnsan yazarken biraz da sosyolog olmalı değil mi?” (Eyvaz Zeynalov,

Osman Çeviksoy Mülâkatı, Kardeş Kalemler Dergisi sayı:48, Aralık 2010).

Yazarın hayatındaki en önemli kırılma noktası, Almanya’daki Türk

çocuklarına öğretmenlik yapmak üzere beş yıl süreyle yurtdışına çıkmasıdır.

1960’lardan sonra Türkiye’den Almanya’ya giden on binlerce işçi ailesinin

Almanya’ya uyum sağlama süreçlerini, bu süreçte yaşadıkları zorlukları, uyum

sağlamak isterken millî kültürlerinden kopuşlarını, iki arada bir derede kalışlarını

10

yerinde görme fırsatı bulmuştur. Bu süre zarfındaki tecrübe ve gözlemleri

hikâyeciliğinde yeni bir dönem başlatmıştır. Artık Anadolu kadar, Anadolu’da

yaşayan insanımız kadar; gurbetteki insanımız da Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde

yer almaya başlamıştır. Almanya’da kaldığı beş yıl içinde (1982-1987) ve sonrasında

Almanya hikâyeleri yazmaktan hiç vazgeçmemiştir. Yalnız, Almanya’daki

gurbetçilerimizi değil, Almanya’nın yerli halkını da gözlemlemek imkânı yakalayan

Çeviksoy, Duvarın Öte Yanı, Derdimi Gül Eyledim gibi hikâyelerinde Alman

toplumunun problemlerini, açmazlarını, bunalımlarını çarpıcı biçimde gözler önüne

sermiştir.

Yazarın Türkiye’ye dönmesiyle birlikte, hikâyelerindeki “gurbet” arka planı,

yerini ağırlıklı olarak tekrar köyden şehre göçen orta halli ailelerin yaşamlarına ve

yeniden Anadolu gerçeklerine bırakmıştır. Çeviksoy’un son hikâye kitabı Karanlıkta

Ses Gibi’de Almanya içerikli hikâyelerin azlığı dikkat çekicidir.

Buradan hareketle, Osman Çeviksoy’un hikâyeciliği üç döneme ayrılabilir.

İlk dönem hikâyelerinde daha çok Anadolu’yu, ikinci dönem hikâyelerinde gurbeti,

son dönem hikâyelerinde ise Anadolu’yu ve orta halli şehir insanını anlattığı

sonucuna varmak mümkündür.

1.3. ESERLERİ

Hikâye Kitapları:

1. Beyaz Yürüyüş (1982): 1981 yılı Kültür Bakanlığı “Atatürk’ün

Doğumunun 100.Yılı” yarışmalarında Öykü Dalında Birincilik Ödülü.

2. Tutuklu Yürek (1982)

3. Ağlamak Yasak (1984)

11

4. Duvarın Öte Yanı (1985): Türkiye Yazarlar Birliği 1985 yılı “Yılın

Hikâyecisi” Ödülü.

5. Kar Yağar Gül Üstüne (1986)

6. Derdimi Gül Eyledim (1989)

7. Geriye Hüzün Kalır (1990)

8. Sana Seni Anlatmak (1994): Milli Eğitim Bakanlığı İkincilik Ödülü.

9. Aklıma Yıldız Düştü (2011) İLESAM 2011 yılı hikâye ödülü.

10. Karanlıkta Ses Gibi (2011)

Romanları:

1. Başıma Dağlar Düştü (1994)

2. Ömrümüz Gurbet (2008)

İlk Gençlik Hikâye Kitapları:

1. Büyüyorsun Yavrucuğum (2004)

2. Bir Çağ Masalı (2004)

3. Babalar Oğullar (2004)

4. Sarı Mantolu Kız (2004)

Ders Kitapları:

1. Liseler İçin, Türk Dili ve Edebiyatı, Edebiyat 1, 2, 3. (Ethem BARAN ile

Birlikte)

2. Liseler İçin, Türk Dili ve Edebiyatı, Kompozisyon 1,2,3. (Ethem BARAN

ile Birlikte)

12

3. Liseler İçin, Türk Dili ve Edebiyatı, Edebi Metinler 1, 2. (Ethem BARAN

ile Birlikte)

Radyo Oyunu:

1. Kartal Yuvası (1992).

13

II. BÖLÜM

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNDE KURGUSAL YAPI

1. OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYE TÜRÜNE YAKLAŞIMI

Osman Çeviksoy, hikâyelerinin konularını çoğunlukla gerçek hayattan alır.

Onun eserlerinde ütopik mekânlara, hayal ürünü olaylara tesadüf edilmez. Hikâyeleri

okuyanın damağında bir bakıma “hayatın ta kendisi” tadı bırakır. Buna bağlı olarak,

hikâyelerine kahraman olarak seçmiş olduğu kişiler de gündelik hayatın içinden,

sıradan insanlardır:

“[…]hikâye kişilerimin çoğu günlük hayatın içinden alınmış, canlı, yaşayan,

gerçek kişilerdir. Ancak bunlar sıradan, kişiler değil, seçilmiş kişilerdir. Mutlaka bir

yönleriyle, bir özellikleriyle; bir güzellikleriyle, bir duruşlarıyla, ilgimi çekmiş, beni

adeta sarsmış, hikâye kahramanlarım olmaya hak kazanmış kişilerdir. Bunlar

gecelerimi, uykularımı; hatta rüyalarımı çalmaya hak kazanmış kişilerdir.” (Eyvaz

Zeynalov, Osman Çeviksoy Mülâkatı, Kardeş Kalemler Dergisi sayı:48, Aralık

2010).

Osman Çeviksoy, hikâyeyi kurgulama aşamasına büyük önem vermektedir.

Deli Fahri Yahut Yumuk Gözlü Adam gibi farklı anlatıcıların ağzından sunulan farklı

olaylar dahi birbirini tamamlayıcı, hikâyede verilmek istenen mesajı kuvvetlendirici

etkiye sahiptir. Yazarın hikâyelerinin kurgusu oldukça sağlamdır. O, bu konuya

verdiği önemi şu sözlerle ifade etmiştir:

“Benim için kurgu, ayıklama, ekleme, sıralamadır. Buna kısaca planlama da

diyebiliriz. Ben, ister yaşanmış olsun, ister tasarlanmış olsun her olayı ya da durumu

yazmaya başlamadan önce mutlaka kurgularım. Bunu, bazen zihnimde, çoğu zaman

14

da kâğıt üzerinde yaparım. Yaşanmış olaylardan, durumlardan hareketle bir hikâye

yazacaksam, kurgulamaya daha çok ihtiyaç duyarım. Hatta kafamdaki kurguyu daha

da somutlaştırmak için taslak resimler çizerim. Gerçek hayattan aynen alınmış,

kurgulanmamış olay ve durumlardan güzel hikâye çıkmayacağına inanırım; çünkü

gerçek hayatta yaşananların inandırıcı olmaya ihtiyacı yoktur. (Eyvaz Zeynalov,

Osman Çeviksoy Mülâkatı, Kardeş Kalemler Dergisi sayı:48, Aralık 2010).

Farklı türlerde eserler vermiş olan Osman Çeviksoy’un üzerinde en çok

durduğu, en üretken olduğu saha, görüldüğü gibi “hikâye/ öykü”dür. Yazar, öykünün

kendisindeki karşılığını, niçin çoğunlukla öykü yazdığını ve nasıl yazdığını şu

şekilde ifade etmiştir:

“Öykünün bendeki karşılığını şu şekilde açıklayabilirim: İnsan olarak kimi

zamanlarımızı daha bir derinden, daha bir yoğunluklu yaşarız. Karşı çıktığımız,

kabullendiğimiz, gözyaşı döktüğümüz, kaçtığımız, sığındığımız, güvendiğimiz,

yanıldığımız, özlediğimiz, direndiğimiz, acı çektiğimiz, mutluluktan uçtuğumuz ya

da yapmamız gereken bir yığın iş varken hiçbir şey yapmadığımız zamanlar, rutin

yaşantımızın dışına çıkarak daha çok insanlaştığımız zamanlardır. Öykü türü, insanı

artılarıyla eksileriyle en yoğun olduğu zamanlarda yakalayıp yine yoğun bir

anlatımla dar hacimde sunabilen bir türdür. Bir başka söyleyişle öykü türünün

bendeki karşılığı, insanı insanda aramaya, bulmaya ve anlatmaya en uygun tür

olduğudur. İnsan gerçeğini yakalama ve yansıtma konusunda diğer türleri öykü

kadar şanslı görmüyorum. Bu, en azından benim için böyle…

Nasıl mı yazıyorum?

Genellikle öykülerimin konularını gerçek hayattan seçerim. Beni

etkileyen her şey; bir olay bir çift göz, bir tavır, bir değişim öykü konusu

15

olabilir. Ancak hemen sıcağı sıcağına yazamam. Konuyu haftalarca, aylarca

kafamda taşır, eklemeler, çıkarmalar yapar, nereden başlayacağıma, neleri hangi

sırayla nasıl anlatacağıma karar verir, öyküyü, kafamda tamamladıktan sonra oturur

yazarım. Yazıya dökme işi çok uzun sürmez, duruma göre üç beş gece yeterli olur.

Diğer yazarlar da böyle midir bilmiyorum, hemen her öyküde sonuca

yaklaşırken ‘Bu da istediğim gibi olmadı.’ duygusuna kapılırım. Olgunlaştırmaya

çalıştığım bir başka konu öne çıkar. Kimi zaman güçlükle yazar sonuca ulaştırırım

öyküyü, kimi zaman da verdiğim emeği hiç düşünmeden yırtar atarım. Yazılmış

öykü üzerinde çalışmayı sevmem. Belki bu sebepten tamamlamak üzereyken ve

tamamladıktan sonra yırtıp attığım öykülerin sayısı kitaplarımdakilerden kat kat

fazladır.

Dilin kullanımını, öykünün diğer öğelerinden daha çok önemsiyorum.

Türkçeyi eğip bükmeden, kırıp dökmeden güzel kullanmaya çalışıyorum. Dili güzel

kullanma yeteneğine sahip olunmadan iyi öyküler yazılamayacağına inanıyorum.

Öykülerimi sessizlikte, geceleri yazmayı tercih ediyorum.” (Hece 2000: 373-

374).

2. OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNDE KONULAR

2.1. MUHAFAZAKÂRLIK

Türk Dil Kurumunun Güncel Türkçe Sözlük’te “tutuculuk” şeklinde

açıkladığı muhafazakârlık, oldukça geniş bir kavramdır. Genel toplumsal algının

“muhafazakârlık” kavramını daha çok “dini değerlere bağlılık” olarak tanımladığını

söylemek yanlış sayılmaz. Ancak, bu kavramı böylesine dar bir çerçeveye hapsetmek

kesinlikle doğru değildir. Yrd. Doç. Dr. Hasan Hüseyin Akkaş, AKÜ Sosyal Bilimler

16

Dergisi’nde yayımlanan Muhafazakâr Siyasi Düşünce Kavramı Üzerine başlıklı

yazısında muhafazakâr düşünce yapısını “Muhafazakârlık; bireyden devlete tarihi

süreçte ve yaşanılan alışkanlıklarla devam eden geleneksel yapılar ve bu yapılardaki

hiyerarşik düzenin, modern demokratik toplum birimlerinin meşruluğunu sağlamak

için devam ettirilmesini savunur” (Akkaş 2001: 252 ) şeklinde tarif eder.

Osman Çeviksoy’un kullanmış olduğu konular içinde üzerinde en çok

durulması gereken, muhafazakârlıktır. Zira bu tema, sözü edilecek olan diğer

temaları da fazlasıyla etkileyen, onları biçimlendiren bir temadır. Sözgelimi, yazar

Anadolu insanının zihniyetini ortaya koyarken, onların hayata ve kadına bakış

açılarını yansıtırken de, doğal olarak yine muhafazakârlığın izleri kendini yoğun bir

biçimde hissettirmektedir.

Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde muhafazakârlık üç ayrı şekilde karşımıza

çıkmaktadır:

1. Dini Değerlere Bağlılık

2. Milli Değerlere Bağlılık

3. Geleneksel Yapıya Olan Bağlılık

Yukarıda sayılan maddelerden ilk ikisi Çeviksoy’un hikâyelerinde çoğu

zaman iç içe geçmiştir. Yani, yazar için dini değerler ile milli değerler birbirinden

ayrı iki kavram değil, birbirini tamamlayan, çoğu zaman bir arada bulunan iki

kavramdır. Osman Çeviksoy, sadece dini değerlere bağlanıp milliyeti göz ardı etmez

ya da yalnız soy milliyetçiliği yapıp dini değerleri dışlamaz. Nitekim Elke ve Teklif

hikâyelerinin ortak kahramanı, “Türk’e ve İslam’a yabancı” olarak gittiği

Almanya’da yaşadığı ve şahit olduğu olaylar neticesinde köklü bir değişim geçirir ve

“Müslüman - Türk” kimliğini hatırlar. Yazarın hikâyelerinde dini değerlere bağlılık

17

ve milliyetçilik kavramlarının adeta ayrılmaz bir bütün gibi bir arada bulunması, bizi

bu iki kavram için ayrı başlıklar açma fikrinden uzaklaştırmıştır. Muhafazakârlık adı

altında daha kapsayıcı bir başlık açılması uygun bulunmuştur.

Osman Çeviksoy’un milliyetçiliği, “etnik köken birliği”ne dayanan “etnik”

bir milliyetçilik değildir. Yazarın Derdimi Gül Eyledim kitabına adını veren

hikâyesinin başkahramanı Simone’nin sözleri bunun açık bir delilidir:

“Anlaştık. Evlenmeye karar verdik. Beni annesine, babasına, büyükannesine

gösterdi. Beğendiler. Müslüman olmaya, Türk olmaya hazır olduğumu ailesine de

söyledim. Sevindiler.” (DGE: 51).

Alıntılanan metinden anlaşılacağı gibi, Alman kızı Simone bir Türk genci ile

evlenmek istemektedir. Onunla evlenince yalnız Müslüman değil Türk de olacaktır.

Simone’nin Alman bir çiftin kızı olması, Türk olmasına engel değildir. Bu örnekten

de apaçık anlaşılmaktadır ki Çeviksoy için Türklük ile Müslümanlık ayrılmaz bir

bütündür. Türklüğün İslamiyet’ten ayrı düşünülemeyeceğini gözler önüne seren bir

başka hikâye de Türk’üm Doğruyum adını taşımaktadır:

“Türkiye’ye gittiğin zamanlar köyündeki, mahallendeki çocuklarla

anlaşamıyordun. Onlarla anlaşacak kadar Türkçe bilmiyordun. Suç senin değildi.

Alman bakıcı elinde büyümüştün. […] Bazen annen, bazen baban ağızlarından

‘cennet gibi’ filan sözler çıkarırlardı. Hemen Almanca sorardın. ‘Cennet nedir?’ Ne

onlar tam olarak açıklayabilirlerdi, ne sen anlayabilirdin. Bu yüzden cennet,

cehennem, günah, sevap gibi kavramlar sana oldukça saçma gelirdi” (AY:40).

Almanya’da Türk okuluna giden bir öğrencinin konu edildiği bu hikâyede,

söz konusu hikâye kahramanı bir Türk okulu öğretmeninin ağzından anlatılmaktadır.

Aslî kimliğine yabancı olarak büyüyen bu çocuk, yukarıdaki metin parçasından da

18

anlaşılacağı üzere, millî ve manevî kimliğinden kopuk büyütülmüştür. Öğretmeninin

amacı ona yalnız Türkçe konuşmayı öğretmek değil, aynı zamanda Türkçe yaşamayı

öğretmektir. İdealist öğretmen, onun sınıfa gelişi esnasında içinden şunları söyler:

“Ben Türkçe konuşup, Türkçe düşünüp, Türkçe gülüp Türkçe ağlamayı

bilmeyenler için geldim yavrum. […] Özür dilemene gerek yok. Başını dik tut yeter…

Hadi şimdi andımızı söyleyelim: Türk’üm, doğruyum…” (AY:42).

Çeviksoy’a göre Müslüman olunmadan Türk olunamaz:

Teklif’ten:

“Avrupa Hun Devleti’ni kuran Atilla’nın torunlarını bugün Türk sayabilir

miydik? Dün Türk’tüler… İslamiyetle şereflenemedikleri için Hristiyan Batı kültürü

içinde eriyip kaybolmuşlardı. Almanlar ısrarla ‘Hungarn’ deseler de, biz onları artık

Türk olarak kabul edemezdik… Meslektaşın buna benzer örneklerle Türklüğün

Müslümanlıktan ayrı düşünülemeyeceğini Özlüce anlattı.” (DÖY:50).

Muhafazakârlık, Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde yalnız dinî ve milli

değerlere sahip çıkma ile de sınırlı değildir. Yazarın gelenek ve göreneklere, örf ve

adetlere de son derece bağlı olduğu da şüphe kabul etmez bir gerçektir. Çorum’un bir

köyünde doğup hayata atılana kadar (eğitim hariç) köyünden çıkmamış bir Anadolu

insanı olan Çeviksoy, doğal olarak Anadolu’yu ve Anadolu insanını iyi tanımaktadır.

Onların değer yargılarını tam anlamıyla özümsemiştir. Bir köy düğünü öncesini

anlatan “Analar Neden Ağlar?” adlı hikâyesinde kendi yöresinde evlilik ve düğün

adetleri ile ilgili kesitler sunan yazar, mensubu olduğu topluluğun değer yargılarına

da ne kadar bağlı olduğu hissettirir. “İçeri babam giriyor. Hepimiz ayağa

kalkıyoruz.” (BY: 67), “Babalarımız yanımızda olmadığından sigara üstüne sigara

telliyoruz.” (BY: 67) alıntılarından da anlaşılacağı üzere, Çeviksoy hikâyelerinin

19

kahramanları, yalnız kendi insanının değer yargılarını bilmekle kalmamakta, bu

değer yargılarına sahip çıkmakta, uygulama konusunda da tereddüt

göstermemektedirler. Yine, Beyaz Yürüyüş kitabına adını veren hikâyede de iki aile

arasındaki anlaşmazlık, “büyüğe hürmet” neticesinde tatlılıkla sonuçlanmaktadır.

Dargın olmasına rağmen yaşça kendisinden büyük olmasından ötürü yolda atından

inip ata küskün olduğu komşusunu bindiren Fazlı’nın bu hareketi yüceltilmiştir.

Hikâyede geçen “Fazlı hiç söylemedi. Zaten büyüğü varken ona söz düşmezdi” (BY:

14) ifadesi de “yaşa hürmet” itikadının bir başka yansıması olarak karşımıza

çıkmaktadır.

Muhafazakârlık, maneviyatı maddiyatın üstünde tutmayı gerektirir.

Çeviksoy’un hikâyelerinde dünyevi şeylere değer vermenin beraberinde felaketi

getireceği, maneviyata önem vermeyenlerin kaçınılmaz olarak mutsuz olacakları

ifade edilmektedir:

“Bir büyük hedefiniz yoksa, “öte”ye doğru yürüdüğünüzün şuurunda

değilseniz, “öte”yi düşünmüyorsanız çabucak tükeniveriyorsunuz. Tükendik biz…

İnsan ömrünün dışına taşan arzularımız, istediklerimiz, hedeflerimiz olmadığı için

tükendik. Kendimizi aldattığımız için tükendik.” (BY: 61).

Muhafazakârlığın Osman Çeviksoy’un hikâyelerine sirayet eden bir diğer

getirisi ise “tevekkül”dür. Allah’a ve kadere teslimiyet, yazarın hikâyelerinin arka

planlarında sıkça rastladığımız bir unsurdur:

“Yüce Rabbimiz dilemedikçe kimse kimseyi öldüremez, dedi. Kendine sahip

ol, kaderine rıza göster ve sabret…” (SSA:82).

“Allah yazınca her şey oluyor” (SSA: 118).

“Allah’ın takdiri önemli, gerisi boş” (BY: 27)

20

2.2. ANADOLU

Osman Çeviksoy, çağdaş hikâye yazarları içerisinde Anadolu’yu en yakından

tanıyan, en iyi bilenlerden biridir. O; Anadolu’ya, Anadolu insanına bir aydın

gözüyle “dışarıdan” bakmaz, zaten hep Anadolu’nun içindedir. Eğitim ve iş hayatı

dolayısıyla yolu büyük şehre düşmüş olsa da Anadolu’dan kopmamış,

Anadoluluğundan bir şey kaybetmemiştir. Anadolu, Osman Çeviksoy’un

hikâyelerine iki şekilde tesir etmiştir:

1. Mekân Açısından (Arka Plan / Fon)

2. Zihniyet Açısından (İç Yapı / Öz)

İlk madde, yazarın hikâyelerinde mekân olarak Anadolu’ya sıkça yer

verdiğini, birçok hikâyesinin Anadolu’da, Anadolu köylerinde geçtiği anlamına

gelmektedir. Bu maddeye Anadolu’nun “dış yapıda / kabukta / yüzeysel kullanımı”

adı verilebilir. İkinci madde ise, Anadolu’nun “iç yapıya / öze ilişkin kullanımı”dır.

Başka bir deyişle, Anadolu; Osman Çeviksoy’un hikâyelerine yalnız “fon” olarak

değil, zihniyet açısından da etki etmiştir. Bu iki madde, hikâyelerden sunulacak

örneklerle daha iyi anlaşılacaktır.

Anadolu’nun Mekân Olarak Kullanımı:

Yazarın eserlerinde Anadolu ve köy hayatı karşımıza sıkça çıkmaktadır.

Çalışmamızda incelemeye tabi tuttuğumuz birçok hikâyede, olayların geçtiği yer,

Anadolu (özelde “Anadolu kırsalı”)’dur. Beyaz Yürüyüş, Analar Neden Ağlar?, Eller

ve daha birçok HİKÂYE, mekan olarak Anadolu’nun seçildiği hikâyelerdir.

Çeviksoy’un hikâyelerinde Anadolu, tüm canlılığıyla karşımızdadır:

21

“Gaz lambasını yaktı. Oturdu, lambanın başına, kavalını bir güzel sildi,

yağladı. Sonra naylona, kadifeye, çimento kâğıdına sardı, bağladı. Tavan merteğine

çaktığı iki İngiliz çivisinin üstüne yerleştirdi” (KSG: 36)

“Birlikte hayvan otlatmıştık, kağnıya acemi öküz alıştırmıştık, tarla

sürmüştük, ekin biçmiştik, harman aktarmıştık. Çalıştığı tarlaya yakın yerlerde kendi

hayvanlarımızın çobanlığını yaparken, arkadaşlarımla çelik çomak, birdirbir

oynarken, hoplayıp zıplarken kaybettiğim bütün cep çakılarımı o bulur, getirir, bana

geri verirdi.” (AYD: 9-10).

Alıntılanan metinlerde; gaz lambası, kaval, tavan merteği, tarla, kağnı, ekin

biçmek, çobanlık yapmak, hayvan otlatmak, harman aktarmak gibi kırsal yaşam

ögeleri ustalıkla kullanılmıştır.

Anadolu’nun Zihniyet Olarak Kullanımı:

Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde Anadolu, yalnız olayların geçmekte

olduğu bir sahne değildir. Olaylar kırsal kesimde geçsin ya da geçmesin,

Çeviksoy’un hikâyelerindeki kahramanların fikri yapıları, olaylara bakış açıları ve

verdikleri tepkiler Anadolu insanının zihniyeti ile örtüşmektedir. Olumlanan hikâye

kahramanlarının birçoğunun bu bahsedilen zihniyete sahip olduğu dikkati

çekmektedir.

“Kapı bir komşumsun, büyüğümsün. Ekmeğinizi yedim, suyunuzu içtim.

Çocuklukta az yumurta boyamadı Şerife teyzem. Anam bir yere giderken beni hep

Şerife teyzeme bırakırdı. Komşunun komşuda hakkı olmaz mı, üzerimde hakkınız çok.

Vicdanımı çiğneyip sürüp gidemedim. Gel bin şu ata, orda bir hana bağla, işin

bitince bin, geri dön.” dedi.” (BY: 11-12).

22

Alıntılanan metinde aralarında anlaşmazlığa düşerek birbirlerini şikayet

etmek üzere kasabaya giden biri ihtiyar, biri genç iki komşudan küçük olanı

aralarında husumet bulunmasına rağmen yaşça kendisinden büyük olan komşusuna

yolda atını vermek istemektedir. “Komşuluk hakkı, büyüğe hürmet” gibi manevi

değerler ışığında bakılması gereken bu durum, Anadolu insanının sahip olduğu değer

yargılarını ve bu değer yargılarının o insanların hayatlarını şekillendirmelerindeki

rolünü ortaya koyan, üzerinde önemle durulması gereken bir örnektir.

“Bunu Helga’ya nasıl anlatabilirdi ki? Helga için ‘zina’ kelimesinin karşılığı

olsa olsa “aşk” olabilirdi. ‘zina aşk değil, günahtır’ dese, Helga gülerdi; saçma

bulurdu. Fakat ille de bir şeyler söylemeliydi.

‘Ben evli bir erkeğim.’ dedi. ‘Bir de çocuğum var.’

Helga hiçbir şey anlamadı. Sözün sonunu bekliyordu. Fakat Emre’nin

söyleyeceği bu kadardı. Helga büyük bir hayretle sordu:

‘Bu kadar mı?’

‘Evet!’ dedi Emre. ‘Karıma ihanet edemezdim…’

Helga yirmi iki yıllık hayatının belki en büyük şaşkınlığı içindeydi. Açık mavi

gözlerini sonuna kadar açmış, hiç kıpırdamadan Emre’nin yüzüne bakıyordu. Ne

büyük saçmalıktı. Karısına, çocuğuna karşı hiçbir sorumluluğunu aksatmayacaktı

ki… Karısı, çocuğu duymayacaktı bile. Aptallıktı bu. Delilikti…” (DGE: 37).

Helga adlı hikâyeden alıntılanan yukarıdaki metinde yazar tarafından

olumlanan Emre ismindeki hikâye kahramanı, Anadolu’da yaşamamaktadır.

Hikâyede mekân olarak kullanılan yer, yurdumuzdan yüzlerce kilometre uzaktaki

Almanya’dır. Ancak hikâyenin başkahramanlarından Emre, zihniyet olarak bir

Anadolu insanı profili çizmektedir. Müslüman-Türk kimliğinin getirdiği, vatanı olan

23

Anadolu coğrafyasının şekillendirdiği manevî değerleri özümsemiştir. Bahsi geçen

değerler, Müslüman-Türk Anadolu insanının değerleridir. Helga’nın Emre’yi

anlamasını imkânsız hale getiren bu kültür dairesinden, değerler ortamından uzak bir

şekilde yetişmiş olması, kısaca farklı bir zihniyete sahip olmasıdır.

2.3. KADIN

Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde “kadın” ögesini anlamak için eserlerinden

alınan metin parçalarından hareketle farklı kadın tipleri / karakterleri ortaya koymak,

bu tip / karakterlerden hangilerinin olumlandığı, hangilerinin olumlanmadığına

bakmak gereklidir.

Daha önce de söz edildiği gibi; Osman Çeviksoy, milli ve manevî değerlere

bağlı bir yazardır. Onun hikâyelerinde olumlanan kadın tipler / karakterler de bu

durumun doğal sonucu olarak muhafazakârdırlar. Evlerine bağlı, sadık, sabırlı birer

eş; fedakâr, evlat sevgisi ile dolu birer anne profili çizmektedirler:

“Gelinim gerçekten helal süt emmiş, sabırlı, güzel huylu bir insandı…

Yerinde başka birisi olsa ipleri çoktan koparırdı. O dayandı. Bir gün karşımıza geçip

de oğlumuzdan şikâyet etmedi. Gizli gizli ağladı. Umutla kocasının dışarı hayatına

doyup evine bağlanacağı zamanı bekledi. Onu sevdiğini biliyorduk da, bu denli

sevdiğini doğrusu bilmiyorduk.” (SSA: 119)

“ Bir süre sessiz oturduktan sonra;

‘Anne!’ diyorum.

Gözüme bakıyor.

‘Yeter artık… Bu ikinci kız gelin edişin, alışmış olman gerek. Geride iki kız

daha var…’ diyecek oluyorum, ananemin ağlayan bakışları beni geçmişe sürüklüyor.

24

On üç yıl önce bir bayram tatili bitiminde beni şehre yolcu ederken hep ağladığından

şikâyet etmiştim de yine bu gözlerle yüzüme bakmış, ‘Beni şimdi anlayamazsın

yavrum’ demişti. ‘Ancak senin de yavruların olunca anlarsın…’ ” (BY:72).

Yazar, iç ve dış göç sonucunda Türk toplumunda meydana gelen sosyolojik

çöküntünün “kadın” üzerindeki etkisine de ustalıkla değinmiştir:

“ ‘Beyefendi!’ dedim. ‘Burada çocuk yetiştirmek şüphesiz zor…’ Ne de olsa

dili, dini, yaşayışı apayrı bir memleket. Allah bağışlasın iki kız yetiştirmişsiniz.

Onları çevrenin kötü tesirlerinden koruyabildiniz mi?

[…] ‘İyice anlayamadım Cahit Bey’ dedim. ‘Yani kızlarınız diledikleri veya

çevrede gördükleri her şeyi yapabilirler mi? Diyelim ki, erkek arkadaşları var,

geceleri onlarda kalmaları sizce normal midir? Eve dönmedikleri akşam nerede

kaldıklarını merak etmez misiniz?’

Yüzüme sertçe baktı.

‘Ne kadar da kalın kafalıymışsın!’ der gibi bir bakıştı bu. Öfkelenmiş, artık

patlama noktasına gelmişti.

‘Herkes kendinden, kendi ailesinden sorumludur Postacı.’ dedi. ‘Benim yahut

kızlarımın özel hayatı kimseyi ilgilendirmez. Başka işiniz yok mu sizin?’ ” (DGE:

44).

“Karavanın iki yanına asılmış iki hoparlörden oyun havaları dökülüyordu.

Karavanın önü kalabalıktı. Ve karavanda esmer güzeli bir kız. Nazlı… Biçki dikiş

kursuna giderken diktiği açık elbiselerden birini giymiş, babasının kızarttığı köfteleri

ekmek arası yapıp veriyordu. Ciğer kavurma, çoban kavurma da getirmişlerdi.

İsteyenlere onlardan hazırlayıp veriyordu. Gülümsüyordu. Dişlerini göstere göstere

25

ve biraz yılışıkça konuşuyordu. Köfte ekmek yiyen, okullu okulsuz gençlerin gözü

Nazlı’daydı. Nazlı, gülümsüyordu, Nazlı cömertçe gülümsüyordu.” (SSA: 75).

Cahit Bey’in Kızları isimli hikâyeden alınan ilk pasaj, Almanya’ya göç eden

bir Türk ailesinin milli ve manevi değerlere yabancılaşmasını, Alman / Batı

toplumunun değerlerini Türk milletinin değerlerine tercih etmesini konu

edinmektedir. Kızlarının Alman gençleri ile günlük ilişkiler yaşaması, ırk

bakımından Türk olan ancak zihniyet olarak Almanlaşmış Cahit Bey’i hiç rahatsız

etmemektedir. “Dış göç” teması altında da ele aldığımız sosyolojik çöküntü, burada

kendisini kadın üzerinden göstermektedir.

Bir Baş Kuru Soğan hikâyesinde ise “iç göç”ün yaratmış olduğu yozlaşma

karşımıza çıkmaktadır. Büyükşehre ayak uydurmaya çalışan köylü aile, birtakım

manevi değerlerini yitirmeye başlamıştır. Aynı zamanda “rekabete dayalı serbest

piyasa ekonomisi” eleştirisinin de yapıldığı bu hikâyede, baba daha fazla müşteri

kazanmak uğruna köfte tezgâhında kızını açık kıyafetler içinde çalıştırmaktan

çekinmemektedir.

Yukarıda sözü edilen iki metin parçasından yazarın kadında “iffet ve namus”

kavramları üzerinde hassasiyetle durduğu göze çarpmaktadır. Bu kavramlar, en

yoğun biçimde kendisini öz yeğeniyle aldatan eşini öldüren bir adamın öyküsünün

anlatıldığı Bir Yaz Akşamı adlı hikâyede karşımıza çıkmaktadır. Eşini öldüren bu

adamın daha sonra iç huzuruna kavuşmuş olması da, dikkat çeken bir diğer noktadır:

“Kaşıkçı, karısının itirazına aldırmadı. Canı mutlaka sevişmek istiyormuş

gibi daha çok sokuldu. Elinin birini yüzünde, saçlarında gezdirmeye başladı. Diğer

eli otların arasında, sakladığı o parlak şeyi tutuyordu.

26

Başından yazması kayınca uzun kara saçları ortaya çıktı. Bir anda saçlarını

eline doladı Kaşıkçı. Başını geriye doğru çekti. ‘Yapma!’ dedi kadın. ‘Canımı

acıtıyorsun.’

‘Tam sırası’ diye düşündü Kaşıkçı. Boğazı tamamen ortada ve gergindi.

Otların arasındaki eli o parlak şeyle birlikte havaya kalktı. Ve o ince parlak şey

kadının gırtlağına bir anda gömülüverdi. Acı bir çığlık bağları çınlatırken o parlak

şey iki kere daha gömüldü kadının gırtlağına. Bir iki saniye içinde her şey olup

bitiverdi. Ne gece bir yerinden koptu, ne ay düştü yeryüzüne.

Gece aynı gece… Yine derenin tatlı şırıltısına cırcır böceklerinin sürekli sesi

karışıyordu. Değişen hiçbir şey yoktu. Yalnız Kaşıkçı’nın hala elinde tutuğu o parlak

şey artık ay ışığında parlamıyordu. Zeliş, erik ağacının dibinde hareketsiz, sessiz

yatıyordu.

Kaşıkçı, küçük derede ellerini yıkadı. Asfalta çıktı. İlk gelen arabayla

Çorum’a geri döndü. Karakolun kapısından girerken içi rahattı.” (BY: 45-46).

2.4. MANKURTLAŞMA

Kabaca “yozlaşma” şeklinde tarif edebileceğimiz mankurtlaşma, esas

itibariyle çok boyutlu bir kavramdır. Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde çok sık

karşımıza çıkan “mankurtlaşmış karakterler”i daha iyi açıklayabilmek için

“mankurt”un ne demek olduğunu kısaca açıklamak gerekecektir.

Türkiye Türkçesine Gün Olur Asra Bedel ve Gün Uzar Yüzyıl Olur gibi farklı

isimlerle aktarılan Cengiz Aytmatov romanını okuyanların rahatlıkla hatırlayacakları

üzere; “mankurt”, kendi özüne yabancılaştırılmış kişidir.

27

Aytmatov’un bahsi geçen eserde anlattığı efsane kısaca şöyledir: Bozkırın

barbar kabilesi Juan-Juanlar, tutsak ettikleri kimselerin saçlarını köklerinden

çıkarırlar. Daha sonra bu çıplak kafaya devenin boyun kısmından alınan deriyi

geçirirler. Tutsağın uzamakta olan saçları, deve derisini aşamaz ve tersine büyüyerek

beynine baskı yapar. Böylece, tutsak giderek hafızasını yitirerek geçmişine dair

hiçbir şey hatırlamayan biri olup çıkar. Mankurt, artık sadece efendisinin emirlerini

yapan bir robot haline dönüşmüştür.

Prof. Dr. Nurullah Çetin, bu efsaneden hareketle, Mankurtluk Külahı adlı

eserinde özüne, milli ve manevi değerlerine yabancılaşmış kişiler için mankurt

tabirini kullanmaktadır.

Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde de “insanı insan yapan değerlere, milli-

manevî kimliğine yabancı” karakterler bulunur. Zincir, Ağaç Kök Üstünde Büyür,

Derdimi Gül Eyledim, Elke, Teklif, Duvarın Öte Yanı gibi hikâyelerde bu tip hikâye

kişileri son derece canlı bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Bu karakterlerin ortak

özellikleri, er ya da geç bu durumdan rahatsız olmaları, kendilerini arama yoluna

çıkmalarıdır.

Duvarın Öte Yanı’ndan:

“Mutlaka bir görevi, bir sorumluluğu olmalı insanın. Bitkilerin, hayvanların

bin türlü yararı var… Gülü kokluyoruz, kavaktan ev yapıyoruz. Balığı, sığırı, tavuğu

yiyoruz. Her cansız varlığın da ayrı ayrı görevleri var. İnsan dışında her varlık

insana hizmetle yükümlü… Ya insan? İnsan, sadece onları kullanmakla mı yükümlü?

Hiçbir sorumluluğu olmadan doğup, büyüyüp ölecekse akla ne gerek vardı? Tıpkı

hayvanlar gibi aklı olmadan da doğar, yaşar, ölebilirdi. İnsan akla, mantığa, zekâya

sahip olduğuna göre varoluş sebebi de farklı olmalı. Ama nasıl bir fark? Yok işte…

28

Fark yok… Ölüm her canlı için doğrudan doğruya veya dolaylı olarak toprağa

dönüş demek değil mi?” (DÖY: 87).

Duvarın Öte Yanı hikâyesinin Alman kahramanı Manuel, bu arayıştan

başarıyla çıkamamış ve hayatına son vermiştir:

“[…] akşam işten çıkar çıkmaz Manuel’e gitti. Manuel evde yoktu. Bıraktığı

kısa notla karşılaştı.

‘Yatak odası, mutfak, tuvalet arasında gidip gelen bir fare olmaktan

kurtulamadığım için daha fazla yaşamayı gereksiz buldum… Manuel…’ “ (DÖY:90).

Ağaç Kök Üstünde Büyür, Komşu, Elke, Teklif hikâyelerinin özüne

yabancılaşmış kahramanları ise özlerine dönerek, kendi değerlerine sarılarak huzuru

bulmuşlardır.

Teklif’ten:

“Senin için iki yol vardı. Ya tekrar başa dönüp dinsiz, milliyetsiz birisi gibi

Elke ile yaşamaya devam edecektin, (Bu durumda Elke’nin teklifine evet demen

gerekirdi.) ya da Elke’yi bırakacaktın. Önünde dört ay daha vardı. Ne olacaktı

şimdi?

Elke’nin geziden döneceği güne kadar düşündün, işin içinden çıkamadın.

‘kararını verdin mi?’ diye soracağı muhakkaktı. Ne diyecektin? Sevgili dişi

kediciğini kaybedebilirdin.

Birdenbire fakına vardın: on gündür Elke’siz değil miydin?

O halde…” (DÖY:51).

“Namazdan sonra hayretler içinde bana bakıyordunuz. Gözleriniz kocaman

kocaman açılmıştı. Şaşırmıştınız. Evet, gözlerinizi büyük bir dikkatle inceledim:

Kocaman açılmış ışıklı gözlerinizde hayretten, şaşkınlıktan çok, viski yudumlayan

29

adamı camide görmekten, hem de sabah namazında görmekten duyduğunuz sevinç

vardı.

‘Hadi gidelim.’ dedim oğluma.

Aynı cemaatin insanları olmamış mıydık, daha çok görüşecek, konuşacaktık.

Siz bir,

Ahmet iki…

O gün bu gündür

Oğlum ve ben…

Çok şükür…” (SSA: 126).

Kendini arama, özünü bulma arayışına giren Alman gencinin bu çabadan

sonuç alamaması; buna karşılık Türk karakterlerin bu arayıştan çoğunlukla başarıyla

çıkmaları dikkat çekici bir noktadır.

Ağaç Kök Üstünde Büyür’den:

“Tam bir Alman gibi düşünüyordu. Şu yaşta erken bir evlilikle hayatını

zindan edemezdi.” (SSA:117).

Bu durum, Batı medeniyeti ile Türk-İslam medeniyetnin farkını ortaya koyan

çarpıcı bir noktadır. Batı toplumu “insan”ı, “insan ruhu”nu ihmal etmiştir:

Derdimi Gül Eyledim’den:

“Medeniyetimizi düşündüm: Dev fabrikalar, dev makineler, bilgisayar

teknolojisi ve daha çok üretim, daha çok tüketim, dış pazarlar, pazarlamacılar,

bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, savaşlar… Günahsız, yoksul insanlar üzerine

bombalar… Atom bombaları, hidrojen bombaları, uzay yarışları, tehdit ve korku…

İnsanın payına tehdit ve korku düşmeliydi? Sonra, kendilerine bile faydası

30

dokunmayan birtakım insanların ‘Savaşma aşk yap!’ diyen çatlak sesleri… Zavallı

büyük medeniyetimiz ” (DGE:50)

Duvarın Öte Yanı’nın Alman karakteri Manuel İslamiyet medeniyetiyle

tanışamadığı için huzuru da bulamaz ve hayatına son verir. Aynı hikâyenin bir diğer

kahramanı Alman karakteri Simone ise, -bir başka hikâyede- İslam ile tanışır, Türk

toplumunun geçmişten bugüne taşıdığı değerler ile tanışır ve sonu Manuel’in hazin

sonu gibi olmaz.

Bu örneklerden anlaşılmaktadır ki kendi özüne yabancılaşan bir Türk, millî –

manevî değerlerine yeniden sarılarak hayatını anlamlandırabilecektir. Yani “Ağaç,

Kök Üstünde Büyür”. Çünkü medeniyetimiz insan ruhuna hitap eden bir

medeniyettir. Ancak, Batı medeniyeti insanı makineleştiren bir bakış açısına sahiptir.

Manuel gibi karakterlerin arayışlarının başarısızlıkla sonlanmasının sebebi, dönüp

sarılabilecekleri “insanı önceleyen” bir medeniyetlerinin olmayışından ileri

gelmektedir.

2.5. GÖÇ

“Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir

ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi,

taşınma, hicret, muhaceret” (Türkçe Sözlük: 769) olarak tanımlanan göç, çok önemli

toplumsal değişmelere yol açan bir olgudur.

Osman Çeviksoy, hikâyelerinde göç ve göçün farklılaştırdığı hayatlar

üzerinde önemle durmuştur. Özellikle 1960’lardan sonra ülkemizden Almanya’ya

göç eden ailelerin zaman içinde değer yargılarının nasıl değiştiğini, düşünce

yapılarının ne denli büyük farklılaşmalara maruz kaldığını ustalıkla anlatılmıştır.

31

Göç olgusu, Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde iki farklı biçimde karşımıza

çıkmaktadır:

1. Köyden Kente Göç

2. Türkiye’den Yurtdışına (özellikle Almanya’ya) Göç

Hikâyeleri incelendiğinde Çeviksoy’un göçün bu iki farklı boyutundan daha

çok ikincisini işlediği, ülkemizden Almanya’ya göçün sonuçları üzerinde durduğu

görülecektir. Bu duruma gerekçe olarak, yazarın 1982-1987 yılları arasında

Almanya’da yaşamış, deneyim ve gözlemlerde bulunmuş olması örnek gösterilebilir.

Yukarıda “göç”ün tanımında sözü edilen sebeplerden ilki “ekonomik

sebepler”dir. Her toplum için göç sebepleri farklılaşsa da Türk insanını göç etmeye

iten temel etken de bu sebeplerdir. Toplumsal duyarlılığı üst seviyede olan bir yazar

olan Osman Çeviksoy da göç olgusunu konu edinen hikâyelerinde maddi kaygıları,

bir diğer deyişle “ekmek kavgası”nı bu duruma neden olan ana faktör olarak gösterir:

“Tren, ekili düzlükleri, dağ yamaçlarını, akarsu boylarını, köyleri, şehirleri

geride bıraka bıraka yol alırken “Niçin gidiyorum? Diye düşündün. Seni hasrete,

gurbete, mahrumiyete çeken sihirli güç belliydi: Para… Senden öncekiler para için

gitmişlerdi. Ayıp değildi ya, sen de para için gidiyordun.” (DGE: 61)

Daha iyi maddi şartlar içinde yaşamak isteyen insanımızın bir kısmı aradığını

bulmuş olsa da kaybettiği şeyler de vardır. Yazara göre, “göç”ün insanımızdan

götürdükleri getirilerinden çok daha fazladır. Zira kaybolan değer yargılarının,

gelenek-göreneklerin telafisi mümkün değildir. Dolayısıyla, insanımız göçten

bekledikleri maddi imkânları elde etmiş olsalar dahi özlerini kaybetmişlerse mutsuz

olacak ve kendilerini sorgulayacaklardır:

“Almanya bana ne verdi?

32

Almanya benden ne aldı?

Görünmeyen eller tarafından beynime çivilenen bu iki soruyu aslında kolayca

cevaplıyordum. Ne vermişti bana Almanya; para ve parayla alınabilecek şeyler, Peki

benden ne almıştı; gençlik… Bu kadar yıl nerede kalırsam kalayım gençliğim zaten

gidecekti. Öyleyse problemim neydi? Sebep yok değildi. Vardı da ben bilmiyordum,

düşünüp bulmaya gücüm yetmiyordu.” (SSA: 120).

“Sahip olduklarınız sizi artık eskisi gibi mutlu etmiyor. […]Eşya sahip olunca

bütün çekiciliğini yitiriyor. Karın doyunca bal dahi yenmiyor. Sonra… Sonrası

boşluk, huzursuzluk, sinir, bunalım…” (BY: 61)

Bu sorgulamanın sonu, çoğunlukla “aslına rücû” ile sona erer. Özellikle Elke,

Teklif ve Ağaç Kök Üstünde Büyür gibi hikâyelerde son derece belirgin olan bu “öze

dönüş” beraberinde huzur getirir:

“Oğluma yanı başında durup tarif ederek abdest aldırdım. Sonra tuttum,

kucakladım onu. “Ağaç kök üstünde büyür oğlum.” Dedim. “Bizim kökümüz

abdestli, namazlıydı.” […]

O gün bu gündür

oğlum ve ben…

Çok şükür” (SSA:125-126).

Yazarın “Göç”ü konu ettiği birçok hikâyesi; kişilerin kendilerini sorguladığı,

iç hesaplaşmalar yaşadığı ve dönüşüm yaşadığı metinlerdir. Buradan hareketle,

Osman Çeviksoy’un “hal değişimi kalıbı*”nı en çok göç konulu hikâyelerinde

kullandığını söyleyebiliriz. Ayrıca, bu hikâyelerin kahramanları yine yukarıda

* Ayrıntılı bilgi için bkz. Çetin, Nurullah (2007). Roman Çözümleme Yöntemi. Ankara: Öncü Kitap.

33

telaffuz edilen niteliklerinden dolayı “tip-karakter ayrımı” bahsinde “karakter”

özelliği gösteren kişilerdir.

2.6. EĞİTİM

Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde öğretmen-öğrenci ilişkileri ve çocuk

eğitimi konuları karşımıza çok sık çıkmaktadır. Bu durumun yazarın da bir eğitimci

olması ile ilintili olduğu düşünülebilir. Hem Türkiye’de hem Almanya’da

öğretmenlik yapmış olan Çeviksoy’un amacı, Türk çocuklarına yalnız kitabî bilgiler

vermek değil, aynı zamanda onları millî ve manevî değerlerimizle beslemektir. Bu

durum, tabiî olarak yazarın hikâye kahramanı olarak kullandığı öğretmen

karakterlere de yansımıştır.

Türk’üm Doğruyum’dan:

“Ben Türkçe konuşup, Türkçe düşünüp, Türkçe gülüp Türkçe ağlamayı

bilmeyenler için geldim yavrum. Ben senin için geldim. Kaçışların boşluğa doğru

değil, bana doğru olmalı. Beni anlamalısın. Bana güvenmelisin. Seni anlamalıyım

yavrum. Biz birbirimizi anlamazsak bizi kim anlar?” (AY:42).

“Eğitim”i yalnız okul ile sınırlamak doğru değildir. Bilinmektedir ki, eğitimin

temeli ailede atılır. İyi eğitim alan, bilinçli bir gençlik kötülüklere, yanlış

alışkanlıklara meyletmeyecektir. Bunda onları eğiten ailenin önemi çok büyüktür. Bu

bakımdan İyi Aile Kızları adını taşıyan hikâye güzel bir örnek teşkil etmektedir:

“Genç kızlar ve erkekler, ekonomik durumları iyi olan ailelerin çocuklarını

kandırıp uyuşturucuya alıştırmak için okul, dershane, kafeterya, internet cafe gibi

yerlerde ökse gibi kullanılıyordu. Polisin düzenlediği eş zamanlı operasyonlar

sayesinde üretici ağalara, yeni tüketici köleler kazandırmakla görevli ‘ökse’ adı

34

verilen üçü kız, beş genç suçüstü yakalanmış, onlardan alınan bilgiler doğrultusunda

uyuşturucu şebekesinin önemli bir kısmı çökertilmişti.” (AYD: 26).

Eğitimin yalnız okul ile sınırlı olamadığının, bilinçli bir yönlendirici

sayesinde çocukların hayatlarında ne denli büyük değişimler yaşanabileceğinin

ortaya konduğu Yeryüzü Gökyüzü hikâyesinden de bahsetmek gerekmektedir:

“Günden güne sarsılmazlığını pekiştiren bu ahbaplık meyvelerini çoktan

vermeye başlamıştı. Vedat, artık asansörü kullanıyordu, kapı yumruklamayı

bırakmıştı. Sokakta yaşıtları için eskisi kadar tehlikeli değildi. Dolayısıyla uzak-

yakın bloklardan şikâyete gelen anne-baba sayısında önemli miktarda azalma

olmuştu. Apartman girişindeki demir kapının camları hala sağlam duruyordu.

Okulunda (iki istisna sayılmazsa) cam kırmamıştı. Parktaki arabaların antenleri,

sinyal lâmbaları, farları sağlamdı. Bizim otoparka bakan balkonumuz her yeni kar

yağışında Vedat’ın güya kendi balkonlarına attığı kar toplarıyla dolmamıştı. Vedat,

elbise dolabı üzerinden yatağa atlamak gibi gürültülü ev içi sporlarından da

vazgeçmişti. Yine annesinin verdiği habere göre, sınıf öğretmeni Vedat’tan çok

memnundu. Sıraların üzerinde gezmeyi, derslerde gürültü etmeyi, yerleri kirletmeyi,

çocuk dövmeyi bırakmıştı. Derslerine herkesten çok çalışıyordu. ‘Bu çocuğa ne oldu

böyle?’ diye soruyordu sınıf öğretmeni. ” (SSA: 35-36).

35

3. MEKÂN

“Mekân, hikâyeye özgü olay ya da olayların ve hikâye kişilerinin

hareketlerine ayrılmış bir (sahne olan) yerdir” (Çetin 2007: 135). Bu başlık altında

Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde “mekân”ın kullanımına değinilecek ve mekânın

simgesel anlamından bahsedilecektir.

“Mekân unsuru ile ilgili olarak şu soru sorulmalıdır: Hikâye kişilerinin

kişilik ve kimliklerinin, sosyal, kültürel, ekonomik konumlarının sunuluşunda ve

hissettirilmesinde, sosyal yaşantıların sergilenmesinde ne oranda işlevseldir?[…]

Mekân ne ölçüde öne çıkarılıyor ya da geri planda bırakılıyor?” (Çetin 2007:135).

Geniş mekânlar olarak, Çorum, Sungurlu, Alaca, Almanya ve Ankara’nın

hikâyelerin genelinde mekân değerlerini içerdiğini görüyoruz. Bu durum, yazarın

hayat hikâyesi ile ilgilidir.

Roman kadar kapsamlı bir tür olmadığı için, mekân unsurunun hikâyede

romanda olduğu kadar işlevsel kullanılamayacağı düşünülebilir. Osman Çeviksoy’un

bazı hikâyelerinden alıntılayacağımız metin parçaları bu önyargıyı kırabilecek

kuvvettedir:

Bunalım’dan:

“Odamın orta yerinde duruyorum. Çıt yok içeride. Durunca sıkıntım daha bir

büyüyor. Tavan üstüme doğru geliyor sanki. Duvarlar her göz kırpışımda biraz daha

yaklaşıyor. Resimler sallanıyor. Takvim sallanıyor. Perdeler, lamba, masa, sandalye

sallanıyor. Başımın döndüğünü, düşmek üzere olduğumu anlıyorum. Başımı

avuçlarımın arasına alıp çömeliyorum. Beynimi dolduran uğultu yavaşlıyor.

‘Neden?’ diyorum kendime. ‘Bu sıkıntı, bunalım, baş dönmesi neden?’”(TY:18).

Sokakların Çağrısı’ndan:

36

“Stutgart’ın ışıkları ne kadar soğuk yanıyor. Hazreti İsa için dikilen

çamlardaki ışıklar buz… Ellerim buz… Ayaklarım, kulaklarım, yüzüm, burnum buz…

Ortalık buz kesiyor… Gökten buz yağıyor… Hızlı tren bir türlü gelmiyor. Niye birden

soğudu hava? Sokaklar niye birden boşaldı? Dünyayı ısıtan da soğutan da insanlar

mıydı? İlk defa ışıkların bu kadar soğuk yandığına tanık oluyorum…” (AY:33).

Yukarıda alıntılanan metin parçalarının kahramanlarının ruh halleri, içinde

bulundukları mekânı algılayış biçimlerine de yansımaktadır. Bunalım’dan alınan

metinde kahramanın duvarlar üstüne geliyormuş gibi hissetmesi kendi ruh halinin

dışavurumundan başka bir şey değildir. Sokakların Çağrısı’ndan alınan metin

parçasında hikâyenin geniş/dış mekânda geçtiği görülmektedir. Ancak, yine

kahramanın ruh halinin yansıması olarak aslında geniş mekân olan Stuttgart

sokakları dar mekân hüviyeti kazanmıştır. Görülmektedir ki, Osman Çeviksoy mekân

unsurunu yalnızca olayların geçtiği bir sahne olarak kullanmamış, ona işlevsel bir

değer katmıştır.

4. ZAMAN

Zaman, “hikâyede kendisine yer verilen olayların geçtiği, olup bittiği, cereyan

ettiği nesnel, vak’a ve anlatma zaman dilimlerini karşılayan bir kavramdır.” (Çetin

2007:128). Bu başlık altında Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde “zaman”ın

kullanımına değinecek ve zamanın simgesel değerinden bahsedilecektir.

Karanlıkta Ses Gibi’den:

“Ankara…

9 Kasım 2006, gece…

37

Üçü kadın beş kişiydiler… Merdiveni ivedi adımlarla indiler. Apartmana ait

otoparkta sıralanmış arabalardan birine doğru yürüdüler. Erkekler ellerindeki birer

küçük çantayı arabanın bagajına koyarlarken üç kadından biri öne, biri arka

koltuğun sağına oturdu, üçüncüsü dışarıda bekledi. Erkeklerden biri direksiyona

geçti, diğeri arka koltuğun ortasına, dışarıda bekleyen kadın soluna oturunca herkes

yerini almış oldu. Kimse konuşmuyordu. Herkes üzgün, dargın, suçlu ya da birbirine

karşı mahcup gibiydi. Kimse, kimseyle göz göze gelmek istemiyordu. Kimse ağzını

açıp bir kelime konuşmak istemiyordu.

Araba yürüdü.

Araba; park yerini, siteyi, mahalleyi geride bırakarak Çankaya-Yıldız yoluna

çıktı, beşli sapaktan otoyol işaretli olanına girdi. Sonra Ankara ve sarı beyaz ışıklar

da geride kaldı. Araba, Ankara-Samsun yolunda, başka araba ve kamyonlar gibi

karanlığı orta yerinden iki ışık huzmesiyle yara yara ilerliyordu. Arabada kimse

sigara içmiyor, sakız çiğnemiyor, konuşmuyor ama herkes sabit gözlerle karanlıkta

meçhul birer noktaya bakarak derin derin düşünüyordu. Daha doğrusu dış

dünyada birer noktaya bakıyormuş gibi görünen gözler iç dünyalara çevrilmişti.

Herkes kendi iç dünyasının derinliklerinde uzak yerlere, uzak yıllara, uzak anılara

yol bulmuştu.” (KSG: 133-134).

Ağlamak Yasak’tan:

“Sabah…

Evin her yanında hüzün vardır. Kapılar, dolaplar hüzünle açılır, kapanır.

Radyo hüzünlü şarkılar söyler. Duvarlar, çiçekler, tablolar hüzün yüklüdür.

Pencereler hüzünle içeri bakar. Sabah kahvaltısında hüzün yenilir, hüzün içilir.

[…]

38

Öğle yemeğinde sofraya yine hüzün konulur. Kimsede iştah yoktur. Kimsede

ses seda yoktur. Pilli mutfak saatinin hüzünlü yumuşak tıkırtıları dinlenir. Herkes

sofraya oturmadan doymuştur. Yine de adet yerini bulsun diye kaşıklar hüzne uzatılır

sonra ağızlara götürülür. Tabaklar boşaltılmadan sofradan kalkılır.” (AY:9)

Karanlıkta Ses Gibi hikâyesinden alıntılanan ilk metin parçası merak

unsurunu celbeden bir karakter taşımaktadır. Hikâyede yer alan beş kişiyi gece vakti

neyin bir araya getirdiği söylenmemektedir. Koyu yazılan zaman göstergeleri, bu

merak unsurunun güçlenmesini sağlayan ögelerdir. Yani, bu metinde zaman,

hikâyenin merak unsurunu güçlendirmek amacıyla işlevsel olarak kullanılmıştır.

Ağlamak Yasak hikâyesinde de zamanın işlevsel kullanımına şahit

olunmaktadır. Bu hikâyede evin babasının gurbete gidiyor oluşu dolayısıyla ev

halkına hüzün hâkimdir. Zaman unsuru yardımıyla okuyucuya “hüznün sürekliliği”

hissi okuyucuya geçirilmektedir. Sabah… Evin her yanında hüzün vardır, Öğle

yemeğinde sofraya yine hüzün konulur gibi.

5. ANLATICI

5.1. GÖZLEMCİ ANLATICI

Osman Çeviksoy, hikâyelerinde gözlemci anlatıcıya sıkça yer vermiştir.

“Destanlar devrinden beri kullanılan ve romanlarda en çok tercih edilen anlatıcı tipi”

(Çetin 2007:106) olan gözlemci anlatıcı, Çeviksoy’un hikâyelerinde özne anlatıcıdan

sonra ikinci sırada tercih edilmiştir.

“Gözlemci anlatıcı, bazı hikâyelerde kendini açıkça belli eder, zaman zaman

olayları keserek araya girer ve ‘ey okuyucu’ gibi hitap ifadeleriyle hikâyeden apayrı

bir konumda ortaya çıkar. Okuyuculara sorular sorar, onunla sohbet eder,

39

yorumlarda, değerlendirmelerde bulunur, ahlâkî dersler verir. Buna ‘meddah

anlatıcı’ da denir.” (Çetin 2007:106).

Osman Çeviksoy, gözlemci anlatıcıyı kullandığı birçok hikâyesinde meddah

anlatıcı olarak yorumlarda, değerlendirmelerde bulunmuştur.

Yazarın gözlemci anlatıcıyı kullanış biçimlerine ayrıntılı olarak değinerek

örnek sunmak, yararlı olacaktır.

5.1.1. ÖZNEL TUTUMLU GÖZLEMCİ ANLATICI

Öznel tutumlu gözlemci anlatıcı “olayları roman kişilerinden birinin görüş

açısıyla, onun bakışı ve değerlendirmesi açısından aktarır. […] Gözlemci anlatıcı,

kendini roman kişisiyle özdeşleştiririr; adeta onun bedenine girer ve onun diliyle

konuşur.” (Çetin 2007: 107-108).

Osman Çeviksoy, gözlemci anlatıcıyı eserlerinde çokça kullanmış olsa da,

öznel tutumlu gözlemci anlatıcıdan çok nesnel tutumlu gözlemci anlatıcıyı tercih

etmiştir. Bir Yaz Akşamı adlı hikâye, öznel tutumlu gözlemci anlatıcının kullanımına

bir örnektir. Aşağıda bu hikâyeden alınan metin parçaları yer almaktadır:

“Kaşıkçı yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştı. Mesele neyse açık açık söylese

ya… Ne eveleyip geveleyip duruyor? ” (BY:33).

“Muhtarın söylediklerini bir türlü aklı almıyordu. Öyle bir şey olsa herkesten

önce kendisi şüphelenmez miydi? Ölü müydü? Mal mıydı temelli? Karısı yeğeniyle

oynaşacak da bunu anlamayacak ha… ” (BY:34).

“Olur muydu canım? Çocuğun tertemiz yüreğine kötülük düşerdi. Karısını

yeğeninden kıskanan dayı duyulmuş mudur? Erol bir daha ‘dayı’ der de

Mısto’nun yüzüne bakar mıydı? Semtine uğrar mıydı? Hayır… Rahmetli bacısının

40

emanetini sokağa atamazdı. ‘Olmaz!’ dedi. ‘Dedikoduların unutulmasını beklemek

en iyi çare…’

Bekledi.

Bu arada yeni söylentilere de fırsat vermemek için önlemini aldı. Yazı yaban

işine ikisini bir göndermedi. Ne bahçeye, ne tarlaya, ne ormana… Zeliş’i mercimek

yolmaya gönderdiyse Erol’u bahçe sulamaya gönderdi. Çubuk kesmeye giderken

karısını da yanında götürdü. Orak tarlasına üçü bir gittiler. Gariptir, hep dikkat ettiği

halde bir kerecik bile birbirlerine hain gözle baktıklarını görmedi. El, çıkarıyor işte.

Torba değil ki, ağızlarını bağlayasın…” (BY: 35).

Alıntılanan metinlerde; anlatıcı, hikâye kişilerinden Kaşıkçı Mısto ile

özdeşleşmiştir. Olaylara onun çerçevesinden bakmakta, olanları onun gözünden

görmektedir. Hatta çoğu zaman hikâye kişisi Kaşıkçı Mısto’nun iç sesi gibi

konuşmaktadır. Bu durum, özellikle koyu ve italik olarak gösterilen hikâye

parçalarında kendini belli etmektedir.

5.1.2. TANRISAL KONUMLU GÖZLEMCİ ANLATICI

Osman Çeviksoy, gözlemci anlatıcıyı kullandığı hikâyelerinde çoğunlukla

tanrısal konumlu gözlemci anlatıcıyı tercih etmiştir.

Tanrısal konumlu gözlemci anlatıcı, “her şeye vakıf olan, her şeyi bilen

kimsedir. Aynı zaman diliminde, farklı mekânlarda, farklı kişilerce yaşanmış

olayların hepsini görmüş, izlemiş gibi aktaran, hikâye kişilerinin iç dünyalarında

olup bitenleri, onların neler düşündüklerini bilen kişidir” (Çetin 2007:109).

Aşağıda bu tip anlatıcının kullanıldığı hikâyelerden alınan metin parçaları yer

almaktadır:

41

Avcı Mirza’dan:

“İhtilalin birinci yılını doldurduğu günlerde şehrin garnizon komutanı

değişti. Üç gün sonra da Emniyet Müdürü Havuzlu Kahve’ye uğradı. Zaten her

zaman uğrardı. Ancak bu defa avcılık hikâyeleri dinlemeye uğramamış, kahve

sakinlerini bir konuda uyarmak istemişti. Birkaç gün önce göreve başlayan komutan

kuşkucu, sert, havadan nem kapan, kimsenin gözünün yaşına bakmayan bir askerdi.

Çevreciydi. Onun gözünde ateşli silahla avcılık yapmak doğanın dengesini bozmaktı.

Avcılığa toptan karşıydı. Ruhsatlı bile olsa askerden başkasının silah taşımasına

tahammülü yoktu. Bundan böyle herkesin ağzından çıkan söze, şakalarına,

hareketlerine dikkat etmesi gerekiyordu. Daldırıp ileri geri konuşan olursa sonucuna

katlanırdı. İskeçeli’nin (kahveci) de başı yanabilirdi. Kahvesinde sulu, silahlı

muhabbetlere izin vermemeliydi. Yerin kulağı var denilmişti. Çenesine hâkim

olamayan, kahveye gelmek yerine evinde otursun, daha iyiydi. Komutan şehir halkını

tanıyıncaya kadar bu böyleydi. Sıkıyönetimin devam ettiğini, idarenin askerde

olduğunu kimse unutmamalıydı.” (KSG:14).

Yukarıdaki metin parçasında, anlatıcı; garnizon komutanının nelerden

hoşlanıp nelerden hoşlanmadığını, avcılık karşısındaki tutumunun ne olduğunu

bilmektedir. Havuzlu Kahve’nin sahibi İskeçeli’nin ve halkın nelere dikkat etmesi

gerektiğini bilmekte, dikkatsiz davranmaları halinde başlarına dert açacaklarını

öngörebilmektedir. Yani, “Nasıl Allah, bir anda ve her yerde her şeyi ve herkesi iç ve

dış bütün boyutlarıyla, yapı ve özellikleriyle biliyorsa tanrısal konumlu gözlemci

anlatıcı da sanki O’nun gibi her şeyi biliyormuşçasına, her şeye vakıfmışçasına”

(Çetin 2007:109) aktarmaktadır.

42

İki Kardeş’ten:

“ ‘En çok onun teselliye ihtiyacı var, yanında olmalıyım’ diye düşündü. Belli

etmese de o evlatlarını çok seven bir babaydı. Evlatları için canını çekinmeden

harcayabilirdi. Ancak küçük oğlunu (kendi deyimiyle son numarasını), üç büyükten

birazcık daha fazla sevdiği, onu şımartmasından, ona karşı daha bağışlayıcı

olmasından belliydi. Kabul etmese de bu böyleydi. Kadere bakın ki ötekilerden

birazcık daha sevgili küçük oğlunun kanlar içindeki bedenini ve yanı başındaki

namlusuna kan bulaşmış tüfeğini ilk gören o olmuştu. Gözleri dehşetle ilk büyüyen,

nabzını ilk duymaya çalışan, öldüğünü ilk kabullenen, çıldırma noktasına ilk gelen,

kendini ilk toparlayan ve telefona ilk sarılan o olmuştu. Herkesten önce onun

teselliye ihtiyacı vardı. Belki halasının söylemek istediği de buydu. ” (KSG: 116).

Yazar, burada dışarıdan gözlemci olarak hem olan biteni izliyor gibi neler

olduğunu anlatırken hem de kişiler hakkında değerlendirmede bulunmaktadır.

Babanın kabul etmek istemediği gerçeği -küçük oğlunu diğerlerinden çok sevdiğini-

bile bilmektedir.

Yasak İlgi’den:

“Ne kadar çok istiyordu bunu. Şansı yaver giderse niçin olmasındı? Bazıları

gibi insafsız değildi. ‘Buyurun beyler, yemek ve taksi paralarınız.’ diyecekti. ‘Davut

Usta, şu da senin hakkın… Garson kardeş, çok hizmet ettin, gel bakayım. Şunu

ocakçıya ver, şunu da sen al. Bana da bir taksi çağırıver, hadi…’ Herkesi memnun

edecekti. Sonra da taksiye atladığı gibi doğru evine.. Bir daha ne kahve ne kumar…

Yemin etmiyordu, fakat kuvvetli söz veriyordu. Arkadaş hatırı filan demeyecekti.

Kırılacaklarsa kırılsınlardı. Bu sondu, artık oynamayacaktı.” (DGE: 84).

43

Yukarıda yer alan hikâye parçasında da görüldüğü gibi, anlatıcı, “kişilerin ruh

dünyalarına, zamanın öncesi, şimdisi ve sonrasına, uzayın her mekânına nüfuz eden

soyut bir bilinçtir” (Çetin 2007: 109). Hikâye kişisinin iç dünyasına ve aklından

geçenlere ayrıntılarıyla hâkim durumdadır.

5.2. ÖZNE ANLATICI

Osman Çeviksoy’un en çok tercih ettiği anlatıcı türü, özne anlatıcıdır. Bu

anlatıcı türünde, “anlatıcı, olayın hem yapıcısı olan bir özne hem de anlatıcı, aktarıcı

olan kişidir. Kişi, başından geçenleri, bizzat yaşadıklarını, gördüklerini, izlediklerini,

duygu ve düşüncelerini değerlendirme ve yorumlarını kendisi anlatır” (Çetin 2007:

112).

Aşağıda bu tip anlatıcının kullanıldığı hikâyelerden alınan metin parçaları yer

almaktadır:

Pervin Hayal Görür Mü’den:

“Sevgi kocasının nöbette kalışını fırsat bilip evine erkek mi almıştı? Kapının

zili çalınca onu somyanın altına mı saklamıştı? Hazır bulduğumuz çay eve gizlice

alınmış erkekle birlikte içilmek için miydi? İlay (Sevgi’nin talı dilli şirin kızı) mahsus

mu erkenden uyutulmuştu? Biz habersiz varmakla rahatlarını mı kaçırmıştık? İri,

esmer elli adam şimdi somyanın altından çıkıp başköşeye kurulmuş çay mı içiyordu?

Sevgi, Pervin ablasının durumu sezdiğini anlamış da, adamı apar topar kapı dışarı

mı etmişti? Polisle kapısına vardığımızda iftiraya uğramış masum kadın rolleri

yaparak ortalığı birbirine katabilir miydi? Sevgi suçüstü yakalanırsa Cezmi’nin

elinden bir kaza çıkmaz mıydı? İlay ne olacaktı? İri, esmer elli adam evde

bulunamazsa Pervin kardeşinin karısına iftira atmadığını nasıl ispatlayacaktı?

44

Ne kötü düşünceler, ne iğrenç sorulardı bunlar.

Pervin hayal görmüş olmalıydı. Ne kadar ‘gördüm, eminim’ dese de hayal

görmüş ve gördüğü hayali gerçekle karıştırmış olmalıydı.

Polise durumu anlatırken epeyce zorluk çektim. Kelimeleri mümkün olduğu

kadar seçerek kullanmaya çalışsam da olmadı. Kayınbiraderimin karısını ağır bir

suçla itham eden birisi olmaktan kendimi kurtaramadım. Yanaklarımın kulaklarıma

kadar kızardığını hissettim. Ter döktüm. Polislerin yüzlerine bakamadım. Sanıyorum

Pervinde benzer duygularla perişan bir haldeydi” (GHK: 12-13).

Sokakların Çağrısı’ndan:

“Şoförün uzattığı son durak biletini alıp gerilere doğru yürürken inanılmaz

bir şey oluyor. On yedi, on sekiz yaşlarında, saçı omuzlarında, kumral, yeşile çalan

gözlerinin içi gülen, güzel burunlu, kalınca dudaklı, yüzü gamzeli, Alman kızları gibi

boynuna eşarp bağlamış, kahverengi mantolu, kucağı sepetli bir kız ‘merhaba!’

diyor. Yüzünü ilk defa gördüğümden eminim. O beni nereden tanıyor; dün gibi,

ondan önceki gün gibi bugün de postacının mektup getirmediği bu garibe, bu fakire,

bu yalnız ve küskün adama niçin bu kadar tatlı, bu kadar sıcak gülümsedi, niçin

sesinin en yumuşak, en yürekten tonuyla ‘merhaba’ dedi, bilmiyorum. Yanından

gülümsemeye çalışarak geçip arkada bir koltuğa oturuyorum. Zihnimi biraz

didiklesem kızın kim olduğunu bulacakmışım gibi geliyor. Bilmem kaç durak sonra

bir kere daha gamzeli yüzünün en tatlı ifadesiyle gülümseyip ininceye kadar kızı

düşünüyorum, bulamıyorum.” (AY:32).

Görüldüğü gibi, yukarıdaki metin parçalarındaki anlatıcılar, aynı zamanda

birer hikâye kişisidir. Yaşananların içindedirler. Olaylar karşısında hissettiklerini,

yaşananlar karşısındaki yorumlarını kendi ağzından kendi gözüyle aktarmaktadırlar.

45

Özne anlatıcının roman için pek uygun olmadığı düşüncesi hakimdir. “Roman

olayını birinci tekil şahsın ağzından vermenin kapsayıcılığı pek yoktur. Bir bakıma

dar bir alanda dolaşılır. Gözlemci anlatıcı gibi olayları ve dünyayı daha dıştan ve

daha geniş bir alandan kuşatamaz. En üstten bütünlüklü olarak göremez.” (Çetin

2007: 112). Bu durumun hikâye için de geçerli olup olmadığı bir tartışma konusudur.

Romandan daha dar kapsamlı olan, çok fazla sayıda olayın yer almadığı, kişiler

kadrosunun roman kadar kalabalık olmadığı hikâye, roman ile bu anlamada ortak bir

değerlendirmeye tabi tutulamaz.

5.3. ÇOĞUL ANLATICI

Çoğul anlatıcı, “hikâye kişilerinin kendilerini ayrı ayrı anlatması ve kendi

kendilerini ifade etmeleridir. Ayrıca bir hikâyede birden çok anlatıcı tipine yer

verilmesidir” (Çetin 2007: 115). Osman Çeviksoy’un olayları farklı kişilerin

gözünden, farklı bakış açıları ile aktarmak istediği bazı hikâyelerinde bu anlatıcı

tipini kullandığı görülmektedir.

Deli Fahri Yahut Yumuk Gözlü Adam adlı hikâye, çoğul anlatıcı için çok

güzel bir örnektir. Fahri’nin ölümü sonrası, onun 6 (altı) farklı kişinin dilinden

anlatıldığı bu hikâyeden alıntılanan aşağıdaki metin parçaları, söz konusu anlatıcı

tipinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

“VE BİR KALABALIK

BİR KALABALIK

YILLARDIR YÜZÜNÜ GÖRMEDİĞİ

KARDEŞİ BİLE KOŞUP GELECEK

KONUŞURKEN ZAMAN ZAMAN SESİ TİTREYECEKTİ

46

‘Önce ağabeyimdi. Sonra hem ağabeyim, hem babam oldu. Acı haberi alınca

bütün randevularımı iptal edip koştum. Durabilir miydim?’ […]

HER GECE ÜÇ BUÇUKTA

ÇORUM’DAN SEFERE ÇIKAN

BİR OTOBÜS ŞOFORÜNÜN HÜZNÜ VE SESSİZLİĞİ KOVMAYA ÇALIŞAN

KARARLI SESİ

‘Ben yedi yıl önce, mart başlarında bir sabah tanıdım Fahri dayımı. Dün gibi

hatırlıyorum, alaca karanlıktı. Güneşin doğması yakındı. Hava soğuk olduğundan

kaloriferi hiç kapatmamıştık. Yolcuların çoğu uyuyordu. Kırıkkale çıkışında bir

karartı… Oydu. Doğrusu benim durmaya hiç niyetim yoktu. Hostes koltuğunda

uykuyla uyanıklık arasında sigarasını içen muavinim ‘Dışarısı soğuk, alalım be

usta.’ dedi. Yavaşladım, durdum ve aldık.’ […]

ÇİLE ÇEKMİŞ BİR İHTİYARIN

YANMIŞ VE KAVRULMUŞ

VE AĞLAYAN SESİ

‘Ben Karslıyım ağalar.

Azrail ona varmadan bana gelip danışsa idi, derdim ki, onu bırak beni al…

Ne var ki, emir büyük yerden. Ben kim oluyorum da Azrail bana danışsın…

Beni bıraktı, benim gibileri bıraktı, onu aldı, o melek insanı alıp gitti. […]’

TRABZONLU DELİKANLININ

BİR ÇIĞLIKTAN ÇOK

HIÇKIRIĞA BENZEYEN SESİ

‘İnsan, başkaları için ne kadar çalışırsa ve ne kadar sabırlı olursa, o kadar

insandır. Ben bunu, aksiliklerin birbirini kovaladığı bir gün ondan öğrendim. […]’

47

DİYARBAKIRLI GENÇ BİR MÜHENDİSİN

ÖĞRENCİLİK YILLARINDAN

BİR ANIYI

SESLENDİRİŞİ

‘ […] O geldi. Selam verip yanımdaki boş yere oturdu. Sıradan, yaşlıca bir

insandı. Darda kalmamış olsam, gazeteme gömülür onunla hiç ilgilenmezdim. Bana

yardım edebileceğine fazla ihtimal vermeden ‘yolculuğun ne tarafa olduğunu’

sordum. Sonra, sıradan ve bana göre geveze insanların yaptıkları gibi karşılıklı

sormaya başladık.’

ONU BİRAZ DA SEN ANLAT DENİLMESE

HİÇ DEĞİLSE SON GÜNLERİNİ ANLAT

DİYE ISRAR EDİLMESE

OĞLU HİÇ KONUŞMAYACAKTI

‘Babam emeklilikten sonra değişti. Sabah çıkar akşam gelirdi. Bazen birkaç

gün, bir hafta eve uğramdığı olurdu. Merak eder sorardık. Anlatmazdı. ‘Kötü

yerlerde değilim.’ diye gülümserdi. Üstelemezdik’[…] ” (SSA: 131-128-133-136-

142-143-147).

Çoğul anlatıcıya güzel bir örnek teşkil eden bir diğer hikâye de Efsane olan

Adam adını taşımaktadır. Bu hikâyede, HİKÂYE kahramanı 9 (dokuz) farklı kişi

tarafından anlatılmaktadır. Dolayısıyla, “efsane olan adam”ın neden efsane olduğu,

farklı bakış açılarıyla sunularak okuyucuya aktarılmıştır.

48

III. BÖLÜM

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNDE KİŞİLİĞİNDEN İZLER

“Bütün eserlerimin başkahramanı benim. Her hikâyede, her romanda olayı,

kişileri, zamanı, mekânı ben belirlediğime göre, onları ben konuşturup ben

susturduğuma göre, yaşamalarına, ölmelerine ben karar verdiğime göre bütün

eserlerimin başkahramanları da ben sayılırım. Yaşanmış olaylardan hareketle

yazılmış da olsa, hayal ürünü de olsa, bana göre bütün hikâyelerin, bütün

romanların başkahramanları yazarlarıdır.” (Eyvaz Zeynalov, Osman Çeviksoy

Mülâkatı, Kardeş Kalemler Dergisi, sayı:48, Aralık 2010).

Şüphesiz, her edebiyat eserinde müellifinin hayatından izler vardır. Bu izler,

kimilerinde çok daha belirgindir. Osman Çeviksoy da hikâyelerinde kendi hayatını,

yetiştiği sosyal çevreyi ve dünya görüşünü ayrıntılarıyla gözler önüne seren

edebiyatçılarımızdandır.

Küçük bir Orta Anadolu şehri olan Çorum’un bir köyünde dünyaya gelen

yazar, ilkokulu bitirene kadar şehir yaşamı ile tanışmamıştır. Çeviksoy’un

hikâyelerinde “köy”ün, “köylü”nün, “köy hayatı”nın bu kadar büyük bir yer kaplıyor

olmasının sebebini yazarın hayat hikâyesinin başlangıcında ve ilk yıllarında aramak

gerekmektedir.

Ortaokul ve lise yıllarında eğitim hayatını Çorum’da devam ettiren yazar,

kendi kültür çevresinden kopmuş değildir. Köyünden ayrılmış olsa da kendi

şehrinde, kendisi gibi yetiştirilmiş, kendisi gibi konuşan, değer yargıları birbirine

yakın öğrencilerle bir arada okumaktadır.

49

1968’de Çorum Eti Ortaokulu’nu, 1971’de Çorum İlköğretmen Okulunu

bitirdikten ve bir yıl meslek hayatından sonra geldiği Ankara, Osman Çeviksoy’un

hayatında çok önemli bir yer tutar. Halen yaşamakta olduğu bu şehir, Türkiye’nin

başkenti olması dolayısıyla ülkemizin her bölgesinden, farklı sosyo-ekonomik

çevrelerden, farklı dünya görüşlerine sahip insanların yaşadığı kozmopolit bir

şehirdir. Yazarın Büyükşehir ve “metropol hayatı”na adım attığı yer, Ankara’dır.

1982-1887 yılları arasında Türk çocuklarına ders vermek amacıyla gittiği Batı

Almanya, ona bambaşka bir dünyanın kapılarını açmıştır. Artık; dili, dini, kültürü,

tarihi ve coğrafyasıyla bizden çok farklı bir ülkededir. Burada geçirdiği beş yıl, onun

hem Batı insanını tanımasına vesile olmuş hem de daha iyi ekonomik imkânlara

sahip olmak amacıyla Anadolu’dan kalkıp Avrupa’da kendini büyük bir kültür

çatışmasının içinde bulan insanımızın psikolojisini tahlil etme fırsatını sunmuştur.

Çeviksoy’un birçok hikâyesinde başarı ile işlenen “göç” teması, işte bu yılların

getirisidir.

Osman Çeviksoy hikâyelerinin kişiler kadrosu da yazarın kendi hayatı ile

büyük ölçüde örtüşmektedir. Gerçek hayatında öğretmenlik mesleğini icra eden

yazarın hikâyelerinin birçoğunda “öğretmen” karakteri / tipi karşımıza çıkmaktadır.

Yeryüzü Gökyüzü, Babalar Oğullar gibi hikâyelerde çocukların dünyasını ustalıkla

anlatıyor olması da yazarın eğitimci kimliğinin eserlerine yansıması ile açıklanabilir.

Daha Diyen Ses, Geriye Hüzün Kalır, Babalar Oğullar, Analar Neden Ağlar?

ve daha birçok Osman Çeviksoy hikâyesi, sonradan kaleme alınmış anı izlenimi

uyandırmaktadır. Çorum’un, Sungurlu’nun, Alaca’nın, Ankara’nın, Almanya’nın –

kısacası yazarı hayatı ile ilintili yerlerin- mekân olarak seçilmesi de bu düşüncemizi

50

güçlendirmektedir. Bazı hikâyelerde kendinden bahseden kahramanın / anlatıcının

özellikleri, Osman Çeviksoy’un yaşamı ile örtüşmektedir:

“Ben… Kendimi nasıl anlatayım ki… Biraz duygusal… Şiir, hikâye, roman

filan okumaya meraklı, ara sıra hikâye mikâye yazan birisi… Herkesten çok

kendisiyle kavgalı, derdi kendisiyle olan bir insan…” (SSA: 62)

51

IV. BÖLÜM

OSMAN ÇEVİKSOY HİKÂYELERİNDE DİL ve ÜSLÛP

“Üslûp; belli bir görüş, duyuş ve birikime sahip olan sanatçının hayatı

boyunca edindiği tecrübe ve tavırlarla seçtiği konuyu, biçim ve içeriğin belirlediği

vasıta ve yöntemler kullanarak kendisine has bir biçimde ördüğü kelimelerle

anlatmasından doğan bir edebî değer unsuru ve ölçüsüdür.” (Çoban 2004:16).

Osman Çeviksoy’un üslûbundan bahsederken onun dili kullanımından

bahsetmek gerekmektedir. Osman Çeviksoy, çok uzun cümleler kurmayan bir

yazardır.

Mühürlü Karanlık’tan:

“Kara kedi ayağa kalktı. Belini kamburlaştırdı. Gerindi. Yalandı. Pek de

istekli olmayan adımlarla gelip sahibinin kucağına hopladı. Kuyruğunu oynata

oynata okşanmayı bekledi.” (KYGÜ:66).

Almanya Ara Beni’den:

“İri gözlü kızın adı Angelika idi. Hazır giyim mağazalarından birinde kasiyer

olarak çalışıyordu. Ailesinden ayrıydı. Bekârdı. Fakat arkadaşı vardı. Arkadaşı telsiz

mühendisiydi. Amerikalılarda dolgun bir ücretle çalışıyordu.” (GHK:72).

Yukarıdaki metinlerde görüldüğü gibi, hikâye oluşturulurken mümkün olduğu

kadar kısa cümleler tercih edilmiştir. Çeviksoy’un hikâyelerinde satırlarca süren

uzun cümleler pek yer almamaktadır. Çoğunlukla kısa cümlelerin tercih edilmiş

olması, hikâyeleri akıcı bir hale getirmiştir denilebilir.

Osman Çeviksoy’un üslûbunda dikkat çeken noktalardan birisi, onun bazen

“sen” diliyle yazmasıdır. Bu durum, hikâyenin kahramanına bir başka insanın

52

gözüyle bakılmasını, belki olayları yaşayan kahramanın o an için ayrıntılı olarak

göremediği noktaların gözler önüne serilmesini sağlamaktadır. Edebiyatımızda çok

da sık kullanılmadığını düşündüğümüz bu üslûp özelliği Çeviksoy’un hikâyelerinde

sıkça karşımıza çıkmaktadır:

Komşu’dan:

“Şanslıydın. İlk ‘kontakt’ın iyi sonuçlar verdi. Yaşıtlarından daha genç ve

güzel güzel görünen kadın, sen işteyken verdiğin anahtarla kapını açıyor, evini

derleyip topluyor, havalandırıyor, sobanın yakıtı bitmişse yakıt dolduruyordu.”

(DÖY:29).

Kazanmak Hep Kazanmak’tan:

“Vakit kaybetmeden dostlar edinmeye başladın. Kiminle tanıştın, kiminle

tanıştırıldınsa anlaşıverdin, hemen dost oldun. Genç, ihtiyar, kadın, erkek, aileli,

ailesiz, tahsilli, tahsilsiz, çeşitli görüşlerden, çeşitli mesleklerden, kiminle

karşılaştırıldınsa dost oldun. Kısa sürede yüzlerce dostun oldu.” (DGE:62).

Osman Çeviksoy, hikâyelerinde psikolojik tahlillere de yer vermiştir. Hikâye

türünün gereği olarak bu tahliller çok derinlikli olmasa da karşımıza sıkça

çıkmaktadır. Böylelikle, yalnız olayın anlatımı ile sınırlı kalınmamış, kişilerin iç

dünyaları, hesaplaşmaları da gözler önüne serilmiştir:

Bir Avuç Toprak’tan:

“Soğuk, renksiz, korkunç bir karanlığın ortasında hareketsiz, iradesiz,

bilinçsiz bekledim. Doktor takdirle bakıyordu yüzüme. Dağınıklığımı soğukkanlılık

sandığından emindim. Doktor yıkıldığımın farkında değildi. Hayatımın en önemli, en

müthiş haberi karşısında isyan etmeyişime, hiç değilse acı bir teslimiyet içinde

ağlamayışıma hayrandı. ‘Bir insan ancak bu kadar soğukkanlı olabilir’ diyordu belki

53

içinden. Beynimdeki, yüreğimdeki depremden haberi yoktu. Sınırdaydım… Bir

çığlıkla aklımı kaybedebilirdim.” (AY:77).

Duvarın Öte Yanı’ndan:

“Simone tükeniyorum… Huzura, kurtuluşa bir adım kala, bir duvar dibinde

şaşkın, çaresiz, korkuyla tükenmek ne kötü… Duvarı yıksam kurtulabilirdim…

[…]

Ey Güneş! Ey dünya! Ay! Yıldızlar! Uzay! Siz niçin varsınız? Ben niçin

varım? Ben, katır gibi çalışmak, sığır gibi yemek, yılan gibi sevişmek, köpek gibi

çiftleşmek , sonunda bir ağaç gibi kuruyup çürümek için mi varım?” (DÖY:90).

54

V. BÖLÜM

MÜLÂKAT (17.02.2013)

1. Hayat hikâyenizi genel hatlarıyla biliyoruz. Ancak, bir de sizden

dinlemek isteriz. Osman Çeviksoy’un ağzından kendi hayat hikâyesini

dinleyebilir miyiz?

C: Elbette… Çorum merkeze bağlı Feruz köyünde, hayatın adeta durduğu

karlı, rüzgârlı bir kış gününde dünyaya gelmişim. Nüfus cüzdanımda “03 Ocak

1951” yazılı. Annemin anlattıklarına bakınca ocak ayının başlarında doğduğum

kesin, ancak ayın kaçıncı günü doğduğum tam olarak bilinmiyor; üçü de beşi de

yedisi de olabilirmiş. Doğduğum yıl, tartışmasız 1952. Bir yıl sonra dünyaya gelen

amcamın oğluyla benim nüfusa kaydım aynı gün amcam tarafından yaptırılmış.

Amcam, iki yıllık askerlik süresini göz önüne alarak “Evden iki kişi birden askere

gitmesin.” diye beni bir yaş büyük yazdırarak oğluyla aramdaki yaş farkını birden

ikiye çıkarmış. O zamanlar böyle şeyler oluyormuş. Yine de ben nüfus cüzdanımdaki

beni bir yaş büyük gösteren tarihi benimsedim.

Ne var ki amcamın uyanıklığı işe yaramadı. Amcaoğluyla ben, bir evden

değil, iki ayrı evden birer kişi olarak (ki askerlik çağımız gelinceye kadar evlerimiz

ayrılmıştı.) 1974’te silâhaltına alındık. 1974 – 1975 yıllarında ikimiz de askerdik.

Ben, er öğretmen olarak Ankara Etimesgut Zırhlı Birliklerdeydim, o, komando er

olarak Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Kıbrıs’a ilk ayak basan Türk askerlerinden biri oldu

ve “gazi” olarak döndü.

Bizim çocukluğumuzda köy demek iş demekti. Okul kapanır kapanmaz

hayvan otlatmaya başlardık. Orak başlayınca tarlaya yemek götürür, su taşırdık,

55

tırmık çekerdik, yığın yığmaya gücümüz yetmezdi, desteleri birleştirirdik. Harman

zamanı döven sürmek başlıca işimizdi.

İlkokulu bitirinceye kadar çok uzak olmamasına rağmen şehre (Çorum’a) iki

kez gidebildim. İlkini pek hatırlamıyorum, ikincisinde ilkokul diplomam için

fotoğraf çektirmeye gitmiştim. Üçüncü gidişimde ortaokula kayıt yaptırdım, bir

anlamda şehirli oldum. Yaz tatillerinde bile şehirde kaldım. İlkokul öğretmeni olup

da atamam yapılıncaya kadar her yaz tatilinde para kazanmak için farklı işlerde

çalıştım. Çocuk çizmesi imal eden lastik fabrikasında, kiremit ocaklarında, ekmek

fırınında çalıştım. Pazarda sebze sattım. Atamamın yapıldığı Eylül 1971’den sonra

da öğretmenlik, yazı, kitap işlerinden başka iş yapmadım. Öğretmenliği çok sevdim

ve otuz beş yıl severek çalıştım. 2006 yılında emekliye ayrıldım.

1973 yılında meslektaşım Fatma Habibe ile evlendik. Evliliğimiz bu yıl

kırkıncı yılını dolduruyor. İki oğlumuz, biri kız, biri erkek iki torunumuz var.

2. Günümüz Türk edebiyatında hikâyecilik yönüyle ön plana çıkan

yazarlardan biri Osman Çeviksoy. Hikâye - veya daha geniş anlamda “yazma

hevesi”- Osman Çeviksoy’un hayatına nasıl girdi?

C: Babamın anlattığı masallarla, efsanelerle ve askerlik hikâyeleriyle desem

yalan olmaz. Babam iyi bir dinleyici, iyi bir anlatıcıydı. Okuma yazma bilmeyen

babamın, bana Ahmet Mithat Efendiden hikâyeler anlattığını çok geç anladım.

Edebiyatın ne kadar zevkli bir alan olduğunu ilk olarak babamın anlattıklarıyla

keşfettim. İlkokul dördüncü beşinci sınıflardaki öğretmenim hem şair hem yazardı.

Bana yazma hevesini ilk o kazandırdı. Şiirle başladım. Öğretmenimin yazdıklarımı

önemsemesi beni daha çok heveslendirdi. İki ayrı gazetede çıkan ilk şiirimi ve ilk

56

hikâyemi hiç unutmuyorum. Ortaokulu bitirdiğim 1968 yılının yazında, şiirim Bab-ı

Âli’de Sabah gazetesinin “Halk Kürsüsü” bölümünde çıkmış, hikâyem (uzuncaydı)

Çorum Ekspres gazetesinin ikinci sayfasında tefrika edilmişti. Yazdıklarımın bir

yerlerde yayınlanması benim yazma hevesimi daha da artırdı.

3. Sizi özellikle hikâye yazmaya teşvik eden biri veya birileri oldu mu?

C: Hayır, olmadı… Şiir, hikâye, roman, fıkra (köşe yazısı), günlük gibi

çeşitli türlerde yazarken kendi kendime diğerlerinden vazgeçip kısa hikâyede

yoğunlaşmaya karar verdim. Uzun süre hikâyeden başka türde yazmadım. Herhangi

bir yönlendirme yapmasalar da bu kararı almamda Gazi Eğitim Enstitüsündeki

hocalarımın dolaylı etkileri olmuştur, diye düşünüyorum.

4. Hangi isimlerin eserleri ile büyüdünüz? Yazarlık yolunda kendinize

örnek aldığınız, gençlere “mutlaka okumalısınız” dediğiniz isimler ve eserler

hangileridir?

C: İlk gençlik yıllarımda popüler olan yazarlardan, bu gün yerli klasikler

olarak kabul edebileceğimiz yazarlardan pek çoğunu okudum. Hikâyecilerden Ömer

Seyfettin’i, Refik Halit Karay’ı, Sait Faik Abasıyanık’ı romancılardan Reşat Nuri

Güntekin’i, Peyami Safa’yı severek hayranlık duyarak okudum. Çağdaşım olan

hikâyeci ve romancılardan da severek takip ettiklerim var. Ancak herhangi bir

yazarda ısrarcı olmadım ya da herhangi bir yazarı kendime model olarak almadım.

Gençler konusu üzücü… En başta eğitim sistemindeki çarpıklık olmak üzere

internet, sanal oyunlar, televizyon kanalları, cep telefonları gibi pek çok etken

gençleri kitap okumaktan uzaklaştırmıştır. Hızlı bir biçimde okumayan,

57

düşünemeyen, yorumlayamayan, yargılayamayan, karar veremeyen, başkalarının

önümüze koyduğu seçeneklerden birini seçmeyi maharet sayan bir toplum haline

geliyoruz. Doğru ve kapsamlı düşünemeyen, kendini anlayamayan ve anlatamayan

insanlar haline geliyoruz. Sebep okumamak…

Gençlere duyuracağımız onlarca isim ve eser var elbette. Ancak ben onların

öncelikle okumalarını istiyorum. Kitap okuma seviyelerini en iyi kendileri bilirler.

Seviyelerine uygun bir yerlerden okumaya başlayıp şiir, roman, hikâye, anı,

biyografi, deneme okusunlar. Okumayı vazgeçemeyecekleri bir alışkanlık haline

getirsinler. Zamanla zevkleri incelecek, seçicilik özellikleri gelişecektir. Zamanla

daha güzel, daha edebî, daha mükemmel olana doğru yol alacaklardır.

5. Yazdıklarınızı yayınlamadan önce görüşünü veya tavsiyelerini

aldığınız kimseler var mı?

C: Hayır, yok. Yani sürekli görüşüne başvurduğum bir kişi hiç olmadı.

Yazdıklarımı yayınlanmadan önce eşim okur, o da eleştirmez, hemen her yazdığımı

beğenir. Yazım hataları varsa, noktalamada eksikler varsa onları işaretler, ben de

düzeltirim. Bu kadar…

6. Uzun yıllardır yazıyorsunuz. Yazarlığa başladığınız senelerdeki

eserleriniz ile son eserlerinizi kıyaslarsanız, Osman Çeviksoy’un yazarlığının

gelişimi hakkında neler söylersiniz?

C: Bu kıyaslamayı benim yapmam ve kendim hakkında hüküm vermem

sanırım doğru olmaz. Bunu bırakalım, edebiyatın ilmiyle uğraşanlar, eleştirmenler

yapsın…

58

7. Hikâyelerinizin çoğunda topluma yönelik bir mesaj var. “Toplumsal

duyarlılık” yazar olmanın bir şartı mıdır?

C: Bana göre evet… Her yazar toplumu konusunda duyarlı, titiz ve hassas

olmalı. Çünkü yazar da tıpkı diğer insanlar gibi bir toplum içinde doğar, büyür, o

toplumun kültürüyle şekillenir. Dolaysıyla her yazar, öncelikle içinde yetiştiği

topluma karşı sorumludur. Yazar bu sorumluluğu taşımıyorsa ciddi kimlik problemi

var demektir.

8. Hikâyelerinizde işlediğiniz konular ile hayat hikâyeniz büyük oranda

örtüşüyor. Anadolu, Almanya, öğretmenlik, mütevazı bir aile yaşamı…

Buradan hareketle, “Osman Çeviksoy, hikâyelerinin (geniş anlamıyla

eserlerinin) neresinde?” sorusunu sorsak, bize neler söylersiniz?

C: Yaşadıklarımdan hareketle yazdığım hikâyeler de var, ancak hikâyelerim

sadece yaşadıklarımdan ibaret değil. Benimle uzaktan yakından ilgisi olmayan olay

ve durumları da yazıyorum. Hiç yaşanmamış, tamamen kurguya dayalı hikâyelerim

de var. Ancak yazdıklarımın her satırında ben varım. Konuyu ben seçiyorum, kurgu,

üslup bana ait, mesajı ben ayarlıyorum. O halde eserlerimin merkezinde ben varım…

9. Çocuklar ve gençler hikâyelerinizde önemli bir yer tutuyor.

Öğretmenliğin yazarlığınıza nasıl bir etkisi oldu?

C: Hikâyelerimi bir eğitimci bakışıyla, bir öğretmen olarak değil de önce

milletine sonra da insanlığa karşı sorumlulukları olan bir yazar olarak anlatmaya

çalışıyorum. Yazdıklarımda okul ve çevresinin, öğrenci, öğretmen gibi kişilerin

fazlaca yer almasını öğretmenliğimin yazarlığıma etkisi olarak kabul edebiliriz.

59

Bunu, zenginleştirici bir etki saymalıyız. Öğretmen olduğumu, hikâye yazdığımı

öğrenen ve henüz hikâyelerimi okumamış kişiler “Çocuk hikâyeleri mi

yazıyorsunuz?” diye soruyorlar. Öğretmen oluşumdan dolayı böyle soruyorlar.

“Yetişkinler için yazıyorum ama çocuklar da anlıyorlar.” diyorum.

10. a) “Almanya” sizin hikâyelerinizde çok önemli bir yer tutuyor.

Ömrünüzün beş yılını bu Avrupa ülkesinde geçirmişsiniz. Osman Çeviksoy için

“Almanya” bugün ne ifade ediyor?

C: Evet beş yılı aşkın bir süre Almanya’da kaldım. Türk işçi çocuklarının

eğitim öğretimi için ilgili sınavı kazanan diğer öğretmenlerle birlikte Millî Eğitim

Bakanlığı tarafından geçici görevle gönderilmiştim. Benim için verimli bir dönem

oldu. Hem öğretmen olarak hem yazar olarak zevkle, heyecanla çalıştım. Peş peşe

kitaplarım çıktı. Orada yazdığım hikâyelerle ödüller aldım. Bu gün Almanya

denildiğinde aklıma emek verdiğim onlarca öğrencim geliyor. Şimdi görsem kaçını

tanırım bilemiyorum. Hepsi yetişkin oldular, iş sahibi oldular, evlendiler, çoluk

çocuk sahibi oldular. Bazılarını internet ortamında görüyorum, tanıyamıyorum.

Almanya önce öğrencilerim demek benim için. Sonra da yalnızlık, hasret, gurbet…

b) Almanya’dan hareketle, bize “gurbet”i anlatabilir misiniz? Sizce,

insanımız her şeyiyle bize yabancı olan bu ülkede ayakta kalmak uğruna ne gibi

değerleri yitirmiştir, yitirmektedir?

C: Bu soruyu “Almanya’dan hareketle” diye sınırlamanız iyi oldu. Çünkü

gurbet çok geniş anlamlı bir kavramdır.

60

Bir yerlere gitsin gitmesin, eşinden dostundan ayrılsın ayrılmasın, hemen her

insan gurbet duygusunu aslında sürekli olarak içinde taşır. Bu duygu, yeryüzünü, “bir

süreliğine konuk kalınacak yer” olarak algılamaktan kaynaklanır. Bundan dolayı pek

çok insan doğup büyüdüğü yerde bütün yakınlarıyla, sevdikleriyle beraberken bile

yalnızdır, gurbettedir, ötelere özlem içindedir. Bu durumun yaratılışımızla ilgili

olduğuna inanıyorum. Genel anlamdaki bu tespiti bir yana bırakıp Almanya odaklı

gurbete gelelim.

Avrupa ülkeleriyle yapılan anlaşmalar çerçevesinde 1960’lı yılların başından

itibaren Avrupa’ya işçi göndermeye başladık. En çok işçi talebinde bulunan, en çok

Türk işçisi istihdam eden ülkenin Almanya oluşundan olmalı, Avrupa’ya giden

işçiler, hangi ülkeye gitmiş olursa olsunlar Türkiye’de “Almanyacı” ya da

“Alamancı” olarak adlandırılmışlardır. İşte bu “Alamancılar” içinde gurbeti bütün

şiddetiyle, bütün zorluklarıyla yaşayanlar, ilk gelenlerdir. Bunlar; dilini, dinini,

yaşama tarzını bilmedikleri toplumlar içinde derin uyum sorunlarıyla yaşamak

zorunda kalmışlardır. Sadece tarlasını, bağını, bahçesini değil ailesini, bütün

sevdiklerini de memlekette bırakıp gelen bu insanlar, farklı ve zıt anlayışlara sahip

patronları konumundaki insanlarla komşu olmuşlar, birlikte çalışmaya

başlamışlardır…

Bu dönemle ilgili pek çok anı dinledim. Bunlardan bir kısmını

hikâyeleştirdim. Almanya’da kaldığım süre içinde dinlediklerimden,

gözlemlediklerimden, yaşadıklarımdan hareketle diyebilirim ki gurbet öncelikle

“özlem” demektir. Anne, baba, eş, evlat özlemi, vatan özlemi demektir. İlk zamanlar

bu özleme dayanamayıp çabucak dönenler az değildir. Gurbet, aynı zamanda

parçalanan aile, dağılan yuva demektir. Gurbet, yalnızlık, terk edilmişlik demektir.

61

Gurbet, tanınmayacak kadar değişmek, unutmak, unutulmak, çoğu zaman da

unutmuş gibi unutulmuş gibi yaşamak demektir. Aşağılanmaları sineye çekmek, itaat

etmek, “sınır dışı edilirim” korkusuyla körü körüne itaat etmek de gurbet demektir.

Gurbet, biraz da uyuşturucu, kadın, kumar, hapishane demektir. Gurbet, en çok,

hepsinden çok yalnızlık demektir…

Bütün bunlar birinci nesil için geçerlidir. Yıllar içinde dil problemi

giderilmiş, diyaloglar kurulmuş, işçi sayımız artmış, eşler, çocuklar getirilmiş, çeşitli

isimler altında dernekler kurulmuş ve gurbet kelimesinin anlamı da yavaş yavaş

değişmeye başlamıştır. İkinci nesil için gurbet neresi, sıla neresi tartışılır. Almanya

ve Türkiye’den hangisi gurbettir, hangisi sıladır, tartışılır. Üçüncü nesil için

tartışmasız gerçek şudur ki gurbet Türkiye’dir. Bunu, yıllık izne gelmiş

yakınlarımızın oralarda doğup büyümüş çocuklarında gözlemleyebiliriz.

11. Günümüzdeki genç hikâye yazarlarını takip ediyor musunuz? Türk

hikâyeciliği sizce nereye gidiyor?

C: Genç hikâye yazarlarını dergilerden, bazılarını da kitaplarından takip

etmeye çalışıyorum. Hikâye yazan gençlerin sayısı az değil gibi geliyor bana.

Bazıları kapanmış olsa da Hikâye (öykü) dergileri çıkmaya devam ediyor. Edebiyat

dergilerinde hikâye yazarlarına ayrılan sayfalar hayli fazla. Türk hikâyeciliğinin

olgunlaşarak, gelişerek yoluna devam ettiğini düşünüyorum.

62

12. Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde “yazarlık eğitimi” verdiğinizi

biliyoruz. Yazmaya yeni başlayanlara neler tavsiye edersiniz?

C: Evet, beş yıldır AYB Edebiyat Akademisi olarak şiir, hikâye, deneme

türlerinde atölye çalışmaları yapıyoruz. Ürettiğimiz eserleri sıcağı sıcağına

dergilerde, internet sayfalarında, dönem sonunda yaptığımız seçmeleri de kitap

olarak yayınlıyoruz. İlk dört dönem sonunda üçü ortak, yedisi müstakil olmak üzere

on kitap yayınladık. AYB Edebiyat Akademisi olarak dört dönem içinde edebiyat

dünyamıza yirmi yedi şair ve yazarın girmesine vesile olduk. Bunun ülkemizde bir

ilk olduğunu biliyor, doğrusu bu başarımızla biraz da gurur duyuyoruz.

Yazmaya yeni başlayanlara iki tavsiyede bulunmak mümkün; bıkmadan

usanmadan okumak ve yazmak…

63

SONUÇ

Çağdaş Türk Hikâyeciliğinin önde gelen isimlerinden biri olan Osman

Çeviksoy, ele aldığı konular ve bunları işleyiş tarzı ile hikâyeciliğimizde farklı bir

yere oturmuştur.

Hikâyelerinin yanı sıra romanları da bulunan yazarın hikâyeci kimliği daha

baskındır. Bugüne dek 10 adet hikâye kitabı çıkarmış olan Osman Çeviksoy, en çok

Anadolu insanının yaşayışı, göç, gurbet, eğitim, mankurtlaşma gibi konuları ele

almıştır. Hikâyelerinde çoğunlukla bu konuları işlemesine bağlı olarak, Anadolu

köylüsü, gurbetçiler, sıradan insanlar, çocuklar ve içinde yaşadığı topluma

yabancılaşmış kişilerin kahraman olarak seçildiği dikkati çekmektedir.

Osman Çeviksoy, hikâyelerinde daha çok özne anlatıcıyı kullanmış, olayları

bir hikâye kahramanının gözünden anlatmıştır. Bunun yanı sıra, gözlemci anlatıcıyı

(öznel tutumlu ve tanrısal konumlu) tercih ettiği hikâyelerinin sayısı da az değildir.

Yazara göre bir hikâyeci içinde yaşadığı topluma ayna tutmalı, kendi

insanının dertlerini, yaşayışını, değer yargılarını ele almalıdır. Osman Çeviksoy,

Türk insanını çok iyi tanıyan, onun ruh dünyasına ustalıkla inebilen bir hikâye

yazarıdır. Olaylar karşısında insanımızın neler hissedeceğini, ne gibi tepkiler

vereceğini çok iyi bilmektedir. Bu yüzden, onun hikâyelerindeki kahramanlar

“içimizden biri” gibi durmaktadır.

Osman Çeviksoy’un hikâyelerinde mekân olarak seçtiği yerlerin, ele aldığı

konuların, hikâye kahramanı olarak seçtiği kişilerin kendi hayat çizgisi ile ilintili

olduğu göze çarpmaktadır. Köy, gurbet, orta gelir seviyesinden insanlar, Çorum,

Ankara, öğrenciler vb. konu, mekân ve tip/kahramanlar, yazarın hikâyelerinde sıkça

64

yer almaktadır. Buradan hareketle, Osman Çeviksoy’un bir yönüyle hikâyelerinin

hep “içinde” olduğu söylenebilir.

Akıcı, anlaşılır, etkili bir dil kullanan Osman Çeviksoy’un hikâyelerinin

okunabilirliği üst düzeydedir. Eserlerini zaman zaman “sen” diliyle kaleme alan

yazar, bu sayede hikâye kahramanının başından geçenleri farklı bir gözle inceleme

fırsatı bulur.

Zaman ve mekân öğelerini başarılı bir biçimde işlevsel kullanabilen yazar,

kişilerin iç dünyaları, ruh halleri ile mekânı ustalıkla özdeşleştirebilmektedir. Örnek

olarak, fizikî olarak geniş mekân özelliği gösteren yerler, kişilerin bunalımlı ruh

hallerine bağlı olarak dar mekân kimliği kazanabilirler. Osman Çeviksoy, zaman

unsurunu özellikle merak güdüsünü uyanık tutmada ve bir durumun sürekliliğini

ortaya koymada etkili olarak kullanmaktadır.

Eserlerinde, olay hikâyelerine durum hikâyelerine kıyasla daha çok yer veren

yazar halen yazmaya, üretmeye devam etmektedir. Avrasya Yazarlar Birliği

bünyesinde yazarlık eğitimi de veriyor olması, Osman Çeviksoy’un hikâyecilik

anlayışının daha geniş kitlelere yayılacağını, yıllar içinde Osman Çeviksoy’un açtığı

yoldan giden çok sayıda edebiyatçı ile tanışacağımızı düşündürmektedir. Bütün bu

özellikleri ile Osman Çeviksoy, Türk hikâyeciliğimizde müstesna bir yere sahip

olmayı hak etmiştir.

65

OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNİN BAŞLICA KONULARINA

GÖRE DAĞILIMI

MUHAFAZAKÂRLIK ANADOLU GÖÇ

Bir Avuç Toprak Kızılırmak Ağlamak Yasak

Gecenin Sonu Son Nefese Bir Kala Bekleyiş

Türk’üm Doğruyum Yol Arkadaşım Kocakarı

Gözyaşı Sokakların Çağrısı

Eller Erkekler de Ağlar

Beyaz Yürüyüş Yollar Kesik Yumruk

İki Kardeş Ayçiçeği Çiçekli Mezar

Ebter Kapıcı Göç

Mühürlü Karanlık Çatıda Şenlik Var Sorgulama

Bir Sabah Vakti Kaçak Yalnızlık

Hepimiz Bir Gün Bir Başka Bahar Arayış

Efsane olan Adam Zamanı Yeniden Yakalamak

Avcı Mirza Bir Baş Kuru Soğan

Muhsin Emmi Bir Çağ Masalı

Çaykavuşanın Dere Leke

Uzun Siyah Bir Böcek Dönüyoruz

Çamköylü Almanya Ara Beni

Analar Neden Ağlar

Beşir Almaz

Büyü

Adak

66

KADIN MANKURTLAŞMA EĞİTİM

Çılgın Kız İnsan Tükenince İyi Aile Kızları

Aklıma Yıldız Düştü Bunalım Çamlıbel Köroğlu Yahut Deli

Eşref

Gelin Altın Adam Yakası Kirli Çocuk

Beni Sen Anlarsın Dönüş Yeryüzü Gökyüzü

Çırak Noel Gecesi Arzuhal

Dar Geçit Dernekler Tutuklu Yürek

Odacı Zincir Gül Mevsimi

Şeytan Dedi Ki… Sana Seni Anlatmak Gecenin Beyazında

Bir Yaz Akşamı Ağaç Kök Üstünde

Büyür

Yeniden Başlamak

Boş Hamal Evime Dönüyorum Mavigül

Terbiyeli Köpek Elke Başlangıç

Helga Teklif Çözüm

Kaderi Zorlamak Duvarın Öte Yanı Kayıp Kızlar

Cahit Bey’in Kızları

Derdimi Gül Eyledim

Komşu

TABLO 1: OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYELERİNİN BAŞLICA

KONULARINA GÖRE DAĞILIMI

67

38

59

19

Grafik 1: Osman Çeviksoy'un Hikâyelerinde Anlatıcı Türleri

Gözlemci Anlatıcı

Özne Anlatıcı

Çoğul Anlatıcı

68

KAYNAKÇA

1. OSMAN ÇEVİKSOY’UN HİKÂYE KİTAPLARI

Yayınevi.

ÇEVİKSOY; Osman (2011). Duvarın Öte Yanı 2. Baskı. Ankara: Akçağ Yayınevi.

ÇEVİKSOY; Osman (2011). Kar Yağar Gül Üstüne 5. Baskı. Ankara: Akçağ

Yayınevi.

ÇEVİKSOY; Osman (2011). Derdimi Gül Eyledim2. Baskı. Ankara: Akçağ

Yayınevi.

ÇEVİKSOY; Osman (2011). Geriye Hüzün Kalır 2. Baskı. Ankara: Akçağ Yayınevi.

ÇEVİKSOY; Osman (2006). Sana Seni Anlatmak 3. Baskı. Ankara: Akçağ Yayınevi.

ÇEVİKSOY; Osman (2011). Aklıma Yıldız Düştü 1. Baskı. Ankara: Akçağ Yayınevi.

ÇEVİKSOY; Osman (2011). Karanlıkta Ses Gibi 1. Baskı. Ankara: Akçağ Yayınevi.

II. OSMAN ÇEVİKSOY İLE YAPILAN MÜLÂKATLAR

GÖKÇEHAN, Sidar. Osman Çeviksoy ile Mülâkat. 17/02/2013.

ZEYNALOV, Eyvaz. Osman Çeviksoy ile Mülâkat. Kardeş Kalemler S.48, Aralık

2010.

ŞAHİN, Mustafa. Osman Çeviksoy ile Ufuk Mülâkatı. www.edebiyatufku.com,

25/10/2011.

III. YARARLANILAN KAYNAKLAR

AKATLI, Füsun (2008). Öykülerde Dünyalar. İstanbul: Kırmızı Yay.

69

AKKAŞ, Hasan Hüseyin (2001). “Türk Modernleşme Tarihinde Muhafazakar Siyasi

Düşünce”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.3, S.2.

AKTAŞ, Şerif (2004). Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş. Ankara: Akçağ

Yayınları.

ANDAÇ, Feridun (2008). Öyküyü Yazmak Öyküyü Düşünmek. İstanbul: Doruk

Yayınları.

BATES, H. E. (2001). Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü (Çeviren; G. Ezber).

İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları.

BOLAT ,Salih (2004). Öykü Yazma Teknikleri. İstanbul: Papirüs Yayınları.

ÇAKIR, Hasan (2000). Öykü Sanatı. Konya: Çizgi Kitabevi.

ÇETİN, Nurullah (2005). Roman Çözümleme Yöntemi. Ankara: Öncü Yayınları.

ÇETİN, Nurullah (2011). Mankurtluk Külahı. Ankara: Berikan Yayınevi.

ÇOBAN, Ahmet (2004). Edebiyatta Üslûp Üzerine (Sözün Tadını Dilde Duymak),

Ankara: Akçağ Yay.

NECATİGİL, Behçet(1971). Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü. İstanbul: Varlık

Yayınları.

ÇAKIR, Hasan (2000). Öykü Sanatı. Konya: Çizgi Kitabevi.

ENGiNÜN, İnci (2001). Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergâh

Yayınları.

ENGİNÜN, İnci (2002). Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. İstanbul: Dergâh

Yayınları.

ENGİNÜN, İnci (2006). Yeni Türk Edebiyatı: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e. İstanbul:

Dergâh Yayınları.

70

ERDEN, Aysu (2002). Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri. İstanbul : Gendaş

Yayınları.

ERDEN, Aysu (2005). Çağdaş Türk Öykü ve Romanında Yaratıcılık. İstanbul: Hayal

Yayınları.

HECE Dergisi Türk Öykücülüğü Özel Sayısı (Sayı: 46-47).

İSLAM, Ayşenur (1996). Hikâyemiz, İnsanımız, Kültürümüz: Modern Türk

Hikâyesinden Seçmeler (2 cilt). Ankara: Akçağ Yayınevi.

GÜMÜŞ, Semih (2008). Öykünün Bahçesi. İstanbul: Can Yayınları.

GÜMÜŞ, Semih (2010). Öykünün Kedi Gözü. İstanbul: Can Yayınları.

GÜNDÜZ, Sevim (2003). Öykü ve Roman Yazma Sanatı. İstanbul: Toroslu Kitaplığı.

KABAKLI, Ahmet (1994). Türk Edebiyatı (5.cilt). İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı

Yay.

KANTARCIOĞLU, Sevim (2004). Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm.

Ankara: Akçağ Yayınevi.

KANTARCIOĞLU, Sevim (2009). Edebiyat Akımları: Platon’dan Derrida’ya.

İstanbul: Paradigma Yayınları.

KAVRUK, Hasan (1998). Eski Türk Edebiyatında Mensur Hikâyeler. İstanbul: Milli

Eğitim Bakanlığı Yayınevi.

KUNDERA, Milan (2002). Roman Sanatı: İnceleme (çev. Aysel Bora). İstanbul: Can

Yayınları.

LEKESİZ, Ömer (1997-2001). Yeni Türk Edebiyatında Öykü. İstanbul: Kaknüs

Yayınları.

LEKESİZ, Ömer ( ). Öyküce Konuşmalar. İstanbul: Meneviş Kitapları

LEKESİZ, Ömer (2000). Öykü İzleri. Ankara: Hece Yayınları.

71

LEVEND, Agâh Sırrı (1967), “Divân Edebiyatında Hikâyeler”, Türk Dili

Araştırmaları Yıllığı, Ankara.

KAPLAN, Mehmet (1985), Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri.

İstanbul: Dergâh Yayınları.

KARTAL, Ahmet (2013), Doğu’nun Uzun HİKÂYEsi: Türk Edebiyatında Mesnevî.

İstanbul: Doğu Kütüphanesi.

KAPLAN, Mehmet (1997). Hikâye Tahlilleri. İstanbul: Dergâh Yayınları.

KORKMAZ, Ramazan (1997). Sabahattin Âli: İnsan ve Eser. İstanbul: Yapı Kredi

Yayınları.

MACİT, Muhsin - SOLDAN, Uğur (2004). Edebiyat Bilgi ve Teorileri El Kitabı.

Ankara: Grafiker Yayınları.

NACİ, Fethi (1981). Yüz Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişim. İstanbul:

Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

OKAY, Orhan (2010), Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, İstanbul: Dergâh Yay.

ÖNERTOY, Olcay (1984). Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü. İstanbul:

Türkiye İş Bankası Yayınları.

ÖZÖN, Mustafa Nihat (2010). Türkçede Roman. İstanbul: İletişim Yayınları.

TANPINAR, Ahmet Hamdi (2003). Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi.

İstanbul: Çağlayan Kitabevi.

TEKİN, Aslan (1995). Edebiyatımızda İsimler ve Terimler. İstanbul: Ötüken

Yayınları.

TURAL, Sadık Kemal (1987). Hikâyeciliğimizin 100. Yılında 100 Örnek. Ankara

TÜRK DİLİ Türk Öykücülüğü Özel Sayısı (sayı: 286), Temmuz 1975.

72

TÜRK DÜNYASI EL KİTABI (1998), Üçüncü Cilt: Edebiyat (Türkiye), Ankara:

Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü.

WOOD, James (2010). Kurmaca Nasıl İşler? (çev. Ekin Bodur). İstanbul: Ayrıntı

Yayınları.

YETKİN, Suut Kemal (1967). Edebiyatta Akımlar. İstanbul: Remzi Kitabevi.

73

ÖZET

Günümüz Türk hikâyeciliğinin önemli isimlerinden olan Osman Çeviksoy,

hikâyelerinde çoğunlukla Anadolu, göç, eğitim, yozlaşma gibi konuları işler.

Toplumu düşündürme ve mesaj verme gayretinde olan yazarın, hikâyelerinde

oluşturduğu kişiler genellikle yaşadığı, bildiği çevredendir.

Bu çalışmada “Osman Çeviksoy’un Hikâyeciliği” değişik yönleriyle tahlil

edilmeye çalışılmıştır.

74

ABSTRACT

Osman Çeviksoy, being one of the most important figures on Turkish story

literature; mostly writes about Anatolia, immigration, corruption and education. The

author seeks to provide public awareness and tries to give to messages in his stories.

People and places on Osman Çeviksoy’s stories are generally chosen from writer’s

neighbourhood.

In this study, “The Art of Osman Çeviksoy Storytelling” has been tried to be

analyzed with its various aspects.


Recommended